Türkiye, Fırat'ın doğusunda ABD ile 'uzlaşırken' İdlib'de Rusya'yı 'test ediyor'

Dün İdlib’in Maaret el-Numan ilçesinde Türk askeri konvoyu yakınlarında gerçekleşen bombardımandan sonra bölgeden dumanlar yükseldi (AFP)
Dün İdlib’in Maaret el-Numan ilçesinde Türk askeri konvoyu yakınlarında gerçekleşen bombardımandan sonra bölgeden dumanlar yükseldi (AFP)
TT

Türkiye, Fırat'ın doğusunda ABD ile 'uzlaşırken' İdlib'de Rusya'yı 'test ediyor'

Dün İdlib’in Maaret el-Numan ilçesinde Türk askeri konvoyu yakınlarında gerçekleşen bombardımandan sonra bölgeden dumanlar yükseldi (AFP)
Dün İdlib’in Maaret el-Numan ilçesinde Türk askeri konvoyu yakınlarında gerçekleşen bombardımandan sonra bölgeden dumanlar yükseldi (AFP)

Türkiye ile ABD arasında Suriye’nin kuzeydoğusunda ‘Güvenli Bölge’ oluşturma konusundaki askeri uzlaşılarda ilerleme kaydedilirken Türkiye ve Rusya’nın yine Suriye’nin kuzeydoğusundaki ‘Gerginliği Azaltma Bölgesi’ne ilişkin anlaşmasında kırılmalar medyana geldi. İki bölge arasından geçen M4 karayolunun, Suriye topraklarının Washington, Moskova ve Ankara arasında Ortadoğu ve NATO için stratejik takas yapılan bir sahneye dönüşümünü hızlandıracak organik bir bağ olduğuna inanılıyordu.
Şarku’l Avsat’ın görüştüğü Batılı diplomatik kaynaklar, ABD ve Türkiye arasında Fırat’ın doğusuyla ilgili tam olarak ‘Güvenli Bölge’ anlamına gelmeyen ‘askeri düzenlemeler’ düzeyinde bir takım ‘uzlaşılara’ ulaşıldığını belirtti. Ancak bununla birlikte kaynaklar, söz konusu düzenlemelerle ilgili mevcut birçok belirsizliğin ve Washington ile Ankara arasındaki ikili ilişkilerde yaşanan sorunların giderilmesinin ardından bu ‘mekanizmanın’ genişletilerek tam bir anlaşmaya dönüşebileceğinin de altını çizdi.
Öte yandan ABD Başkanı Donald Trump ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında Suriye’nin kuzeydoğusundaki “Güvenli Bölge” ile ilgili telefon görüşmesine ilişkin taraflar arasında iki farklı tutum bulunuyor. Ankara, Fırat Nehri kıyısındaki Cerablus’tan Dicle Nehri kıyısındaki Fişhabur kasabasına uzanan 460 kilometre uzunluğunda ve yaklaşık 32 kilometre derinlikte, ağır silahlardan ve YPG’den arındırılmış, Türk askerinin himayesinde, Suriyeli mültecilerin geri dönüşünü sağlayacak yerel meclislerin kurulduğu güvenli bir bölge oluşturmak istiyor. Buna karşın Washington, en fazla 100 kilometre uzunlukta ve 5 ila 14 kilometre derinlikte YPG ve ağır silahların uzaklaştırıldığı, yerel meclisler konusunun konuşulacağı ve ABD’nin himayesinde bir bölge kurmaya hazır olduğunu belirtti.
6 düzenleme
Uzlaşı ve yol haritalarının içeriğine aşina diplomatik kaynaklara göre geçtiğimiz hafta üç gün süren ve Türkiye’nin güneyinde ‘Müşterek Operasyon Merkezi’ kurulmasıyla başlayacak olan uzlaşılara ulaşılmasıyla sonuçlanan görüşmeler, aslında çöküşün eşiğine gelmiş, ancak Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve ABD’li mevkidaşı Mark Esper’in müdahalesiyle kurtarılmıştı.
Kaynaklar görüşmelerin sonucunda şu uzlaşılara ulaşıldığını belirtti;
1-
Suriye-Türkiye sınırındaki Resulayn ve Tel Abyad kentleri arasında 70-80 kilometre uzunluğunda ve 5 ila 14 kilometre derinliğinde askeri düzenlemeler (ABD’nin güvenli bölge için kullandığı yeni tanımı) oluşturulması.
2- ABD askeri devriyelerinin gezmesi ve bunun için Türkiye’nin güneyinde ortak bir operasyon merkezi oluşturulması.
3- Düzenlemelerin tamamen askeri olması ve yerel yönetimler ya da DEAŞ'la Mücadele Uluslararası Koalisyonu’yla (DMUK) ilgili herhangi bir çerçeve içermemesi.
4- Ağır silahlar ve YPG’nin söz konusu bölgeden çekilmesi.
5- Türkiye sınırına 20 kilometre mesafedeki ağır silahların temizlenmesi.
6- İnceleme ve bilgi alışverişinde bulunmak için İnsansız Hava Araçları (İHA) ile keşif uçuşları yapılması.
Bu sonuçlara bakıldığında Türkiye’nin, tüm isteklerine ulaşamadığı görülüyor. Çünkü Ankara düzenlemelerin Fırat’ın doğusunda M4 karayoluna ulaşan derinlikte gerçekleşmesini istiyordu. Yinede hala ilk aşamanın tamamlanmasından sonra müzakere edilecek olan ‘belirsizlik ve uzlaşıya varılamayan’ meseleler var. Fakat ABD tarafı açıkça SDG’yi korumanın kendisinin kırmızı çizgisi olduğunu belirtti. Bununla birlikte Washington, herhangi bir ek adım için onay alma taahhüdünde bulunurken bu düzenlemeler, bölgenin sadece 5 kilometre derinlikte olmasını isteyen ve Türkiye’nin Halep’in güneyindeki Afrin’den çıkışını şart koşan SDG Komutanı Mazlum Abdi için tam bir ‘hayal kırıklığı’ yarattı. Kaynaklar, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ‘Fırat’ın doğusu ve Afrin’ dosyalarını birleştirmeyi reddettiğine işaret ettiler.
ABD'li yetkililer, bu ‘düzenlemelerle’ Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Washington’un SDG’nin kaderi üzerindeki etkisi, DEAŞ hücreleriyle mücadele, Fırat’ın doğusundaki insani durum ve istikrar programları konusundaki endişeleri nedeniyle Fırat’ın doğusunda başlatmayı planladığı askeri operasyonu erteleme hedefine ulaştıklarını düşünüyorlar. Böylece ABD’nin ‘US Start’ ​​programı yıllık 300 milyon doları aşkın bir bütçe sağlama planlarının arasında istikrarı desteklemeye devam edecek.
ABD tarafı, Suriyeli mültecilerin askeri düzenlemeler altındaki bölgelere gönüllü olarak geri dönmelerine itiraz etmedi. Ancak Fırat’ın doğusundaki yerel yönetim ve sivil konseyler konusunda Ankara’yla müzakerelere girmeyi reddettiği de açık. ABD tarafı, Fırat'ın doğusunda Deyr-i Zor’a kadar olan bölgede yerel meclis şartlarının düzeldiğine ve ‘nüfusun daha fazla temsil edildiğine’ inanıyor.
Öte yandan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun ABD tarafı için “Burada bir, samimi olmaları gerekiyor, iki, bir oyalama sürecinin Türkiye tarafından tolere edilmeyeceğini anlamaları gerekiyor” şeklindeki açıklamaları, Çavuşoğlu’nun Türk ve Amerikan savunma bakanları arasındaki ‘uzlaşılara’ yönelik çekincelerine işaret etti. Kaynaklar, Çavuşoğlu’nun, Washington’un Menbiç senaryosunu tekrarlaması ve takvimi geciktirmesinden endişe ettiğini belirttiler.
Bu somut adımlar, ABD Avrupa Kuvvetleri Komutan Yardımcısı Korgeneral Stephen Twitty başkanlığında ABD’li bir heyetin Şanlıurfa’ya gelerek Müşterek Operasyon Merkezi kurulması ve Türk İHA’larının keşif uçuşları yapması konusunda müzakereler yapılmasının ardından atıldı. Türk bir güvenlik uzmanı, ‘Türkiye’nin kendisini YPG’den korumak isterken ABD’nin, YPG’yi Türkiye'den korumak istemesi’ şeklinde ortada iki farklı tutumun olduğunu, dolayısıyla, uzlaşıları uygulama konusunda bir takım güçlüklerin bulunduğunu belirtti.
Suriye’nin kuzeybatısı
Öte yandan Moskova, ABD-Türkiye müzakerelerinin Suriye'nin kuzeydoğusunda uçuşa yasak bir bölge kurulmasını içermediğini bildirdi. Ancak bununla birlikte Rus tarafı, YPG ile Şam arasında iletişim kanalların açılmasını destekleyerek ve ABD’nin Kürtlerle ilgili endişelerini pekiştirerek bu anlayışlardan yararlanmaya çalıştı. Diğer yandan Rus ordusu Suriye rejim güçlerinin Suriye'nin kuzeybatısındaki ‘Gerginliği Azaltma Bölgesi’ni ele geçirmeye yönelik askeri operasyonlarına destek vererek, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında imzalanan Soçi anlaşmasını tehlikeye soktu.
Ankara ve Washington, Moskova'nın aralarında Mehreda’nın da yer aldığı Hama’nın kuzey bölgeleri ve Lazkiye kırsalındaki Hmeymim Hava Üssü dâhil olmak üzere ‘korunan’ alanlarda yapılan ‘sınırlı bir operasyonu’ destekleme niyetinde olduğundan bahsettiler. Özellikle Heyetu Tahriru'ş Şam’ın (HTŞ) 20 kilometre derinlikteki ‘tampon bölgeden’ tamamen çekilmeyi ve ağır silahları temizlemeyi ardından da Ankara ile uzlaşıya vardığı M4 ve M5 karayollarını açmayı reddetmesinin ardından Moskova’nın bu desteği vermesi muhtemel.
Fakat Moskova, ABD ve Türkiye arasında Suriye’nin kuzeydoğusuna ilişkin uzlaşıları, ateşkesi görmezden gelmek, Şam’ı Putin-Erdoğan anlaşmasına itiraz etmeye teşvik etmek, Suriye hükümet güçlerine hava desteği ve nükleer silah sağlanması için kabul etti. Bu durum, kapalı kapılar ardında yapılan toplantılarda ve 11 Eylül’de yapılması planlanan Rusya-Türkiye-İran zirvesi öncesinde Rusya ve Türkiye arasında gerginliğe yol açtı.
Türk güvenlik uzmanı yaptığı değerlendirmede, “Ankara, Moskova için sınırlar çizdi ve rejimin onları geçmesine izin vermeyecek. Erdoğan’ın kabul edebileceği son çizgi, Soçi Anlaşması’yla çizilen çizgilerdir” şeklinde konuştu.
Türk askeri konvoyuna saldırı
Diğer yandan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) dün, zırhlı araçlar, zırhlı personel taşıyıcıları ve lojistik araçların yanı sıra en az 5 tankın bulunduğu yaklaşık 50 araçtan oluşan bir askeri konvoyu Suriye’ye göndermesi Moskova ve Ankara arasındaki yeni durumun somut bir ifadesiydi.
Ancak konvoy, İdlib'in güney kırsalındaki Han Şeyhun’un 15 kilometre kuzeyinde bulunan Maarat el-Numan ilçesine geldiğinde bir hava saldırısı ile karşılaştı.
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) hava saldırısında Maarat el-Numan’ın kuzeyindeki Türk konvoyunun güzergâhını keşfe çıkan muhalif gruplara ait küçük bir kamyonetin hedef alındığını ve Türkiye’nin desteklediği ‘Feylak’uş-Şam’ grubundan bir savaşçının öldüğünü aktardı.
SOHR, TSK konvoyunun Maarat el-Numan'ın merkezine ulaştığında Suriye ve Rusya savaş uçaklarının, ‘konvoyun ilerlemesini engellemek amacıyla’ kentin eteklerine bombardımanlar düzenlediğini belirtti.
Suriye resmi haber ajansı SANA, Suriye Dışişleri Bakanlığı’ndan bir kaynağa dayandırdığı haberinde, “Mühimmat, silah ve askeri teçhizat dolu Türk araçları, bu sabah Suriye-Türkiye sınırını geçti. Araçlar, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) terör örgütü listesindeki El-Nusra Cephesi'nin (HTŞ) bozguna uğramış teröristlerine yardım etmek üzere Han Şeyhun'a gitmek için Sarakip kentine girdi” ifadelerini kullandı. SANA’ya göre kaynak, “Türkiye’nin bu düşmanca davranışı, Suriye ordusunun Han Şeyhun'daki terörist kalıntılarıyla mücadelelerini sürdürmeye yönelik kararlılıklarını etkilemeyecek” dedi.
Öte yandan Milli Savunma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada “İdlib bölgesinde rejim tarafından Rusya ile yapılan mevcut mutabakat ve anlaşmalara aykırı olarak gerçekleştirilen operasyonlar, Rusya Federasyonu makamlarına yapılan tüm uyarılara rağmen devam ediyor” ifadeleri kullanıldı. Buna karşın Moskova, Ankara'yı Soçi Anlaşması'nı ihlal etmekle suçladı.
Sahadaki gelişmeler, Soçi Anlaşması ile ‘Güvenli Bölge’ uzlaşısı arasında ‘anlaşmazlıklar olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Diplomatik kaynağa göre Ankara’nın muhalif gruplara Suriye’nin güneyi ve Doğu Guta’da olduğu gibi, İdlib’i rejime teslim etme konusunda Rusya ve Türkiye arasında herhangi bir uzlaşı bulunmadığını ve askerlerini gözlem noktalarından geri çekmeyeceğini göstermek istiyor. Kaynak ayrıca, Ankara’nın tank takviyesinde bulunarak askerlerinin güvenliğini riske atmak veya kaderlerini rejimin ve Rusya'nın insafına bırakmak istemediğini vurguladığını da sözlerine ekledi.



Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.