Anılar-Bölüm 2: Kral Abdulaziz, yurtdışına yönelmeden önce Necid’deki kabilelerle arasını düzeltiyor

Kral Abdulaziz ve solunda Hicaz’daki Kral Yardımcılığı görevini üstlenen oğlu Kral Faysal
Kral Abdulaziz ve solunda Hicaz’daki Kral Yardımcılığı görevini üstlenen oğlu Kral Faysal
TT

Anılar-Bölüm 2: Kral Abdulaziz, yurtdışına yönelmeden önce Necid’deki kabilelerle arasını düzeltiyor

Kral Abdulaziz ve solunda Hicaz’daki Kral Yardımcılığı görevini üstlenen oğlu Kral Faysal
Kral Abdulaziz ve solunda Hicaz’daki Kral Yardımcılığı görevini üstlenen oğlu Kral Faysal

Sovyet Temsilci Nazir Beg, Hicaz şehirleri halkının iktidara karşı tutumunu da tahlil etmiş. Onun değerlendirmesine göre önde gelen tacirler, şehirdeki hayatın tüm kıvrımlarına hükmediyordu. Bu tacirlerin çıkarları ise, İngiliz ve Hint pazarıyla bağlantılıydı. Hicaz’daki tüccar elitin İngiliz-Hint dünyasına olan bağlılığı, ona İngilizlerin o dönemde siyasi ve ekonomik baskı araçları ile yetinmeyip, geniş ölçüde kültürel baskı araçlarını da kullanarak çizdikleri siyasi hattı dikte etti.
Tyuryakulov’un, gözlemlerine ve diplomata gelen bilgilere dayanarak mı bu çıkarımlarda bulunduğu, yoksa, Moskova’ya duymak istediği bilgileri mi gönderdiğini tespit etmek zor. Nitekim bu ikinci tarz, yalnızca Sovyet diplomat çevrelerinde değil, geniş planda birçokları tarafından yaygın olarak benimseniyordu. Ortadoğu siyasetinde öncelikli görev olarak İngiliz ile karşılaşmayı belleyen Moskova’nın, oldukları olmadıkları her yerde ‘İngiliz emperyalistlerin’ hilelerini görmek istediği biliniyor.
Bununla birlikte Tyuryakulov’un merkeze gönderdiği analiz belgelerinden varılabilecek sonuçlara göre Kral Abdulaziz, bir yandan merkezî otoriteye değil de şeyhlerine itaate meyilli olan bedevi kabilelerin baskısına, diğer yandan İngiliz eğilime sahip önde gelen Hicazlı tacirlerin düşünce yönelimlerinin baskısına maruz kalıyordu. Bedeviler ile eşit ölçüde baskı unsuru olan tüccar, Kral’ın, Arap adasında bağımsız bir devlet kurma çabasından hoşnut değildi. Tyuryakulov, yalnızca ‘radikal’ İslam inancına dayanmanın, Kral Abdulaziz’e Hicaz ve Necid toplumunu birleştirme imkânı sağlayacağı kanaatindeydi.
Sovyet Temsilcinin ifadesine göre, “Kral Abdulaziz’in şahsında tam yetki ve imameti toplayacağı bir devlet ve toplum inşa etmesi, Kral makamında ona, niyetlerini gerçekleştirmek için geniş yetkiler verecektir.” Tyuryakulov, İbn Suud’un, halkın yaşam tarzına uygun olanı yaptığını ve kendisi için ‘en yüksek ekonomik faaliyet biçimine erişmek üzere mücadeleye’ dayalı temeli oluşturduğunu ifade ediyor. Sovyet Temsilciliğinin siyasi mektubunda Kral Abdulaziz’in “tarım unsurlarını artırmak ve güçlendirmek için çabaladığı (aslında yarı-tarımsal idi) gibi aynı şekilde, kendi saflarına katmak suretiyle bazılarının geleneksel nüfuzunu kırmaya çalıştığına da işaret ediliyor (480).”
Tyuryakulov, Kardeşler (İhvan): ( Bir diğer adıyla ‘Allah’a itaat edenlerin kardeşleri’. 1911 yılında Suudi Arabistan’da Kabile şeyhleri ve davetçilerden oluşan bir topluluk tarafından meydana getirilen bu hareket, Sabilla savaşında bitirildi) hareketinin devlet içindeki rolünün artmasını da gözlemledi. Nitekim “Bu kimseler, Kral Abdulaziz’in yalnızca Necid’de değil, Krallığın dört bir yanındaki destekçileri idi. Bundan dolayı Şeyh Muhammed Bin Abdulvehhab’ın çağrısı, ülkenin her bir yerinde egemen bir konum işgal etti. Hükümet, yerel gönüllü grupların yanı sıra Hicaz’ın büyük ve önemli tüm yerleşim merkezlerinde askerî birlikler kurmaktaydı. Necidliler, yerel olan tüm önemli dairelerde (valilikler, gümrükler vb.) bu amaç için oluşturulan müfettiş ve yardımcı koltuklarını ellerinde bulunduruyorlardı.”
Mekke’de davetçi hazırlamak için özel olarak eğitim veren okulların yanı sıra devletin açtığı pek çok okulda da Şeyh Muhammed Bin Abdulvehhab’ın öğretileri ve daveti aşamalı olarak varlık gösterir oldu. Davetçilerin denetim alanı, devletteki önemli kollarla sınırlı kalmıyor; Hicaz’daki halkın günlük hayatına uzanıyor, yön veriyor ya da düşündükleri yüksek ideallere göre bu yaşam biçimi üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışıyordu (…).” Bu noktada Başkonsolosun çıkarımlarında bazı dikkatsizlikler göze çarpıyor. Şöyle ki, olayların sonraki gelişmesi, özellikle de Kral’ın Kardeşlere yönelik daha önce bahsettiğimiz savaşı, Tyuryakulov’u, Kardeşlerin desteğinin Kral için önemli olduğuna dair değerlendirmesini gözden geçirmeye mecbur etti.
Başkonsolos, “Hicaz’da nüfuzu olan tüccarların, ülkede demagojik barış bayrağı altında olduklarını” ve Kral Abdulaziz’i siyasi tavizler sunmaya sevk ettiklerini de iddia ediyor. Buna net bir örnek olaraksa, Cidde’de etkinlik sahibi olan ve Kral Abdulaziz’e (İngiltere’nin Irak Elçisi Herbert) Clayton ile görüşmeleri esnasında İngilizlere taviz vermesini öğütleyen Muhammed Nasır’ın konuşmasını gösteriyor. Hakimov’un başlattığı geleneği sürdüren Sovyet Diplomat, güçlü merkezî devlet yapısının sancaktarı ve sömürgeci İngiltere’ye karşı çıkarlarını savunan yönetici sıfatıyla Kral Abdulaziz ve İngilizlere tümden ve tartışmasız bir şekilde bağlı görünen Hicaz tüccarı arasında karşılaştırma yaptı.
Ticari sermaye, Sovyet temsilcilerine sempati duymuyordu. Bu durum, onların, Temsilciliğe karşı olumsuz tutumlarını daha da artırdı. Zira Elçi özellikle, yerel pazarda Sovyet mallarının satışındaki başarısızlıktan bizzat onları sorumlu tutuyordu.  
Tyuryakulov ve diğer diplomatlar, Moskova’da Yabancı Doğu alanında uzmanlaşmış bazı teorisyenlerin, İbn Suud Krallığını, pek ilgisi olmasa da, Ekim Devrimi’nin etkisiyle devrimsel değişimlerin meydana geldiği ülkeler arasına katmaya hevesli olduklarını gayet iyi biliyorlardı. Gelgelelim Arap adası, İran ve Türkiye’ye benzemekten ne kadar da uzak! Bununla birlikte daha önce de işaret edildiği üzere Arap çöllerinde devrimci toplumsal bir hareket kurmaya dönük tüm çabaların boşa gideceği algısı yerleşik kaldı. Bu algıyı ise pratikte böyle çabaların olmayışı ve Suudi Arabistan ile olan ilişkilerde ılımlı pragmatik görüşlerin egemen oluşu yönetti.
Bununla beraber bu ülkedeki iç siyasi durumu analiz eden diplomatlar, sınıflaşmayı unutmuş gibi yapmamaya çalıştılar. Onları, düzenli olarak ‘Hicaz’daki kompradorları (yabancı ortaklıklar yararına çalışan yerli aracı)’ eleştirip, Sovyet-Suudi ilişkilerindeki gerileme de dâhil olmak üzere, her türlü musibetten sorumlu tutarken görürsünüz. Temsilcilik Başkanı, Moskova’ya şunu iletti: “Tüccar ailelerden birçoğu, ya çocuklarını İngiliz-Hint okullarında okutuyor ya da evlerine İngiltere konsolosluğundaki memurlar arasından öğretmenler ya da mürebbiyeler çağırıyor.” Tyuryakulov, tüccara ait genel hattı, ‘şu veya bu ölçüde İngiliz çıkarlarını maskeleyen bir himaye’ olarak göstermeye çalıştı ve şöyle dedi: “Hicaz şehirlerindeki yüksek ticari burjuva yönetim sınıfı, Kral Abdulaziz ile birlikte olacak. Ta ki Kral, ülkenin genel çıkarlarını göz önünde bulundurarak bu sınıfın temel çıkarlarını riske atmak ve ülke içinde yabancı pazarlar ve serbest ticaret ile olan ilişkileri sürdürmek yani tekelleşmek zorunda kalana dek.”
Başkonsolos, Moskova ile olan mektuplaşmalarında Hicaz’daki şehir halkının bir başka kesiminin düşünce yönelimlerine de değiniyor. Hacılara ev sahipliği yapan bu kesim, bu sayede ‘küçük şehir halkının’ büyük kesimi üzerinde nüfuza sahipti. Elçi, konuya dair şu ifadeleri kullanıyor: “Kral Abdulaziz’in zihnini meşgul eden hac işlerinin yönetimi, bu sınıfı da kapsadı.” Elçinin ifadesine göre, Kral Abdulaziz’in bu faaliyeti, geleneksel bir kabul haline gelmiş olan ev sahibi keyfiliğine yönelikti.
Diplomatik belgeleri analiz etme serbestîsini büyük oranda kısıtlayan kayıtlamalara rağmen Tyuryakulov, yeni devlet yapısının gücüne, çekiciliğine ve manevi dayanağına işaret ederek öngörülerde bulundu: “Necid’de Vehhabi davetinin yayılması ve güçlenmesi, bu esnada çiftliklerinin ekonomik yeteneklerinin artması ile birlikte Şeyh Muhammed Bin Abdulvehhab’ın davetinin yurtdışında siyasi ve manevi bir etkinliğe sahip olacağını varsaymak gerek.” Petrolün henüz ortaya çıkmadığı bu uzak dönemde davetin, sınırların dışına genişleyeceğini kimse öngöremezdi. Hele ki siyasetçiler ve diplomatların çoğunluğu bu daveti, yalnızca Arap adasını ilgilendiren bir olgu olarak kabul ediyordu. Sovyet Diplomat, ‘herhangi bir dış siyasi felaket yaşanmazsa iktidarın, ciddi olarak ve uzun bir süre güçleneceğine’ dair inancını da dile getiriyor.
Sovyet Temsilciliğinin, faaliyet gösterdiği ülkenin dış politikasına yoğun ilgi göstermesi gayet doğaldı. Tyuryakulov, merkez ile olan yazışmalarında Krallığın bu tutumuna, birçok ülke ile olan ilişkilerinde meydana gelen istikrarsız durumu sebep göstererek, “Bu dayanılmaz durum, halen savaş halinde olan İbn Suud Devleti gibi bir ülke için özellikle zor” ifadeleriyle dile getiriyor. Konsolosluk, Kral Abdulaziz’in, sırası geldiğinde hükümetinden ilgi gördüğü İngiltere ile ilişkileri iyileştirmeye öncelik verdiğini söylerken, isabet etmişti.
Sovyet diplomatların değerlendirmesine göre Krallığın dış politikasına ilişkin başlıca olay, Kral Abdulaziz’in daha önce de bahsettiğimiz gibi 17 Eylül 1927’de İngiltere ile sözleşme imzalamış olmasıdır. Temsilciliğin bu meseleye dair incelemesinde şu ifadeler yer alıyor: “İngiltere, tartışmalı olan meselelerde kendisi için daha faydalı çözümler elde etmek adına İbn Suud’a baskı unsuru olarak bu anlaşmanın imzalanmasını geciktirdi. Görünüşe bakılırsa İbn Suud, taviz vermedi; İngilizler de İbn Suud’un verdiklerine geçici olarak razı olup anlaşmaya imza attı. Bu anlaşma İngilizler için aslında, Kral Abdulaziz’in İslam’ı temsil ettiğini vurgulamak bakımından sadece göstermelik bir önem taşıyordu.”
Sovyet Temsilciliği görevlilerine göre 1928’de İngiltere ile ilişkilerin iyileştirilmesi yönündeki çözüm, İngilizlerin, Hayfa-Kuveyt demiryolu hattının uzatılması projesiyle sınırlı kaldı. Başkonsolos, diplomatik yazışmalarında, meydana gelen duruma dair şu değerlendirmede bulunuyor: “Bu yolun uzatılması meselesi üzerine düşünmek gerekir. Kanaatimce bu, İngiltere İmparatorluğunun öncelik verdiği temel bir mesele olması bakımından önemli. Bu meseleye kıyasla diğerleri, ikincil öneme sahip. Mesela Necid sınırlarında inşa edilen Iraklı istihkamların görevinin, bir sonraki demiryolunun güvenliğini korumak ve kabileleri (Mutayr ve Acman) Necid sınırlarından güneye doğru uzaklaştırmak olduğunu göz önünde bulundurursak, Ürdün kabilelerinin Krallık topraklarına yönelik düzenli saldırılarını, İbn Suud’u zikredilen yönde etkileme vesilelerinden biri olarak düşünmek gerekir. Elbette kabileler tarafından gerçekleştirilen böylesi saldırılar, bu ülkelerde başlatılıyor ve özel iç sebepleri var. Ancak İngiltere’nin hedeflerini gerçekleştirmek için bunları teşvik ettiğini, desteklediğini ve organize ettiğini dikkate alır, Mısır-Necid anlaşmazlığının ( Mısır’ın Krallığı tanımaması, Kral Fuad’ın hilafet planları ve (481) Hevdeci’ne -Cemal Vakası- dair tartışma) doğurduğu siyasi etki açısından bakarsak Mısır’ın artan taleplerini, İngiliz siyaseti açısından olumlu yönlerden biri olarak düşünmeli.”
Sovyet Elçi, İngilizlerin 5 yıl içerisinde Kral Abdulaziz’e karşı uyguladığı taktiği değerlendirirken İngiltere’nin, daha önce İngiltere hükümetinin 1925-27 yıllarında arasında izlediği anlaşma ve orta yol yaklaşımını 1928 yılından itibaren terk ederek aşamalı olarak baskı uygulama ve Kral Abdulaziz’i yurtdışında ‘çeşitli sıkıntılara’ sokma yoluna başvurduğuna, ‘davranışlarına yeni bir yol çizen’ Riyad’daki siyasetçilerin de bunun farkına vardığına işaret ediyor. Tyuryakulov, konuya ilişki şu ifadeleri dile getiriyor: “Şerif Tevfik gibi bazı Arap şahsiyetler (483) zannediyorlar ki İngiltere’deki muhafazakâr yönetim, özellikle seçimlerin yaklaşması ile birlikte, dış politika alanında daha az aktif bir hükümetin iktidara gelmesi ihtimalini dikkate alarak bazı durumları gözetiyor ve bu yüzden (Hayfa-Kuveyt) demiryolu hattının önemini abartıyor. Bu noktada bu çevrelerin görüşüne göre İngilizlerin, bu meseleyi gerek acil bir şekilde çözme isteği, gerekse böyle savaş biçiminde ortaya koymalarının mevcut durum karşısında muhafazakârların müttefiki olma arzusundan kaynaklandığı ve bir şekilde mevcut muhafazakâr hükümetin yöntemini sürdürmek zorunda kaldıkları daha anlaşılır oluyor. İngilizlerin niyetlerine dair bu değerlendirmeden hareketle yerel siyasi çevreler, önümüzdeki dönemde Suudi-İngiliz ilişkilerinin daha da krizli olmasından yana endişe duyuyor. Bu düşünce, Kraliyet sarayına yakın olanlar ve Kral Abdulaziz ile yandaşlarının görüş ve tasarılarının farkında olanlarda yankısını buluyor ve kendisini İbn Suud’un yeni taktiğinde de doğrudan gösteriyor. İbn Suud, seçimlerden sonra İngiltere’nin Doğu politikasında bazı değişikliklerin olabileceğini umarak zaman kazanmayı sürdürme taktiğini benimsiyor.”
Sovyet Temsilciliği Başkanının düşüncesine göre Kral Abdulaziz, bu ‘değişiklikler’ gerçekleşmeden önce sorunlu alanlara dair keskin bir tartışma yürütmeyecek ve böylece İngilizlerin kışkırtmak adına atabileceği adımlardan da sakınmış olacak. Tyuryakulov, Kral Abdulaziz’in risklerin ve kısıtlayıcı sayılan olası sonuçların farkında olarak benimsediği bu temkinli siyasetinin birkaç sebebe dayandığını düşünüyor. Bu sebeplerden biri şu: “Kral Abdulaziz’i ülkenin sorumlu lideri olarak öne sürmenin zorluğu, özellikle son dönemde Riyad Konferansı’nda daha net bir şekilde hissedildi. Kral Abdulaziz’in meşhur Riyad Konferansı’nın resmi açılışından önceki iki hafta boyunca yaptığı bir araştırma ile onun devletteki birçok hayati meselenin üstesinden gelmeye odaklandığı ortaya çıktı. Komisyonun dış ilişkilere dair kararı da gösteriyor ki Kral Abdulaziz, İngilizlerle barışçıl bir şekilde anlaşma yapmak için tüm yolları deniyor. Kral Abdulaziz’in bu adımları sonuçsuz kalırsa o zaman kabileler, inisiyatif alma hakkı ve bağımsız bir şekilde faaliyet yürütme özgürlüğü kazanır. Kral Abdulaziz’in konumu, özü bakımından müttefikler arasında bir anlaşma sayılan bu kararla ön plana çıkıyor. Belirtmek gerekir ki Kral Abdulaziz, Irak’a karşı istihkamları korumak için arabulucu rolü oynadı ve böylece barış yanlısı bir arabulucu ve barış destekçisi olarak göründü. Amacı, içerideki siyasi meselelerin tartışılmasında da barış yapıcı olarak bu rolü oynama hakkını elinde bulundurmaktı.” 
Tyuryakulov, Kral Abdulaziz’in çoğu zaman iç meselelerde bu ‘barış aracısı’ rolünü yerine getirdiği ve bunda aşırı bir tutum almaktan kaçındığı, dış siyaset meselelerinde de ‘aldatma taktiğini’ uyguladığı sonucuna varıyor. Başkonsolos, şu ifadeleri dile getiriyor: “Kral Abdulaziz’in bu yıllarda Iraklı istihkamları ortadan kaldırmak için gösterdiği ısrar, temelde kabilelerin ve Kral Abdulaziz’in bu meseleye gösterdiği yoğun ilgiye dayandırılıyor. Bu yüzden İngilizlerin çekişmeye dair önerisinin (istihkamların korunması ve Serhan Vadisi, Cuf Merkezi vd. teslim edilmesi yönündeki talep) uzlaşma temelinde ele alınması oldukça uzak. Bu noktada Kral Abdulaziz’in izlediği taktik, başlıca rakibi ile olan çekişmenin nihai olarak tartışılmasından kaçınmak içindir. Bazı Arap gazeteleri, yakın zamanda Kral Abdulaziz ile İngilizler arasında kararlaştırılan toplantının, bilinmeyen sebeplerden ötürü gerçekleşmediğini belirtti. Şimdi Kral Abdulaziz geldiğinde Cidde’de müzakerelerin yeniden başlaması konusunda ısrarın süreceğine dair söylentiler dolaşıyor ve bu amaçla Akabe’de büyük hazırlıklar yapılıyor. Ancak bu müzakerelerin başlayıp başlamaması bir yana, ülkedeki genel durum ve hava, İbn Suud’un bu şartlarda belirleyici bir savaşa girmek için acele etmediğine ve bekleme hattında ilerlemeyi tercih edeceğine işaret ediyor. Bence diğer hat, kesinlikle İbn Suud’un zayıflamasına ve ülke içinde dayandığı kabileler ile Kardeşler arasındaki ittifakın çökmesine yol açacaktır. Bu da İbn Suud’un kapsayıcı planları ile başa çıkmada düşmanın elini daha da güçlendirir. Benim gözümden Anglo-Necid ilişkilerinin önümüzdeki yarım sene içerisindeki geleceği bu şekilde; genel durum değişmezse tabi.”
Sovyet Elçi, Irak’ta meydana gelen zorlu siyasi durumun, İngilizlerin Arap yarımadasındaki siyasetine güçlü bir şekilde etki ettiğine inanıyordu. Nitekim ona göre, “(zorunlu hizmet, Irak ordusunun yüksek yönetimi vb.) askerî ve (Basra limanının yönetim yapısı da dahil olmak üzere tüm gelir kaynaklarının Irak denetimine tabi olması gibi) mali meselelerde Parlamento partileri (sağ kanat dahil) ile İngilizler arasında yaşanan çekişmenin kızışması, ülkedeki siyasi duruma yön veren en önemli etken. Buna ek olarak son zamanda (Irak) (Bağdat) ile (Ümmü’l-Kura) (Mekke) gazetesi arasında yaşanan tartışma, ilişkileri zarif sayılmayacak bir şekilde gözler önüne serdi. Şöyle ki, bu gazetelerden ilki, başyazısını çok keskin bir üslupla kaleme alarak Necidlilere (Necd ve Suudi başkenti Riyad şehri halkı) yönelik nahoş ifadeler sarf etti ve onları barbar olarak niteledi. Ayrıca Irak’ı ilgilendiren meselelerde Irak hükümeti ile değil de üçüncü bir tarafla müzakere yürüttükleri için Necidli liderleri kınadı. Bunun, Necidlilerin Irak ile anlaşmayı gönülden istemediklerinin bir göstergesi olduğunu ifade etti. Ümmü’l-Kura ise verdiği temkinli cevabında haklı olarak, Irak’ın manda yönetimi altında bulunduğuna ve Kral Abdulaziz’in bahsi geçen meseleleri, Iraklıların dış meselelerini yürütmek için bizzat yetki verdiği kimselerle tartışmak zorunda olduğuna işaret etti. Bundan dolayı Ümmü’l-Kura, Irak gazetesinin şikâyetçi olduğu bu sistemin sorumluluğunun Necid halkında olmadığını (büyük ihtimalle bu cevap, Kral Abdulaziz’in gayet iyi tanıdığı Yusuf Yasin tarafından hazırlanmıştır) düşünüyor. Irak’ın, en yakın komşuları Necid ve (Musul ile ona bağlı bölgeyi isteyen) Türkiye ile olan dış ilişkilerini düzeltmeye ihtiyacı olduğuna şüphe yok.”
Dönemlik rapordan anlaşıldığına göre Tyuryakulov, diplomatik temaslara hiç de azımsanmayacak bir önem atfediyordu: “Mekke’deki bazı çevrelerden öğrendim ki Türkiye ve Necid’den gelen saldırıların zamanı, çoğu kez denk geliyor ve önceden anlaşılarak gerçekleştirilmiş operasyonlar izlenimi veriyor. Türkiye ve Necid arasında şu an bir ortaklık olduğunu kabul etmesek bile, iki ateş arasında bulunan Irak’ın anormal durumuna dikkat çekmek gerekir. Bundan hareketle Arap gazetelerinin, Irak’a en yüksek temsilci olarak atanan Herbert Clayton’ın, görev yerine Ankara üzerinden geldiğine dair haberleri gerçeğe yakın görünüyor. Bu haber doğrulanırsa, Clayton’ın Ankara ziyareti, özel bir önem kazanır ve İngilizlerin Araplara yönelik planları ile arasında bir bağlantı kurulur. Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik hırslarının ortadan kalkması, İngilizlerin Güney Irak’taki konumlarını ve İbn Suud ile olan anlaşmazlığını güçlendirir ve ikincisine arka hatlarında korkusuzca dövüşme fırsatı sağlar. Bu noktada, Irak’taki en yüksek temsilcinin Ankara ziyaretini önemli gördüğümü belirtmek isterim.”
Kral Abdulaziz, İngiltere ile arasını düzeltmeye çalıştı ve bunu kendisi için olabildiğince faydalı şartlarla yaptı. Bu doğrultuda her ne kadar saldırılar kendi teşebbüsleri ile başlatılmış olsa da Irak ve Ürdün sınırlarındaki noktalara yönelik bedevi kabile saldırılarını, İngilizlere bir baskı unsuru olarak kullandı. Kral Abdulaziz, saldırıların kendisine bağlı kabileler tarafından başlatıldığı yönündeki şikâyetleri reddediyor ve Irak ile Ürdün hükümetlerine, Hicaz ve Necid kabilelerinin topraklarına yönelik bedevi saldırılarını düzenli olarak haber veriyordu. İngiltere açısından bedevi saldırıları, İbn Suud ile olan ilişkilerini karmaşıklaştıran bir etkendi. O dönemde İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın talimatında şu ifadelere yer verilmişti: “Majestelerinin vekilinin, Irak ve Ürdün hükümetlerinden Hicazlı bedevilerin bu iki ülkenin kabilelerine yönelik yağmalarına dair gelen haberler ve bu iki hükümetin Necid ve Hicaz kabilelerine yönelik saldırılar konusunda, Hicaz hükümetine verdiği cevaplar hakkında Hicaz hükümetini haberdar etmesi gerekir. Bunun için Londra’dan talimat beklemesine lüzum yok (484)”.
Tyuryakulov’un Arap yarımadasının kuzey bölgelerinden biri olan ve Arap yarımadası ile tarihte ‘Büyük Suriye’, şimdi ise Ürdün arasındaki sınırlarda yer alan Cuf ve Serhan Vadisi hakkında yazdıklarına gelince (484), bu hikâyenin tarihine kısaca değinmek yerinde olur. 1793-1818 yılları arasındaki dönemde bu bölge, Birinci Suud Devleti sınırları içerisindeydi. Bu da Kral Abdulaziz’e bu bölgeyi kendi devletinin bir parçası saymak için gerekçe sağlıyordu. Özellikle Cuf, bir zamanlar Şammar Emirliği ile şu an onun kontrolünde bulunan başkenti Hail’in bir parçası idi. 1922 yılının ortalarında İbn Suud, bu bölgeye güçlerini gönderdi. Bölgenin, Revle aşiretinden olan yöneticisi Sultan Bin Şalan, Kral Abdulaziz’in egemenliğini tanıyarak oraya vali oldu. Bu esnada güçler, başkent Amman’a ulaşana dek yürüyüşüne devam etti. Ancak Ürdün halkının direnişi, onu gerisin geriye döndürdü. İngiltere, bu çekişmeye müdahale etmeme kararı alarak o dönemde İngiltere’nin Amman temsilcisi olan ve daha sonra Kral Abdulaziz’e danışmanlık yapan Philby’ye, onlara karşı direnişte İngiliz uçağı ve tanklarını kullanma izni vermedi (486). 1923-24 yılında İngilizlerin çağrısıyla gerçekleştirilen Kuveyt Konferansı’nda İngiltere’nin, Necid Sultanı (Kral Abdulaziz) ile Ürdün Prensi arasındaki çekişmeyi çözme girişimi bir sonuç vermedi. İngilizler, yeni bir girişimde bulunarak İbn Suud’a Ekim 1925’te tecrübeli diplomat olan Clayton’ı gönderdiler. Clayton’un görevleri arasında; Necid ile Ürdün arasındaki sınırları çizmek, aynı şekilde kabilelerin Irak-Necid sınırlarına yönelik silahlı saldırılarını durdurmak da vardı.
Necid ile Ürdün arasındaki sınır meselesinde karşılıklı anlayış sağlanabildi ve bu, 2 Kasım 1925’te imzalanan Anglo-Necd anlaşmasında onaylandı ise de bu, komşularına saldırmayı alışkanlık haline getiren ve kural tanımayan silahlı bedevi kabilelerin saldırılarını durduramadı. Anlaşma uyarınca Cuf ve Serhan Vadisi’nin büyük kısmı, İbn Suud Devleti’ne teslim edilecekti. Maan ve Akabe şehirlerinin kime bağlı olacağı meselesi ise iki taraf arasında tartışmalı bir konu olarak kaldı. Nitekim ne İbn Suud Ürdün’e katılmasına rıza gösterdi ne de İngilizler, geri adım attı. Sınırlar meselesinde nihai karar ancak 1933 yılında verildi. Bunun sonucunda 27 Haziran’da, Suudi Arabistan Krallığı ile Ürdün arasında dostluk ve iyi komşuluk sözleşmesi imzalandı ve Ürdün’e bağlı hale gelen Maan ve Akabe meselesi de dâhil olmak üzere tüm anlaşmazlıklar çözüme kavuştu.
ANILAR-BÖLÜM 1: SOVYETLER, KRAL ABDULAZİZ İLE AYRICAALIKLI İLİŞKİLER KURMAYA ÇALIŞTI



Cezayir seçimleri: Siyasal İslamcılara karşı “bağımsızlar”

Cezayir’in güneyindeki Celfa vilayetinde Aynvuserra’da adayların seçim kampanyasının bir parçası (AP)
Cezayir’in güneyindeki Celfa vilayetinde Aynvuserra’da adayların seçim kampanyasının bir parçası (AP)
TT

Cezayir seçimleri: Siyasal İslamcılara karşı “bağımsızlar”

Cezayir’in güneyindeki Celfa vilayetinde Aynvuserra’da adayların seçim kampanyasının bir parçası (AP)
Cezayir’in güneyindeki Celfa vilayetinde Aynvuserra’da adayların seçim kampanyasının bir parçası (AP)

Cezayir, 12 Haziran'da yapılması planlanan Cumhurbaşkanı Abdulmecid Tebbun döneminin ilk seçimlerine doğru giderken İslami eğilimli partilerin, çoğu bağımsız olan muhalifler karşısında güçlü sonuçlar elde etme olasılığının yüksek olduğunu gösteren göstergeler söz konusu. İslami eğilimli partilerin şansı, ülkede 2019 yılında halkın sokaklara döküldüğü, eski Cumhurbaşkanı Abdulaziz Buteflika'nın uzun soluklu iktidarının sona ermesine katkıda bulunan ‘halk hareketinin’ (Hirak) bazı kesimlerinin yanı sıra Sosyalist Güçler Cephesi (FFS) ile Kültür ve Demokrasi Birliği (RCD) gibi laik partilerin seçimleri boykot etme kararı almaları dahil olmak üzere birçok faktör tarafından destekleniyor. Siyasi arenaya uzun yıllar hakim olan Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN) ve Demokratik Ulusal Birlik (RND) partileri, eski rejime olan bağlılıkları nedeniyle, yarışa bölünmüş halde girdiler.
Pekk, seçim yarışı tablosu, sandık başına gidilmesine günler kala nasıl şekillendi?

‘Milliyetçi’ partiler
FLN, Cezayir’in 1962 yılında bağımsızlığını kazanmasında bu yana ülkenin siyaset sahnesini hegemonyası altına aldı. Hegemonyası, yetkililerin halk protestolarından sonra tek partili hükümet sistemini kaldırdığı 1989 yılına kadar devam etti. Parti, Aralık 1991 seçimlerinde İslami Kurtuluş Cephesi (FIS) karşısında neredeyse iktidarı kaybediyordu. Ancak ordu, seçimlerin ilk tur sonuçlarını iptal etti. Bu adım, 1992 yılının başlarından itibaren ülkenin on yılı aşkın bir süre boyunca şiddet döngüsüne girmesine neden oldu. Cezayir 1997 yılında, 1992'de iptal edilen seçimlerden sonraki ilk parlamento seçimlerini gerçekleştirdi. RND, bu seçimleri, açık ara farkla (156 milletvekili) kazandı. RND, FLN tarafından ihanete uğramaktan korkan parti yetkilileri tarafından kurulan yeni bir partiydi. FLN ise FIS’in kapatılmasının ardından ülkedeki ana İslami eğilimli parti haline gelen Barış Toplumu Hareketi'nden (MSP (69 milletvekili) sonra üçüncü sırada (62 milletvekili) geldi.
FLN, 2002 seçimlerinde 199 sandalye kazanarak yeniden lider olurken RND (1997 seçimlerinde 156 milletvekili çıkardıktan sonra) sadece 47 sandalyeyle üçüncü sıraya geriledi. Partinin bu düşüşü, o dönem parti lideri olan Liamine Zeroual ile bağlantılı olabilir.  Zeroual istifa edip iktidarı Buteflika'ya devrettikten sonra, Buteflika'nın onursal başkanlığını yaptığı FLN iktidarı yeniden geri aldı. 2007 seçimlerinde FLN 136 sandalyeyle liderliğini sürdürürken, onu 61 sandalyeyle RND izledi. 2012 seçimlerinde de tablo değişmedi. FLN, 208 sandalyeyle liderliğini sürdürürken RND 58 sandalye ile peşinden geldi. 2017 seçimlerinde aynı sahne bir kez daha tekrarlandı. FLN, 146 sandalyeyle liderliğini korurken RND, 97 sandalyeyle onu takip etti.
FLN ve RND’nin, Buteflika'nın 1999'dan 2019'a kadar süren iktidarının temel dayanakları olduğu açıkça görülse de Cezayirliler, 12 Haziran'da sandık başına gittiklerinde, iki partinin Buteflika rejimine bağlılıkları ve eski rejimi savunmaları onlara zarar verebilir. Bu iki partinin Buteflika'yı hasta ve konuşamazken haldeyken bile desteklediği ve sağlığının sebep olduğu engelleri bilmelerine rağmen Buteflika’yı arka arkaya cumhurbaşkanlığına aday gösterdikleri biliniyor. Dahası, Buteflika rejimi düşer düşmez bu iki partiden önde gelen çok sayıda isim, yolsuzluk ve yasadışı servet edinme suçlarından hüküm giyerek kendilerini parmaklıklar ardında buldu.
Tüm bu faktörler, kendilerini milliyetçi olarak niteleyen bu iki partinin egemenliğinin sona ermek üzere olabileceği ve 12 Haziran seçimlerinden feci sonuçlarla çıkabileceği izlenimi veriyor.

İslami eğilimli partiler
İslami eğilimli partiler, muhaliflerinin dağılması ve bir noktada her zaman hükümetlerin milliyetçilerle siyasal İslamcıları (FLN, RND ve MSP) bir araya getirmesi gerektiğinde ısrar eden eski Cumhurbaşkanı Buteflika’nın rejiminin bir parçası olmasına rağmen, Buteflika'ya karşı halk hareketine verdiği desteği sürmesini sonucunda 2021 seçimlerine güçlü bir konumda giriyorlar.
Siyasal İslamcıların Buteflika yönetiminden ayrılması, 2011'de Arap Baharı'nın başlamasından hemen sonrasına denk geliyor. İslami eğilimli partiler, muhalifleri tarafından, tökezleyen halk hareketini sürdürerek fırsatçı olmakla suçlandılar. Arap Baharı, Mısır, Tunus ve Libya'da olduğu gibi Cezayir’de de siyasal İslamcıları öne çıkardı. Tıpkı, parlamento seçimlerinin siyasal İslamcıların ilk kez hükümete liderlik etmelerine izin veren en büyük payı kazanmasıyla sonuçlandığı Fas’ta olduğu gibi.
Ancak 2012 seçimleri, siyasal İslamcıların istediği gibi geçmedi. Çünkü resmi sonuçlar FLN'nin ve RND’nin hakimiyetinin devam ettiğini gösterdi. Bu sonuçlar, siyasal İslamcıları seçimlerde hileli yapıldığı iddiasında bulunmaya itti. Aynı sonuç, siyasal İslamcıların milliyetçilerin ardından üçüncü sırada yer aldığı 2017 seçimlerinde de tekrarlandı. Ancak bugün 2021 seçimlerinin arifesinde, rakiplerinin ve muhaliflerinin yaşadığı talihsizlikler, en çok siyasal İslamcıların işine yarayacak gibi görünen bir tablo söz konusu.
İslami eğilimli partilerin başını şuan, Abdurrezzak Mukri liderliğindeki MSP ve Abdullah Caballa liderliğindeki Adalet ve Kalkınma Cephesi (FJD) çekiyor.

Laik partiler
Cezayir’deki laik partilerin başını ise uzun yıllardır, güçleri Tizi Vuzu ve Bicaye gibi aşiret bölgelerinde yoğunlaşan FFS ve RCD çekiyor. Ancak bu iki parti geçtiğimiz yıllarda, özellikle FFS’nin önde gelen isimlerinden Hüseyin Ayet Ahmed’in partiden ayrılmasından ve RCD’nin lideri Said Sadi'nin istifasından sonra, kendilerini sürekli bir kaos içerisinde buldular. Bunun yanı sıra iki parti, 2021 seçimlerini boykot etme kararı aldıklarını açıkladılar. Troyka yanlısı (Avrupa Birliği/AB, Uluslararası Para Fonu/IMF, Avrupa Merkez Bankası/AMB) siyasetçi Louisa Hanun liderliğinde Sosyalist Eşitlik Partisi (PES) adlı üçüncü bir sol eğilimli parti daha var. Bu parti de 12 Haziran seçimlerini de boykot edecek, ancak halk arasındaki popülaritesi, hiçbir zaman 1990'larda siyasal İslamcılara yönelik sert eleştirileriyle tanınan lideri Hanun'unki kadar yüksek olmadı.

Halk hareketi ve ordu
Halk hareketi, 2019 yılında Buteflika rejimini devirmede orduyla birlikte önemli bir rol oynadı. Cumhurbaşkanının sağlığının elverişsiz olmasına rağmen seçimlerde yeniden aday olmasına karşı başlayan halk protestoları sonrasında ordu, halk hareketinin yanında yer almaya karar verdi ve aynı yılın Nisan ayında Buteflika'yı iktidardan uzaklaştırdı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Ahmed Kayid Salah, Buteflika’nın azledilmesinin yanı sıra Buteflika rejiminin iktidarının temel direkleri eski başbakanlardan Abdulmelik Sellal ve Ahmed Uyahya ile parti liderleri ve işadamlarından ve hatta bazı ordu komutanlarından çok sayıda ismin yargılanmasında kilit bir rol oynadı. Aynı zamanda ‘General Tevfik’ adıyla bilinen eski İstihbarat ve Güvenlik Dairesi (DRS) Başkanı Muhammed Medin ve İstihbarat Teşkilatı Başkanı Osman Tartak (Beşir) da görevden alındı. Ancak Kayid Salah'ın rolü, Buteflika rejimini devirmesinden sadece aylar sonra Aralık 2019'da aniden vefat etmesiyle sona erdi. Ancak orduya verdiği halk hareketiyle birlikte hareket etmesi yönündeki emri, Abdulmecid Tebbun’u cumhurbaşkanlığına getiren mevcut dönemin önünü açtı.
Cezayir ordusu şuan, sürekli olarak askeri birliklerin önünde konuşmalar ve sırayla saha ziyaretleri yapan Genelkurmay Başkanı Said Şangariha tarafından yönetiliyor. Ama aslında, ordu liderliğinin ve onunla birlikte istihbarat servisinin, tıpkı geçmiş yıllarda olduğu gibi bu kez de perde arkasında siyasi bir rol oynamaya devam etmeye istekli mi olduğu yoksa siyaset sahnesini seçimlerden çıkacak olan iktidara terk mi edeceği henüz netlik kazanmış değil.
FLN’nin 1992 yılında iktidara gelmesinin engellenmesi için ordunun doğrudan müdahale etmesi gerekti. Bu adımı eleştirenler ülkeyi kanlı bir on yıla sürüklediğini söylerken, destekleyenler ise bu adımın ülkeyi o dönemde liderlerinin açıklamalarından çıkarılan sonuca göre demokrasiye inanmayan bir partinin elinden kurtardığını söylüyorlar.
Öte yandan, halk hareketinin Buteflika yönetimine son vermedeki ana rolüne rağmen, asıl sorunu eleştirenlerin de söylediği üzere kendisini temsil eden ve onun adına konuşan bir liderlik üretememiş olmasıdır. Her ne kadar hareketin kendisini temsil edecek birini çıkaramamasının, kendi çıkarına olumlu bir faktör olduğunu söyleyenler de var. Çünkü onlara göre iktidar, halk hareketini sona erdirmek için hareketin önde gelen isimlerini tutuklayabilirdi. Hatta hareketin, İslami eğilimli saflarda daha görünür hale gelmesiyle, belki de gösterilerin FLN’nin kalesi olarak bilinen bölgelerden gelenlerin güçlü bir şekilde yer aldıkları başkent Cezayir’de çoğu zaman cuma namazından sonra düzenlenmesi nedeniyle, ortaya çıkışının ilk aylarında sahip olduğu ivmenin bir miktarını geçtiğimiz aylarda kaybettiği de ortadadır.
Dolayısıyla, hareketin bir bölümünün ihtiyaç duyulan değişikliği sağlayamayacağı gerekçesiyle seçimleri boykot edeceği, ideolojiye sahip bir başka kesimin ise siyasal İslamcılara oy vereceği açıktır.

Bağımsızlar
Eğer tablo böyle devam ederse, siyasal İslamcıların iktidara gelmesini önleme iddiası, özellikle Cumhurbaşkanı Tebbun belirli bir partiyi desteklemediğinden ve seçimlerde yarışacak bir partiye sahip olmadığından, büyük ölçüde önümüzdeki anketlerdeki bağımsız adayların performansına bağlı olacak gibi görünüyor. Cezayir Bağımsız Ulusal Seçim İdaresi istatistiklerine göre seçim yarışı, 646’sı partili,  837’si bağımsız olmak üzere bin 483 milletvekili adayı arasında gerçekleşecek. Peki, kim galip gelecek? Bu sorunun cevabı seçime birkaç gün kala netleşebilir mi?