Anılar-Bölüm 1: Sovyetler, Kral Abdulaziz ile ayrıcalıklı ilişkiler kurmaya çalıştı

Kral Abdulaziz bin Abdurrahman Al Suud
Kral Abdulaziz bin Abdurrahman Al Suud
TT

Anılar-Bölüm 1: Sovyetler, Kral Abdulaziz ile ayrıcalıklı ilişkiler kurmaya çalıştı

Kral Abdulaziz bin Abdurrahman Al Suud
Kral Abdulaziz bin Abdurrahman Al Suud

Riyad’daki Arap-Rus Medya ve Araştırma Merkezi, Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Direktörü Vitaly Naumkin’in “Sorunlu Ortaklık: İki Dünya Savaşı Arasında Suudi Arabistan Krallığı’ndaki Sovyet Diplomasisi” adlı kitabının Arapça tercümesini yayınlayacak.
Kitap, dünya bilim literatüründe Rus diplomatların, 1920 ila 1930 yılları arasında, yani iki ülke arasındaki resmi ilişkilerin başlayıp Sovyetler Temsilciliği’nin kapanmasına kadarki süreçte Suudi Arabistan Krallığı’nda yürüttükleri faaliyete dair kapsamlı ilk araştırma sayılıyor.
Kitapta büyük bir kısmı bilimsel araştırma alanında ilk kez ortaya konan Rus ve İngiliz arşivinden çok sayıda nadir belge yer alıyor. Yazar, Moskova’nın Arap Yarımadası’ndaki ‘diplomatik nüfuzunun’ önemine, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu ve İslam dünyasındaki ülkelerle olan dış ilişkileri bağlamında dikkat çekiyor. Aynı şekilde farklı çevreler ve Sovyetler Birliği’nde parti ve hükümetin üst düzey liderliğindeki belli başlı bazı isimler arasındaki farklıkların, Arap Yarımadası’na yönelik dış siyasetinin hedefleri, görevleri ve öncelikleri bakımından oynadığı rolü de ortaya koyuyor. Kitap, İngiltere’nin Sovyetlerin bu topraklardaki etkinliğini engellemek için attığı adımlara büyük önem atfediyor. Bununla birlikte yazar, Suudi Arabistan Krallığı’nın Sovyetler Birliği’ne yönelik siyasetinin gelişimini ve Suudilere ait görüşleri de tahlil ediyor.
Şarku’l Avsat, yakın zamanda çıkacak olan kitabın üç bölümünü yayınlıyor.
Sovyet Büyükelçisi Nazir Tyuryakulov, Hicaz’a tayin edildiğine dair tebligatı, 15 Aralık 1927’de aldı ancak Cidde’ye 29 Eylül 1928’de gitti. 10 Mart 1930’da ise Moskova’daki Dışişleri Bakan Yardımcısı Lev Karahanov’a (469) şunları yazdı:
“Değerli Yoldaş, 26 Şubat’ta itimatnamemi Hicaz, Necid ve buna bağlı bölgelerin kralı adına Hicaz Genel Valisi Prens Faysal teslim aldı. Ertesi gün dost ülkelerin temsilciliklerine kurumumuzun adının Diplomatik Temsilcilik olarak değiştirildiğine ve benim de Sovyetler Birliği’nin Hicaz, Necid ve buna bağlı yerlerin kralına gönderilmiş tam yetki sahibi bir elçi olarak atandığıma dair bir haber gönderdim. Bununla, Hicaz hükümetinin dışişleri bakanlığında kısa bir süredir işletilen sisteme bakarak, bizim diplomasi heyetindeki kıdemimizi ispatlamış oldum.
Açıkça söylemeliyim ki itimatnamemi sunmada acele etmemin temel nedeni, kıdem sahibi olmaya yönelik algılardı. Son günlerde alınan bilgilere göre (bu bir varsayım olsa da) Kral, bir ay sonra dönecek. Fuad Hamza’yı bildiğimden dolayı onun tarafından çeşitli manevralar beklemek için haklı nedenlerim var. İtimatnamemi (belirli resmî işlemlere bağlı kalarak) Prens Faysal Bin Abdulaziz’e sunmak ile Kral Abdulaziz bin Abdurrahman’a sunmak arasında bir fark yok. Ben de bu yüzden bu işlemler için teşvik etmeye karar verdim.
Raporumda da gördüğün üzere şu an Hicaz-Sovyetler ilişkisinde bir iyileşme ile ön plana çıkan yeni bir aşamaya başlıyoruz. Umarım Kral Abdulaziz, Necid’den döndüğünde ticaretimizi engelleyen sistemin sona erdirilmesi meselesi tam anlamıyla halledilir. İnanıyorum o zaman siyasi ve ticari meselelere dair müzakerelerimizi başlatacağım. İşlerimizin geleceği konusunda ise Yoldaş Hakimov meselesini önünüze sürebilirim sanıyorum. Buraya önce hac farizasını yerine getirmek için gelmesi gerekir (Burada dört sene geçirdi ve bir kez bile hac etmedi. Burada bunu konuşuyorlar). Sonra da bizimle (eğer mümkün ise) ticari anlaşma ile ticaret meselelerini görüşmek için. Son olarak da ticari faaliyetlerimiz için bir yol ve belirgin bir taktiksel hat belirlemek için gelmelidir.
Bununla birlikte her halükârda faaliyetlerimizle tacirlerin memnuniyetsizliğine sebep olduğumuz önceki hatalarımızı tekrarlamamalıyız. Ticaret hacmimizin küçük olmasına rağmen rakiplerimiz, pazarın istikrarını sarsmakla suçlanmamız için fırsat hazırladılar. Bu konuya ayrı bir rapor ayırdım. Bunun için burada yukarıda zikrettiklerimle yetineceğim.
Çiftliklerimizin at yetiştirme ihtiyacını karşılamak için safkan atlar satın alma imkânını keşfetme görevi ile karşı karşıyayız. Yoldaş Hakimov, bana özellikleri bildirdi. Yukarıda belirttiklerimden hareketle, Kral’ın gelmesinden sonra bu meseleyi açıklığa kavuşturacağım. Bildiğim kadarıyla Necid’deki hayvan salgınları ve savaşların bir sonucu olarak Hicaz’da hiç at bulunmuyor. Zira çok sayıda at telef olmuş. Bundan dolayı Kral Abdulaziz, kalanların en iyisini toplayarak, bir nevi korunaklı meralar kurdu. Bu konuyu Fuad Hamza ile konuştum. Kral Abdulaziz geldiğinde bize yardım etme sözü verdi. Yakın gelecekte ticaret faaliyetlerinin başlama ihtimalini göz önünde bulundurarak, Resmi Ortadoğu Ülkeleri ile Ticaret Kurumu adına Cidde’de daimi bir temsilci olarak bulundurulacak kişiyi şimdiden düşünmem gerekiyor. Elbette mesele, Yoldaş Hakimov’un doğrudan bu faaliyeti denetleme görevini üstlenmesine dair değil (470). Bu, yalnızca, Yemen ile iletişim kurmak için elimizde olan araçlarla düşünülebilecek bir şey değil. Aynı zamanda kendimiz de inisiyatif almak istiyoruz. Bunun için F. F. Louter buraya gelmeden önce temsilci bir varlık bulundurmak adına, yerel durumlara aşina ve gerekli bilgi-iletişime sahip Yoldaş A. Stupak’ı uygun bir adayımız olarak önerebiliriz. (471)”. İmza: Sovyetler Birliği Siyasi Temsilcisi N. Tyuryakulov.
Hakimov, Hicaz’dan döndükten sonra Yemen’deki bir kurumun temsilciğini yaptı. Sovyetler Birliği, 1 Kasım 1928’de Dostluk ve Ticaret Anlaşması’nı imzaladıktan sonra onunla resmi ilişkiler kurmuştu. Tyuryakulov, aynı yıl 27 Ekim’de Hicaz’daki Kral Yardımcısı Prens Faysal’a bu kurumun kurulduğuna dair bir haber mektubu göndererek, kurumun tam adının ‘Ortadoğu Ülkeleri ile Ticaret İçin Resmi Ticaret Kurumu’ olduğunu belirtti. Ayrıca kurumun temsilciliğinin olmadığını, ancak Hicaz’da bazı yerel tacirlerle imzalanan komisyon anlaşmaları temelinde ticari faaliyetler yürüttüğünü iletti.
Tyuryakov, Hicaz’daki Kral Yardımcısı Prens Faysal’dan bir kuruma görevlendirerek, kuruma ülke içinde serbest faaliyet yürütme hakkı verilmesini ve Sovyetler Temsilciliği Başkanı’nın gerekli tüm resmi adımları atmasını rica etti.
Siyasi Temsilci şunları yazdı;
“Yüce Kral Abdulaziz’e, izin alındığında kurumun Hicaz’daki ticari faaliyetlerini yürütmek için daimi bir temsilci atanacağını bildirmenin gerekli olduğunu düşünüyorum. Kayıt için lazım olan belgeler, iki ay zarfında sunulacaktır” (472).
Tüm yabancı temsilciler, Tyuryakulov’a diplomasi heyetinin lideri olarak bakar oldu ve elbette bu da onda bir tatmin duygusu doğurdu. (Abdullah) Philby de ona hitaben bir mektup kaleme alarak, Cidde’de Mr. Labond’a muhalefet eden diplomasi kulübünün kurulmasının ertelenmesi konusundaki İngiliz önerisini desteklemesini rica etti. İlginç olan, Philby ile İngiltere Diplomasi Heyetinin Başkanı’nın görüşlerinin çatışıyor ve diplomasi heyetindeki tüm üyelerin de bunu biliyor olmasıdır. Bununla birlikte Nazir Beg, Fransızca kaleme aldığı bir mektupta kaçamak bir yanıt vererek kulübün açılması fikrinin kendisi için yeni bir şey olduğuna işaret etti.
Tyuryakulov, coşkuyla hemen işe koyuldu ve Krallıktaki iç durumu incelemek için aktif olarak çalıştı. Tam yetki sahibi bir temsilciliğe dönüştürüldüğü 1930 yılının başına kadar durumunu koruyan Sovyet Temsilciliği ve Başkonsolosluk, Hakimov’un başarılarını koruyabildi ve ülkede resmi ve gayriresmi ilişkiler kurdu. Temsilciliğin Başkanı, dış siyaset birimi yetkilileri Fuad Hamza ve Yusuf Yasin, Maliye Bakanı Abdullah Bin Süleyman, Emniyet Müdürü Muhsin Tayyib ve önde gelen başka görevliler ile düzenli olarak bir araya geliyordu.
Stepan Matyuşkin’in tecrübesi
1980 yılının sonlarında, 1930-1932 yılları arasında yaklaşık iki yıl Cidde’de Sovyet Temsilciliğinin sekreteri olarak çalışan Stepan Matyuşkin ile bir görüşme talep ettim. Başlangıç döneminde bazı meslektaşlarla birlikte çıkardığım ‘Bağlar’ adlı dergide yayınlanması için bir görüşme gerçekleştirdi. Bu eski diplomatın maalesef ki kısa olan bu hatıraları, Sovyet Temsilciliği görevlilerinin Krallıktaki hayatına dair kayda değer bir resim sunuyor.
Stepan Vasiliyeviç Matyuşkin, hayatı hakkında detaylı bir şekilde konuşulmayı hak ediyor. En küçük kızı Amina Stepanovna’nın, bu kitabı hazırlarken bana aktardığına göre geleceğin diplomatı, 1903 yılında doğdu. Piskoposluk okulunu bitirdikten sonra marangozluk öğrendi ve Tüm Rusya Komünist Partisi’ne (Bolşevik) katıldı. Daha sonra Moskova’daki Şarkiyat Enstitüsü’nde eğitim aldı ve Dış İlişkiler Halk Temsilciliği’nde çalışmaya başladı. Oradan Suudi Arabistan Krallığı’ndaki Diplomatik Temsilciliğe çalışmaya gönderildi ve burada ekonomiyi denetledi. Doktor olan eşi Tatyana Grigorivna Kuzmina ise temsilciliğe bağlı tıbbî kısımda çalıştı ve Kral Abdulaziz Bin Abdurrahman’ın romatizma hastalığını tedavi etti.
Genç diplomatın başarı ile çalışma süresi kısa sürdü. Hatıralarında şöyle diyor (473): “Dinlenmek için izin aldım ve dosyaları halefim Şakir İsmailov’a teslim ettim. Gemiye bindim. Yakın zamanda yurda döneceğim için içimi sevinç kapladı. Arap ülkelerine ve Araplaşmaya sonsuza dek veda edeceğim hiç aklıma gelmezdi.”
Matyuşkin, resmi görevinden döndükten sonra iki sene Dış İlişkiler Halk Temsilciğinde çalıştı. Ancak diplomatik görevinde başarı nedense kendisine eşlik etmeyi bıraktı ve 1934 yılında Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde ders vermek için taşındı. Orada da birçok sorun yaşadı. Kendisi durumu şöyle anlatıyor: “Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde Komintern’e bağlı öğrencilerden biri tarafından iftira atıldı. Şöyle ki ben ders verirken (Mısırlı çiftçilere karşı isabetsiz tutumum) nedeniyle sağcı eğilimi benimsemekle suçlandım ve partiden atıldım. Her şeye yeni baştan başlamam gerekti ama başka bir alanda.”
Matyuşkin gerçekten de mesleğini değiştirmek zorunda kaldı. Eski diplomat, Doğu Emekçileri Üniversitesi’nden zorunlu olarak ayrıldıktan sonra Stupino’daki uçak fabrikasında çalıştı. Bu fabrika savaş döneminde Pavlovo şehrine taşındı.
30’lu yılların ikinci yarısında Stepan Vasilyeviç, eşi ve iki kızı Tamara ve Amina, zulüm korkusuyla soy isimlerini değiştirerek kaçınılmaz tutuklamadan korunmak adına anne soyadını aldılar. Savaştan sonra Matyuşkin, Devlet Denetleme Kurumu dairelerinde çalıştı. İş hayatı, kereste sanayisi kurumlarından birinde sona erdi ve oradan emekliye ayrıldı.
Matyuşkin’in büyük kızı 1928 doğumlu Tamara Stepanovna’yı iyi bilirdim. Seçkin bir Araplaşmış Rus idi. (Yevgeni Primakov ile ders aldığı) Moskova’daki Şarkiyat Enstitüsü’nden mezun oldu. Daha sonra Resmi Radyo Televizyon Kurumu’nun Arapça bölümünde çalıştı. Küçük bir kız çocuğu iken anne-babası ile birlikte Cidde’de yaşadı. Bu ülkeye dair belli belirsiz çocukluk anıları var. Tamara Stepanovna ile olan ilişkim 1966 yılında Mısır’da başladı. O da benim gibi oraya Kahire Üniversitesi’nde bir seneliğine uygulamalı eğitim almak için gelmişti. Arapçası çok iyiydi. Necib Mahfuz ve Tevfik el-Hakim de dahil olmak üzere Araplardan çok sayıda eseri Rusçaya çevirdi.
Matyuşkin’in anlattığına göre Cidde, o dönemde bayındır bir şehirdi ve nüfusu 60 bine ulaşmıştı. Ancak caddeler halen isimsiz, evler numarasızdı. “Cidde’nin en göze çarpan yapılarından biri, şehrin yaklaşık bir km uzağında geniş bir arazide yer alan Kral İbn Suud’un sarayıydı. Kral, sahile geldiğinde oraya oturuyordu.”
Eski Diplomat, şehrin sokaklarındaki insan kalabalıklarını da unutmamış: “Yünden yapılmış iplerle birbirine geçirilen başörtüsü ve sahibinin saygınlığına ve zenginliğine delalet eden imameler görürsünüz. Bunların hepsi fesler, takkeler ve şapkalar ile karıştırılır. Cilbablar, uzun. Zencilerde bel bağları var. İranlılar ve Türkler ise (genelde ipekten) uzun beyaz elbiseler ve Avrupai ceketler giyiyor. Bu kalabalığın arasında nadiren bir kadına denk gelirsiniz, o da ancak çarşıda. Bu kadın ya bir hizmetçidir ya da gizli köle (Kölelik resmen kaldırılmıştı). Kadınlar genelde peçeliydi.
O dönemde temsilcilikte iki diplomat görevliydi. Matyuşkin, eşi ve iki kızı temsilcilik binasında kalıyordu. Nazir Beg Tyuryakulov ve Profesör Moşkovski ile eşi de burada yaşadı.
Matyuşkin, hatıratında şu ifadelere yer veriyor: “Cidde’de görevde iken bir kere utanç verici ya da kanuna aykırı bir olayın yaşandığını işitmedim. Bilindiği üzere binlerce hacı, hac ibadetini yerine getirmek üzere Mekke’ye giderken bu şehirden geçiyordu. Utanç verici bir olay yaşanması halinde de bütün şehir bunun hakkında konuşurdu. Haberler kulağımıza muhakkak gelirdi. Hele de ben düzenli olarak hac meselesini incelerdim. Bir keresinde kızım kayboldu. Hizmetçiler onu aramak için seğirtti ama çok geçmeden kendisi geldi. Çarşıdan aldığı üç tekerlekli bisiklete binerek gelmiş. Sattığı malın ücretini isteyen satıcının çocuğu da ona eşlik etmiş. Bu örnek gösteriyor ki, Rusya Temsilciliği biliniyordu ve şehir halkı arasında da iyi bir ünü vardı. Özellikle de doktorlarımız, yardım sunmak için her daim hazırdı. Profesör Moşkovski, dang hummasına yakalanan hastaları tedavi ediyordu. Benim eşim de pratisyen hekimdi, resmî olarak bir tıp merkezi açmamış olmamıza rağmen (çoğu zaman kadın olan) hastaları muayene etmeyi hiç reddetmezdi”. Tyuryakulov, Matyuşkin’in yolculuğunun ardından bu tıp merkezini açabildi (bkz. Sovyet doktorlarına dair bölüm).
Matyuşkin, gelirleri Krallığın bütçesinin ana kaynağı olan hac ibadetinden de bahsetmiş. Yerel halkın, Sovyetler Birliği’nden az sayıda Müslümanın gelmesini şaşkınlıkla karşıladığı biliniyor: “Hac mevsiminde Kral Abdulaziz, Riyad’dan Mekke’ye geliyordu. Orada güvenlik güçlerini teftiş eder ve Diplomasi Heyeti ile Cidde ileri gelenleri için bir karşılama töreni düzenlerdi. Diplomatları karşılama görevi, Kral’ın maiyetinden birkaç asker ve sivildeydi. Kral, salona girer ve dönüşümlü olarak her diplomatik temsilci ile görüşürdü. Kral bir koltukta otururken konuklar, onun yanında halı ile kaplı sedirlere oturtulurdu. Konuklara, fincanlar içerisinde ot ve kahveden yapılan özel bir içecek ikram edilir, bu esnada herhangi bir ihtiyacın duyulup duyulmadığı veya evin ve ailenin ne durumda olduğu sorularak sağlık ve yaşama dair sakin bir muhabbet dönerdi. Elbette devlet düzeyinde birtakım meselelere de değinilirdi.” Matyuşkin’in Kral Abdulaziz’in ağırlama töreninde iki kez bulunduğu biliniyor.
Eski diplomat, Cidde’nin oldukça zor ikliminden bahsetmeyi de göz ardı etmemiş: “Hava, haziran ayından eylüle ayına kadar tamamen donuklaşıyor, rüzgârdan eser olmuyordu. Nem o kadar yoğun olurdu ki, beden sürekli ter dökerdi. Etrafımda elbise, yatak, kumaş her ne varsa ıslanırdı. Hava, geceleri evin çatısında bile boğucu. Bu havadan tek kurtuluş yolu, Cidde’den ayrılarak Mekke yönündeki dağlara gitmektir.”
Stephan Vasiliyeviç, şöyle yazıyor:
“Altı silindirli Fiat otomobille Mekke’ye ya da Medine-i Münevvere’ye doğru sahil boyu yaptığımız geziler, tek eğlencemizdi. Nadiren de avlanmaya çıkardık. İyi ilişkiler geliştirdiğimiz diğer temsilciliklerin memurları ile banliyölerde geziler de yaptık.”
Bununla birlikte önemli olan, iş adamlarının genelde temsilcilik binasına git-gel yapıyor olmalarıydı. “Daimî ziyaretçiler arasında (Türk asıllı) Dr. Salih ve Hicaz tebasından olan Dağıstanlı Hacı Said de vardı. Onlar aracılığıyla şehirde olup bitenlerden haberdar oluyorduk. Temsilciliğimizin Başkanı Nazir Beg, zaman zaman Müslüman kılığında Mekke’yi ziyaret eder ve orada bizi ilgilendiren bilgiler alırdı.”
Matyuşkin, acılarla ve sıkıntılarla geçen yaklaşık 100 yıllık uzun bir ömür yaşadı ve Aralık 2002’de öldü. Belki de bu uzak döneme ait olup 21.yy’a kalan tek önde gelen Sovyet diplomatıydı. Matyuşkin, Araplaşmış insanlardan olup Arap Doğusuna, kültürüne ve diline hayrandı. Aynı zamanda benim kuşağımdandı (…).
Hicaz ve Necid’e dair ilk izlenimler
Sovyet Diplomatik Temsilciliği, Krallığın farklı bölgelerindeki durumları tahlil ederken her birindeki ekonomik ve sosyal gelişmelere özel önem verdi. Bilindiği kadarıyla Tyuryakulov geldikten sonra Sovyet diplomatlar, Temsilciliğin daha önce hakkında çok az şey bildiği Necid’e dair bilgi toplamak için büyük imkânlar elde etti. Başkonsolos, ülkenin geleceği açısından Krallıkta yaşanan dönüşümlerin önemine vurgu yaptı ve o da selefleri gibi Krallığın, yakın bir zamana kadar çöl olan bu kısmında tarımın gelişmesinin en önemli şey olduğu kanaatine vardı.
Tyuryakulov, ilk aylardaki çalışmalarının özetini, detaylı bir analiz raporunda (veya siyasi bir mektupta) hazırlayarak Şubat ayında Dış İlişkiler Halk Temsilciliği’ne gönderdi. Bu raporda ‘Hicaz Krallığı-Necid ve Ona Bağlı Yerler’ başlığıyla 1928 ile 1929'un başı arasındaki dönemde ülkenin durumunu ele aldı (Rapor, Halk Temsilciliği’ne 21 Mart’ta ulaştı – Belgeler yolda bu denli uzun zaman geçiriyordu). Tyuryakulov bu raporunda yaşanan dönüşümlerin, ‘ülke nüfusunun çoğunun çobanlıktan tarıma geçmesinin bir sonucu’ olduğunu belirtti (476). Sovyet diplomata göre Necid, yakın bir zamana kadar “geçimini, işi ile kazanan ve çok daha kolay elde edilen gelir kaynaklarına sahip olmayan bir ülke” idi. Tarıma geçişe dair analizinde ise Tyuryakulov, bu çöl bölgesinde aslında 30 bin kişinin yaşadığına (Aslında diğer kaynaklara bakıldığında bu rakamın abartılı olduğuna hükmedilebilir) işaret etti. Temsilcilik Başkanı, ekonomik determinizm ilkesine tercih edilen Sovyet teorisinden hareket etti. Buna göre en üretken faaliyet biçimine geçiş, toplum örgütlenmesinde en yetkin biçimleri belirler. Onun görüşüne göre bu topraklarda yerleşen bedeviler, İbn Suud’un Arap yarımadasında merkezî bir devlet kurma faaliyetinin ardındaki sosyal etmenin ta kendisiydi.
Başkonsolosun belirttiğine göre Kral Abdulaziz, bu dönüşümleri, “büyük oranda askerî ve siyasi planlarına” bağlıyordu. Tyuryakulov’un kanaatine göre ise İbn Suud’un (Kral Abdulaziz), dışına çekilmeden önce Necid’de girmiş olduğu küçük savaş tecrübeleri onu, tartışmasız bir şekilde şeyhlerinin nüfuzu altında olan bedevi kabilelerin, ‘ordusunun Aşil topuğu’ mesabesinde olduklarına inandırmıştı.
Değişen durum hakkında aşamalı bir şekilde bilgiden yoksun olmakla birlikte diplomatlar, Necid toplumunun özelliklerini incelemeye koyuldu. Bununla birlikte kanıtlarla destekleyerek, kabilelerin Necid’deki toplumsal ve siyasi hayat üzerindeki büyük etkinliğine işaret ettiler. Tyuryakulov’un ifadesine göre, “Necid’deki devlet otoritesi, iradesini kabilelere dayatabilecek ölçüde olgunlaşmamıştı.” Moskova’ya şunları iletti: “Aslında ordu mensuplarının çoğunluğunu bedeviler oluştururken kabileler yalnızca Irak ve Ürdün sınırlarında savaşıyor (…)”. Diplomatik Temsilci, (Kral Abdulaziz’in meşhur Sabilla Savaşı’ndan önce Aralık 1927’de Riyad’da yaptığı tarihi konuşmaya işaret ederek) son Riyad Konferansı’nda Ertaviye bölgesinden Mutayr Kabilesi Şeyhi Faysal ed-Duveyş ve Muzahimiye bölgesinden Uteybe Kabilesi Şeyhi Sultan Bin Becad Bin Hamid gibi önde gelen şeyhlerin bulunmamasının ilişkilerin zorlu olduğunun bir göstergesi olduğunu düşünüyor. Temsilcilik, Necid Devleti’nin, Muhammed Bin Suud ile Muhammed Abdulvehhab arasındaki tarihi sözleşmeye dayalı ve ‘kabilelerden oluşan siyasi bir bloktan’ ibaret olduğu sonucuna vardı.
20’lerin sonu, yakın zamana kadar kendisinin temel dayanağı olan Kardeşler’in Kral Abdulaziz’e karşı aktif olarak saldırdığı bir dönemdi. Bu hareketin liderliğini Faysal ed-Duveyş, Sultan Bin Becad ve el-Acman Kabilesi Şeyhi Daydan Bin Huseleyn birlikte üstlendi. Bu isimler, 1927’nin sonlarında Kral Abdulaziz’e bir uyarı mahiyetinde birkaç talep sunmuştu. 1927 yılında Kardeşler liderleri ile birkaç görüşme gerçekleştirilerek karşılıklı anlayışı geri getirmek için çaba gösterildi.
Tyuryakulov, sonlara geldiğinde, Kral Abdulaziz’in Mayıs 1927’de İngilizlerle imzaladığı ‘dostluk ve iyi niyet sözleşmesinin’, Kral Abdulaziz için büyük bir diplomatik zafer olduğunu belirtiyor. Nitekim İngiltere, bu sözleşmede İbn Suud Devleti’nin bağımsızlığını tam anlamıyla tanıdı. Ancak bu sözleşme, Kardeşler liderlerini oldukça öfkelendirdi (Aşağıda göreceğimiz üzere İbn Suud’un isyancılara karşı başlattığı savaş, 1930 yılında onun zaferiyle sonuçlandı).
Tyuryakulov’un yukarıda zikredilen mektubunda belirtildiği üzere Kral’ın Kardeşler ile olan ilişkilerini düzeltme çabası, 5 Kasım 1928’de ‘Necd’deki Genel Kurul’ başlığını taşıyan Riyad Konferansı’nda başladı (478). Bu konferansa kabile reisleri, köy şeyhleri, Müslüman alimler, şehir halkının temsilcileri ve bölgelerde Kardeşler katıldı. (Glubb Paşa’nın değerlendirmesine göre (479) 12 ila 16 bin kişinin katıldığı) bu konferansın, Sovyet diplomatların ilgisini çekmesi çok normaldi. Bununla beraber, Kral ile Kardeşler arasındaki anlaşmazlığın tüm detaylarını hemen kavrayamadılar.
Başkonsolos, bedevilerin yeni iktidara karşı tutumunu incelerken şunlara işaret ediyor: “Hicaz kabile şeyhleri, Türk sultanların senelik olarak kendilerini boğdukları cömert hibeleri artık almıyor.” Geçim, önceki zamanlara kıyasla pahalandı. Hacılar pahasına bile rızık kazanmak artık mümkün değil. İthal edilen tüketim mallarına gümrük vergisi uygulanmaya başladı. Buna ek olarak durumu denetleyen hükümet görevlileri, kabilelere yöneldi. Haşimilere sadık olduğundan şüphe edilen kabile mensupları tutuklanıyor ve Riyad’a sürülüyordu.
Tyuryakulov, Arabistan yarımadasında olup bitenleri, gelişme ve ‘asırlardır var olan kadim manevi değerlere odaklanan’ modernleşme yolunu kolaylaştırma ihtiyaçlarının dikte ettiği merkezî otoritenin dayatılması süreci olarak değerlendiriyordu. Temsilci, kimden olursa olsun Arap adasının ileriye gitmesini engelleme çabalarına sempati duymadığını açıkça belirtiyor (…).
Sovyet Temsilciliği Başkanı, İbn Suud Devleti’nin ekonomik hayatını tahlil ederken, Hicaz ve Necid arasındaki ilişkilerin o dönemde halen çok zayıf olduğu sonucuna varıyor. Komşu Necid bölgelerinden Hicaz’a oldukça az mal geliyordu: Koyun, yün ve yağ. Bu esnada Necid de gerekli olan ticari mallarını, Kuveyt ve Ahsa limanı üzerinden tedarik ediyordu ve bunun Kızıldeniz limanları üzerinden yapılan ithalat ile hiçbir bir ilgisi olmuyordu. Petrolün ortaya çıkarılmasından önceki dönemde aralarında demiryolu aracılığıyla ulaşımın olmaması, bu iki bölgenin birbirinden ayrı düşmesine katkı sağladı. Deve kervanları da Mekke’den Riyad’a 10 ila 12 günlük bir sürede ulaşabiliyordu. İki bölgenin birleşmesi, Kral için oldukça zorlu bir görevdi.
Tyuryakulov ayrıca, Hicaz’a egemenliğin dayatılmasına yardımcı olan etkenlere de işaret ediyor. Bu etkenlerden biri de Necidlilere Hicaz’a giriş izni vermeyen Şerif Hüseyin’e öfke duyan Necid kabilelerin çıkarları.
Tyuryakulov, İbn Suud Devleti’ndeki iç ilişkilerde ona göre çelişkili olan yanları birkaç maddede açıklıyor. Öncelikle Necid bölgesi, orada yaşanan olaylardan dolayı coğrafi ve idari sınırlarında uzun süre mahsur kalamazdı. İkinci olarak, hayat tarzının değiştiği Necid bölgesi, çıkarlarını savunmak adına Büyük Britanya İmparatorluğu ile orantısız bir mücadele başlattı. Şerif Hüseyin Devleti’nin yanındaki varlığı yeterli olmadı ve arka hatlarının güvenliğini sağlamak zorunda kaldı. Üçüncü olarak, hac gelirleri ile birlikte Hicaz’a egemen olmak, devletin gelişmesinde bu gelirleri kullanma imkânı sağladı. Dördüncü olarak ise, Tyuryakulov’a göre tüm faydalarının yanı sıra Hicaz’ın kontrolünü elinde bulundurmak, Kral’ı kısıtlıyor ve taviz sumaya mecbur ediyordu.
ANILAR-BÖLÜM 2: KRAL ABDULAZİZ, YURTDIŞINA YÖNELMEDEN ÖNCE NECİD'DEKİ KABİLELERLE ARASINI DÜZELTİYOR



Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
TT

Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)

Mustafa el-Feki
Eski ve modern Arap tarihini araştıran herhangi biri olayların bağlamından, liderliğin doğasından ve yönetimin kalitesinden özgürlüğün her zaman kritik bir konu olduğunu görecektir. Şiirde ve nesirde, övgüde ve hicivde ağırlığı olan bir konuşma özgürlüğünün mirasçısı olan Arapçanın kökenlerinin özgürlük duygusuna ve savunuculuğuna dayandığını keşfedecektir. Burada, ulusal çıkarların sınırlarını aşmayan, ‘diğerleri arasından sivrilme’ mantığıyla şöhret peşinde koşmayan, başkalarının haklarını ihlal etmeyen ve diğerini rencide etmeyen sorumlu özgürlüğü kastediyoruz. Özgürlük, insanlığın yaradılışından itibaren alışık olduğu açık ve net bir kavramdır. “Hiç elleri kelepçeli doğan bir bebek gördünüz mü?” diyenler haklılar.  Zira insan hür yaratılmıştır. Hür yaşar ve hür ölür. Bunlar tartışmaya kapalı konulardır. Ama bizi ilgilendiren, insan hakları arasında öne çıkan özgürlük hakkını, modern dünyamızın içinde bulunduğu mevcut koşulları çerçevesinde Araplara ve Arap dünyasında olan bitenlere özel bir uygulamayla nasıl kullanacağımızdır. Bu yüzden Arap ülkelerindeki özgürlük tartışması ve halkların bu tartışmaya karşı tutumu ile ilgili olarak şu maddeleri ele aldık:
1 - Arap dünyası, son on yıl içinde Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat (buyurgan) rejimlerin çöküşüyle ​​diktatörlüklere darbe vurdu. Bu gelişmelerin ardından bölgedeki siyasi harita, olduğu gibi değişti. ‘Arap Baharı’ olayları, Arap dünyasında daha önce var olmayan bir özgürlüğe kapıyı araladığını kabul etmemize rağmen tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ancak tartışmanın koşulları, konunun netleşmediğini anlamamızı sağlıyor. Arap Baharı olaylarının, büyük güçlerin bazı Arap ülkelerinin içinde bulundukları şartlar üzerinden bölgeyi şekillendirmek istedikleri stratejik bir planın ve bu ülkelerde yaygın olan yolsuzluk, ihmalkârlık ve zayıflığın bir parçası olduğunu düşünenlerdenim. Aynı şekilde bu olayların, halkların çektiği acılardan ve yaygın işsizlik oranlarından yararlanılarak değişim sloganlarıyla bu ülkelerin tek bir sisteme dönüştürülmeleri için kullanıldığını da düşünüyorum. Bunu bir kenara bırakalım. Zira bu sistemlerin ömrü, ya devrim niteliğindeki teklifler ya sloganlar sonucunda ya da bazılarının gevşemesi ve kendilerine biçilen ömrün sona ermesiyle bitmiştir.
2 – Araplar bir yanda siyasi bağımsızlık, diğer yanda özgürlükler arasında kemikleşmiş ve yaygın bir kafa karışıklığı yaşıyorlar. Değerler ve fikirlerin kaybolduğu ve özellikle özgürlük tek başına yeterli olmadığından, buna ekonomik özgürlüğün elde edildiği, en kalabalık ve en yoksul sınıfları hesaba katan, çağın ruhuna ve modern teknolojiye ayak uyduran, arzulanan toplumsal dönüşüme de kapıları ardına kadar açan bir reform programının eşlik etmesi gerektiğinden dolayı rahatlığı çağrıştırmayan sahnelerle karşı karşıyayız. Aynı şekilde günümüz dünyasında, gelişmiş ülkelerin geçtiği ve yükselen ulusların her zaman yöneldiği vizyona doğru değişim ve ilerleme yoluyla reform yapabilmemizi zorunlu kılan bazı büyük değişimlerle de karşı karşıyayız. Arapların zamanın medeniyetine çok sınırlı bir yaklaşıma sahip olmaları ve zenginliklerimizin büyük bir bölümünün Arap olmayanlar tarafından kullanılması bizim çıkarımıza değil. Bu yüzden kalıcı bir zihinsel ve entelektüel olgunlaştırma süreci başlatmak da bize düşüyor. Akıl, davranışların belirleyicisidir. Geri kalmışlığın entelektüel bir durgunluk olması gibi değişim de zihinsel bir karardır.
3 – Araplar olarak özellikle büyük bir mirasın gölgesinde yaşadığımız için siyaset ve din arasında bir ayrım yapmamızın zamanı geldi. Memleketimiz semavi mesajların diyarıdır. Bu yüzden dinlerin ve medeniyetlerin döndüğü noktadır. Bu yüzden dinin derinliklerimize kök salması doğal bir durum ve bu iyi bir şey. Fakat asıl sorun, dinin siyasetle iç içe geçmesinden kaynaklanıyor. Bu yüzden taraflar kendi amaçlarına hizmet etmesi için dini kullanmalarına imkan doğar. Bize din adına farklı bir yaşam tarzı dayatmak isterler. Oysa din tüm bunlardan uzaktır. Özgürlük tartışması, semavi mesajları uzaklaşmadan ya da abartmadan anlamak adına dini ılımlılıkla bağlantılı olmalı. Böylece gerçek din, makasidu'ş-şeriat (dini kuralların amaçları) ile tutarlı olarak hayatımızdaki baskın maneviyat kavramı haline gelir. İslam dünyasında dini siyasete alet etme girişiminin ilk etapta dine zarar verdiğini bile düşünüyorum. Siyasete gelince; siyaset petrol gibidir. Yapışkan ve kirlidir. Sonuç, manevraya, ertelemeye, ilerlemeye ve geciktirmeye başvuran siyasi oyunlar ile dini değerler arasında bariz çelişkinin varlığıyla onu takip edenler ve takipçilerinden nefret edenler karşısında dinin yüce çehresini çarpıtır! Siyaset, ahlak nedir bilmezken din, manevi değerlerin damarı ve bizi daha iyiye götüren inancın kaynağıdır.
4 - Ülkemizde özgürlük tartışması, kimi zaman dinle kimi zaman rejimlerle olmak üzere her defasında geçmişten miras kalan değerlerle kesişiyor. Dolayısıyla özgürlüğün insanların ödediği ve milletlerin uğruna çabaladığı bir bedeli vardır. Bu zorlu denklem, bir yanda özgürlükleri, diğer yanda dini duyguları, diğer yanda ise yönetim sistemlerini uzlaştırmaya başlar. Buna sınıflar arasındaki eşitsizliğinin etkisini ve ekonomik durumun bu mesele üzerindeki etkisini eklediğimizde ortaya bir ikilem çıkar. Eskiler, seçim özgürlüğünün bir somun ekmekle bağlantılı olduğunu söylerler. Bunun siyasi anlamı, özgürlük, ekonominin doğal bir ürünü demektir. Bazıları insanların özgürlük ile arayış içerisinde oldukları ufuklara doğru yola çıkmak arasındaki bağı koparmak için halkların öne atıldığı bir tür diktatörlükten bahsedebilirler.
5 – Özgürlük, doğası gereği göreceli bir meseledir. Mutlak özgürlük, gerçeklikten ziyade kurguya daha yakındır. Özgürlüğün önündeki engeller genellikle eğitim, medya ve dini kurumun rolü gibi diğer faktörlerle ilgilidir. Bu yüzden özgürlükler geniş bir cephede ilerliyor. Toplumun bileşenlerini ve halkın mirasını, geleneklerini ve göreneklerini bir araya getiriyor. Bir ülkede belirli bir zamanda kabul edilebilir olan, başka bir ülkede ve farklı bir zamanda kabul edilemeyebilir. Özgürlük, insan hakları sorunlarının en başında geliyor. Bu yüzden imzalanan farklı sözleşmelerde insan hakları ile karakterize edilen aynı ölçülere sahip olması doğaldır. Düşünce, ifade ve inanç özgürlüğü ortak unsurları olduğundan bu konuda büyük bir eşitsizlik yoktur. Aynı durum, ikamet ve hareket özgürlüğü gibi sınırları başkalarının özgürlüğüyle biten kişisel özgürlükler için de geçerli. Burada ‘özgürlük kültürü’ olarak adlandırılabilecek duruma dikkati çekmeliyim. Özgürlük kültürü, eğitimin kalitesine ve her bireyin kendi birikmiş deneyimlerine bağlı olarak oluşan kültürel bir kalıptır. Eskilerin bir sözü vardır: Senin adına ne suçlar işleniyor ey özgürlük!
Bu söz kültürün, insan davranışı ve sosyal düzeyi olduğuna işaret eder. Özgürlüğün anlamı, her döneme ve mevcut koşullara göre şekillenir ve doğasını anlamada önemli bir faktör oluşturur.
Tüm bu maddelerle Arap dünyasındaki özgürlükler tartışmasını aktarmaya çalıştık. Herkesin ülkelerinin günümüz dünyasında modern toplumların çabaladığı amaç ve hedeflerine ulaşmadaki sorunlarına bağlı olarak özgürlüğün anlamıyla ilgili ortak bir formül ve tek bir kavram belirlemeleri için bir uyarıda bulunmayı istedik. Zaman faktörü her zaman siyasi ve toplumsal hareketle bağlantılı olduğundan, görmezden gelinmesi zor bir dönüm noktasından geçtiğimizi anlamalıyız. Dünya bugün çelişkili akımlarla dalgalanan ve sonuçları halkların çıkarları uğruna bazı özgürlüklerin geçici olarak askıya alınması olan bir salgınla karşı karşıya. Burada, özgürlüğün mutlak hakim olmadığını, zaman ve mekan şartlarının yanı sıra eğitim, kültür ve çağdaş dünyamızdaki diğer gelişim tezahürleri gibi bir takım faktörlere bağlı olduğunu bir kez daha vurgulamalıyız.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrildi.