Anılar-Bölüm 2: Kral Abdulaziz, yurtdışına yönelmeden önce Necid’deki kabilelerle arasını düzeltiyor

Kral Abdulaziz ve solunda Hicaz’daki Kral Yardımcılığı görevini üstlenen oğlu Kral Faysal
Kral Abdulaziz ve solunda Hicaz’daki Kral Yardımcılığı görevini üstlenen oğlu Kral Faysal
TT

Anılar-Bölüm 2: Kral Abdulaziz, yurtdışına yönelmeden önce Necid’deki kabilelerle arasını düzeltiyor

Kral Abdulaziz ve solunda Hicaz’daki Kral Yardımcılığı görevini üstlenen oğlu Kral Faysal
Kral Abdulaziz ve solunda Hicaz’daki Kral Yardımcılığı görevini üstlenen oğlu Kral Faysal

Sovyet Temsilci Nazir Beg, Hicaz şehirleri halkının iktidara karşı tutumunu da tahlil etmiş. Onun değerlendirmesine göre önde gelen tacirler, şehirdeki hayatın tüm kıvrımlarına hükmediyordu. Bu tacirlerin çıkarları ise, İngiliz ve Hint pazarıyla bağlantılıydı. Hicaz’daki tüccar elitin İngiliz-Hint dünyasına olan bağlılığı, ona İngilizlerin o dönemde siyasi ve ekonomik baskı araçları ile yetinmeyip, geniş ölçüde kültürel baskı araçlarını da kullanarak çizdikleri siyasi hattı dikte etti.
Tyuryakulov’un, gözlemlerine ve diplomata gelen bilgilere dayanarak mı bu çıkarımlarda bulunduğu, yoksa, Moskova’ya duymak istediği bilgileri mi gönderdiğini tespit etmek zor. Nitekim bu ikinci tarz, yalnızca Sovyet diplomat çevrelerinde değil, geniş planda birçokları tarafından yaygın olarak benimseniyordu. Ortadoğu siyasetinde öncelikli görev olarak İngiliz ile karşılaşmayı belleyen Moskova’nın, oldukları olmadıkları her yerde ‘İngiliz emperyalistlerin’ hilelerini görmek istediği biliniyor.
Bununla birlikte Tyuryakulov’un merkeze gönderdiği analiz belgelerinden varılabilecek sonuçlara göre Kral Abdulaziz, bir yandan merkezî otoriteye değil de şeyhlerine itaate meyilli olan bedevi kabilelerin baskısına, diğer yandan İngiliz eğilime sahip önde gelen Hicazlı tacirlerin düşünce yönelimlerinin baskısına maruz kalıyordu. Bedeviler ile eşit ölçüde baskı unsuru olan tüccar, Kral’ın, Arap adasında bağımsız bir devlet kurma çabasından hoşnut değildi. Tyuryakulov, yalnızca ‘radikal’ İslam inancına dayanmanın, Kral Abdulaziz’e Hicaz ve Necid toplumunu birleştirme imkânı sağlayacağı kanaatindeydi.
Sovyet Temsilcinin ifadesine göre, “Kral Abdulaziz’in şahsında tam yetki ve imameti toplayacağı bir devlet ve toplum inşa etmesi, Kral makamında ona, niyetlerini gerçekleştirmek için geniş yetkiler verecektir.” Tyuryakulov, İbn Suud’un, halkın yaşam tarzına uygun olanı yaptığını ve kendisi için ‘en yüksek ekonomik faaliyet biçimine erişmek üzere mücadeleye’ dayalı temeli oluşturduğunu ifade ediyor. Sovyet Temsilciliğinin siyasi mektubunda Kral Abdulaziz’in “tarım unsurlarını artırmak ve güçlendirmek için çabaladığı (aslında yarı-tarımsal idi) gibi aynı şekilde, kendi saflarına katmak suretiyle bazılarının geleneksel nüfuzunu kırmaya çalıştığına da işaret ediliyor (480).”
Tyuryakulov, Kardeşler (İhvan): ( Bir diğer adıyla ‘Allah’a itaat edenlerin kardeşleri’. 1911 yılında Suudi Arabistan’da Kabile şeyhleri ve davetçilerden oluşan bir topluluk tarafından meydana getirilen bu hareket, Sabilla savaşında bitirildi) hareketinin devlet içindeki rolünün artmasını da gözlemledi. Nitekim “Bu kimseler, Kral Abdulaziz’in yalnızca Necid’de değil, Krallığın dört bir yanındaki destekçileri idi. Bundan dolayı Şeyh Muhammed Bin Abdulvehhab’ın çağrısı, ülkenin her bir yerinde egemen bir konum işgal etti. Hükümet, yerel gönüllü grupların yanı sıra Hicaz’ın büyük ve önemli tüm yerleşim merkezlerinde askerî birlikler kurmaktaydı. Necidliler, yerel olan tüm önemli dairelerde (valilikler, gümrükler vb.) bu amaç için oluşturulan müfettiş ve yardımcı koltuklarını ellerinde bulunduruyorlardı.”
Mekke’de davetçi hazırlamak için özel olarak eğitim veren okulların yanı sıra devletin açtığı pek çok okulda da Şeyh Muhammed Bin Abdulvehhab’ın öğretileri ve daveti aşamalı olarak varlık gösterir oldu. Davetçilerin denetim alanı, devletteki önemli kollarla sınırlı kalmıyor; Hicaz’daki halkın günlük hayatına uzanıyor, yön veriyor ya da düşündükleri yüksek ideallere göre bu yaşam biçimi üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışıyordu (…).” Bu noktada Başkonsolosun çıkarımlarında bazı dikkatsizlikler göze çarpıyor. Şöyle ki, olayların sonraki gelişmesi, özellikle de Kral’ın Kardeşlere yönelik daha önce bahsettiğimiz savaşı, Tyuryakulov’u, Kardeşlerin desteğinin Kral için önemli olduğuna dair değerlendirmesini gözden geçirmeye mecbur etti.
Başkonsolos, “Hicaz’da nüfuzu olan tüccarların, ülkede demagojik barış bayrağı altında olduklarını” ve Kral Abdulaziz’i siyasi tavizler sunmaya sevk ettiklerini de iddia ediyor. Buna net bir örnek olaraksa, Cidde’de etkinlik sahibi olan ve Kral Abdulaziz’e (İngiltere’nin Irak Elçisi Herbert) Clayton ile görüşmeleri esnasında İngilizlere taviz vermesini öğütleyen Muhammed Nasır’ın konuşmasını gösteriyor. Hakimov’un başlattığı geleneği sürdüren Sovyet Diplomat, güçlü merkezî devlet yapısının sancaktarı ve sömürgeci İngiltere’ye karşı çıkarlarını savunan yönetici sıfatıyla Kral Abdulaziz ve İngilizlere tümden ve tartışmasız bir şekilde bağlı görünen Hicaz tüccarı arasında karşılaştırma yaptı.
Ticari sermaye, Sovyet temsilcilerine sempati duymuyordu. Bu durum, onların, Temsilciliğe karşı olumsuz tutumlarını daha da artırdı. Zira Elçi özellikle, yerel pazarda Sovyet mallarının satışındaki başarısızlıktan bizzat onları sorumlu tutuyordu.  
Tyuryakulov ve diğer diplomatlar, Moskova’da Yabancı Doğu alanında uzmanlaşmış bazı teorisyenlerin, İbn Suud Krallığını, pek ilgisi olmasa da, Ekim Devrimi’nin etkisiyle devrimsel değişimlerin meydana geldiği ülkeler arasına katmaya hevesli olduklarını gayet iyi biliyorlardı. Gelgelelim Arap adası, İran ve Türkiye’ye benzemekten ne kadar da uzak! Bununla birlikte daha önce de işaret edildiği üzere Arap çöllerinde devrimci toplumsal bir hareket kurmaya dönük tüm çabaların boşa gideceği algısı yerleşik kaldı. Bu algıyı ise pratikte böyle çabaların olmayışı ve Suudi Arabistan ile olan ilişkilerde ılımlı pragmatik görüşlerin egemen oluşu yönetti.
Bununla beraber bu ülkedeki iç siyasi durumu analiz eden diplomatlar, sınıflaşmayı unutmuş gibi yapmamaya çalıştılar. Onları, düzenli olarak ‘Hicaz’daki kompradorları (yabancı ortaklıklar yararına çalışan yerli aracı)’ eleştirip, Sovyet-Suudi ilişkilerindeki gerileme de dâhil olmak üzere, her türlü musibetten sorumlu tutarken görürsünüz. Temsilcilik Başkanı, Moskova’ya şunu iletti: “Tüccar ailelerden birçoğu, ya çocuklarını İngiliz-Hint okullarında okutuyor ya da evlerine İngiltere konsolosluğundaki memurlar arasından öğretmenler ya da mürebbiyeler çağırıyor.” Tyuryakulov, tüccara ait genel hattı, ‘şu veya bu ölçüde İngiliz çıkarlarını maskeleyen bir himaye’ olarak göstermeye çalıştı ve şöyle dedi: “Hicaz şehirlerindeki yüksek ticari burjuva yönetim sınıfı, Kral Abdulaziz ile birlikte olacak. Ta ki Kral, ülkenin genel çıkarlarını göz önünde bulundurarak bu sınıfın temel çıkarlarını riske atmak ve ülke içinde yabancı pazarlar ve serbest ticaret ile olan ilişkileri sürdürmek yani tekelleşmek zorunda kalana dek.”
Başkonsolos, Moskova ile olan mektuplaşmalarında Hicaz’daki şehir halkının bir başka kesiminin düşünce yönelimlerine de değiniyor. Hacılara ev sahipliği yapan bu kesim, bu sayede ‘küçük şehir halkının’ büyük kesimi üzerinde nüfuza sahipti. Elçi, konuya dair şu ifadeleri kullanıyor: “Kral Abdulaziz’in zihnini meşgul eden hac işlerinin yönetimi, bu sınıfı da kapsadı.” Elçinin ifadesine göre, Kral Abdulaziz’in bu faaliyeti, geleneksel bir kabul haline gelmiş olan ev sahibi keyfiliğine yönelikti.
Diplomatik belgeleri analiz etme serbestîsini büyük oranda kısıtlayan kayıtlamalara rağmen Tyuryakulov, yeni devlet yapısının gücüne, çekiciliğine ve manevi dayanağına işaret ederek öngörülerde bulundu: “Necid’de Vehhabi davetinin yayılması ve güçlenmesi, bu esnada çiftliklerinin ekonomik yeteneklerinin artması ile birlikte Şeyh Muhammed Bin Abdulvehhab’ın davetinin yurtdışında siyasi ve manevi bir etkinliğe sahip olacağını varsaymak gerek.” Petrolün henüz ortaya çıkmadığı bu uzak dönemde davetin, sınırların dışına genişleyeceğini kimse öngöremezdi. Hele ki siyasetçiler ve diplomatların çoğunluğu bu daveti, yalnızca Arap adasını ilgilendiren bir olgu olarak kabul ediyordu. Sovyet Diplomat, ‘herhangi bir dış siyasi felaket yaşanmazsa iktidarın, ciddi olarak ve uzun bir süre güçleneceğine’ dair inancını da dile getiriyor.
Sovyet Temsilciliğinin, faaliyet gösterdiği ülkenin dış politikasına yoğun ilgi göstermesi gayet doğaldı. Tyuryakulov, merkez ile olan yazışmalarında Krallığın bu tutumuna, birçok ülke ile olan ilişkilerinde meydana gelen istikrarsız durumu sebep göstererek, “Bu dayanılmaz durum, halen savaş halinde olan İbn Suud Devleti gibi bir ülke için özellikle zor” ifadeleriyle dile getiriyor. Konsolosluk, Kral Abdulaziz’in, sırası geldiğinde hükümetinden ilgi gördüğü İngiltere ile ilişkileri iyileştirmeye öncelik verdiğini söylerken, isabet etmişti.
Sovyet diplomatların değerlendirmesine göre Krallığın dış politikasına ilişkin başlıca olay, Kral Abdulaziz’in daha önce de bahsettiğimiz gibi 17 Eylül 1927’de İngiltere ile sözleşme imzalamış olmasıdır. Temsilciliğin bu meseleye dair incelemesinde şu ifadeler yer alıyor: “İngiltere, tartışmalı olan meselelerde kendisi için daha faydalı çözümler elde etmek adına İbn Suud’a baskı unsuru olarak bu anlaşmanın imzalanmasını geciktirdi. Görünüşe bakılırsa İbn Suud, taviz vermedi; İngilizler de İbn Suud’un verdiklerine geçici olarak razı olup anlaşmaya imza attı. Bu anlaşma İngilizler için aslında, Kral Abdulaziz’in İslam’ı temsil ettiğini vurgulamak bakımından sadece göstermelik bir önem taşıyordu.”
Sovyet Temsilciliği görevlilerine göre 1928’de İngiltere ile ilişkilerin iyileştirilmesi yönündeki çözüm, İngilizlerin, Hayfa-Kuveyt demiryolu hattının uzatılması projesiyle sınırlı kaldı. Başkonsolos, diplomatik yazışmalarında, meydana gelen duruma dair şu değerlendirmede bulunuyor: “Bu yolun uzatılması meselesi üzerine düşünmek gerekir. Kanaatimce bu, İngiltere İmparatorluğunun öncelik verdiği temel bir mesele olması bakımından önemli. Bu meseleye kıyasla diğerleri, ikincil öneme sahip. Mesela Necid sınırlarında inşa edilen Iraklı istihkamların görevinin, bir sonraki demiryolunun güvenliğini korumak ve kabileleri (Mutayr ve Acman) Necid sınırlarından güneye doğru uzaklaştırmak olduğunu göz önünde bulundurursak, Ürdün kabilelerinin Krallık topraklarına yönelik düzenli saldırılarını, İbn Suud’u zikredilen yönde etkileme vesilelerinden biri olarak düşünmek gerekir. Elbette kabileler tarafından gerçekleştirilen böylesi saldırılar, bu ülkelerde başlatılıyor ve özel iç sebepleri var. Ancak İngiltere’nin hedeflerini gerçekleştirmek için bunları teşvik ettiğini, desteklediğini ve organize ettiğini dikkate alır, Mısır-Necid anlaşmazlığının ( Mısır’ın Krallığı tanımaması, Kral Fuad’ın hilafet planları ve (481) Hevdeci’ne -Cemal Vakası- dair tartışma) doğurduğu siyasi etki açısından bakarsak Mısır’ın artan taleplerini, İngiliz siyaseti açısından olumlu yönlerden biri olarak düşünmeli.”
Sovyet Elçi, İngilizlerin 5 yıl içerisinde Kral Abdulaziz’e karşı uyguladığı taktiği değerlendirirken İngiltere’nin, daha önce İngiltere hükümetinin 1925-27 yıllarında arasında izlediği anlaşma ve orta yol yaklaşımını 1928 yılından itibaren terk ederek aşamalı olarak baskı uygulama ve Kral Abdulaziz’i yurtdışında ‘çeşitli sıkıntılara’ sokma yoluna başvurduğuna, ‘davranışlarına yeni bir yol çizen’ Riyad’daki siyasetçilerin de bunun farkına vardığına işaret ediyor. Tyuryakulov, konuya ilişki şu ifadeleri dile getiriyor: “Şerif Tevfik gibi bazı Arap şahsiyetler (483) zannediyorlar ki İngiltere’deki muhafazakâr yönetim, özellikle seçimlerin yaklaşması ile birlikte, dış politika alanında daha az aktif bir hükümetin iktidara gelmesi ihtimalini dikkate alarak bazı durumları gözetiyor ve bu yüzden (Hayfa-Kuveyt) demiryolu hattının önemini abartıyor. Bu noktada bu çevrelerin görüşüne göre İngilizlerin, bu meseleyi gerek acil bir şekilde çözme isteği, gerekse böyle savaş biçiminde ortaya koymalarının mevcut durum karşısında muhafazakârların müttefiki olma arzusundan kaynaklandığı ve bir şekilde mevcut muhafazakâr hükümetin yöntemini sürdürmek zorunda kaldıkları daha anlaşılır oluyor. İngilizlerin niyetlerine dair bu değerlendirmeden hareketle yerel siyasi çevreler, önümüzdeki dönemde Suudi-İngiliz ilişkilerinin daha da krizli olmasından yana endişe duyuyor. Bu düşünce, Kraliyet sarayına yakın olanlar ve Kral Abdulaziz ile yandaşlarının görüş ve tasarılarının farkında olanlarda yankısını buluyor ve kendisini İbn Suud’un yeni taktiğinde de doğrudan gösteriyor. İbn Suud, seçimlerden sonra İngiltere’nin Doğu politikasında bazı değişikliklerin olabileceğini umarak zaman kazanmayı sürdürme taktiğini benimsiyor.”
Sovyet Temsilciliği Başkanının düşüncesine göre Kral Abdulaziz, bu ‘değişiklikler’ gerçekleşmeden önce sorunlu alanlara dair keskin bir tartışma yürütmeyecek ve böylece İngilizlerin kışkırtmak adına atabileceği adımlardan da sakınmış olacak. Tyuryakulov, Kral Abdulaziz’in risklerin ve kısıtlayıcı sayılan olası sonuçların farkında olarak benimsediği bu temkinli siyasetinin birkaç sebebe dayandığını düşünüyor. Bu sebeplerden biri şu: “Kral Abdulaziz’i ülkenin sorumlu lideri olarak öne sürmenin zorluğu, özellikle son dönemde Riyad Konferansı’nda daha net bir şekilde hissedildi. Kral Abdulaziz’in meşhur Riyad Konferansı’nın resmi açılışından önceki iki hafta boyunca yaptığı bir araştırma ile onun devletteki birçok hayati meselenin üstesinden gelmeye odaklandığı ortaya çıktı. Komisyonun dış ilişkilere dair kararı da gösteriyor ki Kral Abdulaziz, İngilizlerle barışçıl bir şekilde anlaşma yapmak için tüm yolları deniyor. Kral Abdulaziz’in bu adımları sonuçsuz kalırsa o zaman kabileler, inisiyatif alma hakkı ve bağımsız bir şekilde faaliyet yürütme özgürlüğü kazanır. Kral Abdulaziz’in konumu, özü bakımından müttefikler arasında bir anlaşma sayılan bu kararla ön plana çıkıyor. Belirtmek gerekir ki Kral Abdulaziz, Irak’a karşı istihkamları korumak için arabulucu rolü oynadı ve böylece barış yanlısı bir arabulucu ve barış destekçisi olarak göründü. Amacı, içerideki siyasi meselelerin tartışılmasında da barış yapıcı olarak bu rolü oynama hakkını elinde bulundurmaktı.” 
Tyuryakulov, Kral Abdulaziz’in çoğu zaman iç meselelerde bu ‘barış aracısı’ rolünü yerine getirdiği ve bunda aşırı bir tutum almaktan kaçındığı, dış siyaset meselelerinde de ‘aldatma taktiğini’ uyguladığı sonucuna varıyor. Başkonsolos, şu ifadeleri dile getiriyor: “Kral Abdulaziz’in bu yıllarda Iraklı istihkamları ortadan kaldırmak için gösterdiği ısrar, temelde kabilelerin ve Kral Abdulaziz’in bu meseleye gösterdiği yoğun ilgiye dayandırılıyor. Bu yüzden İngilizlerin çekişmeye dair önerisinin (istihkamların korunması ve Serhan Vadisi, Cuf Merkezi vd. teslim edilmesi yönündeki talep) uzlaşma temelinde ele alınması oldukça uzak. Bu noktada Kral Abdulaziz’in izlediği taktik, başlıca rakibi ile olan çekişmenin nihai olarak tartışılmasından kaçınmak içindir. Bazı Arap gazeteleri, yakın zamanda Kral Abdulaziz ile İngilizler arasında kararlaştırılan toplantının, bilinmeyen sebeplerden ötürü gerçekleşmediğini belirtti. Şimdi Kral Abdulaziz geldiğinde Cidde’de müzakerelerin yeniden başlaması konusunda ısrarın süreceğine dair söylentiler dolaşıyor ve bu amaçla Akabe’de büyük hazırlıklar yapılıyor. Ancak bu müzakerelerin başlayıp başlamaması bir yana, ülkedeki genel durum ve hava, İbn Suud’un bu şartlarda belirleyici bir savaşa girmek için acele etmediğine ve bekleme hattında ilerlemeyi tercih edeceğine işaret ediyor. Bence diğer hat, kesinlikle İbn Suud’un zayıflamasına ve ülke içinde dayandığı kabileler ile Kardeşler arasındaki ittifakın çökmesine yol açacaktır. Bu da İbn Suud’un kapsayıcı planları ile başa çıkmada düşmanın elini daha da güçlendirir. Benim gözümden Anglo-Necid ilişkilerinin önümüzdeki yarım sene içerisindeki geleceği bu şekilde; genel durum değişmezse tabi.”
Sovyet Elçi, Irak’ta meydana gelen zorlu siyasi durumun, İngilizlerin Arap yarımadasındaki siyasetine güçlü bir şekilde etki ettiğine inanıyordu. Nitekim ona göre, “(zorunlu hizmet, Irak ordusunun yüksek yönetimi vb.) askerî ve (Basra limanının yönetim yapısı da dahil olmak üzere tüm gelir kaynaklarının Irak denetimine tabi olması gibi) mali meselelerde Parlamento partileri (sağ kanat dahil) ile İngilizler arasında yaşanan çekişmenin kızışması, ülkedeki siyasi duruma yön veren en önemli etken. Buna ek olarak son zamanda (Irak) (Bağdat) ile (Ümmü’l-Kura) (Mekke) gazetesi arasında yaşanan tartışma, ilişkileri zarif sayılmayacak bir şekilde gözler önüne serdi. Şöyle ki, bu gazetelerden ilki, başyazısını çok keskin bir üslupla kaleme alarak Necidlilere (Necd ve Suudi başkenti Riyad şehri halkı) yönelik nahoş ifadeler sarf etti ve onları barbar olarak niteledi. Ayrıca Irak’ı ilgilendiren meselelerde Irak hükümeti ile değil de üçüncü bir tarafla müzakere yürüttükleri için Necidli liderleri kınadı. Bunun, Necidlilerin Irak ile anlaşmayı gönülden istemediklerinin bir göstergesi olduğunu ifade etti. Ümmü’l-Kura ise verdiği temkinli cevabında haklı olarak, Irak’ın manda yönetimi altında bulunduğuna ve Kral Abdulaziz’in bahsi geçen meseleleri, Iraklıların dış meselelerini yürütmek için bizzat yetki verdiği kimselerle tartışmak zorunda olduğuna işaret etti. Bundan dolayı Ümmü’l-Kura, Irak gazetesinin şikâyetçi olduğu bu sistemin sorumluluğunun Necid halkında olmadığını (büyük ihtimalle bu cevap, Kral Abdulaziz’in gayet iyi tanıdığı Yusuf Yasin tarafından hazırlanmıştır) düşünüyor. Irak’ın, en yakın komşuları Necid ve (Musul ile ona bağlı bölgeyi isteyen) Türkiye ile olan dış ilişkilerini düzeltmeye ihtiyacı olduğuna şüphe yok.”
Dönemlik rapordan anlaşıldığına göre Tyuryakulov, diplomatik temaslara hiç de azımsanmayacak bir önem atfediyordu: “Mekke’deki bazı çevrelerden öğrendim ki Türkiye ve Necid’den gelen saldırıların zamanı, çoğu kez denk geliyor ve önceden anlaşılarak gerçekleştirilmiş operasyonlar izlenimi veriyor. Türkiye ve Necid arasında şu an bir ortaklık olduğunu kabul etmesek bile, iki ateş arasında bulunan Irak’ın anormal durumuna dikkat çekmek gerekir. Bundan hareketle Arap gazetelerinin, Irak’a en yüksek temsilci olarak atanan Herbert Clayton’ın, görev yerine Ankara üzerinden geldiğine dair haberleri gerçeğe yakın görünüyor. Bu haber doğrulanırsa, Clayton’ın Ankara ziyareti, özel bir önem kazanır ve İngilizlerin Araplara yönelik planları ile arasında bir bağlantı kurulur. Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik hırslarının ortadan kalkması, İngilizlerin Güney Irak’taki konumlarını ve İbn Suud ile olan anlaşmazlığını güçlendirir ve ikincisine arka hatlarında korkusuzca dövüşme fırsatı sağlar. Bu noktada, Irak’taki en yüksek temsilcinin Ankara ziyaretini önemli gördüğümü belirtmek isterim.”
Kral Abdulaziz, İngiltere ile arasını düzeltmeye çalıştı ve bunu kendisi için olabildiğince faydalı şartlarla yaptı. Bu doğrultuda her ne kadar saldırılar kendi teşebbüsleri ile başlatılmış olsa da Irak ve Ürdün sınırlarındaki noktalara yönelik bedevi kabile saldırılarını, İngilizlere bir baskı unsuru olarak kullandı. Kral Abdulaziz, saldırıların kendisine bağlı kabileler tarafından başlatıldığı yönündeki şikâyetleri reddediyor ve Irak ile Ürdün hükümetlerine, Hicaz ve Necid kabilelerinin topraklarına yönelik bedevi saldırılarını düzenli olarak haber veriyordu. İngiltere açısından bedevi saldırıları, İbn Suud ile olan ilişkilerini karmaşıklaştıran bir etkendi. O dönemde İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın talimatında şu ifadelere yer verilmişti: “Majestelerinin vekilinin, Irak ve Ürdün hükümetlerinden Hicazlı bedevilerin bu iki ülkenin kabilelerine yönelik yağmalarına dair gelen haberler ve bu iki hükümetin Necid ve Hicaz kabilelerine yönelik saldırılar konusunda, Hicaz hükümetine verdiği cevaplar hakkında Hicaz hükümetini haberdar etmesi gerekir. Bunun için Londra’dan talimat beklemesine lüzum yok (484)”.
Tyuryakulov’un Arap yarımadasının kuzey bölgelerinden biri olan ve Arap yarımadası ile tarihte ‘Büyük Suriye’, şimdi ise Ürdün arasındaki sınırlarda yer alan Cuf ve Serhan Vadisi hakkında yazdıklarına gelince (484), bu hikâyenin tarihine kısaca değinmek yerinde olur. 1793-1818 yılları arasındaki dönemde bu bölge, Birinci Suud Devleti sınırları içerisindeydi. Bu da Kral Abdulaziz’e bu bölgeyi kendi devletinin bir parçası saymak için gerekçe sağlıyordu. Özellikle Cuf, bir zamanlar Şammar Emirliği ile şu an onun kontrolünde bulunan başkenti Hail’in bir parçası idi. 1922 yılının ortalarında İbn Suud, bu bölgeye güçlerini gönderdi. Bölgenin, Revle aşiretinden olan yöneticisi Sultan Bin Şalan, Kral Abdulaziz’in egemenliğini tanıyarak oraya vali oldu. Bu esnada güçler, başkent Amman’a ulaşana dek yürüyüşüne devam etti. Ancak Ürdün halkının direnişi, onu gerisin geriye döndürdü. İngiltere, bu çekişmeye müdahale etmeme kararı alarak o dönemde İngiltere’nin Amman temsilcisi olan ve daha sonra Kral Abdulaziz’e danışmanlık yapan Philby’ye, onlara karşı direnişte İngiliz uçağı ve tanklarını kullanma izni vermedi (486). 1923-24 yılında İngilizlerin çağrısıyla gerçekleştirilen Kuveyt Konferansı’nda İngiltere’nin, Necid Sultanı (Kral Abdulaziz) ile Ürdün Prensi arasındaki çekişmeyi çözme girişimi bir sonuç vermedi. İngilizler, yeni bir girişimde bulunarak İbn Suud’a Ekim 1925’te tecrübeli diplomat olan Clayton’ı gönderdiler. Clayton’un görevleri arasında; Necid ile Ürdün arasındaki sınırları çizmek, aynı şekilde kabilelerin Irak-Necid sınırlarına yönelik silahlı saldırılarını durdurmak da vardı.
Necid ile Ürdün arasındaki sınır meselesinde karşılıklı anlayış sağlanabildi ve bu, 2 Kasım 1925’te imzalanan Anglo-Necd anlaşmasında onaylandı ise de bu, komşularına saldırmayı alışkanlık haline getiren ve kural tanımayan silahlı bedevi kabilelerin saldırılarını durduramadı. Anlaşma uyarınca Cuf ve Serhan Vadisi’nin büyük kısmı, İbn Suud Devleti’ne teslim edilecekti. Maan ve Akabe şehirlerinin kime bağlı olacağı meselesi ise iki taraf arasında tartışmalı bir konu olarak kaldı. Nitekim ne İbn Suud Ürdün’e katılmasına rıza gösterdi ne de İngilizler, geri adım attı. Sınırlar meselesinde nihai karar ancak 1933 yılında verildi. Bunun sonucunda 27 Haziran’da, Suudi Arabistan Krallığı ile Ürdün arasında dostluk ve iyi komşuluk sözleşmesi imzalandı ve Ürdün’e bağlı hale gelen Maan ve Akabe meselesi de dâhil olmak üzere tüm anlaşmazlıklar çözüme kavuştu.
ANILAR-BÖLÜM 1: SOVYETLER, KRAL ABDULAZİZ İLE AYRICAALIKLI İLİŞKİLER KURMAYA ÇALIŞTI



Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları

Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
TT

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 6: Saddam ile Rafsancani arasında gizli barış mektuplaşmaları

Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)
Saddam Hüseyin, 21 Haziran 1997'de İran Sağlık Bakanı'nı kabul etti (Getty- AFP) * İran lideri Ali Hamaney’in geçtiğimiz 21 Mart'ta yayınlanan fotoğrafı (AFP) *Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani (Getty)

Suriye’nin eski Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın Şarku’l Avsat tarafından yayınlanan anılarının altıncı bölümünde Irak'ın 1990 yılında Kuveyt'i işgalinden önce İran rejiminin lideri “Rehber” Ali Hamaney, Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani, Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin arasındaki mektuplardan bahsediyor.
Bazıları kamuoyunda ilk kez yayınlanacak olan bu gizli mektuplara nasıl ulaştığından bahsetmeyen Haddam, bunlara dair bir değerlendirme sunuyor. Suriye - İran ilişkilerinin anlattığı kitabının taslağında, Saddam’ın Kuveyt’i işgal etme hazırlıkları kapsamında bir adım daha atıp, İran’la gerilimi düşürmeye karar verdiğini ifade ediyor. Böylece bir yandan güçlerini İran-Irak sınırından çekebileceğine öbür yandan Kuveyt’e savaş açması durumunda İran’a ona saldırma fırsatı vermemiş olacağına dikkat çekiyor.
21 Nisan-4 Ağustos 1990 tarihleri arasında İran ve Saddam arasında çok sayıda mektuplaşma yaşandı.
Haddam, “Taraflar arasındaki bu yazışmaları, Kuveyt işgalinin geçici bir olay olmadığının anlaşılması için okuyucuya sunuyorum. Ayrıca hedefin borçlar ve petrol fiyatları konusundaki anlaşmazlıklar olduğu açıklanmıştı, oysa bunun çok daha ötesinde çıkarlar söz konusu” diyor. Şarku’l Avsat bugün Kuveyt’in işgalinden önce tarafların birbirlerine gönderdikleri mektupları yayınlıyor:

Sayın Ali Hamaney ve Sayın Haşimi Rafsancani

Allah’ın selamı üzerinize olsun;
Sizlere daha önce İran -Irak Savaşı (1980-1990) sırasında dolaylı bir şekilde mevcut tek yol olan Irak medyası aracılığıyla hitap etmiştim ve karşılık olarak sizlerin de medyadan yaptığı açıklamaları dinlemiştim. Bu konudaki son girişimimiz hiç şüphe yok ki tam ve kapsamlı bir barış sağlanması yönünde olmuştu. Nitekim 5 Ocak 1990 tarihinde de barış ilan etmiştik. Ancak iki ülke arasında arzu ettiğimiz barış için gerekli yolu henüz açabilmiş değiliz. Savaş trajedileri ve yeniden patlak vermesi olasılıklarını bir kenara bırakalım. Şüphe dolu açıklamalar, zan ve endişelerin hayırlı ve umutlu olan düşüncelere baskın gelmesi anlaşılabilir bir durum. Şimdi her iki tarafın da kendi bakış açılarıyla söylediklerini tekrar etmeye gerek yok. Zira bu tekrar, diyaloğu kapsamı ve yapıcı amaçlarından uzaklaştırıp tartışmalara neden olabilir. Yalnızca Irak ve İran arasında değil tüm Arap ülkeleri ve İran arasında umduğumuz acil ve kapsamlı barışın önüne geçecek anlaşmazlık noktaları ortaya çıkabilir.
Bu kez sizlerle doğrudan iletişime geçiyorum. Müslümanların Rahman’ın rızasını kazanmak için oruç tutuğu bu mübarek ayda aramızda doğrudan bir görüşme gerçekleştirme teklifinde bulunuyorum. Bizim tarafımızdan bu mektubun sahibi Allah’ın kulu Saddam, Yardımcısı İzzet İbrahim ed-Durri ve yardımcılarımızdan bir heyetin sizin tarafınızdan siz Ali Hamaney, Haşimi Rafsancani ve yardımcılarınızdan bir ekibin katıldığı bir zirve önerisinde bulunuyorum. Ayrıca bu görüşmenin Mekke-i Mükkereme’de Beytullah’ta veya uzlaşma sağladığımız başka bir mekânda gerçekleştirmeyi ve Allah’ın yardımıyla halklarımız ve tüm İslam aleminin beklediği barışa ulaşmayı talep ediyorum. Böylece herhangi bir sebepten ötürü yeniden akabilecek kanları korumaya almış oluruz. Irak ve İran arasında fitne çıkmasına neden olan güçlerin savaşı yeniden körükleyip iki ülke arasında barış sağlamasını uzak bir ihtimale dönüştürmesi mevcut olasılıklar dahilinde.
Bazı süper ve büyük güçler ile Siyonistler tarafından Irak ve Arap ulusuna yapılan tehditleri muhakkak takip ediyorsunuzdur. Şüphe yok ki bu tehditlerin asıl amacının bölgede fesat çıkarmak ve sapkın yolunu tıkayan, bunun yanlışlığını gösteren, bölgedeki şeytani arzu ve hırslarını gerçekleştirilmesini engelleyen ve her Müslüman hatta Allah’a, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman eden herkes için çok değerli olan Filistin’deki Arap toprakları ve mukaddes Kudüs’teki işgalini sonlandırmak isteyenlere baskı uygulamak için Siyonist oluşumun varlığını sürdürmek olduğunun farkındasınızdır.
Allah’ın yardımıyla oklarının hedefi tutturamamasını ve hayal kırıklığına uğramalarını niyaz ettiğimiz kötü güçler, bir yandan İran ile diğer yandan Irak ve Arap ulusu ile kanlı ve silahlı çatışmaları yeniden tesis etmek için çalışacaktır. Bunu gerçekleştirmek için gerekli imkanlara sahipler. Bu gerçekleştiği takdirde tüm Müslümanlar, imkân ve yeteneklerini Filistin’deki kutsallarını kurtarmaya yönlendirme fırsatını kaybetmekle kalmayıp aynı zamanda sahip olduklarının çoğunu da kaybedeceklerdir.
Irak'ın doğru olduğunu düşündüğü şeyi başarmanın ve İran'ın doğru olarak gördüğü şeye ulaşmanın aramızda gerçekleştirilecek ve barış çabalarına gölge düşürmek isteyenlerin planlarını suya düşürecek doğrudan görüşmeyle mümkün olacağına inanıyoruz. Niyetimiz Allah’ı da halklarımızı da razı edecek içtenlikli bir barış sağlanması yönünde. Derin ve sağlam bir inançla iki ülkenin vazgeçilmez haklarını sağlama niyetindeyiz.
Hayırlı işlerde acele ediniz ilkesine dayanarak sizlere mübarek Ramazan Bayramı’nın ikinci günü veya uzlaştığımız başka bir günde bu görüşmeyi gerçekleştirmeyi teklif ediyorum.
Mekke ziyaretiniz ve ev sahibi ülkenin ilgili tören gereksinimleri ile ilgili olarak, Suudi Arabistan’da kardeşlerimizle karşılıklı saygı ve kardeşlik temelinde Kral Fahd bin Abdulaziz’den gerekli düzenleme ve hazırlıkları yapmasını rica edeceğiz. Şu ana kadar bu mektubun içeriği ile ilgili herhangi bir bilgilendirmede bulunulmadığını belirtmek isteriz.
Toplantının gerekliliklerini hazırlamak ve durumu kolaylaştırmak için Tahran ve Bağdat’ta karşılıklı olarak temsilcilerimiz olması ve gerekli iletişimin sağlanması için iki başkent arasında doğrudan telefon hatları açmanın gerektiğini düşünüyoruz.
Allah’ım teklif ettiğime şahit ol.”
Vesselamu Aleyküm
Saddam Hüseyin
21 Nisan 1990 / 25 Ramazan 1410 - Bağdat

Birkaç gün sonra Saddam Hüseyin, Rafsancani’den mektubuna bir yanıt aldı:
“Sayın Saddam Hüseyin,
Mektubunuz elime ulaştı. Aslında keşke bu mektubun konuları sekiz yıl önce dikkate alınmış olsaydı. Asker göndermek yerine bu mektup gönderilmiş olunsaydı. İran, Irak ve belki de tüm İslam alemi bugün tüm bu kayıp ve kurbanlarla karşı karşıya kalmazdı. Herkes biliyor ki İslam Devrimi, her zaman İslam ülkelerinin yakınlaşması, İslam ve Müslümanların ihtişamı ve büyüklüğünü, gaspçı İsrail rejimine karşı mücadele ve Filistin’in kurtuluşu konularını başından beri ve daima en öncelikli konuları arasına yerleştirmiştir. Keşke Arap dünyasındaki tüm ülkeler, bazılarının yaptığı gibi bu Siyonizm, küstahlığı ve onunla iş birliği yapılmasına karşı olan devrimin tutumunu bilseydi. Şimdi Ortadoğu’daki denge İslam’ın lehine olacak, İsrail ve küstahlığı varlığını bu kadar genişletme fırsatı bulamayacaktı. Elbette ki Arap ulusu ile bir sorunumuz yok. Son 10 yıl içerisinde tarihi bir fırsatın kaçırılmış olması üzücü bir durum. Devrimin başından itibaren bize istemediğimiz yıkıcı bir savaş dayatıldı. Bu savaş, ülkenin batı sınırlarındaki topraklarımızın büyük bir kısmını etkisi altına aldı. İran ve Irak’ın mücadele için kullanılması gereken insani, ekonomik ve asker, enerji ve imkanlar heder oldu. İslam düşmanları ve büyük güçler, onları koruma bahanesinden yararlandılar ve müdahalelerini arttırdılar. Bunun yanı sıra İsrail, bu fırsatı değerlendirip düşmanca genişleme planlarından bazılarını uygulamaya koydu. Bunun sonuçlarından biri, (Mısır ve İsrail arasındaki) Camp David anlaşması ve bazı ülkelerin İsrail ile pazarlık yapmasının normal bir durum haline gelmesi oldu.
Defalarca söyledik savaş patlak vermeseydi, İran ve Irak halkının elindeki imkanlar birlik uğruna ve Müslümanların çıkarlarını korumak için kullanılsaydı Batı küstahlığı ve Siyonizm buna cesaret edemeyecekti.
Her halükârda olan her şeyden bir ders çıkarılmalı, barış ve savaşsızlık halinin devam etmesine ve yeniden savaşın patlak vermesine dikkat edilmelidir. Aksi takdirde İran ve Irak devletleriyle halkları için daha çok acı ve yıkım, İslam ümmeti için daha büyük bir zayıflık söz konusu olacak. Küresel inançsızlığa ayrıcalık kazanma fırsat ve mutluluğu sunulacak. Elbetteki dayatılan savaş tecrübesi, bir askeri saldırının İslami kitlelerin iradesine bağlı bir devrimin temelleri ve direklerini sarsmayacağının anlaşılmasını sağladı.
Burada devrimin lideri ve kurucusu İmam Humeyni’nin kabul kararından sonra bunu ilan ettiğini vurgulamak gerek. Nitekim Humeyni, “Halkımızla dürüstçe konuşuyoruz. 598 sayılı karar çerçevesinde sağlam bir barış düşünüyoruz. Bu hiçbir şekilde bir taktik değil” demişti. Gerçek ve kapsamlı bir barışa ulaşma çabamızda herhangi bir şüphenin galip gelmesine izin vermeyeceğiz. Sayın Hamaney, merhum imamımızın kapsamlı bir barışa ulaşmak için çizdiği yolu sıkı bir şekilde sürdürüyor. Bu temelde özellikle de gaspçı İsrail’in koruyucularının daha fazla ayrıcalık elde etmek, Müslümanları zayıflatmak ve Siyonistleri güçlendirmek için İslam dünyasının parçalanmasından yararlanmaya çalıştığı mevcut durumda iki ülkeyi kapsamlı bir barışa ulaştıracak her türlü girişim ve öneriyi memnuniyetle karşılıyoruz. Ne savaş ne de barışın olmadığı bir durumu arzu etmiyoruz. Fakat kararlı bir şekilde İslam ümmetinin çıkarlarını koruyan gerçek ve kapsamlı barış yollarını tercih ediyoruz.
Müslüman topraklarının bir kısmının işgaline devam edilmesi kapsamlı ve bir barış yolunda hareketimizi yavaşlatacak veya sonuçsuz bırakacaktır. Biliyorsunuz ki savaşı durdurma kararımızın ardından Irak içindeki tüm kuvvetlerimizi gecikmeden sınırlarımıza çektik. Emin olun ki, kendilerini İslam'a ve devrime adayan İran halkı için bu durum karşı tarafın iyi niyetine dair onda ciddi bir şüphe yaratıyor. Barış yolunda yürürken savunma safhasında da halkın güvenine sahip olmaya kararlıyız.
Bir diğer nokta iki ülkenin liderleri arasında temas kurulmadan önce tarafımızdan bir temsilci ve sizin tarafınızdan bir temsilci, nihai karar için gerekli zemin ve hazırlık adımlarının çok geç olmadan elde edilebilmesi için başarılması gereken şeyler hakkında konuşmak üzere her iki tarafla dostane ilişkileri olan ülkelerden birinde bir araya gelmelidir.
Öte yandan prosedürler, ihtilafların çözümü için uygun çerçeve olarak 598 sayılı kararın benimsenmesiyle ilgili herhangi bir kusur olmayacak şekilde olmalıdır.
“Ben sadece gücüm yettiğince düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir. Ben sadece O’na tevekkül ettim ve sadece O’na yöneliyorum.” (Hud Suresi 11/88)
Selam hidayet yolunu benimseyenlerin üzerine olsun.
Ali Ekber Haşimi Rafsancani
1 Mayıs 1990 / 6 Şevval 1410

Filistin lideri Yaser Arafat'ın gönderdiği bir delege, Saddam'ın mektubunu Tahran'a ulaştırdı:

Sayın Ali Hamaney ve Sayın Haşimi Rafsancani
Cihat ve devrime selam olsun.
Elçimiz Ebu Halid’in size Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin tarafından gönderilen özel bir mektubu ulaştırması fırsatını değerlendiriyorum. Bu ani ve önemli mektup Irak’tan İran’a hatta Irak yönetiminde İran yönetimindeki kardeşlerine, genelde İslam ümmeti, özelde Arap ulusunun içinden geçtiği tehlikeli koşulların dikte ettiği bir iyi niyet girişimidir.
Sayın Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’in yaptığı bu girişimin önünde Arap ve İslam alemleri hatta üçüncü dünya ülkelerinin halkları ve özellikle de Filistin halkı sizden olumlu ve yapıcı bir girişim bekliyorlar(…)
Tüm sevgim ve kardeşlik duygularımla Müslümanların arzu ettiği ve başarıya ulaşması için can attığı bu mübarek adımı hızlandırma çağrısında bulunuyorum.
Kardeşiniz Yaser Arafat el-Hüseyni
Filistin Devlet Başkanı
22 Mayıs 1990 / 27 Şevval 1410

Saddam’ın 19 Mayıs tarihli mektubunun metni;

Selamlamadan sonra: El yazısıyla gönderilen cevap mektubunuzu aldım. Okudum ardından yönetimdeki kardeşlerimle de birkaç kez okuduk.  Her ne kadar çatışmanın bir nedeni ya da sonucu olan, iki ülke arasında askıdaki sorunlara kesin ve nihai bir çözüm sunmak için zirve düzeyinde sizinle aramızda bir toplantı yapma teklifimizi kabul ettiğinizi anladık ve bundan memnuniyet duyduk ancak buna rağmen mesajın ruhu umduğumuz gibi değildi. Bunun nedeni ise başlangıçta ve fırsat bulunan her yerde gizli ifadeler/imalar içeriyordu. Sonuç kısmında ise kaba idi.
Sayın Rafsancani, doğrudan size yazmayı düşündüğümüzde aramızdaki ilişkiyi özel durum açısından gözden geçirdik. Yazma yönteminin doğrudan bir yöntem olduğunu fark ettik. Doğrudan bir toplantı ve doğrudan bir diyalog elde etmenin en uygun yolu olduğunu keşfettik. Irak ile İran hatta Arap milleti ile İran arasında arzu edilen barışı sağlamak için daha etkili bir yol olmadığı kanısına vardık.
Aramızdaki barışın, tek taraflı bir inançla sağlanmayacağını bildiğinizi varsayıyoruz. Biliyorsunuz ki bir tarafın sunduğu gözetimin diğer taraftan bir girişim söz konusu olmadıkça faydası olmaz.
İlk mektubumuzu yazmadan önce son 10 yıl boyunca her iki taraf da birbirine güçlü belki de en kaba ifadeleri kullandık. Bu üslubun etkisi ve bu etkinin bir türü olan aramızdaki çatışma ve savaş safhaları barışa ulaştırmadı.
Mektubunuzda yer alan ifade ve terimler arasında ‘dayatılan savaş’ ve ‘anlama yavaşlığı’ yer aldı. Mektubunuzu bu tür yazışmalarda alışıldığı üzere ‘Selamun Aleyküm’ ifadesi ile değil de ‘Selam hidayet yolunu benimseyenlerin üzerine olsun’ ifadesiyle sona erdirdiniz.
İnandığımız ve bizim için büyük anlamları olduğu için başka hiçbir neden olmaksızın barış istediğimiz için mektubumuzda insani değerlerimizi ve niyetimizi ortaya koyan ifade ve kavramlar kullandık. Yalnızca Allah’ı ve insanları razı edecek ifadeler kullandık. Bu, algı ve fikirlerimizde bir değişikliğin başlangıcı anlamına gelmez. Aksine muhatabımıza daha yakın yeni bir kapı açmak istediğimiz ve onurlu, halkımız ve insanlığa hizmet eden bir hedef olarak gördüğümüz barış yaklaşımı lehine onu daha fazla etkileme yeteneğine sahip olduğumuz anlamına gelir. Çünkü bu yöntem, bu amaç için en uygun yol ve yöntemdir. Yeni bir iletişim yöntemi denememiz gerekiyor. Bu ne savaş ne de geçmiş zamana dair bir yöntem olmamalı. Bu nedenle en uygun yöntemin yazışma olduğuna karar verdik.
(…)
Barışa ulaşmak için birlikte çabalarken, hiçbirimizin geleceğin pahasına geçmişle meşgul olmaması tavsiye edilir. Çünkü geçmiş olayları yeniden hatırlayıp durma politikasına bağlı kalmak, bu tutumu sergileyen herkesin halk tarafından suçlanmasına neden olur. Hepimizin yavaş anladığı anlamına gelir. Bu tavrımızla, niyetimiz geçmişten kaçmak değil. Çünkü biliyor ya da tahmin edersiniz ki bizler savaş ve düşmanlığı kimin nasıl başlattığına dair bakış açımızı ayrıntılı belgelerle destekleyerek masaya koyabiliriz. Ayrıca belgelerin halkı ya da daha geniş çapta insanlığı ikna etme konusunda herhangi bir tarafın söyledikleri ya da ön yargılı açıklamalarından daha etkili olacağını da bilirsiniz. Yine biliyorsunuz ki bu konunun üzerine düşüp derinlerine dalmak, 1988 yılının Temmuz ayı öncesine işaret ettiğiniz gibi kronolojik sırada biri ilk olduğu temelindeki araştırmamızın giriş noktası kabul edilirse, savaş dönemi ve sonrasına, ondan önceki veya ona karşılık gelen zamana paralel argümanı kanıtlamak, zaman ve çaba gerektirir. Çatışmanın her iki tarafının da başlangıç için bir zaman belirlediğini ve diğer tarafın dayandığı argüman ve gerçekler dışında argümanlara ayrıca pratik ve yasal gerçeklere dayandığını da bilirsiniz. Buradan, kimin savaşı dayatılmış bir savaş olarak tanımlama hakkına sahip olduğu ve kimin asker göndermek yerine mektup göndermeye eseflenme hakkı olduğu ortaya çıkacaktır. (…)
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 598 sayılı kararına gelince; bize göre iki ülke arasında üzerinde anlaşılan kapsamlı ve kalıcı bir barış planı olarak 1987 yılının Temmuz ayında kabul ettiğimizden bu yana içerdiği ilke ve hükümlere bağlılık gösterdik, hala da gösteriyoruz.
Bu temelde iki ülkenin de eşit derecede yararlanacağı bir barış arayışı içindeyiz. Çatışmanın her iki tarafının da barışı sağlamaya yönelik ciddi bir istek, anlamlı pratik işaretler dışında görüşme için peşin bir bedel ödemesi gerekmiyor. Barış sağlandığında her ülkenin ordusu kendi ülkesinde olacak. Hiçbirinin de iki ülkedeki herhangi bir karış toprak ya da suda bir uzantısı olmayacak. Özel şartlar ne savaş ne de barış durumunu zorunlu kıldı.
Mektubunuzda Irak topraklarından çekildiğinizi belirttiniz. Bununla, bilinen özel koşullar altında Halepçe'den cümlenin sonuna kadar çekilmenizi kastediyorsunuz.
Bu konuya cevabımız, ordularımızın 1980 yılında silahlı çatışmanın başlangıcında bilinen koşullar altında girdikleri topraklarınızdan çekildiğidir. Çekilme, 20 Haziran 1982 tarihinde gerçekleşti. 10 Haziran 1982 tarihinde de görsel ve işitsel medya aracılığıyla çekilme kararı aldığımızı ve en fazla on gün içinde çekileceğimizi duyurmuştuk. Nitekim bunu da uyguladık. Öte yandan kuvvetleriniz özel savaş koşullarında Halepçe'den çekildi. Bu koşullar ordularımızın çekildiği koşullar değildi.
Bu nedenle Halepçe’den özel koşullar altında gerçekleştirdiğiniz çekilmenin açgözlü olmadığınızın, başkalarının topraklarına el koyma arzunuz bulunmadığının ve iyi niyetinizin kanıtı olarak değerlendiriyorsanız, 1982 yılında topraklarınızdan çekilişimiz ve 1988 yılının Temmuz ayında güney ve orta kesimlerde gerçekleştirilen Tawakalna ala Allah (Allah’a dayandık) Operasyonlarının dördüncüsünden sonra topraklarınızdan çekilmemiz başka delillerle birlikte iyi niyetimiz ve Irak’ın İran’ın bir karış toprağına el koyma isteğinin olmadığının kanıtıdır.
Her halükârda bizim açımızdan barış, herhangi bir tarafın bir diğerinin sabit hakkını gasp etmemesi ve ne bir karış toprak ne de bir yudum suyuna el koymaması anlamına gelir. Bu, en zor ve düşmanca durumlarda bile altını çizdiğimiz ve bağlı kaldığımız bir yöntemdir. Bu nedenle barış görüşmelerinde başarıya ulaşmanın bir yolu olarak sizi buna bağlı kalmaya çağırırken, bizim de Allah’ın izniyle buna bağlı kalacağımız açıktır.
“Cenevre'deki büyükelçimiz tarafından oradaki büyükelçinize iki tarafın temsilcileri arasında yapılacak bir ön görüşme ile ilgili sorulan sorulara verdiğiniz yanıttan, zirve toplantısına hazırlanmak için bu yöntemi tercih ettiğinizi anladık. Bunu kabul ediyoruz. Cenevre'deki büyükelçimiz Barzan et-Tikriti, büyükelçiniz Cyrus Nasseri ile her iki tarafın da görüş alışverişinde bulunması için bize yetki verdi. Böylelikle her bir taraf, zirve düzeyinde toplantı yaparken bizim için tabloyu netleştirmek ve görevimizi kolaylaştırmak için bizi ilgilendiren konularda karşı tarafın görüşünü bilebilecek.
Zirvenin yapılacağı yer konusunda hala teklifinizi bekliyoruz, çünkü cevabınızda önerdiğimiz yer; Mekke-i Mükerreme hakkında net bir görüş bulamadık. Bu, delegelerin tartışacağı konulardan biri olabilir.
Zirveye kimlerin katılacağına gelince, zirve düzeyinde gerçekleştirilecek toplantının iki ülkedeki ana karar alma mercilerini içermesi gerektiğine inanıyoruz. Bu görüşmenin iki ülke arasında bir zirve düzeyinde gerçekleştirilmesi fikrini kabul ediyorsanız, biz Allah’a tevekkül edip bunu düzenlemeye hazırız. Çünkü bizlerin zirveye katılması meseleleri iki taraf için de kabul edilebilir nihai bir çözüme kavuşturma konusundaki ciddiyetimiz açısından bir sınav niteliğindedir. Allah’ın yardımıyla bu başarıldığı takdirde ardından kalıcı ve kapsamlı bir barış söz konusu olacaktır. Önemli karar mercilerinin zirvenin dışında tutulması üzerinde anlaşılanların uygulanması ve buna bağlılık gösterilmesinin düzeyini etkileyecektir (…).
Barış, aslında psikolojik olarak iplerini dokuyanların içinde başlar ki gönüllerde istikrarlı bir hal alabilsin. Bu nedenle barış sağlama sürecine en başından katılanlar, kendilerini ahlaki ve psikolojik olarak onu uygulamaktan ve ona bağlı kalmaktan sorumlu olduklarını görecekler. Karar merkezinin tüm ağırlığının varlığı, kararlaştırıldıktan sonra barış sürecini karmaşıklaştıracak veya geciktirecek her türlü tartışmayı ortadan kaldırır. Bu nedenle Devrimci Komuta Konseyi Başkanı, Cumhurbaşkanı ve Devrimci Komuta Konseyi Başkan Yardımcısı’nın zirve toplantısına katılması önerimizi yineliyoruz. İran tarafından Hamaney ile Rafsancani'nin zirveye katılmasını umuyoruz.
Saddam Hüseyin
19 Mayıs 1990 / 24 Şevval 1410 - Bağdat

Rafsancani’nin bu mektuba cevabı aşağıdaki gibidir:

Selamlamadan sonra: Mektubunuzu aldım (…). Mektubunuzdan da anlaşıldığı üzere hükümetinizin barış konusunda ciddi olma olasılığı göz önüne alındığında, size ikinci cevabımızı gönderiyoruz. Ancak bundan sonra gerekli haller dışında mektup alışverişiyle zaman kaybetmeyeceğimizi ve iki halk ve bölgenin ne savaş ne de barışın olmadığı bir durumdan daha fazla acı çekmemesini umuyoruz. Allah’a niyazım; bu son mektup olur ve barış yolunda ciddi pratik adımlara tanıklık ederiz.
Mektubunuzda cevap mektubumuzun bazı ifadeleri ve içeriğiyle ilgili bir şikayetler var. Barış mektuplarında zararlı veya acı verici konuları gündeme getirmeyi biz de tasvip etmiyoruz. Ancak maalesef, bu binanın temeli yazdığınız ilk mektupta atıldı. Size göre çatışma kalıntılarını ortadan kaldırmak ve dostluk yolunu açmak için gönderilen ilk mektubunuzda ilk iddianız ‘Arap ulusuyla’ mücadele ettiğimiz yönünde. Bu konuda büyük çabalar sarf edildiği ancak ne başarı ne de bir sonuç elde edilebildiğiydi.
Siz ve o günlerde ‘İlerici Hareket’ ve ‘Yüzleşme Cephesi’ hakkında konuşan partiniz, savaş boyunca sizi destekleyenler arasında ‘Arap ulusundan’ olmayan bireyler olduğunu söylemiştiniz. Yazım-yayın ve bazen de bazı belgeleri sunma konusunda kimliklerini ifşa etmek için bir dereceye kadar yeterince çaba gösterildi. İlerici hükümetlerin ve sizinle birlikte ‘yüzleşme cephesinde’ bir siperde bulunanların çoğunun bu mücadelede bizimle olduklarını veya en azından önyargılı olmadıklarını unutmanız pek olası değil.
İlk mektubunuzda, emperyalizmin saldırısına karşı Filistin, Filistinliler ve direniş güçlerinin faaliyetlerini benimseme tutumundan bahsettiniz. Ancak bu mektubu yazanların bu alanda öncü olan İran İslam Cumhuriyeti'nin (Filistin) davasına olan sempatisine kayıtsız kalmaları ve küstah saldırının ilk hedefinin İran devrimi olduğunu bilmemeleri olası değildir. Mektup, güven inşa etmek için yazılmış olsaydı, bu gerçeği göz ardı etmemek daha iyi olurdu.
Üstelik resmi yazışmalarda izlenen görgü kuralları birinci ve ikinci mektuplarınızda dikkate alınmamış. Mektubumuzda işaret ettiklerinize benzer, olumsuz ve acı verici argümanlar içeren ifadelerle karşılaştım. En iyisi bunları aşmak. Şikâyet etmenin yolunu açmamış olsaydınız bunları yazamazdık. Çünkü bir kavga ve mektup savaşı değil, barış arayışı içindeyiz.
Görüşmelerdeki temsilcilerin seviyesine gelince, Sayın Hamaney'in toplantılara katılmayacağını açıklığa kavuşturmakta fayda var. Tabii ki Cumhurbaşkanı ve diğer yetkililer liderin görüşüne aykırı bir şey yapmayacaklar ve Cumhurbaşkanı katılırsa kaçınılmaz olarak tam yetkiye sahip olacak. Mektubunuzda ifade ettiğiniz endişeye gerek yok.
Barış yolunda iyi niyet ve ciddiyeti kanıtlamak için, ikinci mektupta 598 sayılı Kararın kabulünden sonra kuvvetlerimizin geri çekilmesi ile Kudüs operasyonlarından sonraki durum ve Hürremşehr’in geri alınması ve savaşın sonunda taktiksel geri çekilme arasında bir karşılaştırma yapıldı.
Daha fazla açıklamaya gerek olmayan bu araştırmaya girmemiş olmanız arzu edilirdi. Siz kendiniz biliyorsunuz ki Hürremşehr’in fethinden sonra bile askeri güçleriniz, Naft Shahr, Khosravi, Mehran şehirleri güney cephesiyle farklı koşullara sahip onlarca kuvvet dahil olmak üzere İran topraklarında birçok yerde askeri kuvvetleriniz merkezi cephede kaldı. Bölgelerin çoğu savaşın ilk gününden ve şimdiye kadar kuvvetlerinizin işgali altında olduğundan, askeri liderlerinizin bu gerçekleri sizden gizlemesi pek olası değil.
Tepkilere yol açan provokatif durumlardan kaçınmamız gerektiği mektuplarda defalarca vurgulanmasına rağmen bu iddialarla çelişen bazı iddialara atıfta bulunulmuştur. Hakların tanımının kişisel izlenim ve isteklere değil, bilinen yasa ve yönetmeliklere göre olduğunu biliyorsunuz. İki devlet arasında barışı sağlamanın önemli ilkelerinden biri, sözleşmenin yerine getirilmesi ve uluslararası garantilere saygıdır. 598 sayılı kararın kabul edildiğine dair onayınızı olumlu olarak değerlendirdik. Ancak bu kararın açık ve belirsizlik içermediğini ve uygulanmasından sorumlu olan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından önerilen yöntemler temelinde uygulanabileceğini belirtmekte fayda var.
Yararsız tutumların tekrarı, Genel Sekreterin gözetimindeki birkaç tur görüşme sırasında pratik açıdan yararlı olmadıklarını gösterdi. Genel Sekreter’in temel görevlerinden biri olan 598 sayılı Karara göre iki ülke arasında kapsamlı ve istikrarlı bir barış tesis etmek için savaşı başlatan kişiyi belirlemede sorun olduğunu kapsamlı ve nihai bir barışa ulaşmak için aşamalı önlemlere ve pratik adımlara giden yolu kapattığını ortaya koydu. Kanıtı olmayan iddialar da öne sürüyoruz ve bu nitelikteki her şey iyi niyetle çelişiyor. Bunların her iki tarafın barışçıl hedefleriyle tutarsız olduğunu düşünüyoruz. Bağdat'ta yapılan zirve toplantısı kararında 598 sayılı karar ile Irak ve İran'ın haklarına yansıyan uygunsuz ifadelerin, iyi niyet, barış ve dostluğa güven kazanma yolunda sorun yaratması üzücüdür.
Büyükelçi Nasseri, temsilciniz (Barzan et-Tikriti) ile görüşmelerde bizim temsilcimizdir. Görevi, kararı uygulamak ve iki ülke arasındaki barışçıl ilişkilerin yeniden başlamasına zemin hazırlamak için temel konular hakkında konuşmaktır. Zaman öldürmeye ve mevcut durumu uzatmaya neden olan resmi ve marjinal meselelerin tartışılmasına katılmaktan kaçınmasını istedik. İki ülkenin Cumhurbaşkanları toplantısının ancak iki tarafın olumlu sonuçlarından emin olması halinde uygun ve geçerli olacağını vurgulamalıyız. Aksi takdirde, mevcut durumdan daha fazla olumsuz etkileri ve kayıpları olabilir.
Zirvenin yapılacağı yere gelince, Suudi Arabistan toprakları şu anda barış görüşmeleri için uygun bir yer değil. Çeşitli yerlerin varlığına dikkat edersek, iki tarafın doğru yeri seçmesi bizim için sorun teşkil etmeyecektir. (…) Genel Sekreterin ön görüşmelerdeki gelişmelerden haberdar olması doğaldır ve gerekli durumlarda barışın geliştirilmesine yönelik görüş ve girişimlerinden faydalanabilir (…).
Mektubumu sona erdirirken, Allahu Teala'dan anlaşmazlığı ortadan kaldırmak ve iki halk için barış yolunu açmak üzere bizi tam başarıya ulaştırmasını diliyorum.
Ali Ekber Haşimi Rafsancani, Tahran

Eski Suriye Dışişleri Bakanı Haddam’ın günlükleri 5: Bush, Avn’ın ‘engel’ olduğunu bildirdiği bir mektup gönderdi… Esed bunu isyanı sonlandırmak için bir ‘yeşil ışık’ olarak nitelendirdi

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 4: ‘Güçlerimiz Hizbullah’ın kışlasına saldırdı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 3: ‘Hariri, Canbolat’ın teklifi üzerine bizimle bir araya geldi. Hafız Esed kendisini sınadı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 2: ‘Esed fikrini değiştirdi, Lahud’a verdiği süreyi uzattı. Suriye uluslararası iradeyle çarpıştı’

Eski Suriye Devlet Başkanı Yardımcısı Abdulhalim Haddam’ın günlükleri 1: ‘Esed, Irak muhalefetine sahte vaatlerde bulunmayı önerirken Hatemi bir Kürt devletine karşı uyarı yaptı’