DEAŞ'lıların çocukları meselesi: Masumlardan oluşan bir nesille mi yoksa geleceğin katilleriyle mi karşı karşıyayız?

DEAŞ'lıların çocukları meselesi: Masumlardan oluşan bir nesille mi yoksa geleceğin katilleriyle mi karşı karşıyayız?
TT

DEAŞ'lıların çocukları meselesi: Masumlardan oluşan bir nesille mi yoksa geleceğin katilleriyle mi karşı karşıyayız?

DEAŞ'lıların çocukları meselesi: Masumlardan oluşan bir nesille mi yoksa geleceğin katilleriyle mi karşı karşıyayız?

DEAŞ’lıların aileleri, tüm dünyanın karşı karşıya olduğu patlamaya hazır birer bomba mı? Başta Avrupa olmak üzere tüm dünyanın güvenliği, barışı ve istikrarı karşısında bir tehdit oluşturuyorlar mı?
Akıllarda bu soru işaretlerinin belirmesinin sebebi hiç şüphesiz DEAŞ’lı yabancı savaşçıların çoğunluğu Avrupa kıtasından olmak üzere farklı ülkelerin vatandaşları olmasından kaynaklanıyor. Bu kişiler, Suriye ve Irak’taki çatışmalardan sonra geriye, aralarında kadın ve çocuklarında bulunduğu on binlerce insan bıraktılar. Bazıları anne-babaları veya eşleri tarafından yurt dışına kaçırılırken bazıları ise hapishane duvarlarının ardında kaldı. Geriye kalanlar arasında endişe ve beklenti hâkim ve belki de kendi kaderini tayin etmekte zorlanıyorlar.
Şuan ebeveynlerinin suçlarının cezasını çekmesi gereken çocukları geride bırakan bir terörist grupla ilgili yasal bir sorunla mı karşı karşıyayız yoksa çoğu DEAŞ tarafından kontrol edilen çatışma bölgelerinde doğan ya da aileleriyle birlikte çatışma bölgelerine giden masum çocuklarla ilgili insani bir ikilemle mi? Geriye kalanların büyük çoğunluğunu zorla silah altına alınmış, aldatılmış, silahlı gruplara katılmış ya da hayatta kalmak için bu gruplara katılmak zorunda bırakılmış erkek çocuklar oluştururken, trajik şartlar altında ezilmiş ve hakları ağır şekilde ihlal edilmiş masum çocuklar olarak muamele görmeleri ve himaye altına alınmaları mı gerekiyor?
Londra merkezli King's Koleji bünyesinde bulunan Uluslararası Radikalizm Araştırma Merkezi (ICSR) tarafından yayımlanan son araştırmaya göre Suriye ve Irak’ta 80 ülkeden 41 bin yabancı uyruklu insan bulunuyor. Bunların 4 bin 640’ı DEAŞ’lıların geride bıraktığı 17 yaş altı erkek çocuklar, 760’ı ise Suriye ile Irak arasında doğmuş çocuklar. DEAŞ üyelerinin yüzde 13’ünü kadınlar oluşturuyor. Haziran 2018'den bu yana evlerine dönenlerin oranı ise sadece yüzde 4. Bu çocuklar hem anne hem de babaları tarafından reddedilirken genellikle toplumlar tarafından da damgalanıyorlar. Ayrıca vatandaşı oldukları ülkelerin hükümetleri tarafından da terk edilen bu çocuklar, temel hizmetler alma veya vatandaşı oldukları ülkelere geri dönme konusunda büyük yasal, lojistik ve politik zorluklarla karşı karşıya kalıyorlar.
DEAŞ’lıların çocuklarının oluşturduğu bu küçük grupların en risklisini 12-17 yaş arası çocuklar oluşturuyor. Bu riskin, hem uluslararası hem de bölgesel güvenlik için iki kat tehlikeli olmasının yanı sıra bu kez durum masumiyetiyle de ilgili değil ve asla da olmayacak... Peki, bunun anlamı ne?
DEAŞ’ın kirli işlerinde kullanıldılar
ABD merkezli New York Times (NYT) gazetesinde bu yılın başında yayınlanan bir haberde, DEAŞ’lı liderlerin bu çocukları “gözlemci” olarak kullandığı, yani kimsenin küçük yaşları sebebiyle onlardan şüphe etmeyeceğini düşünerek modern ordulardaki keşif ekipleri gibi terör saldırıları planlamak ve uygulamak için mümkün olduğunca fazla bilgi edinmek üzere kullandıklarını aktardı. Sadece bu kadarla da kalmadılar, aynı zamanda örgüt içinde casus, dışarıda ise ajan olarak kullanıldılar. Diğer zamanlarda ise yetişkinlere yemek pişirmekle görevli aşçılar oldular.
Fakat asıl büyük felaket, bu çocukların birer savaşçı ve intihar bombacısı olarak yetiştirilmiş olmaları. Burada kendimize sormamız gereken soru şu;
Şuan kandırılan masumlardan oluşan bir nesille mi yoksa gerekli önlemleri almaz ve bilinçli bir şekilde hareket etmezsek, geleceğin katilleri ve teröristleriyle mi karşı karşıyayız?
Örgütün propaganda videolarında DEAŞ’lıların küçük çocuklarının bazı mahkûmların kafalarını kestikleri veya vurdukları görülüyor. Küçük yaştakilerin beyinleri radikal ideolojilerle yıkanırken yaşı biraz daha büyük olan çocuklar askeri eğitim aldılar.
ICSR Direktörü Prof. Peter Neumann, DEAŞ’lıların aileleri ve çocuklarıyla ilgili değerlendirmesinde şunları söyledi;
“Onlar bu durumun kurbanları. Çünkü iradeleri gasp edildi. Bu onların en azından bir tehlike kaynağı oldukları anlamına gelmiyor.”
DEAŞ’lıların çocukları meselesinin oldukça karmaşık bir konu olmasının yanı sıra bu çocukların örgütün kuruluşunun başlangıcına dair tam bir fikri ve bununla birlikte davalarının ne olduğuna ilişkin net bir vizyonu yok.
Nasıl DEAŞ’lı oldular?
Tüm bunlar göz önüne alındığında bu çocukların DEAŞ’lıların kamplarına iki şekilde gelmiş olabileceği anlaşılıyor. Birincisi babalarından gizli olarak anneleri tarafından ya da annelerinden gizli olarak babaları tarafından getirilmiş olabilirler. Belki de daha da şanssızlardı ve terörist bir anne-babanın çocuklarıydılar. Hem anne hem de baba ailece “cihat” yoluna gitmenin gerektiğine inanmış ve dolayısıyla savaş bölgelerine gitmiş olabilirler. Ayrıca anne-babaları, Irak ve Suriye’nin komşusu olan ülkelere seyahatleri sırasında edindikleri ya da kendi ülkelerindeki arkadaşları aracılığıyla örgüte katılmaları sağlanmış veya internet aracılığıyla örgütün üyeleri tarafından bizzat örgüt üyesi haline getirilmiş olabilir. Böylece çocuklarıyla birlikte örgüt saflarında yer aldılar. İkincisi ise örgüt kamplarındaki doğumlar. DEAŞ saflarına katılan Avrupalı kadınların, örgütün kamplarında evlendikten sonra dünyaya getirdikleri bebekler kendilerini doğrudan bu örgütün içinde buldular.
Bu acı dolu hikâye, bizi bir takım soru işaretleriyle karşı karşıya bırakıyor. Bunlardan ilki, yabancı ülkeler, bu çocukların veya ebeveynlerinin topraklarına geri dönmesine izin verir mi? Yoksa tüm kapılar sonsuza kadar yüzlerine kapatılır mı? Peki ya bu bir seçenekse, dünya kendini yakın bir gelecekte terör, kan dökmek ve şiddetten başka hiçbir değere sahip olmayan bir nesille mi karşı karşıya bulacak?
Ülkelerin yaklaşımı
Diğer bir durum ise merhameti adaletin üzerinde tutan ülkelerin olup olmaması ve bu kişileri topluma kazandıracak programların geliştirilmesi. Bu çocukların veya ebeveynlerinin topluma yeniden uyum sağlaması mümkün mü?
Bu durum ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir. Aynı şekilde bir devletin içindeki tutumlar bir yandan kamuoyu diğer yandan sivil toplumun baskısının yönüne göre değişebilir.
Bu konuda birkaç örnek verilebilir. Örneğin Fransa, Suriye’de, Batılıların kabul etmediği yabancı savaşçılar sorununa çözüm arayan Kürtlerin kontrolü altındaki bölgelerde bulunan 150 kadar Fransız vatandaşı DEAŞ üyesinin çocuklarının bir kısmını almak istediğini açıkladı. Almanya da, DEAŞ üyesi Alman vatandaşlarının çocuklarının, Almanya'ya dönüşüne ilişkin güvenlik konularını tartışıyor. Almanya'nın iç istihbaratından sorumlu Anayasayı Koruma Teşkilatı Başkanı Hans-Georg Maassen konuya ilişkin bir açıklamasında, “Teröristlerin arasına karışan çocukların geri dönüşünün riskli olduğunu düşünüyoruz. Savaş bölgelerinden Almanya'ya öğretilerini taşıyabilirler” şeklinde konuştu.
Belçika Maliye Bakanı Alexander De Croo, ülkesinin, Kürt makamlarına bağlı mülteci kamplarında bulunan Belçika vatandaşı DEAŞ’lı savaşçıların çocuklarından 6’sını 12 yaşından büyük olmamaları şartıyla geri alacağını açıkladı.
Avustralya’ya gelince Başbakan Scott Morrison, DEAŞ üyesi Avustralyalı savaşçıların çocuklarından 8 yetimin, el-Hol mülteci kampından başarıyla çıkarıldığını söyledi... Peki, bu küçük rakamlar sorunu çözmeye yeter mi?
Birleşmiş Milletler (BM) Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF) geçtiğimiz hafta BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri Michelle Bachelet ağzından tüm dünyaya DEAŞ’lıların çocukları ve eşlerini geri almaları için yeni bir çağrıda bulundu.
Bachelet ilgili çağrıyı yaparken şu ifadeleri kullandı, “DEAŞ mensubu yabancı savaşçılar, uluslararası standartlara uygun bir şekilde yargılanmadıkları sürece mensubu oldukları ülkelere geri gönderilmeliler. Devletler, Suriye savaşına katılan vatandaşlarının sorumluluğunu almalı.”
Ayrıca, söz konusu çocukların DEAŞ tarafından özellikle şiddet eylemleri gerçekleştirmek için kullanıldıklarına işaret eden Bachelet, “Bu çocuklar, haklarına yönelik ciddi ihlallerle karşı karşıya kaldılar” şeklinde konuştu. Aynı şekilde bu çocukların ve ebeveynlerinin öncelikle rehabilitasyon ve korunmalarına önem verilmesi gerektiğinin altını çizen BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri, Suriye veya Irak'ta DEAŞ saflarında savaşanların vatandaşlıklarının geri alınmaması konusunda da uyardı. İnsanları uyruksuz bırakmanın kesinlikle kabul edilebilir bir seçenek olmadığını vurgulayan Bachelet, bu tür önlemlerden çocukların daha fazla etkilendiğini, çünkü okula devam etmeleri ve sağlık hizmetlerinden yararlanmaları konusunda önlerine büyük engeller çıktığını ifade etti.
UNICEF’in çözümü var mı?
O halde geriye şu soru kalıyor; “UNICEF’in bu çocuklar ve gelecekleri için bir senaryosu veya sorunlarına yönelik bir çözümü var mı?
UNICEF, ülkelerin DEAŞ üyesi vatandaşlarını veya onların çocuklarını vatansız kalmaktan korumak amacıyla gerekli belgeleri vermeleri gerektiğini düşünüyor. Tüm dünyaya bu çocukların kendi ülkelerine güvenli ve onurlu bir şekilde geri dönmelerini desteklemeleri çağrısında bulunan UNICEF, çocukların topluma kazandırılmaları için çalışmalar başlatılması ve aynı şekilde gözaltında tutulan çocuklar için, gözaltına alınmanın uygulanabilir bir prosedür olduğundan emin olunması gerektiğini vurguluyor.
Ceza ehliyeti yaşına ulaşan ve suç işlemekle itham edilen çocuklar için ise uluslararası kabul görmüş adil yargılama ve çocuk mahkemesi standartlarının uygulanması sağlanmalı, bu çocuklar aynı zamanda gerçek mağdurlar olarak görülmeli ve suçların gerçek failleri olmadıkları göz önünde bulundurulmalı. Herhangi bir karar verilirken çocukların ülkelerine geri gönderilmeleri de dâhil olmak üzere çıkarlarının kollanması ve kararın uluslararası hukuk standartlarına uygun olduğundan emin olunması gerekiyor. Buradan yola çıkıldığında şu soru işaretleri zihinlerde beliriyor; Peki, insani mi yoksa güvenlik açısından mı bir çözüm getirilmeli? Dünyanın dört bir yanındaki güvenlik ve istihbarat servisleri UNICEF’in önerileriyle biçim ve konu açısından tutarlı mı, yoksa hala çözüme yönelik önemli itirazları var mı?
Sorular açık. Ancak soruların cevapları halen bulunamadı.



Demokratik ülkeler ‘gri bölge’ savaşlarını nasıl kazanır?

Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)
Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)
TT

Demokratik ülkeler ‘gri bölge’ savaşlarını nasıl kazanır?

Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)
Rusya devlet Başkanı Putin, Kırım'ın Ukrayna'dan alınması ve Rusya'ya ilhakının yıl dönümünü bir Rus savaş gemisinde kutladı (Reuters)

Savaş ve barış arasında, kavramların farklılaştığı ve kuralların karmaşıklaştığı ‘gri bölge’ olarak anılan belirsiz bir bölge var. Bu bölge, bir ülkenin bir başka ülkeye zarar veren faaliyetlerde bulunduğu yeri temsil ediyor. Öte yandan bu faaliyetler, savaş eylemleri olarak kabul edilse de yasal açıdan savaş eylemleri değildir.
Eski bir İngiliz ordu mensubu olan Albay Richard Kemp tarafından hazırlanan ve ABD merkezli Gatestone Enstitüsü tarafından yayımlanan bir raporda, demokratik ülkelerin gri bölgedeki otoriter devletlerin ve terör örgütlerinin eylemlerine ilişkin tutumları ve bunlarla nasıl mücadele edebileceklerine dair bir incelemeye yer verildi.
İngiltere Kabine Ofisi'nde uluslararası terörle mücadele ekibinin başkanı olarak görev yapan Kemp, ABD Başkanı Joe Biden yönetiminin, bu ay geçici ulusal güvenlik strateji belgesini yayınladığını, aynı şekilde Atlantik Okyanusu’nun karşısında İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın, Parlamento’ya entegre bir güvenlik, savunma, kalkınma ve dış politika belgesi sunduğunu söyledi. Biden ve Johnson, söz konusu belgelerde gri bölgedeki giderek artan zorluklarla ilgili endişelerini dile getirirken bunlara daha etkili bir şekilde yanıt vermek için önlemler alma sözü verdiler. Rapor, gri alanın, ülkeler arasındaki normal jeopolitik rekabetin dışında kalan, ancak silahlı çatışma düzeyine ulaşmayan zorlayıcı eylemlerin yer aldığı barış ve savaş arasındaki yer olduğuna dikkati çekti. Gri bölgedeki eylemler, genellikle teröristler dahil olmak üzere vekiller kullanan ülkeler ve terör örgütlerinin kendileri tarafından gerçekleştiriliyor. Gri bölgenin kuralları genellikle agresif, belirsiz, inkar edilebilir ve görünmezdir. Hedef ülkelere zarar vermeyi, onları zorlamayı ve etkilemeyi veya istikrarlarını bozmayı ya da uluslararası statükoya zarar vermeyi amaçlar. Bir yandan büyük bir askeri müdahaleden kaçınırken diğer yandan gerilimi daha da artırma tehdidiyle hedef ülkeyi yıldırmaya ve caydırmaya çalışırlar.
Albay Kemp, Alman Haber Ajansı’nda (DPA) yer alan analizinde, gri bölgenin yeni bir fenomen olmadığını, aksine dünya genelinde en baskın çatışma biçimi olduğunu belirtiyor. Bunun yanı sıra küreselleşme ve teknolojinin, bu tür eylemlerin sıklığını, etkililiğini ve ortaya çıkma hızını artırdığına işaret eden Albay Kemp, ABD ve İngiltere'nin de bu durumun farkında olduklarını vurguladı. Albay Kemp, siber alan, uzay, internet, sosyal medya, dijital propaganda ve insansız hava araçları (İHA) gibi giderek daha güçlü hale gelen ‘gri savaş’ araçlarını kullanan daha fazla aktörün devreye girdiğine dikkati çekti. Bu aktörlere verilen örnekler arasında Rusya’nın 2018 yılında Birleşik Krallık'ta bir kişiyi sinir gazı ile öldürme girişimi, Kırım'ın ilhakı, Avrupa parlamentosu seçimlerine müdahale çabaları, Çin'in Güney ve Doğu Çin denizlerindeki tartışmalı adalar üzerinde egemenlik ilan etme taktikleri ve eylemleri, Hindistan'a karşı Ladakh bölgesindeki askeri saldırısı, Hong Kong'a yönelik şiddetli baskısı ve İran’ın Ortadoğu, Güney Amerika, ABD, Avrupa ve diğer yerlerde tekrarlanan terörist saldırıları, uluslararası tankerlere el koyma ve saldırıda bulunma ve vekilleri aracılığıyla Irak’taki ABD’ye ait tesislere füze saldırıları düzenlemesi de yer alıyor. Batılı ülkelerin elinde, kendilerini veya müttefiklerini hedef alan ve çok taraflı koordinasyonu daha etkin bir şekilde kullanan gri bölge eylemlerine karşılık vermek için birçok proaktif ve reaktif seçenek bulunuyor. Amaç, caydırıcılığın yanı sıra topyekün bir çatışmaya yol açabilecek gerilimleri önlemektir. Seçenekler, diplomasi, basın, ekonomi ve askeri olmak üzere dört kategoriye ayrılır.
Söz konusu gri bölge eylemlerine askeri olarak karşılık verme kategorisi, NATO güçlerinin, Rusya'nın saldırı olasılığına karşı Litvanya'da konuşlandırılması ve İngiliz Kraliyet Donanmasına ait uçak gemilerinin Güney Çin Denizi'ndeki seyrüsefer özgürlüğünün sağlanması için devriye gezmeleri gibi sembolik güç gösterilerinin yanı sıra sınırlı konvansiyonel savaş, gizli operasyonlar, siber saldırılar ve casusluk gibi seçenekleri barındırıyor. 
Bu seçeneklerin her biri, gri bölge eylemlerine karşı son derece önemli olabilir, ancak önemli politik riskleri de beraberinde getirmektedir. ABD’nin 2020’de İran'ın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani'yi hedef alan füze saldırısı, bunun en büyük örneğidir. Süleymani, diğer kötü niyetli faaliyetlerin yanı sıra, uzun yıllar ABD’yi ve müttefiklerini hedef alan saldırıları organize eden ve gri bölgenin önde gelen isimlerinden biriydi. Demokratik ülkelerin gerilim yaşama korkusu, gri bölgede askeri seçeneklerin kullanımı konusunda büyük kısıtlamalara yol açarken bu durum İran gibi otoriter ülkeler tarafından sömürülüyor. Oysa verilecek karşılık dikkatli bir şekilde hesaplandığı takdirde Başkan Biden’ın uyardığı türden bir tırmanma pek olası değildir. Gri bölge eylemlerinin asıl amacı, ABD ve müttefikleri ile topyekun bir çatışmaya girmekten kaçınmaktır.
Kemp, Batılı güçler tarafından yürütülen tüm askeri operasyonların, hükümetlerin askeri operasyonların yürütülmesinin veya kanunları uygulama prosedürlerinin belirli operasyonlarda geçerli olup olmadığına dair net bir karar almasıyla gri bölge de dahil olmak üzere iç ve uluslararası hukuka uygun olarak yürütülmesi gerektiğini düşünüyor.
Ancak yasalara bağlı olmak, askeri operasyonun siyasi açıdan zarar vermeyeceğini garanti etmez. Özellikle de operasyon ters giderse bu kaçınılmaz olur ve oldukça risklidir. Bazı durumlarda, dolaylı bir yaklaşım benimsenmesi ve gri bölgede başka bir ülkedeki bir düşmana ve onu harekete geçiren davadan farklı bir davaya karşı askeri bir operasyon düzenlenmesi gerektiğinden durum daha da karmaşık bir hale alır.
Eğer siyasi çıkarlar çok yüksekse, gri bölgedeki askeri operasyona karşılık vermek gerekir mi? İngiltere Başbakanı Johnson’ın Parlamento’ya sunduğu belgede, “Ülkeleri cezalandırılma ihtimalleri olduğunu belirterek, bu eylemleri yapanları açığa çıkararak, bunları kimin işlediğini açıklayarak ve buna göre cevap vererek düşmanca eylemlerinden caydırmaya çalışacağız. Caydırıcılık tek başına askeri bir seçenek anlamına gelmez. Mümkün olduğunda, yaptırımların uygulanması için diplomasi ve basın yolunun kullanılması ve ekonomik tedbirler alınması tercih edilir. Ancak bazen aynı şekilde yanıt vermek gerekebilir. Askeri seçeneği kullanmak isteyen gri bölge muhalifleri de gerçek bir askeri tehditle karşı karşıya kalmalıdır” ifadeleri yer aldı.
Albay Kemp raporunda “Liberal demokrasilerin gri bölgede çalışmak istediklerinden ne kadar eminiz?” diye soruyor. İngiltere, on yılı aşkın bir süredir İran’ın askeri mühimmatlarını kullanan vekil güçler, Irak'ta İngiliz (ve Amerikan) askerlerini öldürüldüğünde ve sakat bıraktığında dahi gri bölgede herhangi bir askeri operasyon düşünmedi. Her şey ortada olmasına rağmen İran’a düşmanlık bile beslemedi.  Bunun yerine diplomatik çabalara dayandı ve cinayetler devam etti” değerlendirmesinde bulunuyor.
Bu zayıf tutumun sonuçları, İran'ın devam eden gri bölge saldırılarında görülmeye devam ediyor. Eğer bu zayıflığın nedeni, -askerleri öldürülen ülkelerin- siyasi liderlerinin o dönemdeki gerilim yaşama korkusu ve siyasi yankılarsa, bugün özellikle çok yüksek bir risk taşımıyorsa gri bölgede askeri operasyonlar düzenlemeyi ciddi olarak düşünme ihtimalleri nedir?