İranlı okurun tercihi Elif Şafak

İran’da rağbet gören Türk yazar Elif Şafak (Youtube)
İran’da rağbet gören Türk yazar Elif Şafak (Youtube)
TT

İranlı okurun tercihi Elif Şafak

İran’da rağbet gören Türk yazar Elif Şafak (Youtube)
İran’da rağbet gören Türk yazar Elif Şafak (Youtube)

İranlı okurların, özellikle de gençlerin, kendilerinde bıkkınlık uyandırmaya başlayan yeni romanlar başta olmak üzere edebî çalışmaların çoğunu bir kenara bırakarak yabancı dilden Farsça'ya tercüme edilmiş eserleri okumaya meyletmesi gerçekten de şaşırtıcı olabilir.
Okura sıkıcı gelmeye başlayan yeni romanlar, orta tabakanın yüzleştiği ve neredeyse tüketilmiş hale gelen krizlere değinirken tercüme kitaplar, okurların dünya edebiyatına açılan penceresi oluyor ve böylece okurlar, iktidarın kültürel kuşatmasını delerek evrensel kültür hareketine katılım sağlayabiliyor. Fransa’da yaşayan İranlı eleştirmen Asal Bagheri, Fransız Box dergisinin 96. sayısında yayımlanan makalesinde bu duruma işaret ederek İran’da en çok satan kitaplara ilişkin bir istatistik sunuyor. İstatistik, İran’ın en meşhur hatta rakipsiz kitap mağazası olan Kitap Şehri’nin kırk şubesinde yapılan araştırmalara dayanıyor.
Şaşırtıcı gibi görünse de en çok satanlar listesinin ilk on sırasında yedi tercüme kitap var. İlk sırayı ise oldukça yüksek bir satış yapan Aşkın Kırk Kuralı adlı romanıyla Türk Yazar Elif Şafak işgal ediyor. Fars tasavvufunun iki büyük ve köklü şahsiyeti olan (Mevlana) Celaleddin Rumi ve Şems-i Tebrizi’yi konu alan ve Fars tasavvufunu ‘basitleştirerek’ ‘avam’ dilinde bir roman derekesine (best seller/en çok satanlar) indiren bu Türk romanının İran’da bu denli rağbet görmesi ilginç olsa gerek. Şaşırtıcı olansa İranlıların bu Türk yazarın kendilerine, bu iki şahsiyetten oluşan bir roman sunarak onu modern bir Amerikan ‘sürprizi’ çerçevesine yerleştirmesini beklemeleridir. Roman, Ella Rubinstein adlı 40’lı yaşlarında Amerikalı bir kadın etrafında dönüyor. Tekdüze bir aile hayatı yaşayan bu kadın bir edebiyat kurumunda çalışıyor. İşi ise eserleri gözden geçirip görüşlerini sunmak. Bir gün, Aziz Zahara adlı birinin eserine denk gelir. Şems-i Tebrizi’nin Celaleddin Rumi’nin izinde gerçekleştirdiği yolculuğunu konu alan bu eser, kadını etkisi altına alarak hayatını değiştirir ve bir anda kendisini Şems’in öğretilerinin ya da kurallarının içinde buluverir: Hayata, özde saklı sevgiye, dinler arası diyaloga ve özgürlüğe dair felsefi ve tasavvufi bir bakış açısı sunan ‘aşkın kırk kuralı’. İran’da meşhur hale gelen bu Türkçe roman her ne kadar rağbet görse de geleneksel entelektüeller tarafından kamu vicdanında yer etmiş iki köklü Fars sembolüne yönelik bir tecavüz olarak değerlendirildi. Üstelik Elif Şafak’ın bu iki büyük mutasavvıf arasındaki ilişkileri tarif ederken haddi aştığı da belirtildi.
İran’daki en çok satanlar listesinde başka gariplikler de bulunuyor. Genç Avustralyalı yazar Steve Toltz’un (d. 1972) Bütünün Bir Parçası adlı romanının listenin üçüncü sırasına yerleşmesi ne anlama geliyor? Hele de bu roman tam bir Avustralyalı romanı iken. Romanda ailenin Jasper adındaki oğlu hapishaneye girer ve orada babası Martin, amcası Terry ve garip hayatı ile sonuçları hakkında bir roman yazar. Dünyada neredeyse tanınmayan Xavier Kreiman adlı popüler bir yazarın İnsan Basit Olmaktan Nasıl Kaçınabilir? adlı romanının listede yer almasına ne demeli peki? Ya da İngiliz gazeteci-yazar Jojo Moyes’un iki ‘romantik’ romanı Ardında Bıraktığın Kadın (Sophie’s Historia) ve Senden Önce Ben’in altıncı ve yedinci sırada yer alması? Moyes’un ilkinden daha meşhur olan Senden Önce Ben romanının filmi dahi çekildi. Romanda Liza adlı kafede çalışan bir genç kız, işini kaybeder, daha sonra tekerlekli sandalyeye mahkûm olan zengin bir gencin hizmetçisi olarak işe başlar ve ikili arasındaki ilişki fırtınalı bir aşk hikâyesine dönüşür. İki roman da romantik türde. Bir süre kendisinin (Londra) Şehir Üniversitesi’ndeki eğitim masraflarını karşılayan Independent İngilizce’de çalışan yazar Moyes, bu türde romanlar kaleme almakla tanınıyor.
Muhalif bir yazar
Listenin ikinci sırasında Almanya’ya sürgün edilen muhalif İranlı yazar Abbas Marufi’nin kaleme aldığı Ölünün Senfonisi adlı bir roman bulunuyor ki bu roman, İran’da yeni akım romanların en bilineni. 1957 doğumlu Abbas Marufi hakkında daha önce, ‘suçlu’ olarak nitelediği iktidarın uygulamalarına dair eleştirel makaleler yazmasından dolayı idam kararı alınmış ve bu karar, altı ay hapis ile yirmi kırbaç cezasına çevrilmişti. Çalışmalarının İran’da yayımlanması da yasaklandı. Şayet Alman Yazarlar Birliği olaya müdahale edip Alman yazar Günter Grass destek olmasaydı Marufi, ülkesinden ayrılıp 1996 yılında Almanya’ya gidemezdi. Yazarın romanı, geleneksel ataerkillikle çatışan Aydın adlı genç bir şair etrafında şekilleniyor. Aydın’ın kız kardeşi Ayda, kendini yakarak intihar etmenin neticesinde aldığı ağır yaraların etkisiyle ölüyor. Daha sonra bir kalp krizi geçiren baba da ölüyor. Babanın, servetinin iki oğlu Aydın ve erkek kardeşi Orhan arasında eşit bir şekilde bölüştürülmesini isteyen vasiyeti iki kardeş arasında şiddetli bir çatışma doğuruyor. Ve bu çatışma serveti ele geçirmek isteyen Orhan’ın öldürme kastıyla Aydın’ın yemeğine zehir katması ancak Aydın’ın delirmesi ile sonuçlanıyor.
Okuyucular tarafından ilgi görerek listenin sekizinci sırasına yerleşen ikinci İranlı roman, Simin Daneşver’e (1921-2012) ait olan Siyavaş’ın Yası (Arapçaya Ağıt Meydanı olarak tercüme edildi) adlı eserdir. İran çağdaş edebiyatının öncülerinden biri olarak görülen Daneşver’in adı, yazar olan eşi merhum Celal Âl Ahmed ile birlikte anılıyor. İran’daki ilk kadın romanı olarak 1969 yılında yayınlanan ve 17 dile çevrilen romanda olaylar, 40’lı yıllarda geçiyor. İran’ın bazı bölgelerine yönelik İngiliz işgalini ve salgın hastalıklar, açlık ve askerî işgalin artçı şokları ile boğuşan Şiraz kentinde İngiliz askerlerinin yerleşmesini konu edinen romanın kahramanı, zorlu koşullarda ailesini korumaya çalışan eğitimli bir kadın. Zeri adlı bu kadın, iktidarın ve işgalci güçlerin uyguladığı baskılara karşı direnişinde toprak sahibi olan kocası Yusuf’a destek oluyor.
Independent Arabia'dan Abduh Vazin'in haberine göre İranlı okurların dünyaca ünlü şu iki romanı keşfetmesi ya da yeniden keşfetmesi şaşırtıcı değil: Listenin dokuzuncu sırasında yer alan Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık adlı romanı ile dördüncü sıraya yerleşen Norveçli yazar Jostein Garder’ın Sofie’nin Dünyası adlı eseri. Marquez’in romanı, çevirdiği birçok eserden ötürü okurlarca itibar edilen ünlü mütercim-yazar Bahman Ferzane tarafından 1974 yılında tercüme edildi. Ancak mütercim, bu eseri Farsçaya İspanyolcadan değil de çok iyi bildiği İtalyancadan aktardı. Marquez’in romanı, Humeyni Devrimi’nden sonra İran’da yasaklandı. 2011 yılında iktidarın rızası tarafından ‘Nobel’ ödülü alana kadar da yayınlanmasına izin verilmedi.
Bugün İran’da en çok satanlar listesinde dikkat çeken şeylerden biri belki de bu kitapların gerek konuları gerekse de genel havası bakımından birbirinden bariz bir şekilde farklılık gösterecek kadar çeşitli alanlara ait olmasıdır. Nitekim bu listede Marquez’in büyülü gerçekçiliği ile Elif Şafak’ın fantezisi, Abbas Marufi’nin trajedisi ve Jojo Moyes’un romantizmi bir araya geliyor. Ne ilginç bir buluşma!



İran'da iki halef seçimi krizi: Ilımlılık ve aşırılık oyunu

Devrim Muhafızları, Reisi'nin halefinin seçiminde önemli, Hamaney'in halefinin seçiminde ise daha büyük bir rol oynuyor (Reuters)
Devrim Muhafızları, Reisi'nin halefinin seçiminde önemli, Hamaney'in halefinin seçiminde ise daha büyük bir rol oynuyor (Reuters)
TT

İran'da iki halef seçimi krizi: Ilımlılık ve aşırılık oyunu

Devrim Muhafızları, Reisi'nin halefinin seçiminde önemli, Hamaney'in halefinin seçiminde ise daha büyük bir rol oynuyor (Reuters)
Devrim Muhafızları, Reisi'nin halefinin seçiminde önemli, Hamaney'in halefinin seçiminde ise daha büyük bir rol oynuyor (Reuters)

Refik Huri

Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin helikopter kazasında ölmesi, İran'ı kritik bir dönemde iki halef kriziyle karşı karşıya bıraktı; birincisi zamanından önce gelen cumhurbaşkanının halefi krizi. İkincisi,1979'da İslam Devrimi'nin fitilini ateşleyen İmam Humeyni’den çok daha uzun süre hüküm süren Dini Lider Ali Hamaney'in sağlık durumu sebebiyle zamanı yaklaşan halefini seçme krizi. Hamaney'in halefinin radikal bir din adamı olacağı kesin ve Reisi öne çıkan bir adaydı. Hem Dini Lider hem de Dini Lider’in istediği seçeneğe oy veren Uzmanlar Konseyi çevresinde önemli bir seçenekti. Reisi'nin halefi konusu ise görünürde Reisi, Ahmedinejad ve Hatemi gibi aşırı muhafazakâr veya Rafsancani ve Ruhani gibi reformcu ve ılımlı bir figür olacak din adamı ya da eski Devrim Muhafızları subayı seçeneklerine açık görünüyor.

Sistemin gerçek hesapları arasında hiçbir fark yok. Zira gerçek güç, “ilahi meşruiyete” sahip olan, kayıp ve beklenen “zamanın sahibinin” vekili olan Dini Liderin elinde. Herhangi bir dini rejim gibi, gittikçe daha da aşırılaşma yönünde ilerlemeye mahkûm bir rejimde, Dini Liderin aşırı muhafazakâr olması doğal. Teorik olarak “halk meşruiyetini” temsil eden cumhurbaşkanlığı makamı için muhafazakâr ya da ılımlı adayları seçen de odur. Seçimler, ister iç koşullar isterse dış ilişkilerin görünen yönü olsun, rejimin her aşamadaki ihtiyaçlarına bağlıdır. Dünyada İran’daki “reformcu akımın” başarısı üzerine oynanan bahisler bağlamında yapılan eski ve yeni tartışmalar ise bir nevi kendini kandırmadır. Dini Liderin iradesi olmadan hiçbir reformcu iktidara ulaşamaz. Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, Hasan Ruhani ve onlardan önce İmam Humeyni'nin ölümünden sonra arkadaşı Ali Hamaney'in Dini Lider konumuna gelmesinde önemli rol oynayan Haşimi Rafsancani'de olduğu gibi, iktidara gelip çizilen kırmızı çizgileri aşmaya çalışan herhangi bir reformcu figür izolasyona mahkumdur.

Hamaney, "bugün ülkenin asıl meselesinin ekonomi ve temel zayıf noktasının da ekonomik mesele" olduğunu düşünüyorsa, Reisi'nin halefi ekonomiye odaklanacak, insanları ekonomik durumdan ve uygulanan sosyal kısıtlamaların sertliğinden kaynaklanan toplumsal memnuniyetsizliklerini azaltmaya ikna edecek ılımlı bir şahsiyet olabilir. Ama bunun aksini düşünenler de var. Bunlara göre Reisi'nin Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, BAE, Katar ve diğerlerine açılma konusunda yaptıkları, ancak ılımlı bir cumhurbaşkanının aksine sorgulanmadan esneklik gösterebilecek katı görüşlü bir cumhurbaşkanı tarafından yapılabilirdi. Pratik olarak Hamaney'in elinde olan anahtar, adayları eleyen ve Reisi'nin aday gösterilmesi sırasında kazanacağı korkusuyla Ali Laricani’nin yarış dışı bırakılmasında olduğu gibi, seçilen adaya tehdit oluşturanların adaylığını önleyen Anayasa Koruma Konseyi'ne ödünç olarak veriliyor. Konsey, eski cumhurbaşkanı Ruhani’nin bile, uzun süredir üyesi olmasına rağmen Uzmanlar Konseyi'ne aday olmaya uygun olmadığına karar vermişti. Bunun nedeni, İmam Humeyni'nin en başından beri İslam Cumhuriyeti'nin en yüksek önceliklerini belirlemiş olmasıdır ve bunlardan en öne çıkanları iki tanedir. Birincisi, "İslam hükümeti velayet ile imanın ikizidir ve düzeni sağlamak bir görev borcudur." İkincisi ise "devrimi ihraç etmek, çünkü rejim kapalı bir ortamda kalırsa kesinlikle yenilgi ile yüzleşecektir." Arap ülkelerindeki Şii milis gruplara “yatırım” yapılması ve Filistin kartına sahip olunmaya çalışılması da bundandır. Bunun hiçbir bölgesel güçte daha önce görülmemiş pratik uygulaması ise Lübnan'da Hizbullah, Irak’ta Haşdi Şabi, özellikle de Hizbullah Tugayları, Seyyid el-Şuhada Tugayı, Kays el-Hazali hareketi, Suriye'de Afganlardan oluşan Fatimiyyun Tugayı ile Pakistanlılardan oluşan Zeynebiyyun Tugayı gibi silahlı mezhepçi ideolojik grupların kurulması, Yemen’de Ensarullah (Husiler), Gazze’de Hamas ve İslami Cihat’ın desteklenmesidir. İran'ın hiçbir şey yapmadan kazanmasını sağlayan da budur. Vekalet ile kazanıyor, vekalet ile savaşıyor ve vekalet ile anlaşıyor. Brookings Enstitüsü Başkan Yardımcısı ve Dış Politika Programı Direktörü Susan Maloney'nin söylediği gibi, Tahran'ın bölgede bahse girdiği şey bir kaos sistemidir. Maloney İran'ın stratejisini "güçlü düşmanlarına, özellikle de ABD'ye karşı avantaj elde etmenin ekonomik açıdan ucuz bir yolu olarak, asimetrik savaşa yatırım yapmak" olarak tanımlıyor. Sahne çok çelişkili ve Sovyetler Birliği'nde yaşanan ve onun çöküşüne yol açan duruma benziyor; içeride ekonomik zayıflık, dışarıda güçlü nüfuz ve büyük harcamaların yapıldığı askeri güç. Hamaney'in 2003'te İran penceresinden gördüğü kadarıyla bölgedeki sahne şöyleydi; “Washington yeni bir Ortadoğu yaratma konusunda tamamen başarısız oldu. Bölgenin jeopolitik haritasının köklü bir değişim içinde olduğu doğru ama bu ABD'nin değil, direniş cephesinin yararına bir değişim. Evet, Batı Asya'nın jeopolitik haritası değişti ama direnişin lehine olacak şekilde değişti.” Dahili sahneye gelince, zorlu ekonomik durumdan duyulan memnuniyetsizlik nedeniyle halk seçimlere katılma konusunda isteksiz. Kadınlara başörtüsünün dayatılmasına, sosyal davranışlar ve giyim üzerindeki kısıtlamaların sıkılaştırılmasına karşı gösteriler düzenleniyor. Son parlamento seçimlerine seçmenlerin ancak yüzde 41'i katıldı. Başkent Tahran'da bu oran yüzde 19'du.Türk analist Murat Yetkin, "İran rejimi uzun menzilli füzeler üretebiliyor ama Cumhurbaşkanı Reisi'nin uçağının yerini tam olarak belirleyemiyor" derken abartmıyordu. Aslında İran'ın uçağın düşüşüne ilişkin hikayesi hâlâ eksik. Dahası kazanın gerçek nedenleri, teknik neden veya sisten mi kaynaklandığı, yoksa sabotaj sonucu mu olduğu gibi sorular cevapsız kalacak kadar boşluklarla dolu. Resim net değil; cumhurbaşkanının uçağı düşerken kendisine eşlik eden iki uçak Tebriz'e dönüş yolculuğuna nasıl devam edebildi? Reisi'nin dini lider konumuna gelmesini engellemek için biri bir komplo mu kurdu? Cenaze törenlerinde Şiiliğin abartılı tezahürleri, soruları gülünç hale getirmeye yönelik bir çaba mıydı?

Totaliter rejimlerde gerçeği bilmek zordur. Ancak içeride baskı ve disipline, bölgede ise kaosa bel bağlayan İslami rejim, din adamları ve Devrim Muhafızları arasında karma bir rejim haline geldi. Devrim Muhafızları, Reisi'nin halefinin seçiminde önemli, Hamaney'in halefinin seçiminde ise daha büyük bir rol oynuyor.