İdlib’de hangi gruplar savaşıyor?

Hama’nın kuzeyindeki Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) savaşçısı (AFP)
Hama’nın kuzeyindeki Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) savaşçısı (AFP)
TT

İdlib’de hangi gruplar savaşıyor?

Hama’nın kuzeyindeki Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) savaşçısı (AFP)
Hama’nın kuzeyindeki Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) savaşçısı (AFP)

Suriye rejimi, Rusya’nın desteğiyle geçtiğimiz Nisan ayı sonlarında Suriye’nin kuzeybatısında başlangıçta “sınırlı bir operasyon” olarak planlanan askeri bir saldırı başlattı. Amaç, Şubat 2019’da Astana toplantısında imzalanan “silahlardan arındırılmış bölge” yani 2017 yılının ortalarında önerilen ve Eylül 2018’de onaylanan “gerginliği azaltma bölgesi” anlaşmasını desteklemek için birçok hassas stratejik cephede muhalif ve cihatçı gruplara saldırmaktı.
Temelde silahlardan arındırılmış bölgenin tüm terörist örgütlerden ve tüm ağır silahlardan arınmış olması hedeflenmişti. Ancak her iki tarafın unsurları da bölgede kalmaya devam etti. Daha da kötüsü, “gerginliği azaltma bölgesi” ve “silahlardan arındırılmış bölge” olarak adlandırılan alanlarda Birleşmiş Milletler (BM) tarafından terörist olarak sınıflandırılan gruplara karşı yürütülen terörle mücadele çalışmaları dışında neredeyse tamamen şiddete son verilmesi gerekiyordu. Ancak bu ateşkes, neredeyse her gün sayısız sivilin ölümüne neden olan hava saldırılarıyla Esed rejimi ile müttefikleri Rusya ve İran tarafından ilk günden bu yana göz ardı edildi.
Herhangi bir izleme sistemi veya bağımsız uygulama mekanizmalarının bulunmaması nedeniyle “gerginliği azaltma” ve “silahlardan arındırılmış” bölge uygulamasının henüz başlamadan başarısız olacağı belliydi.
Aslında, 2017'nin ortalarında Suriye’nin kuzeybatısında kurulan gerginliği azaltma bölgesi, ülke genelinde rejimin kontrolü dışında kalan dört bölgeden biriydi. Diğer üç bölge ise Doğu Guta ve ülkenin güneybatısı ile Humus’taki Telbise ve Rastan şehirlerini çevreleyen alandı.
Farklı unsurların bulunduğu bir eritme potası: İdlib
Suriye'de gerginliği azaltma bölgeleri kurma fikrini öneren taraf Rusya’dı ve bugün asıl amacın, Esed rejiminin bir anda birden fazla cephede etkin bir şekilde mücadele etmesine engel olan insan gücü yetersizliği kriziyle başa çıkması için olduğu açıkça ortadadır. O tarihten bu yana net bir şekilde görüldüğü üzere Rusya’nın güçlü desteğiyle rejim, 2018’in Şubat ve Nisan ayları arasında Doğu Guta’yı, ardından Nisan ve Mayıs ayları arasında Humus’u ve son olarak Haziran ve Temmuz ayları arasında da Suriye'nin güneybatısını tek tek kuşattı, bombaladı ve kontrol altına aldı. Geriye sadece yerlerinden edilen on binlerce sivil ile birlikte hezimete uğrayan militanların ve cihatçıların bulunduğu “atık sahası” olarak nitelendirilen ülkenin kuzeybatısındaki gerginliği azaltma bölgesi kaldı. İdlib böylece, içinde farklı unsurların bulunduğu bir eritme potasına dönüştü.
Birçok bölgede demokrasiyi, insan haklarını ve ifade özgürlüğünü destekleme kararlılığına dayalı ılımlı bir sivil nüfus bulunsa da buralar El Kaide bağlantılı cihatçı grupların güçlü ve sert muhalefetiyle karşı karşıya kaldı. İlk yıllarda, savaş ihtiyaçlarından dolayı Suriye'deki silahlı muhaliflerin ana akımları söz konusu cihatçı gruplarla işbirliğine girdi. Ancak 2016'dan bu yana, Suriye’deki savaşta uluslararası müdahale ve diplomatik girişimler arasında gelgitler yaşamasıyla, cihatçı gruplar askeri müttefiklerine karşı darbelere başladılar ve sahada kendi isteklerini acımasız tehditler ve zorlamalarla dayatmaya çalıştılar. Bununla birlikte, İdlib’de son zamanlarda artan şiddetin yanı sıra Suriye rejimi ve Rusya’nın süpürme harekatı tehdidi sonucunda, söz konusu grupların birçoğu bozulan eski ittifaklarına geri döndüler.
Bugün Suriye'nin kuzeybatısındaki çeşitli silahlı gruplar, Esed'in kendilerini beşe bölebilecek saldırısıyla karşı karşıyalar. Bu 5 temel çatı ise şu şekilde oluşuyor;
Heyet-u Tahriru'ş Şam
Söz konusu 5 çatıdan biri başlıca unsurları; Feyleku’ş Şam, Ahrar’uş Şam, Nureddin Zengi Hareketi, Sukuru’ş Şam, Ceyşu’l Ahrar, Özgür İdlib Ordusu, Birinci Sahil Tümeni, İkinci Sahil Tümeni, Ceyşu'l-Sani, Ceyşu'l Nuhbe, Birinci Piyade Tümeni, Ceyşu'l Nasr, 23.Tümen, İslam Şehitleri Tugayı ve Şam Topluluğu olan HTŞ çatısıdır.
HTŞ, başlangıçta “Nusra Cephesi” olarak bilinen grubun üçüncü versiyonunu oluşturuyor. Nusra Cephesi’nin adını “Fethu’ş Şam" olarak değiştirmesinden 6 ay sonra kurulan HTŞ, örgütten ayrıldıktan sonra Suriye içinde ve uluslararası düzeyde El Kaide yanlılarının ağır kınamalarına maruz kaldı. HTŞ, her ne kadar El Kaide’nin ve Suriye’deki yanlılarıyla bir düşmanlık sürecinden geçmiş olsa da, son dönemde El Kaide’nin silah depoları üzerinde söz sahibi olduğu ve ön cephelerine erişebildiği bir müzakere çerçevesinde hareket etti.
HTŞ’nin genç lideri Ebu Muhammed el-Cevlani, Taliban’ın Suriye versiyonu gibi görünen selefi bir cihatçı harekete liderlik ederken açıkça aşırılık yanlısı bir ideolojiyi takip ediyor. Ancak odak noktasını, bir ulus-devlet yani Suriye içinde sınırlıyor. HTŞ bugün, özellikle bölge yönetiminde ısrar ederek, siyasi eyleme geçerek, bölgedeki en az iki hükümetle işbirliği yaparak ve Avrupa hükümetleri de dahil olmak üzere daha fazla sayıda hükümetle gizlice iletişim kurmaya çalışarak bir çelişki içerisinde El Kaide'nin doğrudan yönlendirmelerine uymaya devam ediyor.
HTŞ her ne kadar, Türk makamlarıyla askeri, siyasi ve ticari konularda iletişim kanallarını açık tutsa da iki taraf arasındaki ilişki dostluğa değil, pragmatik çıkarlara dayalıdır. Öyle ki HTŞ, Türkiye'yi bir düşmana dönüştürmekten kaçınırken, Türkiye'nin de HTŞ'yi Suriye'nin kuzeybatısındaki çıkarlarını tehdit edecek şekilde kendisine rahatsızlık verecek bir unsur haline getirmekten kaçınması gerekiyor.
HTŞ çatısı altında tam olarak 15 bin savaşçının yanı sıra binlerce sivil görevlinin çalıştığı tahmin ediliyor. HTŞ, Suriye’nin kuzeybatısındaki çeşitli bölgelerde baskın bir nüfuza sahip olsa da bölgede yaşayan 3 milyonluk nüfus arasında fazla popüler sayılmaz. En güçlü askeri unsur olan HTŞ, 18 aydır savaşçılarının eğitim seviyesini artırmaya ve onları çelik kask ve kurşun geçirmez yelekler dahil olmak üzere daha modern silah ve teçhizatlarla donatmaya istekli gibi görünüyor.
Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi
Mayıs 2018’de kurulan ve Ağustos 2018’de genişleyen Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) ise başlıca muhalif grupların bir araya geldiği bir başka çatıdır. ÖSO’ya bağlı olduğunu söyleyen UKC, Türk hükümetine de oldukça yakındır. UKC unsurlarının çoğu, 2013-2017 yılları arasında Avrupa ve Ortadoğu’daki müttefik ülkelerin desteklediği ve daha önce ABD’nin Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) denetimindeki “Askeri Operasyonlar Koordinasyon Odası”ndan askeri yardım alan unsurlardan oluşuyor.
UKC’yi çok çeşitli ideolojik geçmişleri olan gruplar oluşturuyor. Bunların arasında Özgür İdlib Ordusu ile Müslüman Kardeşler’e (İhvan) bağlılıklarını duyuran Feyleku’ş Şam, Ceyşu’l Ahrar, Ahraru’ş Şam ve selefi bölge unsurlarının oluşturduğu Ceyşu’l Nasr bulunuyor.
Ancak UKC’nin kuruluşundan bu yana gücü ve nüfuzu, başta HTŞ’nin saldırıları olmak üzere bir takım nedenlerden ötürü zayıflıyor. Siyasi olarak ise UKC, son yıllarda görüldüğü gibi HTŞ ve El Kaide yanlılarının ideolojik ve stratejik gündemine şiddetle karşı çıkıyor. Kesin rakamı tahmin etmenin zorluğuna rağmen UKC’nin yaklaşık 30 bin savaşçısının olduğu düşünülüyor.
Ceyşu’l İzze
Esasen Hama'nın kuzeyinde faaliyet gösteren muhalif bir grup olan Ceyşu’l İzze, uzun süredir CIA denetimindeki Askeri Operasyonlar Koordinasyon Odası’nın üyesi olması ve halen ÖSO bayrağı taşımasına rağmen son dönemde UKC çatısından çıkıp bağımsız hareket etme konusunda ısrarcı davranıyor.
Ceyşu’l İzze’nin, Türk hükümetiyle yakın temas içinde olmasına rağmen son aylarda Türkiye’nin ilişkleri azaldı. Bunun en önemli göstergelerinden biri, silahlardan arındırılmış bölge anlaşmasını reddetmesiydi. Bununla birlikte Ceyşu’l İzze, UKC üyelerine kıyasla, çoğunlukla HTŞ ile tarafsız ve olumlu ilişkiler kurma fikrine açık kalma konusunda istekli bir tutum sergiliyor. Ceyşu’l İzze’nin savaşçı sayısını kesin olarak söylemesi güç, ancak bu sayının 2 bin ila 3 bin civarı olduğu tahmin ediliyor.
Suriye Ulusal Ordusu
Suriye Ulusal Ordusu; Bedir Şehitleri Tugayı, Cephetu'ş Şamiyye, Ahraruş’ş Şarkiye ve Ahraru’ş Şimal (Feyleku’ş Şam) gibi İdlib ve Hama'nın kuzeyindeki başlıca aktif unsurları temsil ediyor.
Suriye Ulusal Ordusu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) 2017 ve 2018 yılları arasında Halep’in kuzeyinde gerçekleştirdiği Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarına katkıda bulunan silahlı muhalif grupların bir araya gelmesi için 2017 yılının sonlarında kurulan devasa bir askeri yapıdır. ÖSO imajını yansıtan bir kimliğe sahip olan Suriye Ulusal Ordusu, 30'dan fazla Arap ve Türkmen kökenli gruptan oluşuyor. En az 20-25 bin civarı savaşçısı olabileceği tahmin ediliyor. Suriye Ulusal Ordusu, raporlara göre Suriye geçici hükümetine (muhalefet) sadık kalmaya devam etse de Türk hükümetine daha bağlı bir imaj çiziyor.
Suriye Ulusal Ordusu, Mayıs ayı ortalarından sonlarına kadar UKC’nin Hama'nın kuzeyindeki savunma pozisyonlarını ve cephenin saldırı kabiliyetlerini güçlendirmek amacıyla, Türkiye’nin ağır silah ve zırhlı araç desteğiyle yüzlerce savaşçısını görevlendirdi. Savaş alanına girmelerinin somut bir etkisi olmasının yanı sıra üstlendikleri rol, Türkiye’nin Suriye ve Rusya saldırıları karşısında yükselişinin açık bir işareti gibi görünüyor.
El Kaide yanlıları
El Kaide yanlıları arasındaki başlıca gruplar ise şunlar; Hurras ed-Din, Türkistan İslam Partisi, Ecnad el-Kafkaz, Ketaib el-Feth, Ensaruddin Cephesi, Cemaat-i Ensaruddin ve İmam Buhari Tugayları’dır.
Nusra Cephesi’nin El Kaide’den ayrılması ve HTŞ’nin kurulmasından bu yana Suriye’nin kuzeybatısındaki El Kaide yanlıları birçok farklı grup kurarak farklı gruplara dağılmışlardır. Bu gruplardan en önemlisi, ikisi uluslararası Şura Konseyi’nden olmak üzere El Kaide’nin birçok üyesinin liderliğinde kurulan Hurras ed-Din örgütüdür.
El Kaide lideri Eymen ez-Zevahiri’nin verdiği talimatlara göre hareket eden Hurras ed-Din ve El Kaide yanlılarının, herhangi bir bölgeyi veya nüfusu kontrol altına alma gibi bir dertleri yok.  Bunun yerine kendilerinden farklı kimliklere yönelik askeri eylemlere ve takip ettikleri temel hedeflere odaklanıyorlar.
Teorik olarak bir araya geldiklerinde 4 bin kişilik bir savaşçı gücüne sahip olabilecek bu gruplar, genellikle UKC ve Suriye Ulusal Ordusu ile ilgili her şeye karşı çıkıyorlar ve HTŞ’yi bol bol eleştiriyorlar. Ancak taraflar arasında herhangi bir kavga veya çatışma çıkmasından da kaçınıyorlar. Bu grup operasyonel düzeyde hala yukarıda belirtilen diğer gruplardan farklı bir çizgiye sahiptir. Diğer gruplarla işbirliği yapmak yerine genellikle kendi ön saflarında çalışırlar.
Öte yandan, “Türkistan İslam Partisi”nin en belirgin özelliği Çin'in Sincan (Uygur) bölgesinden olmasıdır. Parti zamanla Suriye’nin kuzeyinde aktif ve Asya'daki varlığından çok daha güçlü bir hale geldi.
İdlib'in batısındaki Bidama ve Cisr eş-Şugur şehirlerinde aktif olarak yer alan parti, son dönemde ender görülen bir hamlede bulunarak savaşçılarını bugün en şiddetli çatışmaların yaşandığı Hama'nın kuzeyine gönderdi.
Bugün HTŞ ile UKC ve Suriye Ulusal Ordusu arasında, HTŞ ile El Kaide ve El Kaide yanlıları arasında ve UKC ile Suriye Ulusal Ordusu arasında birçok anlaşmazlığın devam etmesine rağmen Suriye’nin kuzeybatısında son aylarda artan gerginlik tüm bu grupların önceliği haline gelmiş durumda. Söz konusu grupların birçoğu Esed yanlısı koalisyona karşı sahada askeri bir işbirliği ihtimalini tartıştılar ve teknik işbirliği için “Şam'ın Fethi” adında ortak bir operasyon odası kurdular. Ancak son dönemde bir takım isim değişikliklerine gidilirken son haftalarda, (El Kaide yanlıları hariç) bu güçlerin bazılarının resmi olarak birleşme olasılığını tartışmak üzere bir dizi toplantı gerçekleşti. Fakat söz konusu birleşmenin olma olasılığı çok düşük görünüyor.
Bu grupların, Suriye rejimi ve Rusya’nın güçlü saldırısı karşısında şuna kadar aralarında bulunan büyük farklılıkları bir kenara koymaları, daha güçlü bir savunma ve taarruz performansını ortaya çıkarmış gibi görünüyor. Bunun kararlı bir şekilde devam etme olasılığı ise büyük ölçüde Türkiye ve Türkiye’nin başta Rusya olmak üzere müttefiklerini destekleme ve gerginliği sürdürme veya siyasi gerekçelerle gerginliği durdurma seçeneğini desteklemesine bağlı.
*Şarku’l Avsat özel



Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.