Osmanlı'dan günümüze basın: Bir köşe kapmaca oyunu

II. Abdülhamid, anayasa değişikliğini eleştiren basın üzerindeki kısıtlamalarını yoğunlaştırdı ve meclisi feshederek 30 yıl Osmanlı İmparatorluğu sultanı olarak kaldı (Getty)
II. Abdülhamid, anayasa değişikliğini eleştiren basın üzerindeki kısıtlamalarını yoğunlaştırdı ve meclisi feshederek 30 yıl Osmanlı İmparatorluğu sultanı olarak kaldı (Getty)
TT

Osmanlı'dan günümüze basın: Bir köşe kapmaca oyunu

II. Abdülhamid, anayasa değişikliğini eleştiren basın üzerindeki kısıtlamalarını yoğunlaştırdı ve meclisi feshederek 30 yıl Osmanlı İmparatorluğu sultanı olarak kaldı (Getty)
II. Abdülhamid, anayasa değişikliğini eleştiren basın üzerindeki kısıtlamalarını yoğunlaştırdı ve meclisi feshederek 30 yıl Osmanlı İmparatorluğu sultanı olarak kaldı (Getty)

Bugünlerde AK Parti hükümeti ile ‘zorlu meslek’ erbabı gazeteciler arasındaki gergin ilişkinin Anadolu'da daha önce hiç yaşanmadığını düşünüyorsanız söyleyelim, iktidar ve gazetecilerin köşe kapmaca tarihi, sultanlar ve halifelerden başlayıp Ankara’daki Atatürkçü iktidarlara ve sonrasına kadar uzanıyor.
Ya da en azından "Başlangıçtan Günümüze Türkiye’de Gazeteciliğin Tarihi Gelişimini" izleyen yeni bir çalışma bunu ortaya koyuyor. Bu çalışmaya göre Sultan II. Abdülhamid dönemi, Jön Türkler ve sonrasında on yıllar boyunca ülkenin sahne olduğu beş darbe dahil olmak üzere başlangıcından günümüze kadar tüm aşamalara gerginlik ve suikast damgasını vuruyor. Suikastlarıyla basın tarihini kan kırmızısına boyayan derin devlet de cabası.
Kral Faysal Araştırma ve İnceleme Merkezi’nin yakın zamanda yayınladığı araştırmaya göre Türk basını tarihinin araştırılması, sıkı bağlantısı olan tarihi olaylarla ilişkisi açısından önemli. Independent Arabia'dan Mustafa Ensari'ye göre çeşitli meseleleri ele almalarından sonra dönemin yazarları ile hükümetler arasındaki ‘vur-kaç’ halini bilmeksizin bu olaylar anlaşılamaz.  
Zayıflık, gazeteciliğe karşı beslenen korkuyu açıklıyor
Araştırma, sunduğu olayların bir nevi haklı gösterilmesi konusunda uyarıyor: “Osmanlı tarihi olaylarla dolu, ama biraz karışık. Kökleri, en az imparatorluğun kuruluş tarihi olan 1299 yılından imparatorluğun yıkılıp yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin doğduğu 1923 yılına dek uzanıyor. Osmanlı gazeteciliği ise imparatorluğun sonlarında, yani 19. yüzyılın başlarında gelişmeye başladı.” Araştırma ayrıca bugün dünyada ‘ifade özgürlüğü’ olarak bilinen olgunun tanık olduğu aksaklıklara dair gerekçelere de dikkat çekiyor. Çalışmaya göre aksamalar yaşandı, çünkü Osmanlı basınının gelişmeye ve kökleşmeye başladığı 19 ve 20. asır, geçmişte birçok kıta üzerinde güç ve etkinlik sahibi olan İmparatorluğun en zayıf dönemiydi.”
Fransızca doğdu, sonra Osmanlıca oldu!
Türk Uzmanı Araştırmacı Muhammed el-Rumeyzan’ın merkez için hazırladığı araştırmanın kaynakları, Osmanlı topraklarında basılan ilk gazetenin, 1795 yılında Fransız Büyükelçi Raymond Verninac Saint-Maur tarafından İstanbul’a sokulan Bulletin de Nouvelles (Haber Bülteni) olduğuna işaret ediyor. Bununla birlikte gazete, sadece Fransa’nın iç ve dış ilişkilerine dair raporların yazılması ve daha başka dış haberlerle ilgileniyordu.
Araştırmacının belirttiğine göre Türk gazeteci Ahmet Emin Yalman, “gerçek anlamda Osmanlı ile ilgilenen iç ve dış ilişkileri hakkında yazan ilk gazete olarak Alexandre Blacque adlı bir Fransız tarafından 1825 yılında kurulan ve sonraları İzmir’in Mesajı anlamında Courrier de Smyrne şeklinde adlandırılan Le Spectateur Oriental (Doğu Gözlemcisi) gazetesine işaret ediyordu.”
Osmanlı basınının yayına Fransızca başlamasının ardındaki sebep, matbaanın fetvalardan ötürü İmparatorluk topraklarına girişinin gecikmesi olabilir. Araştırmacı ve kaynaklarına göre gerçek anlamda ilk Osmanlı gazetesi, 1831 yılında Sultan II. Mahmud’un desteğiyle kurulan Vekayi gazetesidir. Gazetenin ilk sayısında kendisini ilk Osmanlı gazetesi olarak tanıtan ve gazetenin amacını okuyucu ile paylaşan bir sütunluk yazı yer alıyordu. Bu gazetenin ardından yerel ve yabancı dillerde, resmî ve özel başka gazeteler de çıkarıldı.
Araştırmacı, imparatorluk tarafından bazı hakları elinden alınan, hatta yoğun kısıtlamalara maruz kalarak bir mensubu hapse atılan bu gazeteler dalgasının Genç Osmanlılar akımı ile İbrahim Şinasi tarafından 1860 yılında kurulan Tercüman-ı Ahval ve Tasvir-i Efkâr gazetelerini doğurduğuna dikkat çekiyor. Araştırmaya göre “bu iki gazetenin önemi, kendi kendini finanse etmesinden ve öncekilerin sahip olmadığı bir bağımsızlığa sahip olmasından ileri geliyor. Çıkaran kişi ise daha sonra modern Osmanlı gazeteciliği ekolünün kurucularından biri haline geldi. Şinasi’nin kurmuş olduğu bu iki gazete, Şinasi’nin eleştirisine konu olan İmparatorluğun iç ve dış meselelerine cevap üretmeyi hedefliyordu.”
Çok geçmeden Tasvir-i Efkâr gazetesinden bir grup düşünür, yazar ve reformcu akışı yaşandı. Genç Osmanlılar adını alan bu grup, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan hadiselerden memnun değildi.
Öte yandan Osmanlı hükümeti, bazısı Avrupa’da bilim ve yabancı diller eğitimi gören eğitimli yazarlar olmak üzere cüretkâr eleştirmenler tarafından yeni kurulan bu gazetelerden haberdardı ve bu yüzden Ocak 1865’te basın yasasını çıkararak mevcut ve daha sonra kurulabilecek gazetelerin işleyişini düzenleyen kurallar koydu. Amaç ise yazıların içeriğini sansürlemek ve Sultan'ı kızdırabilecek herhangi bir eleştiriden kaçınmak adına bu gazeteleri ve çalışma ekiplerini denetlemekti.
Sıra geldi kayıtlamalara ve hapislere
Araştırmacı Rumeyzan, incelemesinde şu duruma dikkat çekiyor: “Osmanlı hükümetinin, özellikle iç sıkıntıların baş gösterdiği vakitlerde basın üzerindeki denetiminin ve birçok gazetenin işlerine yönelik yorum ve uyarılarının artması sebebiyle birçok yazar, İstanbul’dan ayrılmaya karar verdi. Kimisi başta Londra ve Paris olmak üzere Avrupa’ya kaçtı. Pek çok Türk gazeteci, Muhbir gazetesini, daha az önemli olan Hürriyet adlı başka bir gazete yoluyla yurtdışından idare etmeyi başardı. Dönemsel olarak binlerce kopya, İstanbul’a ve başka şehirlere gönderiliyordu. Hükümetin hepsini durdurması mümkün olmadı.”
Osmanlı Sadrazamı Ali Paşa’nın 1871 yılında vefat etmesinin ardından hükümet, Mahmud Nedim Paşa’yı göreve getirdi. Bu atama, Paşa'nın bu işe ehil olmayıp Rus Büyükelçinin güdümünde olmasından ötürü tartışmalara sebep oldu. Osmanlı hükümeti, Namık Kemal’in başında olduğu Genç Osmanlılar ile bir anlaşma yapabildi. Anlaşmaya göre Namık Kemal de dahil olmak üzere gidenlerden birçoğu İstanbul’a döneceklerdi. Bununla birlikte onlar, Paris ve Londra’dan sadece hükümeti bir kez daha topa tutmak için dönmüşlerdi. Ancak bu sefer muhalefet, doğrudan değildi. Namık Kemal, göç ettiği yerden dönünce İbret adlı yeni bir eleştiri gazetesi kurdu. 1875 yılından sonra kamuoyu, bu yayınlar sayesinde İmparatorluğa dair haberler ve olaylar hakkında daha fazla bilgi sahibi oldu. Halkın etkilenmesi konusunda bu dergileri, Namık Kemal’in kaleme aldığı Vatan yahut Silistre adlı tiyatro oyunu takip etti. Bu gelişmelerin ardından Osmanlı hükümeti, Namık Kemal’i hapse attı ve gazetecilikle ilgili yasal düzenlemeler yapma ihtiyacını hissetti. Hükümet ayrıca, gazeteciliği baskı altında tutmak, yayınlarını kısıtlamak ve okuyucu kitlesini azaltmak adına tüm siyasi yayınlar üzerinde resmî bir damga kullanma uygulaması başlattı.
Şiirler ve edebiyat haricindeki her şey yasak!
Sonra, basın üzerine daha şiddetli sınırlamalar eşliğinde Sultan II. Abdülhamid dönemi geldi. Araştırmada belirtildiği üzere Sultan, kendisini “daha liberal ve açık görüşlü göstermiş, İmparatorluğun yapısı ve yasalarında birçok reform sözü vermiş ve pek çok özgürlüğü garanti altına almış olsa da sözlerinin çoğunu tutmadı. Hatta Sultan, Genç Osmanlılar akımının bazı üyelerini de kendi tutumlarını benimsemeye ve onun safında yer almaya ikna etmek için Osmanlı hükümetinin yüksek makamlarına yerleştirdi.”
Araştırmanın belgelendirdiğine göre Türkiye’nin mevcut Cumhurbaşkanının ülkesindeki başkanlık sistemini değiştirmek suretiyle attığı adıma benzer olarak Abdülhamid de tam otuz yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunun Sultan'ı olarak kalmak üzere meclisi ve anayasayı feshetme kararı aldığında, kendisinin bu adımını eleştiren basına yönelik sınırlamalarını yoğunlaştırdı ki; kamuoyunu kontrol altında tutmak için bu gerekliydi.
Araştırmada şu ifadeler yer alıyor: Osmanlı hükümetinde etkin olan bazı sesler bastırıldı, memurluktan atıldı, gazetecilik faaliyetinden uzaklaştırıldı ve İstanbul’dan sürüldü. Bu isimler arasında modernlik, reform, basın ve fikir özgürlüğü çağrıları yapan Başbakan Mithat Paşa ve liberal gazeteci Ziya Bey de yer alıyordu. Gazeteciliğe yönelik bir başka kısıtlama dalgası 1880’li yılların başında yaşandı. 1890 yılında da yine sansür düzeyi büyük oranda yükseldi. Zira Sultan, muhalif basının ve devletteki bazı üst düzey yetkililerin, aynı şekilde kısa süreli olarak dini liderlerin kışkırtmasını haber aldı. Bu yeni uygulamalar, Jön Türkler hareketinin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu hareket, devlet içerisinde etkindi ve birçok destekçisi bulunuyordu. O zamandan itibaren Türk basını, tüm siyasi içerikleri yasaklayarak yalnızca şiir ve edebiyat yayınına izin vermek zorunda kaldı.”
3 gazeteden 15 gazeteye
Sultan Abdülhamid dönemi, basın için ağır geçti; zayıfladıkça da basının etkinliği arttı ve Osmanlı Devleti tarihinin sonraki aşamalarından mevcut Türkiye’nin kuruluşuna kadar bu etkinliğini sürdürdü. 1908 yılından cumhuriyetin ilanına kadar geçen süreç, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde başka herhangi bir dönemden çok daha önemliydi. Nitekim bu süre içerisinde II. Abdülhamid’in iktidarı sona ererek İmparatorluğun iç ve dış işleri üzerindeki kontrolleri daha zayıf olan  iki padişah yönetime geldi. Bu dönemde gazetecilik, gazete ve dergilerin farklı kategorilerinden kaydettiği ilerleme ile yükselmeye başladı; sayı ve okuyucu çeşitliliğini artırdı. Günlük olarak basılan gazete sayısı 3 iken 15 oldu.
Sultanın otuz yıl süren iktidarı sona erdi. Ancak onun yerini daha zayıf bir sultan aldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile meclisin iktidarı ise sultanınkinden daha etkindi. İttihat ve Terakki Cemiyetinin dikenini sivrilttiği yeni bir dönemin yaşandığını belirten araştırmaya göre Osmanlı İmparatorluğu ile gazeteciliğin durumu, o dönemde kimsenin hayal bile edemeyeceği yeni bir yol izlemeye başladı. Osmanlı hükümeti özellikle basın özgürlüğü alanında daha önceki vaatlerinden vazgeçti ve bu dönemde basın üzerinde daha sıkı bir kontrol ve daha yoğun bir sansür faaliyetine tanık olundu. Birçok gazete kapatıldı, belli belirsiz koşullarda bazı gazeteciler tutuklandı. 1909-1910 yıllarında Sadâ-yı Millet (Halkın Sesi) dergisinin yazarı Ahmet Samim Bey, suikasta uğradı. Aynı şekilde Alemdar dergisinde yazar olan Zeki Bey de öldürüldü.
Bir matbaanın patlatılması ve Bozkurtların suikastları
Basının gördüğü baskılar, bununla da kalmayarak devam etti. Hatta, sıkıntıları nesilden nesile artmaya başladı. Biraz özgürlük olur gibi olduysa da önceki dönemi unutturacak yeni bir nüksediş yaşandı. 6-7 Eylül 1955 yılında İstanbul’da ve İzmir’de yaşananlar da tam olarak buydu. Bu tarihlerde Yunanlılar ve bazı azınlıklar, Türk milliyetçi çeteleri tarafından şiddetli bir saldırıya uğradı. “Cumhuriyet, İstanbul’daki bazı Türk milliyetçi eylemcilerin Yunan, Ermeni ve Yahudi azınlıklara uyguladığı saldırılara tanık oldu. Bunun üzerine Türk hükümeti, sıkıyönetim ilan ederek basına yönelik kontrolünü sıkılaştırdı. Üstelik devlete, gerekirse delilsiz olarak şüphe duyduğu gazetecileri tutuklama izni veren yasa da çıkarıldı.”
Bunun ardından uzun bir zaman geçmemişti ki Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanmış olan siyasi ayrışmaları ortaya çıkaran ve basını etkileyen başka bir hadise yaşandı. 6 Ocak 1959 yılında yaşanan bu olayda Tan gazetesinin matbaa binası patlatıldı. Cumhuriyet döneminde ekonomik ve sosyal durumun gerilemesiyle birlikte durum daha da kötüleşmeye başladı ve bu hal, 27 Mayıs 1960 askerî darbesine kadar devam etti. Bu darbeyi biri 1971, diğeri 1980 yılında olmak üzere iki darbe takip etti.
Basın, tüm bu gelişmelerden kaçınılmaz ve hayati olarak etkilendi. 60’lı yıllar, içeriğinde ve üretiminde bir sıçrayışa tanık olan Türk basınının gelişimi açısından örnek bir dönemdi. 1960 yılında çıkarılan anayasa, özellikle basını ilgilendiren yeni pek çok kanunla geldi. Gazetecinin tazminatsız olarak işine son verilmesini onaylayan yasa bunlardan biri. Yaşanan bir diğer gelişme de reklamların, mali politikaların, kurumsal kaynakların ve basın kuruluşlarının denetiminden sorumlu olan Basın Danışma Kurulu’nun kurulması oldu.
Bununla birlikte ikinci darbenin yaşanmasıyla gazetecilere yönelik daha yoğun ihlaller yaşandı. Devletin genel politikasının sıkıntılı olduğu bir durumda basın özgürlüğüne ilişkin yasalar da ilk kurbanlar arasındaydı. Bunun ardından liberaller, milliyetçiler, muhafazakârlar ve komünistler arasındaki çatışmalar yoğunlaştı 1 Şubat 1979 tarihinde aktivist-gazeteci Abdi İpekçi, aşırı Türk sağı gruplarından biri olan Bozkurtlara mensup olduğundan şüphe edilen kişiler tarafından öldürüldü. Tetikçi Mehmet Ali Ağca'ydı. Araştırmaya göre bu, “Türk basını ve basın mensupları için kara bir gündü. Zira sadece fikirleri ve inançlarından ötürü artık kimsenin bir saldırıya karşı güvende olmadığının belirgin bir işaretiydi.”
2016’daki ‘temizlik’ dönemi
Ülke, 80’lerin sonunda üçüncü ve 90’larda dördüncü bir darbeye tanık oldu. 15 Temmuz 2016’da başarısız kılınan beşincisi ise Türkiye üzerinde en korkunç etkilere sahip darbe girişimi. Sadece basın açısından da değil, cumhuriyetin dokusuna yönelik her alandaki doğrudan etkilerine bakıldığında.
Araştırmacı Rumeyzan’ın ifadesine göre Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye hükümeti, “Olağanüstü hal ilan ederek tüm muhalif basın organlarına karşı basılı birkaç gazete ile radyo ve televizyon kanallarını kapatmak gibi sert önlemler aldı. Üstelik Fethullah Gülen Hareketi ile bağlantılı ve onu destekleyen bazı kuruluşlara yasaklar ve cezalar getirildi. 60’ı aşkın gazete, 30 televizyon kanalı ve 32 radyo istasyonu da dahil olmak üzere 160’tan fazla basın kuruluşu kapandı. 
Özellikle darbe sonralarında 'hiçbir şekilde güven ortamı yok!'
Araştırma, saltanat zamanından bugüne değin Türkiye’de basının genel anlamda kâh karanlık kâh ümit verici koşullardan geçtiği sonucuna varmakla birlikte on dokuzuncu yüzyılda Genç Osmanlılar akımının ortaya çıkışı hem gazetecilik hem de İmparatorluk açısından önemliydi. Bu hareket daha sonra faaliyetlerini Jön Türkler adı altında sürdürdü ve ilk gazetecilik faaliyetine Batıdaki çalışmalarından aldığı ilhamla başladı. İttihat ve Terakki Cemiyeti de modern Türkiye ve aynı şekilde gazetecilik tarihi açısından belirleyici şahsiyetlerden biri olan II. Abdülhamid dönemindeki birinci ve ikinci anayasa reformlarının peşi sıra gelen önemli bir olguydu. 
Cumhuriyetin ilan edildiği sonraki yıllarda Türk basını karanlık zamanlar geçirdi ve 20’li yıllarda tek parti iktidarının gölgesinde acı çekti. 40’lı yıllarda çok partili sistem hâkim olduğunda ise basın, daha çok siyasete alet edildi ve basın mensupları, daha fazla tutuklamalar ve birçok gazetede işlerini kaybetme ile yüzleşti.
Sonuç olarak istisnasız bir şekilde Türk yöneticileri, cumhuriyet tarihinde bir iki sene önce başarısız olan beşinci darbe girişimi de dâhil olmak üzere basına karşı ‘intikamvâri’ uygulamalarda bulunmaya devam etti.
Araştırmada belirtildiği üzere “27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve 15 Temmuz 2016 yıllarındaki askerî darbeler ve darbe girişimleri, ülkeye ayrı ayrı travma yaşattı. Hükümet de bunlara basının gelişimini ve faaliyetlerini epey etkileyen önlemlerle cevap verdi. Bu önlemler, çok sayıda gazeteciyi zor ve incitici durumlarla yüzleştirdi. Önde gelen sayısız yazar, gazeteci ve düşünür aleyhinde davalar açıldı. Türk basın tarihi, Osmanlı basın tarihinin bir uzantısıdır. Bu, kriz halinde kalan bir basın. Zira gazetecilik veya yazarlık mesleği, hiçbir şekilde güvende olmadı.”
Türkiye’deki basın birlikleri ve muhalefet, basının yüzde 95 oranında hükümetin etkisi altında olduğunu iddia ederken suçlama, iktidardaki AK Parti temsilcilerine yöneltiliyor. Bununla birlikte yerel gözlemcilerden aktarılan uluslararası raporlar, 2014 yılından bu yana sadece ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ suçlamasıyla yaklaşık 53 gazeteci hakkında hapis cezasına karar verildiğine işaret ediyor.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü ise 2019 yılında basın özgürlüğü hakkında yayınladığı raporunda, “Türkiye’deki durum halen sıkıntılı. Kadın ve erkek gazetecilerin çoğu, mesleklerinden ötürü tutuklu bulunuyor” ifadelerine yer veriyor. Türkiye, bu küresel kuruluşun raporunda Moritanya’nın  ve  birçok Arap ülkesinin altında157. sırada yer alıyor.  



Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.