Radikalizm ile mücadele için ‘Christchurch Çağrısı’

Yeni Zelanda'daki Christchurch şehrinde saldırılara maruz kalan bir camiyi koruyan polis (AFP)
Yeni Zelanda'daki Christchurch şehrinde saldırılara maruz kalan bir camiyi koruyan polis (AFP)
TT

Radikalizm ile mücadele için ‘Christchurch Çağrısı’

Yeni Zelanda'daki Christchurch şehrinde saldırılara maruz kalan bir camiyi koruyan polis (AFP)
Yeni Zelanda'daki Christchurch şehrinde saldırılara maruz kalan bir camiyi koruyan polis (AFP)

Yeni Zelanda'daki Christchurch katliamının ardından, ‘İnternet ve sosyal medya dünyayı doğru yola mı yönlendiriyor? Yoksa baştan mı çıkarıyor? Doğruluk ve dindarlığı birleştiriyor mu? Yoksa günah ve saldırganlığa mı yardımcı oluyor?’ şeklinde birkaç soru akıllara geldi.
Bununla birlikte, söz konusu katliam, bu modern araçların insan iletişiminde oynadığı rolün yeniden değerlendirilmesinin arkasındaki tek ana sebep değildi.
DEAŞ terör örgütünün çöküşünün de, internet üzerinden radikalizm ve terörün teşviki üzerinde büyük bir etkiye sahip olduğu düşünülüyor.
Kısa bir süre içinde, terör gruplarının net ve gözle görülür bir dönüşümüne tanık olduk.
İster ideolojikleşmiş terör ve sağcı siyasi inanışlar olsun, ister de din kisvesi altındaki şiddet ve radikalizm olsun, terör ve radikalizm dünya çapında büyük bir tehdit haline geldi.
Terörün sadece belirli bir dine mensup kişiler ile sınırlı olmaması nedeniyle beyaz radikal bir isim de Yeni Zelanda'daki camilere saldırılar düzenledi.
ABD'nin Pensilvanya eyaletindeki Pittsburgh şehrinde Tree of Life (Yaşam Ağacı) sinagoguna düzenlenen saldırı ile ABD tarihinin en ölümcül silahlı saldırısı olarak kayıtlara geçen 2017'deki Las Vegas katliamının ardındaki neden de hala belirsizliğini koruyor.
Belki de en büyük ve en tehlikeli faktör ise sosyal medya aracılığıyla nefreti yayılması oldu.
Araştırmacılar, yalnız kurtlar veya terör örgütlerinde yer alanların geçmişine baktığında, nefreti kışkırtanları bir araya getiren web siteleri ortaya çıktı. Böyle bir yanılsamayı bu kadar çabuk yaymaya yardımcı olan sosyal medyanın gücü oldu.
Yaklaşan tehlike karşısında, Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern’in girişimi ile internette terör ve nefrete karşı mücadele etmek için geçtiğimiz ay Paris'te ‘Christchurch Çağrısı’ isimli bir toplantı yapıldı.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Yeni Zelanda, Ürdün, Kanada, İrlanda, İngiltere, Senegal, Norveç, Endonezya'nın devlet veya hükümet başkanları, Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, dev internet şirketlerinin temsilcileri siber suçla mücadeleye yönelik yeni ve gelecek vaat eden girişimlerin başlatılmasını tartışmak üzere Paris’te bir araya geldi.
‘Christchurch Çağrısı’na katılan tüm katılımcılar, devletler ve büyük internet şirketlerinden internette terör ve şiddet içeren radikalizme karşı hareket etmelerini istedi. Ayrıca, ‘Bir sonraki suç nasıl durdurulur?’ diye birbirlerine sordu.
Yeni Zelanda’da Chirstchurch’daki iki camiye düzenlenen terör saldırısı, 16 dakika ve 55 saniye boyunca canlı yayınlandı ve 4 bin kişi daha sonra Facebook tarafından silinen orijinal görüntüleri izledi. Aynı şekilde saldırıları gösteren görüntüler 24 saat içinde 1.5 milyon kopyaya erişti ve bunlar da Facebook tarafından silindi.
Videoda yer alan katliam dehşet vericiydi ve birçok insan görür görmez şu soruyu aklında geçirdi; “Bu kadar rezil bir şeyin yayınlanmasına nasıl izin verilir?”
Bu terör eyleminin internette kaç kişiye ulaştığını tespit etmek mümkün ancak onu izleyenlerin üzerinde gelecekte yaratacağı etki hiçbir şekilde ölçülemiyor.
‘Christchurch Çağrısı’ndan önce, Facebook terör gruplarını destekleyen toplam 1.9 milyon içeriğin kaldırıldığını ve terörizmle bağlantılı olarak silinen içeriklerde de yüzde 73’lük bir artış görüldüğünü açıkladı.
Bu bağlamda, bu adımların Batı’nın vazgeçilmez kutsal haklarından olan düşünce özgürlüğüne aykırı olduğunu düşünenler de var. Hatta hangisinin öncelikli olduğuna ilişkin sorular ortaya atıldı. ‘Kişisel özgürlük mü yoksa güvenlik mi?’
Yeni Zelanda Başbakanı Jacinda Ardern, Christchurch Çağrısı’nda, Facebook, Instagram ve bazen Twitter kullandığını söyleyerek, bunların gücü ve öneminin kimse tarafından inkar edilmediğini söyledi.
Sosyal platformların başkalarına zarar vermek için kullanılmasını yasaklarken ifade özgürlüğünün korunmasını sağlamak gerektiğini kaydeden Ardern, ancak bu hakkın işlenen suçu yayınlama hakkını içermediğini ifade etti.
İnternet, radikalizmle ilgili herhangi bir içeriği hızlı bir şekilde tanımlayıp kaldırma yeteneğine rağmen kontrol dışı bir alan gibi görülüyor. Bu nedenle ABD’de nefret söylemiyle mücadele etmek istiyor.
Peki ya Arap bölgesi de, önümüzdeki günlerde dünyanın siber suçlardan kurtarılması için adım atacak mı?
Geçtiğimiz dönemlerde, bazıları internetin Batı’nın sağ eskatolojilerinden bahseden bir canavar ya da dünyada şu an hüküm süren yeni bir Frankenstein olduğunu dile getirmişti. Bu nedenle çatışmanın bir süre daha ‘şiddetli’ sürmesi muhtemeldir.



Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.