Osmanlı'dan günümüze basın: Bir köşe kapmaca oyunu

II. Abdülhamid, anayasa değişikliğini eleştiren basın üzerindeki kısıtlamalarını yoğunlaştırdı ve meclisi feshederek 30 yıl Osmanlı İmparatorluğu sultanı olarak kaldı (Getty)
II. Abdülhamid, anayasa değişikliğini eleştiren basın üzerindeki kısıtlamalarını yoğunlaştırdı ve meclisi feshederek 30 yıl Osmanlı İmparatorluğu sultanı olarak kaldı (Getty)
TT

Osmanlı'dan günümüze basın: Bir köşe kapmaca oyunu

II. Abdülhamid, anayasa değişikliğini eleştiren basın üzerindeki kısıtlamalarını yoğunlaştırdı ve meclisi feshederek 30 yıl Osmanlı İmparatorluğu sultanı olarak kaldı (Getty)
II. Abdülhamid, anayasa değişikliğini eleştiren basın üzerindeki kısıtlamalarını yoğunlaştırdı ve meclisi feshederek 30 yıl Osmanlı İmparatorluğu sultanı olarak kaldı (Getty)

Bugünlerde AK Parti hükümeti ile ‘zorlu meslek’ erbabı gazeteciler arasındaki gergin ilişkinin Anadolu'da daha önce hiç yaşanmadığını düşünüyorsanız söyleyelim, iktidar ve gazetecilerin köşe kapmaca tarihi, sultanlar ve halifelerden başlayıp Ankara’daki Atatürkçü iktidarlara ve sonrasına kadar uzanıyor.
Ya da en azından "Başlangıçtan Günümüze Türkiye’de Gazeteciliğin Tarihi Gelişimini" izleyen yeni bir çalışma bunu ortaya koyuyor. Bu çalışmaya göre Sultan II. Abdülhamid dönemi, Jön Türkler ve sonrasında on yıllar boyunca ülkenin sahne olduğu beş darbe dahil olmak üzere başlangıcından günümüze kadar tüm aşamalara gerginlik ve suikast damgasını vuruyor. Suikastlarıyla basın tarihini kan kırmızısına boyayan derin devlet de cabası.
Kral Faysal Araştırma ve İnceleme Merkezi’nin yakın zamanda yayınladığı araştırmaya göre Türk basını tarihinin araştırılması, sıkı bağlantısı olan tarihi olaylarla ilişkisi açısından önemli. Independent Arabia'dan Mustafa Ensari'ye göre çeşitli meseleleri ele almalarından sonra dönemin yazarları ile hükümetler arasındaki ‘vur-kaç’ halini bilmeksizin bu olaylar anlaşılamaz.  
Zayıflık, gazeteciliğe karşı beslenen korkuyu açıklıyor
Araştırma, sunduğu olayların bir nevi haklı gösterilmesi konusunda uyarıyor: “Osmanlı tarihi olaylarla dolu, ama biraz karışık. Kökleri, en az imparatorluğun kuruluş tarihi olan 1299 yılından imparatorluğun yıkılıp yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin doğduğu 1923 yılına dek uzanıyor. Osmanlı gazeteciliği ise imparatorluğun sonlarında, yani 19. yüzyılın başlarında gelişmeye başladı.” Araştırma ayrıca bugün dünyada ‘ifade özgürlüğü’ olarak bilinen olgunun tanık olduğu aksaklıklara dair gerekçelere de dikkat çekiyor. Çalışmaya göre aksamalar yaşandı, çünkü Osmanlı basınının gelişmeye ve kökleşmeye başladığı 19 ve 20. asır, geçmişte birçok kıta üzerinde güç ve etkinlik sahibi olan İmparatorluğun en zayıf dönemiydi.”
Fransızca doğdu, sonra Osmanlıca oldu!
Türk Uzmanı Araştırmacı Muhammed el-Rumeyzan’ın merkez için hazırladığı araştırmanın kaynakları, Osmanlı topraklarında basılan ilk gazetenin, 1795 yılında Fransız Büyükelçi Raymond Verninac Saint-Maur tarafından İstanbul’a sokulan Bulletin de Nouvelles (Haber Bülteni) olduğuna işaret ediyor. Bununla birlikte gazete, sadece Fransa’nın iç ve dış ilişkilerine dair raporların yazılması ve daha başka dış haberlerle ilgileniyordu.
Araştırmacının belirttiğine göre Türk gazeteci Ahmet Emin Yalman, “gerçek anlamda Osmanlı ile ilgilenen iç ve dış ilişkileri hakkında yazan ilk gazete olarak Alexandre Blacque adlı bir Fransız tarafından 1825 yılında kurulan ve sonraları İzmir’in Mesajı anlamında Courrier de Smyrne şeklinde adlandırılan Le Spectateur Oriental (Doğu Gözlemcisi) gazetesine işaret ediyordu.”
Osmanlı basınının yayına Fransızca başlamasının ardındaki sebep, matbaanın fetvalardan ötürü İmparatorluk topraklarına girişinin gecikmesi olabilir. Araştırmacı ve kaynaklarına göre gerçek anlamda ilk Osmanlı gazetesi, 1831 yılında Sultan II. Mahmud’un desteğiyle kurulan Vekayi gazetesidir. Gazetenin ilk sayısında kendisini ilk Osmanlı gazetesi olarak tanıtan ve gazetenin amacını okuyucu ile paylaşan bir sütunluk yazı yer alıyordu. Bu gazetenin ardından yerel ve yabancı dillerde, resmî ve özel başka gazeteler de çıkarıldı.
Araştırmacı, imparatorluk tarafından bazı hakları elinden alınan, hatta yoğun kısıtlamalara maruz kalarak bir mensubu hapse atılan bu gazeteler dalgasının Genç Osmanlılar akımı ile İbrahim Şinasi tarafından 1860 yılında kurulan Tercüman-ı Ahval ve Tasvir-i Efkâr gazetelerini doğurduğuna dikkat çekiyor. Araştırmaya göre “bu iki gazetenin önemi, kendi kendini finanse etmesinden ve öncekilerin sahip olmadığı bir bağımsızlığa sahip olmasından ileri geliyor. Çıkaran kişi ise daha sonra modern Osmanlı gazeteciliği ekolünün kurucularından biri haline geldi. Şinasi’nin kurmuş olduğu bu iki gazete, Şinasi’nin eleştirisine konu olan İmparatorluğun iç ve dış meselelerine cevap üretmeyi hedefliyordu.”
Çok geçmeden Tasvir-i Efkâr gazetesinden bir grup düşünür, yazar ve reformcu akışı yaşandı. Genç Osmanlılar adını alan bu grup, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan hadiselerden memnun değildi.
Öte yandan Osmanlı hükümeti, bazısı Avrupa’da bilim ve yabancı diller eğitimi gören eğitimli yazarlar olmak üzere cüretkâr eleştirmenler tarafından yeni kurulan bu gazetelerden haberdardı ve bu yüzden Ocak 1865’te basın yasasını çıkararak mevcut ve daha sonra kurulabilecek gazetelerin işleyişini düzenleyen kurallar koydu. Amaç ise yazıların içeriğini sansürlemek ve Sultan'ı kızdırabilecek herhangi bir eleştiriden kaçınmak adına bu gazeteleri ve çalışma ekiplerini denetlemekti.
Sıra geldi kayıtlamalara ve hapislere
Araştırmacı Rumeyzan, incelemesinde şu duruma dikkat çekiyor: “Osmanlı hükümetinin, özellikle iç sıkıntıların baş gösterdiği vakitlerde basın üzerindeki denetiminin ve birçok gazetenin işlerine yönelik yorum ve uyarılarının artması sebebiyle birçok yazar, İstanbul’dan ayrılmaya karar verdi. Kimisi başta Londra ve Paris olmak üzere Avrupa’ya kaçtı. Pek çok Türk gazeteci, Muhbir gazetesini, daha az önemli olan Hürriyet adlı başka bir gazete yoluyla yurtdışından idare etmeyi başardı. Dönemsel olarak binlerce kopya, İstanbul’a ve başka şehirlere gönderiliyordu. Hükümetin hepsini durdurması mümkün olmadı.”
Osmanlı Sadrazamı Ali Paşa’nın 1871 yılında vefat etmesinin ardından hükümet, Mahmud Nedim Paşa’yı göreve getirdi. Bu atama, Paşa'nın bu işe ehil olmayıp Rus Büyükelçinin güdümünde olmasından ötürü tartışmalara sebep oldu. Osmanlı hükümeti, Namık Kemal’in başında olduğu Genç Osmanlılar ile bir anlaşma yapabildi. Anlaşmaya göre Namık Kemal de dahil olmak üzere gidenlerden birçoğu İstanbul’a döneceklerdi. Bununla birlikte onlar, Paris ve Londra’dan sadece hükümeti bir kez daha topa tutmak için dönmüşlerdi. Ancak bu sefer muhalefet, doğrudan değildi. Namık Kemal, göç ettiği yerden dönünce İbret adlı yeni bir eleştiri gazetesi kurdu. 1875 yılından sonra kamuoyu, bu yayınlar sayesinde İmparatorluğa dair haberler ve olaylar hakkında daha fazla bilgi sahibi oldu. Halkın etkilenmesi konusunda bu dergileri, Namık Kemal’in kaleme aldığı Vatan yahut Silistre adlı tiyatro oyunu takip etti. Bu gelişmelerin ardından Osmanlı hükümeti, Namık Kemal’i hapse attı ve gazetecilikle ilgili yasal düzenlemeler yapma ihtiyacını hissetti. Hükümet ayrıca, gazeteciliği baskı altında tutmak, yayınlarını kısıtlamak ve okuyucu kitlesini azaltmak adına tüm siyasi yayınlar üzerinde resmî bir damga kullanma uygulaması başlattı.
Şiirler ve edebiyat haricindeki her şey yasak!
Sonra, basın üzerine daha şiddetli sınırlamalar eşliğinde Sultan II. Abdülhamid dönemi geldi. Araştırmada belirtildiği üzere Sultan, kendisini “daha liberal ve açık görüşlü göstermiş, İmparatorluğun yapısı ve yasalarında birçok reform sözü vermiş ve pek çok özgürlüğü garanti altına almış olsa da sözlerinin çoğunu tutmadı. Hatta Sultan, Genç Osmanlılar akımının bazı üyelerini de kendi tutumlarını benimsemeye ve onun safında yer almaya ikna etmek için Osmanlı hükümetinin yüksek makamlarına yerleştirdi.”
Araştırmanın belgelendirdiğine göre Türkiye’nin mevcut Cumhurbaşkanının ülkesindeki başkanlık sistemini değiştirmek suretiyle attığı adıma benzer olarak Abdülhamid de tam otuz yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunun Sultan'ı olarak kalmak üzere meclisi ve anayasayı feshetme kararı aldığında, kendisinin bu adımını eleştiren basına yönelik sınırlamalarını yoğunlaştırdı ki; kamuoyunu kontrol altında tutmak için bu gerekliydi.
Araştırmada şu ifadeler yer alıyor: Osmanlı hükümetinde etkin olan bazı sesler bastırıldı, memurluktan atıldı, gazetecilik faaliyetinden uzaklaştırıldı ve İstanbul’dan sürüldü. Bu isimler arasında modernlik, reform, basın ve fikir özgürlüğü çağrıları yapan Başbakan Mithat Paşa ve liberal gazeteci Ziya Bey de yer alıyordu. Gazeteciliğe yönelik bir başka kısıtlama dalgası 1880’li yılların başında yaşandı. 1890 yılında da yine sansür düzeyi büyük oranda yükseldi. Zira Sultan, muhalif basının ve devletteki bazı üst düzey yetkililerin, aynı şekilde kısa süreli olarak dini liderlerin kışkırtmasını haber aldı. Bu yeni uygulamalar, Jön Türkler hareketinin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu hareket, devlet içerisinde etkindi ve birçok destekçisi bulunuyordu. O zamandan itibaren Türk basını, tüm siyasi içerikleri yasaklayarak yalnızca şiir ve edebiyat yayınına izin vermek zorunda kaldı.”
3 gazeteden 15 gazeteye
Sultan Abdülhamid dönemi, basın için ağır geçti; zayıfladıkça da basının etkinliği arttı ve Osmanlı Devleti tarihinin sonraki aşamalarından mevcut Türkiye’nin kuruluşuna kadar bu etkinliğini sürdürdü. 1908 yılından cumhuriyetin ilanına kadar geçen süreç, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde başka herhangi bir dönemden çok daha önemliydi. Nitekim bu süre içerisinde II. Abdülhamid’in iktidarı sona ererek İmparatorluğun iç ve dış işleri üzerindeki kontrolleri daha zayıf olan  iki padişah yönetime geldi. Bu dönemde gazetecilik, gazete ve dergilerin farklı kategorilerinden kaydettiği ilerleme ile yükselmeye başladı; sayı ve okuyucu çeşitliliğini artırdı. Günlük olarak basılan gazete sayısı 3 iken 15 oldu.
Sultanın otuz yıl süren iktidarı sona erdi. Ancak onun yerini daha zayıf bir sultan aldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile meclisin iktidarı ise sultanınkinden daha etkindi. İttihat ve Terakki Cemiyetinin dikenini sivrilttiği yeni bir dönemin yaşandığını belirten araştırmaya göre Osmanlı İmparatorluğu ile gazeteciliğin durumu, o dönemde kimsenin hayal bile edemeyeceği yeni bir yol izlemeye başladı. Osmanlı hükümeti özellikle basın özgürlüğü alanında daha önceki vaatlerinden vazgeçti ve bu dönemde basın üzerinde daha sıkı bir kontrol ve daha yoğun bir sansür faaliyetine tanık olundu. Birçok gazete kapatıldı, belli belirsiz koşullarda bazı gazeteciler tutuklandı. 1909-1910 yıllarında Sadâ-yı Millet (Halkın Sesi) dergisinin yazarı Ahmet Samim Bey, suikasta uğradı. Aynı şekilde Alemdar dergisinde yazar olan Zeki Bey de öldürüldü.
Bir matbaanın patlatılması ve Bozkurtların suikastları
Basının gördüğü baskılar, bununla da kalmayarak devam etti. Hatta, sıkıntıları nesilden nesile artmaya başladı. Biraz özgürlük olur gibi olduysa da önceki dönemi unutturacak yeni bir nüksediş yaşandı. 6-7 Eylül 1955 yılında İstanbul’da ve İzmir’de yaşananlar da tam olarak buydu. Bu tarihlerde Yunanlılar ve bazı azınlıklar, Türk milliyetçi çeteleri tarafından şiddetli bir saldırıya uğradı. “Cumhuriyet, İstanbul’daki bazı Türk milliyetçi eylemcilerin Yunan, Ermeni ve Yahudi azınlıklara uyguladığı saldırılara tanık oldu. Bunun üzerine Türk hükümeti, sıkıyönetim ilan ederek basına yönelik kontrolünü sıkılaştırdı. Üstelik devlete, gerekirse delilsiz olarak şüphe duyduğu gazetecileri tutuklama izni veren yasa da çıkarıldı.”
Bunun ardından uzun bir zaman geçmemişti ki Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanmış olan siyasi ayrışmaları ortaya çıkaran ve basını etkileyen başka bir hadise yaşandı. 6 Ocak 1959 yılında yaşanan bu olayda Tan gazetesinin matbaa binası patlatıldı. Cumhuriyet döneminde ekonomik ve sosyal durumun gerilemesiyle birlikte durum daha da kötüleşmeye başladı ve bu hal, 27 Mayıs 1960 askerî darbesine kadar devam etti. Bu darbeyi biri 1971, diğeri 1980 yılında olmak üzere iki darbe takip etti.
Basın, tüm bu gelişmelerden kaçınılmaz ve hayati olarak etkilendi. 60’lı yıllar, içeriğinde ve üretiminde bir sıçrayışa tanık olan Türk basınının gelişimi açısından örnek bir dönemdi. 1960 yılında çıkarılan anayasa, özellikle basını ilgilendiren yeni pek çok kanunla geldi. Gazetecinin tazminatsız olarak işine son verilmesini onaylayan yasa bunlardan biri. Yaşanan bir diğer gelişme de reklamların, mali politikaların, kurumsal kaynakların ve basın kuruluşlarının denetiminden sorumlu olan Basın Danışma Kurulu’nun kurulması oldu.
Bununla birlikte ikinci darbenin yaşanmasıyla gazetecilere yönelik daha yoğun ihlaller yaşandı. Devletin genel politikasının sıkıntılı olduğu bir durumda basın özgürlüğüne ilişkin yasalar da ilk kurbanlar arasındaydı. Bunun ardından liberaller, milliyetçiler, muhafazakârlar ve komünistler arasındaki çatışmalar yoğunlaştı 1 Şubat 1979 tarihinde aktivist-gazeteci Abdi İpekçi, aşırı Türk sağı gruplarından biri olan Bozkurtlara mensup olduğundan şüphe edilen kişiler tarafından öldürüldü. Tetikçi Mehmet Ali Ağca'ydı. Araştırmaya göre bu, “Türk basını ve basın mensupları için kara bir gündü. Zira sadece fikirleri ve inançlarından ötürü artık kimsenin bir saldırıya karşı güvende olmadığının belirgin bir işaretiydi.”
2016’daki ‘temizlik’ dönemi
Ülke, 80’lerin sonunda üçüncü ve 90’larda dördüncü bir darbeye tanık oldu. 15 Temmuz 2016’da başarısız kılınan beşincisi ise Türkiye üzerinde en korkunç etkilere sahip darbe girişimi. Sadece basın açısından da değil, cumhuriyetin dokusuna yönelik her alandaki doğrudan etkilerine bakıldığında.
Araştırmacı Rumeyzan’ın ifadesine göre Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye hükümeti, “Olağanüstü hal ilan ederek tüm muhalif basın organlarına karşı basılı birkaç gazete ile radyo ve televizyon kanallarını kapatmak gibi sert önlemler aldı. Üstelik Fethullah Gülen Hareketi ile bağlantılı ve onu destekleyen bazı kuruluşlara yasaklar ve cezalar getirildi. 60’ı aşkın gazete, 30 televizyon kanalı ve 32 radyo istasyonu da dahil olmak üzere 160’tan fazla basın kuruluşu kapandı. 
Özellikle darbe sonralarında 'hiçbir şekilde güven ortamı yok!'
Araştırma, saltanat zamanından bugüne değin Türkiye’de basının genel anlamda kâh karanlık kâh ümit verici koşullardan geçtiği sonucuna varmakla birlikte on dokuzuncu yüzyılda Genç Osmanlılar akımının ortaya çıkışı hem gazetecilik hem de İmparatorluk açısından önemliydi. Bu hareket daha sonra faaliyetlerini Jön Türkler adı altında sürdürdü ve ilk gazetecilik faaliyetine Batıdaki çalışmalarından aldığı ilhamla başladı. İttihat ve Terakki Cemiyeti de modern Türkiye ve aynı şekilde gazetecilik tarihi açısından belirleyici şahsiyetlerden biri olan II. Abdülhamid dönemindeki birinci ve ikinci anayasa reformlarının peşi sıra gelen önemli bir olguydu. 
Cumhuriyetin ilan edildiği sonraki yıllarda Türk basını karanlık zamanlar geçirdi ve 20’li yıllarda tek parti iktidarının gölgesinde acı çekti. 40’lı yıllarda çok partili sistem hâkim olduğunda ise basın, daha çok siyasete alet edildi ve basın mensupları, daha fazla tutuklamalar ve birçok gazetede işlerini kaybetme ile yüzleşti.
Sonuç olarak istisnasız bir şekilde Türk yöneticileri, cumhuriyet tarihinde bir iki sene önce başarısız olan beşinci darbe girişimi de dâhil olmak üzere basına karşı ‘intikamvâri’ uygulamalarda bulunmaya devam etti.
Araştırmada belirtildiği üzere “27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve 15 Temmuz 2016 yıllarındaki askerî darbeler ve darbe girişimleri, ülkeye ayrı ayrı travma yaşattı. Hükümet de bunlara basının gelişimini ve faaliyetlerini epey etkileyen önlemlerle cevap verdi. Bu önlemler, çok sayıda gazeteciyi zor ve incitici durumlarla yüzleştirdi. Önde gelen sayısız yazar, gazeteci ve düşünür aleyhinde davalar açıldı. Türk basın tarihi, Osmanlı basın tarihinin bir uzantısıdır. Bu, kriz halinde kalan bir basın. Zira gazetecilik veya yazarlık mesleği, hiçbir şekilde güvende olmadı.”
Türkiye’deki basın birlikleri ve muhalefet, basının yüzde 95 oranında hükümetin etkisi altında olduğunu iddia ederken suçlama, iktidardaki AK Parti temsilcilerine yöneltiliyor. Bununla birlikte yerel gözlemcilerden aktarılan uluslararası raporlar, 2014 yılından bu yana sadece ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ suçlamasıyla yaklaşık 53 gazeteci hakkında hapis cezasına karar verildiğine işaret ediyor.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü ise 2019 yılında basın özgürlüğü hakkında yayınladığı raporunda, “Türkiye’deki durum halen sıkıntılı. Kadın ve erkek gazetecilerin çoğu, mesleklerinden ötürü tutuklu bulunuyor” ifadelerine yer veriyor. Türkiye, bu küresel kuruluşun raporunda Moritanya’nın  ve  birçok Arap ülkesinin altında157. sırada yer alıyor.  



Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları

Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
TT

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları

Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)

Suriye’nin eski Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın Şarku’l Avsat tarafından yayınlanan anılarının altıncı bölümünde Irak'ın 1990 yılında Kuveyt'i işgalinden önce İran rejiminin lideri “Rehber” Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani, Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin arasındaki mektuplardan bahsediyor.
Bazıları kamuoyunda ilk kez yayınlanacak olan bu gizli mektuplara nasıl ulaştığından bahsetmeyen Haddam, bunlara dair bir değerlendirme sunuyor. Suriye - İran ilişkilerinin anlattığı kitabının taslağında, Saddam’ın Kuveyt’i işgal etme hazırlıkları kapsamında bir adım daha atıp, İran’la gerilimi düşürmeye karar verdiğini ifade ediyor. Böylece bir yandan güçlerini İran-Irak sınırından çekebileceğine öbür yandan Kuveyt’e savaş açması durumunda İran’a ona saldırma fırsatı vermemiş olacağına dikkat çekiyor.
21 Nisan-4 Ağustos 1990 tarihleri arasında İran ve Saddam arasında çok sayıda mektuplaşma yaşandı.
Haddam, “Taraflar arasındaki bu yazışmaları, Kuveyt işgalinin geçici bir olay olmadığının anlaşılması için okuyucuya sunuyorum. Ayrıca hedefin borçlar ve petrol fiyatları konusundaki anlaşmazlıklar olduğu açıklanmıştı, oysa bunun çok daha ötesinde çıkarlar söz konusu” diyor. Şarku’l Avsat bugün Kuveyt’in işgalinden önce tarafların birbirlerine gönderdikleri mektupları yayınlıyor:

Sayın Ali Hamaney ve Sayın Haşimi Rafsancani

Allah’ın selamı üzerinize olsun;
Sizlere daha önce İran -Irak Savaşı (1980-1990) sırasında dolaylı bir şekilde mevcut tek yol olan Irak medyası aracılığıyla hitap etmiştim ve karşılık olarak sizlerin de medyadan yaptığı açıklamaları dinlemiştim. Bu konudaki son girişimimiz hiç şüphe yok ki tam ve kapsamlı bir barış sağlanması yönünde olmuştu. Nitekim 5 Ocak 1990 tarihinde de barış ilan etmiştik. Ancak iki ülke arasında arzu ettiğimiz barış için gerekli yolu henüz açabilmiş değiliz. Savaş trajedileri ve yeniden patlak vermesi olasılıklarını bir kenara bırakalım. Şüphe dolu açıklamalar, zan ve endişelerin hayırlı ve umutlu olan düşüncelere baskın gelmesi anlaşılabilir bir durum. Şimdi her iki tarafın da kendi bakış açılarıyla söylediklerini tekrar etmeye gerek yok. Zira bu tekrar, diyaloğu kapsamı ve yapıcı amaçlarından uzaklaştırıp tartışmalara neden olabilir. Yalnızca Irak ve İran arasında değil tüm Arap ülkeleri ve İran arasında umduğumuz acil ve kapsamlı barışın önüne geçecek anlaşmazlık noktaları ortaya çıkabilir.
Bu kez sizlerle doğrudan iletişime geçiyorum. Müslümanların Rahman’ın rızasını kazanmak için oruç tutuğu bu mübarek ayda aramızda doğrudan bir görüşme gerçekleştirme teklifinde bulunuyorum. Bizim tarafımızdan bu mektubun sahibi Allah’ın kulu Saddam, Yardımcısı İzzet İbrahim ed-Durri ve yardımcılarımızdan bir heyetin sizin tarafınızdan siz Ali Hamaney, Haşimi Rafsancani ve yardımcılarınızdan bir ekibin katıldığı bir zirve önerisinde bulunuyorum. Ayrıca bu görüşmenin Mekke-i Mükkereme’de Beytullah’ta veya uzlaşma sağladığımız başka bir mekânda gerçekleştirmeyi ve Allah’ın yardımıyla halklarımız ve tüm İslam aleminin beklediği barışa ulaşmayı talep ediyorum. Böylece herhangi bir sebepten ötürü yeniden akabilecek kanları korumaya almış oluruz. Irak ve İran arasında fitne çıkmasına neden olan güçlerin savaşı yeniden körükleyip iki ülke arasında barış sağlamasını uzak bir ihtimale dönüştürmesi mevcut olasılıklar dahilinde.
Bazı süper ve büyük güçler ile Siyonistler tarafından Irak ve Arap ulusuna yapılan tehditleri muhakkak takip ediyorsunuzdur. Şüphe yok ki bu tehditlerin asıl amacının bölgede fesat çıkarmak ve sapkın yolunu tıkayan, bunun yanlışlığını gösteren, bölgedeki şeytani arzu ve hırslarını gerçekleştirilmesini engelleyen ve her Müslüman hatta Allah’a, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman eden herkes için çok değerli olan Filistin’deki Arap toprakları ve mukaddes Kudüs’teki işgalini sonlandırmak isteyenlere baskı uygulamak için Siyonist oluşumun varlığını sürdürmek olduğunun farkındasınızdır.
Allah’ın yardımıyla oklarının hedefi tutturamamasını ve hayal kırıklığına uğramalarını niyaz ettiğimiz kötü güçler, bir yandan İran ile diğer yandan Irak ve Arap ulusu ile kanlı ve silahlı çatışmaları yeniden tesis etmek için çalışacaktır. Bunu gerçekleştirmek için gerekli imkanlara sahipler. Bu gerçekleştiği takdirde tüm Müslümanlar, imkân ve yeteneklerini Filistin’deki kutsallarını kurtarmaya yönlendirme fırsatını kaybetmekle kalmayıp aynı zamanda sahip olduklarının çoğunu da kaybedeceklerdir.
Irak'ın doğru olduğunu düşündüğü şeyi başarmanın ve İran'ın doğru olarak gördüğü şeye ulaşmanın aramızda gerçekleştirilecek ve barış çabalarına gölge düşürmek isteyenlerin planlarını suya düşürecek doğrudan görüşmeyle mümkün olacağına inanıyoruz. Niyetimiz Allah’ı da halklarımızı da razı edecek içtenlikli bir barış sağlanması yönünde. Derin ve sağlam bir inançla iki ülkenin vazgeçilmez haklarını sağlama niyetindeyiz.
Hayırlı işlerde acele ediniz ilkesine dayanarak sizlere mübarek Ramazan Bayramı’nın ikinci günü veya uzlaştığımız başka bir günde bu görüşmeyi gerçekleştirmeyi teklif ediyorum.
Mekke ziyaretiniz ve ev sahibi ülkenin ilgili tören gereksinimleri ile ilgili olarak, Suudi Arabistan’da kardeşlerimizle karşılıklı saygı ve kardeşlik temelinde Kral Fahd bin Abdulaziz’den gerekli düzenleme ve hazırlıkları yapmasını rica edeceğiz. Şu ana kadar bu mektubun içeriği ile ilgili herhangi bir bilgilendirmede bulunulmadığını belirtmek isteriz.
Toplantının gerekliliklerini hazırlamak ve durumu kolaylaştırmak için Tahran ve Bağdat’ta karşılıklı olarak temsilcilerimiz olması ve gerekli iletişimin sağlanması için iki başkent arasında doğrudan telefon hatları açmanın gerektiğini düşünüyoruz.
Allah’ım teklif ettiğime şahit ol.”
Vesselamu Aleyküm
Saddam Hüseyin
21 Nisan 1990 / 25 Ramazan 1410 - Bağdat

Birkaç gün sonra Saddam Hüseyin, Rafsancani’den mektubuna bir yanıt aldı:
“Sayın Saddam Hüseyin,
Mektubunuz elime ulaştı. Aslında keşke bu mektubun konuları sekiz yıl önce dikkate alınmış olsaydı. Asker göndermek yerine bu mektup gönderilmiş olunsaydı. İran, Irak ve belki de tüm İslam alemi bugün tüm bu kayıp ve kurbanlarla karşı karşıya kalmazdı. Herkes biliyor ki İslam Devrimi, her zaman İslam ülkelerinin yakınlaşması, İslam ve Müslümanların ihtişamı ve büyüklüğünü, gaspçı İsrail rejimine karşı mücadele ve Filistin’in kurtuluşu konularını başından beri ve daima en öncelikli konuları arasına yerleştirmiştir. Keşke Arap dünyasındaki tüm ülkeler, bazılarının yaptığı gibi bu Siyonizm, küstahlığı ve onunla iş birliği yapılmasına karşı olan devrimin tutumunu bilseydi. Şimdi Ortadoğu’daki denge İslam’ın lehine olacak, İsrail ve küstahlığı varlığını bu kadar genişletme fırsatı bulamayacaktı. Elbette ki Arap ulusu ile bir sorunumuz yok. Son 10 yıl içerisinde tarihi bir fırsatın kaçırılmış olması üzücü bir durum. Devrimin başından itibaren bize istemediğimiz yıkıcı bir savaş dayatıldı. Bu savaş, ülkenin batı sınırlarındaki topraklarımızın büyük bir kısmını etkisi altına aldı. İran ve Irak’ın mücadele için kullanılması gereken insani, ekonomik ve asker, enerji ve imkanlar heder oldu. İslam düşmanları ve büyük güçler, onları koruma bahanesinden yararlandılar ve müdahalelerini arttırdılar. Bunun yanı sıra İsrail, bu fırsatı değerlendirip düşmanca genişleme planlarından bazılarını uygulamaya koydu. Bunun sonuçlarından biri, (Mısır ve İsrail arasındaki) Camp David anlaşması ve bazı ülkelerin İsrail ile pazarlık yapmasının normal bir durum haline gelmesi oldu.
Defalarca söyledik savaş patlak vermeseydi, İran ve Irak halkının elindeki imkanlar birlik uğruna ve Müslümanların çıkarlarını korumak için kullanılsaydı Batı küstahlığı ve Siyonizm buna cesaret edemeyecekti.
Her halükârda olan her şeyden bir ders çıkarılmalı, barış ve savaşsızlık halinin devam etmesine ve yeniden savaşın patlak vermesine dikkat edilmelidir. Aksi takdirde İran ve Irak devletleriyle halkları için daha çok acı ve yıkım, İslam ümmeti için daha büyük bir zayıflık söz konusu olacak. Küresel inançsızlığa ayrıcalık kazanma fırsat ve mutluluğu sunulacak. Elbetteki dayatılan savaş tecrübesi, bir askeri saldırının İslami kitlelerin iradesine bağlı bir devrimin temelleri ve direklerini sarsmayacağının anlaşılmasını sağladı.
Burada devrimin lideri ve kurucusu İmam Humeyni’nin kabul kararından sonra bunu ilan ettiğini vurgulamak gerek. Nitekim Humeyni, “Halkımızla dürüstçe konuşuyoruz. 598 sayılı karar çerçevesinde sağlam bir barış düşünüyoruz. Bu hiçbir şekilde bir taktik değil” demişti. Gerçek ve kapsamlı bir barışa ulaşma çabamızda herhangi bir şüphenin galip gelmesine izin vermeyeceğiz. Sayın Hamaney, merhum imamımızın kapsamlı bir barışa ulaşmak için çizdiği yolu sıkı bir şekilde sürdürüyor. Bu temelde özellikle de gaspçı İsrail’in koruyucularının daha fazla ayrıcalık elde etmek, Müslümanları zayıflatmak ve Siyonistleri güçlendirmek için İslam dünyasının parçalanmasından yararlanmaya çalıştığı mevcut durumda iki ülkeyi kapsamlı bir barışa ulaştıracak her türlü girişim ve öneriyi memnuniyetle karşılıyoruz. Ne savaş ne de barışın olmadığı bir durumu arzu etmiyoruz. Fakat kararlı bir şekilde İslam ümmetinin çıkarlarını koruyan gerçek ve kapsamlı barış yollarını tercih ediyoruz.
Müslüman topraklarının bir kısmının işgaline devam edilmesi kapsamlı ve bir barış yolunda hareketimizi yavaşlatacak veya sonuçsuz bırakacaktır. Biliyorsunuz ki savaşı durdurma kararımızın ardından Irak içindeki tüm kuvvetlerimizi gecikmeden sınırlarımıza çektik. Emin olun ki, kendilerini İslam'a ve devrime adayan İran halkı için bu durum karşı tarafın iyi niyetine dair onda ciddi bir şüphe yaratıyor. Barış yolunda yürürken savunma safhasında da halkın güvenine sahip olmaya kararlıyız.
Bir diğer nokta iki ülkenin liderleri arasında temas kurulmadan önce tarafımızdan bir temsilci ve sizin tarafınızdan bir temsilci, nihai karar için gerekli zemin ve hazırlık adımlarının çok geç olmadan elde edilebilmesi için başarılması gereken şeyler hakkında konuşmak üzere her iki tarafla dostane ilişkileri olan ülkelerden birinde bir araya gelmelidir.
Öte yandan prosedürler, ihtilafların çözümü için uygun çerçeve olarak 598 sayılı kararın benimsenmesiyle ilgili herhangi bir kusur olmayacak şekilde olmalıdır.
“Ben sadece gücüm yettiğince düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir. Ben sadece O’na tevekkül ettim ve sadece O’na yöneliyorum.” (Hud Suresi 11/88)
Selam hidayet yolunu benimseyenlerin üzerine olsun.
Ali Ekber Haşimi Rafsancani
1 Mayıs 1990 / 6 Şevval 1410

Filistin lideri Yaser Arafat'ın gönderdiği bir delege, Saddam'ın mektubunu Tahran'a ulaştırdı:

Sayın Ali Hamaney ve Sayın Haşimi Rafsancani
Cihat ve devrime selam olsun.
Elçimiz Ebu Halid’in size Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin tarafından gönderilen özel bir mektubu ulaştırması fırsatını değerlendiriyorum. Bu ani ve önemli mektup Irak’tan İran’a hatta Irak yönetiminde İran yönetimindeki kardeşlerine, genelde İslam ümmeti, özelde Arap ulusunun içinden geçtiği tehlikeli koşulların dikte ettiği bir iyi niyet girişimidir.
Sayın Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’in yaptığı bu girişimin önünde Arap ve İslam alemleri hatta üçüncü dünya ülkelerinin halkları ve özellikle de Filistin halkı sizden olumlu ve yapıcı bir girişim bekliyorlar(…)
Tüm sevgim ve kardeşlik duygularımla Müslümanların arzu ettiği ve başarıya ulaşması için can attığı bu mübarek adımı hızlandırma çağrısında bulunuyorum.
Kardeşiniz Yaser Arafat el-Hüseyni
Filistin Devlet Başkanı
22 Mayıs 1990 / 27 Şevval 1410

Saddam’ın 19 Mayıs tarihli mektubunun metni;

Selamlamadan sonra: El yazısıyla gönderilen cevap mektubunuzu aldım. Okudum ardından yönetimdeki kardeşlerimle de birkaç kez okuduk.  Her ne kadar çatışmanın bir nedeni ya da sonucu olan, iki ülke arasında askıdaki sorunlara kesin ve nihai bir çözüm sunmak için zirve düzeyinde sizinle aramızda bir toplantı yapma teklifimizi kabul ettiğinizi anladık ve bundan memnuniyet duyduk ancak buna rağmen mesajın ruhu umduğumuz gibi değildi. Bunun nedeni ise başlangıçta ve fırsat bulunan her yerde gizli ifadeler/imalar içeriyordu. Sonuç kısmında ise kaba idi.
Sayın Rafsancani, doğrudan size yazmayı düşündüğümüzde aramızdaki ilişkiyi özel durum açısından gözden geçirdik. Yazma yönteminin doğrudan bir yöntem olduğunu fark ettik. Doğrudan bir toplantı ve doğrudan bir diyalog elde etmenin en uygun yolu olduğunu keşfettik. Irak ile İran hatta Arap milleti ile İran arasında arzu edilen barışı sağlamak için daha etkili bir yol olmadığı kanısına vardık.
Aramızdaki barışın, tek taraflı bir inançla sağlanmayacağını bildiğinizi varsayıyoruz. Biliyorsunuz ki bir tarafın sunduğu gözetimin diğer taraftan bir girişim söz konusu olmadıkça faydası olmaz.
İlk mektubumuzu yazmadan önce son 10 yıl boyunca her iki taraf da birbirine güçlü belki de en kaba ifadeleri kullandık. Bu üslubun etkisi ve bu etkinin bir türü olan aramızdaki çatışma ve savaş safhaları barışa ulaştırmadı.
Mektubunuzda yer alan ifade ve terimler arasında ‘dayatılan savaş’ ve ‘anlama yavaşlığı’ yer aldı. Mektubunuzu bu tür yazışmalarda alışıldığı üzere ‘Selamun Aleyküm’ ifadesi ile değil de ‘Selam hidayet yolunu benimseyenlerin üzerine olsun’ ifadesiyle sona erdirdiniz.
İnandığımız ve bizim için büyük anlamları olduğu için başka hiçbir neden olmaksızın barış istediğimiz için mektubumuzda insani değerlerimizi ve niyetimizi ortaya koyan ifade ve kavramlar kullandık. Yalnızca Allah’ı ve insanları razı edecek ifadeler kullandık. Bu, algı ve fikirlerimizde bir değişikliğin başlangıcı anlamına gelmez. Aksine muhatabımıza daha yakın yeni bir kapı açmak istediğimiz ve onurlu, halkımız ve insanlığa hizmet eden bir hedef olarak gördüğümüz barış yaklaşımı lehine onu daha fazla etkileme yeteneğine sahip olduğumuz anlamına gelir. Çünkü bu yöntem, bu amaç için en uygun yol ve yöntemdir. Yeni bir iletişim yöntemi denememiz gerekiyor. Bu ne savaş ne de geçmiş zamana dair bir yöntem olmamalı. Bu nedenle en uygun yöntemin yazışma olduğuna karar verdik.
(…)
Barışa ulaşmak için birlikte çabalarken, hiçbirimizin geleceğin pahasına geçmişle meşgul olmaması tavsiye edilir. Çünkü geçmiş olayları yeniden hatırlayıp durma politikasına bağlı kalmak, bu tutumu sergileyen herkesin halk tarafından suçlanmasına neden olur. Hepimizin yavaş anladığı anlamına gelir. Bu tavrımızla, niyetimiz geçmişten kaçmak değil. Çünkü biliyor ya da tahmin edersiniz ki bizler savaş ve düşmanlığı kimin nasıl başlattığına dair bakış açımızı ayrıntılı belgelerle destekleyerek masaya koyabiliriz. Ayrıca belgelerin halkı ya da daha geniş çapta insanlığı ikna etme konusunda herhangi bir tarafın söyledikleri ya da ön yargılı açıklamalarından daha etkili olacağını da bilirsiniz. Yine biliyorsunuz ki bu konunun üzerine düşüp derinlerine dalmak, 1988 yılının Temmuz ayı öncesine işaret ettiğiniz gibi kronolojik sırada biri ilk olduğu temelindeki araştırmamızın giriş noktası kabul edilirse, savaş dönemi ve sonrasına, ondan önceki veya ona karşılık gelen zamana paralel argümanı kanıtlamak, zaman ve çaba gerektirir. Çatışmanın her iki tarafının da başlangıç için bir zaman belirlediğini ve diğer tarafın dayandığı argüman ve gerçekler dışında argümanlara ayrıca pratik ve yasal gerçeklere dayandığını da bilirsiniz. Buradan, kimin savaşı dayatılmış bir savaş olarak tanımlama hakkına sahip olduğu ve kimin asker göndermek yerine mektup göndermeye eseflenme hakkı olduğu ortaya çıkacaktır. (…)
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 598 sayılı kararına gelince; bize göre iki ülke arasında üzerinde anlaşılan kapsamlı ve kalıcı bir barış planı olarak 1987 yılının Temmuz ayında kabul ettiğimizden bu yana içerdiği ilke ve hükümlere bağlılık gösterdik, hala da gösteriyoruz.
Bu temelde iki ülkenin de eşit derecede yararlanacağı bir barış arayışı içindeyiz. Çatışmanın her iki tarafının da barışı sağlamaya yönelik ciddi bir istek, anlamlı pratik işaretler dışında görüşme için peşin bir bedel ödemesi gerekmiyor. Barış sağlandığında her ülkenin ordusu kendi ülkesinde olacak. Hiçbirinin de iki ülkedeki herhangi bir karış toprak ya da suda bir uzantısı olmayacak. Özel şartlar ne savaş ne de barış durumunu zorunlu kıldı.
Mektubunuzda Irak topraklarından çekildiğinizi belirttiniz. Bununla, bilinen özel koşullar altında Halepçe'den cümlenin sonuna kadar çekilmenizi kastediyorsunuz.
Bu konuya cevabımız, ordularımızın 1980 yılında silahlı çatışmanın başlangıcında bilinen koşullar altında girdikleri topraklarınızdan çekildiğidir. Çekilme, 20 Haziran 1982 tarihinde gerçekleşti. 10 Haziran 1982 tarihinde de görsel ve işitsel medya aracılığıyla çekilme kararı aldığımızı ve en fazla on gün içinde çekileceğimizi duyurmuştuk. Nitekim bunu da uyguladık. Öte yandan kuvvetleriniz özel savaş koşullarında Halepçe'den çekildi. Bu koşullar ordularımızın çekildiği koşullar değildi.
Bu nedenle Halepçe’den özel koşullar altında gerçekleştirdiğiniz çekilmenin açgözlü olmadığınızın, başkalarının topraklarına el koyma arzunuz bulunmadığının ve iyi niyetinizin kanıtı olarak değerlendiriyorsanız, 1982 yılında topraklarınızdan çekilişimiz ve 1988 yılının Temmuz ayında güney ve orta kesimlerde gerçekleştirilen Tawakalna ala Allah (Allah’a dayandık) Operasyonlarının dördüncüsünden sonra topraklarınızdan çekilmemiz başka delillerle birlikte iyi niyetimiz ve Irak’ın İran’ın bir karış toprağına el koyma isteğinin olmadığının kanıtıdır.
Her halükârda bizim açımızdan barış, herhangi bir tarafın bir diğerinin sabit hakkını gasp etmemesi ve ne bir karış toprak ne de bir yudum suyuna el koymaması anlamına gelir. Bu, en zor ve düşmanca durumlarda bile altını çizdiğimiz ve bağlı kaldığımız bir yöntemdir. Bu nedenle barış görüşmelerinde başarıya ulaşmanın bir yolu olarak sizi buna bağlı kalmaya çağırırken, bizim de Allah’ın izniyle buna bağlı kalacağımız açıktır.
“Cenevre'deki büyükelçimiz tarafından oradaki büyükelçinize iki tarafın temsilcileri arasında yapılacak bir ön görüşme ile ilgili sorulan sorulara verdiğiniz yanıttan, zirve toplantısına hazırlanmak için bu yöntemi tercih ettiğinizi anladık. Bunu kabul ediyoruz. Cenevre'deki büyükelçimiz Barzan et-Tikriti, büyükelçiniz Cyrus Nasseri ile her iki tarafın da görüş alışverişinde bulunması için bize yetki verdi. Böylelikle her bir taraf, zirve düzeyinde toplantı yaparken bizim için tabloyu netleştirmek ve görevimizi kolaylaştırmak için bizi ilgilendiren konularda karşı tarafın görüşünü bilebilecek.
Zirvenin yapılacağı yer konusunda hala teklifinizi bekliyoruz, çünkü cevabınızda önerdiğimiz yer; Mekke-i Mükerreme hakkında net bir görüş bulamadık. Bu, delegelerin tartışacağı konulardan biri olabilir.
Zirveye kimlerin katılacağına gelince, zirve düzeyinde gerçekleştirilecek toplantının iki ülkedeki ana karar alma mercilerini içermesi gerektiğine inanıyoruz. Bu görüşmenin iki ülke arasında bir zirve düzeyinde gerçekleştirilmesi fikrini kabul ediyorsanız, biz Allah’a tevekkül edip bunu düzenlemeye hazırız. Çünkü bizlerin zirveye katılması meseleleri iki taraf için de kabul edilebilir nihai bir çözüme kavuşturma konusundaki ciddiyetimiz açısından bir sınav niteliğindedir. Allah’ın yardımıyla bu başarıldığı takdirde ardından kalıcı ve kapsamlı bir barış söz konusu olacaktır. Önemli karar mercilerinin zirvenin dışında tutulması üzerinde anlaşılanların uygulanması ve buna bağlılık gösterilmesinin düzeyini etkileyecektir (…).
Barış, aslında psikolojik olarak iplerini dokuyanların içinde başlar ki gönüllerde istikrarlı bir hal alabilsin. Bu nedenle barış sağlama sürecine en başından katılanlar, kendilerini ahlaki ve psikolojik olarak onu uygulamaktan ve ona bağlı kalmaktan sorumlu olduklarını görecekler. Karar merkezinin tüm ağırlığının varlığı, kararlaştırıldıktan sonra barış sürecini karmaşıklaştıracak veya geciktirecek her türlü tartışmayı ortadan kaldırır. Bu nedenle Devrimci Komuta Konseyi Başkanı, Cumhurbaşkanı ve Devrimci Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı’nın zirve toplantısına katılması önerimizi yineliyoruz. İran tarafından Hamaney ile Rafsancani'nin zirveye katılmasını umuyoruz.
Saddam Hüseyin
19 Mayıs 1990 / 24 Şevval 1410 - Bağdat

Rafsancani’nin bu mektuba cevabı aşağıdaki gibidir:

Selamlamadan sonra: Mektubunuzu aldım (…). Mektubunuzdan da anlaşıldığı üzere hükümetinizin barış konusunda ciddi olma olasılığı göz önüne alındığında, size ikinci cevabımızı gönderiyoruz. Ancak bundan sonra gerekli haller dışında mektup alışverişiyle zaman kaybetmeyeceğimizi ve iki halk ve bölgenin ne savaş ne de barışın olmadığı bir durumdan daha fazla acı çekmemesini umuyoruz. Allah’a niyazım; bu son mektup olur ve barış yolunda ciddi pratik adımlara tanıklık ederiz.
Mektubunuzda cevap mektubumuzun bazı ifadeleri ve içeriğiyle ilgili bir şikayetler var. Barış mektuplarında zararlı veya acı verici konuları gündeme getirmeyi biz de tasvip etmiyoruz. Ancak maalesef, bu binanın temeli yazdığınız ilk mektupta atıldı. Size göre çatışma kalıntılarını ortadan kaldırmak ve dostluk yolunu açmak için gönderilen ilk mektubunuzda ilk iddianız ‘Arap ulusuyla’ mücadele ettiğimiz yönünde. Bu konuda büyük çabalar sarf edildiği ancak ne başarı ne de bir sonuç elde edilebildiğiydi.
Siz ve o günlerde ‘İlerici Hareket’ ve ‘Yüzleşme Cephesi’ hakkında konuşan partiniz, savaş boyunca sizi destekleyenler arasında ‘Arap ulusundan’ olmayan bireyler olduğunu söylemiştiniz. Yazım-yayın ve bazen de bazı belgeleri sunma konusunda kimliklerini ifşa etmek için bir dereceye kadar yeterince çaba gösterildi. İlerici hükümetlerin ve sizinle birlikte ‘yüzleşme cephesinde’ bir siperde bulunanların çoğunun bu mücadelede bizimle olduklarını veya en azından önyargılı olmadıklarını unutmanız pek olası değil.
İlk mektubunuzda, emperyalizmin saldırısına karşı Filistin, Filistinliler ve direniş güçlerinin faaliyetlerini benimseme tutumundan bahsettiniz. Ancak bu mektubu yazanların bu alanda öncü olan İran İslam Cumhuriyeti'nin (Filistin) davasına olan sempatisine kayıtsız kalmaları ve küstah saldırının ilk hedefinin İran devrimi olduğunu bilmemeleri olası değildir. Mektup, güven inşa etmek için yazılmış olsaydı, bu gerçeği göz ardı etmemek daha iyi olurdu.
Üstelik resmi yazışmalarda izlenen görgü kuralları birinci ve ikinci mektuplarınızda dikkate alınmamış. Mektubumuzda işaret ettiklerinize benzer, olumsuz ve acı verici argümanlar içeren ifadelerle karşılaştım. En iyisi bunları aşmak. Şikâyet etmenin yolunu açmamış olsaydınız bunları yazamazdık. Çünkü bir kavga ve mektup savaşı değil, barış arayışı içindeyiz.
Görüşmelerdeki temsilcilerin seviyesine gelince, Sayın Hamaney'in toplantılara katılmayacağını açıklığa kavuşturmakta fayda var. Tabii ki Cumhurbaşkanı ve diğer yetkililer liderin görüşüne aykırı bir şey yapmayacaklar ve Cumhurbaşkanı katılırsa kaçınılmaz olarak tam yetkiye sahip olacak. Mektubunuzda ifade ettiğiniz endişeye gerek yok.
Barış yolunda iyi niyet ve ciddiyeti kanıtlamak için, ikinci mektupta 598 sayılı Kararın kabulünden sonra kuvvetlerimizin geri çekilmesi ile Kudüs operasyonlarından sonraki durum ve Hürremşehr’in geri alınması ve savaşın sonunda taktiksel geri çekilme arasında bir karşılaştırma yapıldı.
Daha fazla açıklamaya gerek olmayan bu araştırmaya girmemiş olmanız arzu edilirdi. Siz kendiniz biliyorsunuz ki Hürremşehr’in fethinden sonra bile askeri güçleriniz, Naft Shahr, Khosravi, Mehran şehirleri güney cephesiyle farklı koşullara sahip onlarca kuvvet dahil olmak üzere İran topraklarında birçok yerde askeri kuvvetleriniz merkezi cephede kaldı. Bölgelerin çoğu savaşın ilk gününden ve şimdiye kadar kuvvetlerinizin işgali altında olduğundan, askeri liderlerinizin bu gerçekleri sizden gizlemesi pek olası değil.
Tepkilere yol açan provokatif durumlardan kaçınmamız gerektiği mektuplarda defalarca vurgulanmasına rağmen bu iddialarla çelişen bazı iddialara atıfta bulunulmuştur. Hakların tanımının kişisel izlenim ve isteklere değil, bilinen yasa ve yönetmeliklere göre olduğunu biliyorsunuz. İki devlet arasında barışı sağlamanın önemli ilkelerinden biri, sözleşmenin yerine getirilmesi ve uluslararası garantilere saygıdır. 598 sayılı kararın kabul edildiğine dair onayınızı olumlu olarak değerlendirdik. Ancak bu kararın açık ve belirsizlik içermediğini ve uygulanmasından sorumlu olan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından önerilen yöntemler temelinde uygulanabileceğini belirtmekte fayda var.
Yararsız tutumların tekrarı, Genel Sekreterin gözetimindeki birkaç tur görüşme sırasında pratik açıdan yararlı olmadıklarını gösterdi. Genel Sekreter’in temel görevlerinden biri olan 598 sayılı Karara göre iki ülke arasında kapsamlı ve istikrarlı bir barış tesis etmek için savaşı başlatan kişiyi belirlemede sorun olduğunu kapsamlı ve nihai bir barışa ulaşmak için aşamalı önlemlere ve pratik adımlara giden yolu kapattığını ortaya koydu. Kanıtı olmayan iddialar da öne sürüyoruz ve bu nitelikteki her şey iyi niyetle çelişiyor. Bunların her iki tarafın barışçıl hedefleriyle tutarsız olduğunu düşünüyoruz. Bağdat'ta yapılan zirve toplantısı kararında 598 sayılı karar ile Irak ve İran'ın haklarına yansıyan uygunsuz ifadelerin, iyi niyet, barış ve dostluğa güven kazanma yolunda sorun yaratması üzücüdür.
Büyükelçi Nasseri, temsilciniz (Barzan et-Tikriti) ile görüşmelerde bizim temsilcimizdir. Görevi, kararı uygulamak ve iki ülke arasındaki barışçıl ilişkilerin yeniden başlamasına zemin hazırlamak için temel konular hakkında konuşmaktır. Zaman öldürmeye ve mevcut durumu uzatmaya neden olan resmi ve marjinal meselelerin tartışılmasına katılmaktan kaçınmasını istedik. İki ülkenin Cumhurbaşkanları toplantısının ancak iki tarafın olumlu sonuçlarından emin olması halinde uygun ve geçerli olacağını vurgulamalıyız. Aksi takdirde, mevcut durumdan daha fazla olumsuz etkileri ve kayıpları olabilir.
Zirvenin yapılacağı yere gelince, Suudi Arabistan toprakları şu anda barış görüşmeleri için uygun bir yer değil. Çeşitli yerlerin varlığına dikkat edersek, iki tarafın doğru yeri seçmesi bizim için sorun teşkil etmeyecektir. (…) Genel Sekreterin ön görüşmelerdeki gelişmelerden haberdar olması doğaldır ve gerekli durumlarda barışın geliştirilmesine yönelik görüş ve girişimlerinden faydalanabilir (…).
Mektubumu sona erdirirken, Allahu Teala'dan anlaşmazlığı ortadan kaldırmak ve iki halk için barış yolunu açmak üzere bizi tam başarıya ulaştırmasını diliyorum.
Ali Ekber Haşimi Rafsancani, Tahran

Eski Suriye Dışişleri Bakanı Haddam’ın günlükleri 5: Bush, Avn’ın ‘engel’ olduğunu bildirdiği bir mektup gönderdi… Esed bunu isyanı sonlandırmak için bir ‘yeşil ışık’ olarak nitelendirdi

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 4: ‘Güçlerimiz Hizbullah’ın kışlasına saldırdı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 3: ‘Hariri, Canbolat’ın teklifi üzerine bizimle bir araya geldi. Hafız Esed kendisini sınadı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 2: ‘Esed fikrini değiştirdi, Lahud’a verdiği süreyi uzattı. Suriye uluslararası iradeyle çarpıştı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 1: ‘Esed, Irak muhalefetine sahte vaatlerde bulunmayı önerirken Hatemi bir Kürt devletine karşı uyarı yaptı’