Sudan Başbakanı Hamduk: Ömer el-Beşir bölünmemize neden oldu

Sudan Başbakanı Hamduk: Devrim öncesi dönem asla geri gelmeyecek (Independent Arabia)
Sudan Başbakanı Hamduk: Devrim öncesi dönem asla geri gelmeyecek (Independent Arabia)
TT

Sudan Başbakanı Hamduk: Ömer el-Beşir bölünmemize neden oldu

Sudan Başbakanı Hamduk: Devrim öncesi dönem asla geri gelmeyecek (Independent Arabia)
Sudan Başbakanı Hamduk: Devrim öncesi dönem asla geri gelmeyecek (Independent Arabia)

Advan el-Ahmeri
Addis Ababa’dan Hartum’a gittiğim uçaktaki Sudanlı yolcular, ülkelerinde yaşanan devrim ve değişimler hakkında konuşuyorlardı. Bazılarının eski Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’in görevden alınmasından bu yana ülkeye hiç gitmedikleri anlaşılıyordu. Düşünceli bir şekilde onları dinliyordum. Böylece yeni Başbakan Abdullah Hamduk ile yapacağım görüşme öncesinde kafamda bir tablo oluşacaktı.
Havaalanına indiğimizde elinde ‘Acil Destek Kuvvetleri’ yazılı kağıt ile bekleyen bir adam duruyordu. Fakat diğer kağıtlar üzerine Arapça yazılmamıştı. Hepsi yabancı isimlerdi. Uçaktan inen kaslı bir grup, bahsettiğim adamın yanına gitti.
Tüm bu sahneler, Hamduk ile görüşmem öncesinde, Sudan sokağının devrim öncesi döneme geri dönmeyeceğine, sivil yönetimin devam edeceğine ve devletin yeniden askeri bir yapıya bürünmeyeceğine olan inancımı artırdı.
Röportajda, Başbakan’a ülkenin neden iki devlete bölündüğünü sordum.
Başlangıçta Beşir’in adını vermek istemeyen Başbakan Hamduk şunları söyledi;
“1956'da, Sudan bağımsızlığını ilan ettiğinde, Güney’deki kardeşlerimiz bir birlik istedi ve bu konuda onlarla bir uzlaşıya vardık. Ancak hemen ertesinde kılık değiştirdik ve uzlaşıyı sürdürmedik. Ekim 1964’teki uzlaşının iptali meselesi Nisan 1985 sonrasına kadar devam etti. Taraflar bu hikayede olması gerektiğinden daha az sorumluluk üstleniyor. Fakat elbette, Güney'in ayrılmasındaki en büyük faktör 30 yıl süren ‘kurtuluş dönemi’ oldu.”
Hamduk ile gerçekleştirilen röportajın tamamı;
Sudanlıların uzlaşıyla seçtikleri Başbakan ile yaptığım röportaj özel bir soruyla başladı.
-Beşir döneminde maliye bakanlığı görevi teklifini reddettiniz. Onunla çalışarak başarıya ulaşmanın zor olduğunu biliyor muydunuz yoksa doğru zamanı bekleyip fırsatı mı değerlendirdiniz?
“Doğru zamanı beklediğimi söylemek yanlış olur. Halkımın isteği üzerine, bu büyük devrimin önceliklerini elde etmek için birlikte başarıya ulaşmaya geldim. Bu durum fırsatı kollamak değil, mecbur kalmaktı. Büyük sorumluluklar ve zorluklar bulunuyor. Dolayısıyla kimse bunu tek başına yapamaz. Bu ortak bir sorumluluktur.”
-Peki, Abdullah Hamduk’a göre bu görev zor mu yoksa kolay mı?
“Zor olduğunu itiraf etmeliyim. Ancak çabaları birleştirerek bunun üstesinden gelebiliriz.”
Röportaj esnasında Başbakanın medya danışmanı Dalia el-Rubi ve Independent Arabia’nın Hartum muhabiri İsmail Muhammed Ali de bulunuyordu. Sorulacak çok soru vardı, fakat zamanımız da kısıtlıydı. Röportaja ayrılan süre 30 dakikaydı. Başbakan, her defasında başka soru olup olmadığını soruyordu ve her seferinde, “Bu son soru” cevabını veriyordum.
-Tüm hedefleri başarıya ulaştırmak için üç yıl yeterli mi?
"Hükümetin belirlenmiş öncelikleri var. İlgili bağlamda geçiş döneminde gerçekleştirilmesi hedeflenen 10 öncelik bulunuyor."
Hamduk, Beşir’in devrilmesinden sonra Sudan'a döndü. Ancak ülkeden asla kopmadığını söyleyen Hamduk, “Geri dönene kadar Sudan’dan gözümü ayırmadım. Yani biliyorsun işimin başındaydım. Hartum'dan bir buçuk saat uzaklıktaki Addis Ababa’daydım. Sudan'la sürekli temas halindeydim. Gençlik yıllarımın ilk günlerinde bir süre ara verdim. Ancak 2002 ve 2003'ten beri ülkede kalıcı bir varlığım var ve düzenli olarak geliyorum” ifadelerini kullandı.
Bölgesel kamplarla uğraşmak
Başbakan,  soruları yanıtlarken temkinli davranıyordu. Bir ülkeyle ya da bir kampla diğerinin pahasına uyum veya uyumsuzluk yaşamak istemiyordu. Başbakan Hamduk’a bölgedeki ittifaklar ve müttefik kamplarla ilgili birkaç soru sordum. Cevabı, ilk gün ilan ettiği dengeli bir dış politika yürütme kararına bağlı kalacağı şeklindeydi.
-Sayın Başbakan, bir yanda Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Mısır ve Bahreyn’in yer aldığı bir kamp, diğer yanda size daha yakın olan Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı (İhvan) destekleyen Katar ve Türkiye’nin bulunduğu bir kamp var. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?
“İlk günden itibaren geçiş döneminde gerçekleştirmeyi planladığımız 10 öncelikten birinin eksenlerden uzak kalmak, dengeli bir dış politika oluşturmak ve Sudan'ın çıkarlarına rehberlik edecek vizyonlar yaratmak için çaba göstereceğimizi duyurduk. Karşılıklı saygı çerçevesinde iyi komşuluk ilişkileri ve barışsever güçlerle ortaklıklar kurmayı, bununla birlikte halkımız adına bu ilişkileri ilerletmeyi hedefliyoruz. Sudan’ın bu eğilime dayanan politikasına geri dönüyoruz.”
Hamduk, ülkesini dış ilişkilerde denge ve herkesle uzlaşma politikasının yaşandığı altın çağına döndürmeyi umduğunu belirterek, “İngiliz sömürgeciliği altında olduğumuz şartlara dönmüş olmamıza rağmen yeniden sömürge olmayı istemedik. Sudan'ı altın çağına geri döndürmek istiyoruz. Bunu da dengeli bir politika ile yapabiliriz. Bu, bizim dış politikamıza yön verecek pusulamız olacak” şeklinde konuştu.
Başbakan Hamduk, hükümetinin ülkesini çevreleyen dalgalı denizin ortasında özellikle Sudan'ın çıkarlarını göz önüne alınarak dengeli ilişkiler kurmaya çalıştığını kaydetti.
Sudan’ın çıkarları
‘Sudan’ın çıkarları’ ifadesini yineleyen Hamduk’a bu çıkarların neye dayandığını sordum. Hamduk ise sorumu şöyle yanıtladı;

“Sudan’ın çıkarları çoğunluğa saygılı, fakat her şeyden önce kendi çıkarlarımızla bağlantılı dengeli ilişkiler oluşturmaya dayanıyor. En büyük önceliğimiz barışı sağlamak. Bunun için çabalayacağız. Ayrıca ekonomik krizle baş edebilmek için gerekli çabayı göstereceğiz. Devlet kurumlarının kurulması, yolsuzlukla mücadele ve kadınların temsili gibi iç meselelerimizle ilgili diğer konularla da ilgileneceğiz. Dediğim gibi, şu anda Sudan'ın hedefinde 10 öncelik bulunuyor.”
Röportaj, Hamduk’un Güney Sudan'ın başkenti Juba ziyaretinden bir gün sonra gerçekleşti. Hamduk’a göre ziyaret, ilişkinin simgesel ve ayırt edici olması için gerekliydi. Hamduk, “Biz tek bir ülkeydik. İlk ziyareti gerçekleştirdik ve birçok hedefe ulaştık. Güney Sudan ile uzun bir sınırımız (2 bin kilometreden fazla) var. Bu ilişki ticarette, imalatta ve ikili ilişkilerde iki halk arasında muazzam bir potansiyel sunuyor. Ziyaret, ayrıca silahlı hareketlerle bir araya gelmek için de bir fırsattı. Juba, Sudan Halk Kurtuluş Hareketi-Kuzey (SPLM-N) Başkanı Abdulaziz el-Helu ile görüşme imkanı sundu. Görüşmelerin savaşın durması ve barışın sağlanması yönünde çok olumlu sonuçları olduğunu düşünüyorum” diye konuştu.
“Beşir, Sudan'ın bölünmesine neden oldu”
Juba’dan yola çıkarak, Başbakan’a ülkenin neden iki devlete bölündüğünü sordum.
Başlangıçta Beşir’in adını vermek istemeyen Hamduk şunları söyledi;
“1956’da bağımsızlığın ilan edilmesinden itibaren Sudan devletinin yapısındaki bir takım dengesizlikler peşimizi bırakmadı ve anlaşmaların bozulmasına neden oldu. Yani eğer bu konuyu, ülkemizdeki çoğunluk ve çeşitliliğin yönetimini hesaba katarak yönetebilseydik, sonuç böyle olmazdı. 1956'da Sudan bağımsızlığını ilan ettiğinde, Güney’deki kardeşlerimiz bir birlik istedi ve bu konuda onlarla bir uzlaşıya vardık. Ancak hemen ertesinde kılık değiştirdik ve uzlaşıyı sürdürmedik. Ekim 1964’teki uzlaşının iptali meselesi Nisan 1985 sonrasına kadar devam etti. Taraflar, bu hikayede olması gerektiğinden daha az sorumluluk üstleniyor. Fakat Güney'in ayrılmasındaki en büyük faktör 30 yıl süren ‘kurtuluş dönemi’ oldu. Kendi vatandaşlarınıza karşı cihat ilan edemezsiniz. Kurtuluş döneminde olan ise buydu. Güney’deki savaş meselesini kastediyorum. 1956'dan beri kurtuluş mücadelesiydi, ama son yıllarda farklı bir boyut kazandı”
Hemen ardından Başbakan’a şu soruyu yönelttim;
-O zaman bir başka deyişle son 30 yıllık bu süreç Beşir döneminde yaşandı. Öyle değil mi?

 “Evet”
-Kadınların temsilciliği batıya iyi görünme çabası mı?
Başbakan'a kadınların temsilciliğinin batıya ya da belirli bir tarafa sevimli görünme çabası olup olmadığını ve kadın bakanların doğru makamlara seçilip seçilmediğini sordum.
20 bakandan sadece 4’ünün kadınlardan oluşuyor olmasını oldukça az bulan ve bu sayının yeterli olmadığına inanan Başbakan, “Hükümet mantığı temsil ediyor. Hükümet içindeki kadın sayısının yeterli olduğunu düşünmüyorum. Ancak doğru yolda atılmış bir adım. 20 bakandan 4’ünün kadın olması yeterli değil. Kadınların sayısının daha fazla olmasını istiyorduk. Sudan tarihinde Dışişleri Bakanlığı’na ilk kez bir kadın atandı. Bu, doğru bir adımdı. Kadınların parlamentoda ve vilayet meclislerinde sayılarının artmasını umuyorum. Bu ülkede nüfusun yüzde 50'sinden fazlasını kadınlar oluşturuyor. Bu da yüzde 50’lik bir temsil hakkına sahip olmalarını makul kılıyor. Adil ve haklı bir temsiliyetten bahsediyorum. Ancak böyle bir mesele bir günde çözülemiyor. Zaman, yaklaşım ve iyileştirmeye ihtiyaç duyuyor. Sudanlı kadınlar devrimde kilit rol oynadılar. Kadınlara bu konuda bir şey bahşetmiş olmuyoruz, haklarını teslim etmiş oluyoruz. Sudan, tüm Arap ve Afrika ülkeleri arasında kadınların öne çıktığı bir ülke. Afrika ve Arap ülkelerinde kadınlar parlamentoya ilk kez Sudan’da girdiler. Bu, bundan 50 yılı aşkın bir süre önce 1965’te Fatıma Ahmed İbrahim’in Sudan Parlamentosu’na girişiyle bu gerçekleşti. Mesele, tercih meselesi değil, bunun toplumun kalkınması ve gelişmesi için doğal bir hak olduğunun idrak edilmesidir. Kadınların haklarına saygı göstermeyen toplum, eksik bir toplumdur” ifadelerini kullandı.
Sudan toplumundaki çeşitli çevrelerin 4 kadın bakanı kabulüne ilişkin görüşleriyle ilgili olarak ise Başbakan, “Ortada bir görüş ayrılığı var. Bunun bir hırs olmadığına inananlar var ve ben de aynı fikirdeyim. Bazıları da bunun doğru bir adım olduğunu düşünüyor. Öte yandan bu adım, kadın örgütleri tarafından büyük alkış aldı ve genel olarak toplum tarafından kabul edildi” diye konuştu.
ÖDBG ile hükümet arasındaki ilişkide dengenin sağlanması
Her ne kadar yeni hükümet, Özgürlük ve Değişim Bildirgesi Güçleri (ÖDBG) ve Sudan’daki tüm kesimleri temsil ediyor olsa da Beşir rejiminin sembol isimlerinin yönetimden uzaklaştırılmasını talep eden gösteriler halen devam ediyor. Hamduk'a ÖDBG’nin hükümete baskı yapıp yapmayacağını ve Sudan Egemenlik Konseyi ile yapılan anlaşmayı hiçe sayarak, gösteri düzenleyip düzenlemeyeceğini sordum. Hamduk soruyu, “Gösteriler, demokrasinin bir göstergesidir. İster gösteri, ister seminer isterse de protesto şeklinde olsun hiçbir ifade biçiminin önüne taş koyulmayacak. Bunlar demokrasiye ısınma turları. Bir yıldır demokratik geleneklerin inşa edilmesine tanıklık ediyoruz. Vatandaşlarımızdan hiçbirini yasalar çerçevesinde olduğu takdirde protesto hakkından mahrum etmeyeceğiz. Bu farklı ifadelerin bizi nihayetinde demokratik bir iklime taşıyacağına inanıyoruz. Bunu olumsuz bir tezahür olarak görmüyoruz, hatta tam aksini düşünüyoruz. Bu, devrimin köklerini açık tutmaya ve devrimle elde edilenlerin koruyucusu olarak kalmaya devam etmenin bir garantisidir” şeklinde yanıtladı.
Soruyu bir kez daha yineledim ve “Siz ve ÖDBG arasında görüş ayrılığı olursa bununla nasıl başa çıkacaksınız?” diye sordum. Hamduk, “Bu gibi anlaşmazlıkları yüksek bir sorumluluk duygusuyla yönetiyoruz. Halkımızın çıkarlarını baz alıyoruz” şeklinde cevapladı.
İhvan dönemi geri gelir mi?
- Sudan'daki bazı gözlemciler, ordunun saflarını yeniden düzenlediğini ve mevcut durumu kabul etmeyeceğini söylüyorlar. Eski rejimin sembol isimlerinin yargılanmadığını ve Mısır'da olduğu gibi beraat edeceklerini söyleyenler de var. Siz ne düşünüyorsunuz?

“Sudan asla eskisi gibi olmayacak. Bu derin bir devrim. Köklü bileşenlere ve hedeflere sahip...  Konuya, iki ülkenin aynı olmadığı perspektifinden bakmalıyız. Her ülkenin kendine özgü özellikleri vardır. Bir ülkenin yaşadığı tecrübe diğer ülke için emsal sayılamaz. Başkalarının deneyimlerinden yararlanırız. Ancak yönetim şekli, bu ülkedeki tarihi deneyimlerimize, mirasımıza ve oluşumlarımıza bağlıdır. Arap dünyasının pek çok yerinde benzeri olmayan çok gelişmiş bir siyasi sınıfımız var. Bunu diğer bölgelerle karşılaştıramayız. Arap Baharı deneyimi, bazı bölgelerde değişimlere neden oldu. Arap Baharı, Sudan’ı da neredeyse Suriye ve Libya’ya çeviriyordu. Demokrasinin farklı bir kök saldığı Tunus, Arap Baharı’ndan tamamen başka bir bağlamla çıktı. Sudan'da bu konuyu zengin mirasımızı temel alarak çözeceğiz. Bu durumun Sudan için bir risk yarattığını sanmıyorum.”
Yemen savaşı ve Sudan
Sudan'da biri askeri diğeri ise sivil olmak üzere iki bakış açısı var. Birincisi, askeri Egemenlik Konseyi aracılığıyla, Yemen’de Arap Koalisyonu’nda kalmaya devam etmesi gerektiğini söylüyor. İkincisi ise sivil Bakanlar Kurulu aracılığıyla Yemen'den ve meşru hükümeti destekleyen Arap Koalisyonu’ndan çıkılmasının zorunlu olduğuna inanıyor.
Bu konudaki fikirlerini sorduğum da Hamduk, şu yanıtı verdi;
“Şu anki savaşlardan ve devlet içi çatışmalardan en çok zarar gören ülke biziz. Bu zararın büyüklüğünü ve buna dahil olanların ödeyecekleri bedelleri biliyoruz. Yemenli kardeşlerimize ve koalisyona, bu krizi çözecek anlayışlara ulaşılması konusunda yardımcı olmaktan memnunuz. Tüm tarafların razı olacağı bir çözüme ulaşmak için kardeşlerimiz ile birlikte katkıda bulunacağımızdan ve yıllar önce konuştuğumuz mutlu Yemen’in yeniden geri döneceğinden eminiz”
Hamduk’un verdiği diplomatik cevap beni daha net bir soru sormaya zorladı;
- Sudan güçleri Arap Koalisyonu’nda mı değil mi?

“Tüm tarafların razı olacağı çözümlere ulaşılması için kardeşlerimizle birlikte çalışacağız. Sonunda bu krize son verecek çözümler getireceğine inandığımız hiçbir çabadan kaçınmayacağız. Yemen krizinin diyalog yoluyla çözülmesi gerektiğini düşünüyorum.” 
Hamduk’un tekrarlanan soruya verdiği cevap da yine netlik yoktu.
Yaptırımların kaldırılması ve Arap ülkelerinin yardımı
Yaptırımların kaldırılması ve Sudan'ın terör finansmanları listesinden çıkarılması, yeni hükümetin öncelikleri arasında yer alıyor. Hamduk, konuşmasında olumlu bir ton kullanmasına rağmen Sudan’a yardım edecek veya yaptırımları kaldırmasına katkıda bulunmaları için görüşülecek ülkelerin isimlerini belirtmekten kaçındı. Devrim’in Sudan'da yeni bir atmosfer yarattığına inandıklarını söyleyen Hamduk, “Devrim, sağlam bir demokrasi oluşturmak için güvenilir ve insan haklarına saygılı bir iklim yarattı. Yeni Sudan, artık kimse için bir tehdit değil. Bence bu devrim, Sudan'ın terör finansmanları listesinden çıkarılmasıyla ödüllendirilmeli. ABD, Kanada, Avrupa ve diğer ülkelerdeki ortaklarımızla sıkı çalışma ve ciddi görüşmelere başladık. Arap dünyasındaki kardeşlerimizle de bize bu konularda yardım etmeleri için görüştük” şeklinde konuştu.
Yaptırımların kaldırılmasına katkıda bulunmaları için hangi Arap ülkeleriyle görüştüklerini sorduğumda, söz konusu ülkelerin isimlerini vermekten kaçınan Hamduk, “Bu dosyaya yakın birkaç ülke ile görüştük. Kardeşlerimizin bize verdiği sözlerin yanı sıra bizden bir takım talepleri var. Batı dünyasındaki yetkililerle mükemmel ilişkileri olan ülkeleri çok iyi tanıyorsunuz. Kapılarını çalmakta zorlanacağımızı sanmıyorum. Kardeşlerimizin bu konuda bize yardımcı olacağına inanıyorum. Çünkü birçok mesele buna bağlı. Ekonomik kriz ve sürdürülebilir barışa giden yol bu kapıdan geçiyor. Arap kardeşlerimizin bizi destekleyeceğine inanıyorum”
ifadelerini kullandı.
Uluslararası arenadaki Afrika’ya yönelik yarışta Sudan’ın tutumu
Çin’in yanı sıra Türkiye de Afrika’ya yatırım hattına sıkı bir giriş yaptı. Ancak bu girişim Suudi Arabistan ve Mısır gibi bazı Arap ülkeleri tarafından bölgenin güvenliğine yönelik bir tehdit olarak görülüyor. Çin ve diğer ülkeler, Afrika’daki ‘yatırım pastasından’ pay almayı başardılar.
Başbakan Hamduk’a bu yarışa yönelik tutumlarının ne olduğunu sordum. Aldığım cevap ise şöyleydi;
“Ekonomi, siyasetin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu nedenle yatırım dostu bir iklim oluşturmak birçok konuyla bağlantılı. Sizin de soruduğunuz üzere Afrika genelinde konuşalım. Yatırım konusunda birçok bölgesel ve uluslararası güç arasında adeta bir yarış var. Bunun olduğuna inanıyorum. Afrika'nın çeşitli bölgelerinde ve kurumlarında çalışarak geçirdiğim uzun yıllar boyunca tüm dünya ülkeleriyle Afrika arasındaki ilişkileri takip ettim. Afrika’nın bu dosyada kendi çıkarları adına ustalaştığına inanıyorum. Sudan da bunun bir parçası. Bu da yabancı yatırımcılarla ilişkilerde yönümüzü belirleyecektir.”
SUDAN EGEMENLİK KONSEYİ BAŞKANI EL-BURHAN: SUUDİ ARABİSTAN'IN GÜVENLİĞİNE YÖNELİK TEHDİTLERE İZİN VERMEYİZ



Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
TT

Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)

İbrahim Hamidi

Eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi iki yılı aşkın bir sürelik ‘savaşçı molasının’ ardından Irak'a döndü. Titiz hesaplamaları ve adımlarıyla tanınan Kazımi'nin dönüşü birçok soru işaretine ve spekülasyona yol açtı. Tüm bunlara bir de ülkesine 7 Ekim 2023'ten sonra Ortadoğu'nun büyük dönüşümlere sahne olduğu ve ABD Başkanı Donald Trump'ın yeniden Beyaz Saray’a dönüşüyle dünyanın yeni bir döneme girdiği bir dönemde dönmüş olması eklendi.

Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde sürgünde gazeteci olarak çalışan Kazımi, Irak'ta, bölgede ve dünyada, müttefikler ve çatışan taraflar arasındaki geniş ilişki yelpazesiyle tanınıyor. Kazımi aynı zamanda Bağdat'taki büyük değişimin ardından iç ve dış dönüşümler, krizler ve değişimler arasında bağlantı kurabilen, sinyallerin ve değişimlerin anlamlarını okuyabilen az sayıdaki isimden biri.

Kazımi’ye Irak, Ortadoğu'daki değişimler ve yeni dünya düzeni hakkında pek çok soru sordum. Bir kısmı Londra'da gerçekleşen röportaj, 26 Mart 2025 tarihinde e-posta yoluyla yazılı olarak tamamlandı.

Kendisine Bağdat'a dönüşünün ne anlama geldiğini, seçimlere katılmayı planlayıp planlamadığını ve ne tür garantiler istediğini, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesini ve Irak'ta Tahran ile Washington arasındaki ilişkileri, Beşşar Esed rejiminin düşmesinden sonra Ortadoğu’yu ve Hizbullah’ın başarısızlıklarını, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran'a yönelik ‘azami baskı’ tehditlerini, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini, yeni dünya düzenini, ABD, Çin ve Rusya arasındaki ilişkileri ve Arap ülkelerinin uluslararası konumunu sordum.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı  Mustafa el-Kazımi röportajın tam metni:

*Sayın Başbakan, iki yılı aşkın bir aradan sonra Irak'a geri döndünüz. Dönüşünüz hangi sebeplere dayanıyor?

Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Başbakanlık görevimi tamamladıktan sonra Irak'tan ayrılmaya karar verdim. Bu kararın kendince sebepleri ve gerekçeleri vardı. Kişisel olarak böyle bir çalışma döneminden sonra bir mola vermeye ihtiyacım vardı. Sorumluluk üstlendiğim dönem sadece başbakanlıkla sınırlı değildi, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın başında bulunduğum 2016 yılından görevi mevcut Başbakan'a devrettiğim 2022 yılının ekim ayına kadar uzanıyordu.

Bazı kardeşler benim ‘savaşçı molası’ verdiğimi söylediler. Bu tanımda bir miktar doğruluk payı var. Birçok görüşmede tepede durduğumu ifade ettim. Bu da bir yandan durumun takibi ve gözlemlenmesiyle karışık bir mola, diğer yandan da görüşler, fikirler ve yaklaşımlar geliştirmenin yanı sıra deneyimin değerlendirilmesi, kaydedilmesi ve belgelenmesi için çalışma anlamına geliyordu. Özellikle bölgeyi ve dünyayı kasıp kavuran değişimler aynı zamanda sükûnet ve esneklik gerektirdiğinden, mevcut koşullara ve karmaşıklıklara rağmen uygun çözümler üretmemize yardımcı oldu. Duygulara kapılmamalı ve Irak'ın, halkının ve bölgenin genel çıkarlarını gerçekleştirmek için ahlaki, insani ve ulusal değerleri korumalıyız.

Beşşar Esed rejiminin çöküşü ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak’a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor.

Bölgedeki gelişmeler ve bunların genel olarak Arap dünyasına, özelde ise Irak'a yansımaları, engellerin aşılmasına ve hesapsız maceralardan uzak bir şekilde gerçeğe hızlı bir şekilde dönülmesine katkıda bulunacak fikirleri üretmeye açık bir şekilde çalışmak ve başlatmak için beni daha fazla motive etti.

Mola bitti İbrahim Bey. Arap dünyasındaki durumun bir parçası olmaya çalışmanın zamanı geldi. Irak, bu uzlaşıdan ve bu eğilimden sapmayan bir Arap ülkesi ve bundan uzak kalamaz. Bu derinlik başka bir derinlikle yer değiştiremez.

*Önümüzdeki seçimlere katılmak için ittifaklar kurmak istediğiniz doğru mu?

Önümüzdeki seçimlere katılma, ittifaklar kurma ya da koalisyonlara katılma konusunu zamana bırakıyorum. Çok sayıda ve çeşitli seçeneklerimiz var. Vizyonumuzla örtüşen ve farklı yaklaşımları paylaşan güçler ve partilerle açık ve kesintisiz olarak iletişim halindeyiz. Bu konu halen tartışılıyor.

İki önemli noktaya değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi, eğer önümüzdeki seçimlere katılmaya karar verirsek özellikle 2005 yılından bu yana geçmiş seçimlerde yaşadığımız tecrübeler çerçevesinde, bu seçimlerin adil olacağına ve en üst düzeyde şeffaflığa sahip olacağına dair garantiler talep ediyoruz. Daha önce pek çok zorluk, aksaklık ve haksızlık yaşandı.

cfvgthy
Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi ile bir röportaj gerçekleştirdi (Al Majalla)

İkincisi olarak seçimlere katılalım ya da katılmayalım, iktidarda olsun ya da olmasın, hükümete ya da siyasi sisteme yakın yahut muhalif olsun herkes, ulusal ve tarihi sorumluluklarını üstlenmeli. İçinde bulunduğumuz dönem ortak yarar için, Irak'ın iyiliği için çalışmamızı gerektiriyor. Çünkü fiyasko ve başarısızlığın bedelini hepimiz, Irak ve Iraklılar ödeyecek. Ben de her zaman bundan korkuyor ve buna karşı uyarıyorum.

*ABD, askerlerini bir takvim dahilinde Irak’tan geri çekmeye karar verdi. Sizce bunun Irak üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Hükümetim döneminde, ABD muharip güçlerinin Irak'tan çekilmesini tamamladık, ancak belirli sayıda askeri danışmanı bulundurmaya devam ettik. Onlara güvenlik güçlerimizin bazılarını eğitme ve DEAŞ çeteleriyle mücadele edebilmeleri için gerekli tavsiye ve desteği sağlama görevi verdim.

Bu anlaşmayı ve etkilerini değerlendirme sürecinde değilim. Ancak Irak'ın Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkisinin stratejik ve önemli olduğu ve bundan taviz verilemeyeceğini söylemek istiyorum. Bu ilişkiyi nasıl güçlendireceklerini ve geliştireceklerini araştırıp ABD’nin yeteneklerinden, uluslararası konumundan ve Irak'a bir devlet, kurumlar ve halk olarak hizmet etme potansiyelinden yararlanmak yetkili kardeşlerimizin görevi.

Daha önemli ve talihsiz olan bir diğer konu ise Irak halkına cehaletle birlikte ikiyüzlülüğün ihraç edilmesidir. Bir yandan ABD ile bağların koparılması çağrısında bulunurken diğer yandan gizlice ve üstü kapalı bir şekilde köprüler kurmaya ve Irak içinde ve dışında ABD’li yetkililere kimliklerini sunmaya çalışan sahte slogancılardan bahsediyorum!

*Irak’a döndüğünüzde bölge çok değişmişti. Örneğin Beşşar Esed rejimi düşmüş ve Hizbullah başarısızlığa uğramıştı. Bu durum Irak'a da yansıdı mı?

Elbette. Beşşar Esed rejiminin düşmesi ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak'a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor. Sanırım önümüzdeki birkaç ay içinde bu daha da netleşecek.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez.

En önemlisi başkalarının deneyimlerinden ders çıkarmaktır. Iraklılar olarak, başkalarıyla aynı hataları yapmamak için kendi deneyimlerimizden ve başkalarının deneyimlerinden ders almalıyız. Aynı hataları yapmak ne haklı gösterilebilir ne de kabul edilebilir. Bugünün dersi, başkalarının deneyimlerini iyi anlamak, koşulları, faktörleri ve sonuçları iyi okumak ve bir sonraki aşamayı doğru bir şekilde kurmaktır. Ancak bu şekilde daha sonra bir gerileme yaşamaktan kaçınırız. Devlete, devletin tercihine ve devletin kurumlarına inanmalıyız, çünkü herkesi koruyan onlardır, tersi değil.

*Irak ve İran arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Irak ve İran arasındaki ilişkinin, her iki ülkenin özgünlüklerine saygı göstererek ve her iki ülke için de en iyisini elde etme çabası çerçevesinde, olumlu etkileşim ve iyi komşuluk temelinde olması gerekiyor. Irak'ın iç işlerine her türlü müdahaleyi reddediyorum. Her iki ülkenin de çıkarlarını korumak için Irak'ın İran'ın arka bahçesi olmasına izin verilmesine karşıyım.

Burada, İran’daki ilgili kardeşlerimi, genel olarak bölgeye ve özelde Irak'a ilişkin vizyonlarını yeniden gözden geçirmeye ve ikili iş birliği ve iletişimde devlet ve kurum mantığını yerleştirmeye çağırıyorum.

Bölgemizde değişimler yaşanıyor. Herkesin bu değişimlere ayak uydurması gerekiyor. Herkes, bölge ülkeleri ile halklarının çıkarlarına hizmet eden iş birliği ve ekonomik entegrasyon ilkeleri doğrultusunda çalışmalı. Ancak bu şekilde güvenlik ve istikrarın temelleri atılıp hiç kimsenin çıkarına olmayan bir çatışmaya herkesi itebilecek pervasız maceralar önlenebilir.

*Devletin kontrolü dışındaki silahlar ne olacak?

Silahlar devletin kontrolü dışında olduğu zaman Irak öldü demektir. Uluslararası toplum ve bölgesel komşular, devletin, devlet kurumlarının ve halkın iradesi olmaksızın savaşa ve barışa karar verme konusunda risk almaya ve ileri gitmeye hazır taraflara ve milislere sahip bir devletle uğraşmamaları konusunda uyarıyor.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez. ABD karşıtı sloganlar atanlar, ABD’nin hükümetle koordineli olarak bulundurduğu askerlerini ‘işgal’ olarak değerlendirirken, devlet ve hükümet bu askeri varlığı dünyanın en güçlü askeri gücüyle güvenlik iş birliği ve stratejik ortaklığın bir parçası olarak görüyor.

Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? Daha önce de söylediğim gibi, Irak halkının kasıtlı olarak cehaletiyle birleşen bir ikiyüzlülük var ve bu onlara çok pahalıya patlayacak. Çünkü halk artık gerçekleri ayırt edebiliyor.

*Pekin’deki anlaşmanın zeminini hazırlayan Suudi Arabistan-İran görüşmelerinin Bağdat’ta yapılmasında rol oynadınız. Üzerinden geçen iki yılın ardından anlaşmayı nasıl görüyorsunuz?

Bu görüşmeler karşılıklı iyi niyetlerle yapıldı. Irak, coğrafi konumu, yakınlığı ve iki komşusuyla da olan etkileşimi sayesinde bunun görüşmelere uygun ve elverişli bir zemin hazırlayabildi. Müzakerelerin sayısı beş tura ulaştı. Bu turlarda iki taraf arasında açıklık ve şeffaflık ön plandaydı. İki taraf arasında çözüm bekleyen konuların çoğu ele alındı. Irak, aradaki boşlukları doldurmaya istekli bir arabulucu olabildi, fakat -açıkça söylemek gerekirse- Irak bu tür görüşmelerin sonuçlarının garantörü olamaz. Bu tür görüşmelerin bölgesel değil, uluslararası bir garantöre ihtiyacı olduğu bir gerçek. Çin de her iki tarafa görüşmenin sonuçlarının garantörü olmayı önerdi.

7 Ekim'den önceki bölge ile sonraki bölge aynı değil. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel sistemde de büyük değişimler yaşandı.

Bölgemizde yaşanan onca şeyden sonra, bu diyaloğun bazılarının zaman kazanmak ve bir aşamayı geçmek için kurduğu geçici bir diyalog olarak değil, yeni bir strateji ve herkese olumlu yansıyacak farklı bir bölgesel yaklaşım için temel bir diyalog olarak görülmesini umuyorum. Ben halen her iki tarafta da iyi niyetin var olduğuna ve bu anlaşmayı geliştirme potansiyelinin bulunduğuna inanıyorum.

*Irak İran'ın komşusu. Trump İran'a ya azami baskı uygulayacağını ya da bir anlaşma yapacağını söylüyor. Siz bunu ve Irak üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başkan Trump, ABD'nin hasımlarına karşı azami baskı politikası uyguluyor. Bu bağlamda İran'a baskı uyguluyor ve davranışlarını değiştirmeye zorlamak için güç kullanma tehdidinde bulunuyor. Ancak bu politikayı daha tehlikeli kılan en temel değişken, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Ortadoğu'da yaşanan büyük çalkantıların ortasına denk gelmesidir. Bu durum, iki taraf arasındaki gerilimi tırmandırırken bir yandan İran-Irak ilişkilerinin diğer yandan da ABD-Irak ilişkilerinin seyrini doğrudan etkiliyor.

fergt
ABD Başkanı Donald Trump, 2020 yılında ilk başkanlık döneminin sonlarında dönemin Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi'yi Beyaz Saray'da ağırladı (AFP)

Washington ve Tahran arasındaki gerilimin niteliği ne olursa olsun, Irak'ın menfaati bunun olumsuz yansımalarını kontrol altına almayı ve iki taraf arasında diyalog kanalları açabilecek etkin bir rol sahibi olmasını gerektiriyor. Aynı durum, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar gibi bölge ülkeleri için de geçerli.

Irak, ABD-İran çatışmasının somut jeostratejik ve tarihi gerçeklerine en fazla cevap veren ülke konumunda olduğundan bu boşluğu doldurmada ve perspektifleri yakınlaştırmada yapıcı bir rol oynamayı hak ediyor. Irak'ın, temel çıkarlar, ulusal güvenlik ve Arap derinliği olmak üzere bu üç temele dayanan dengeli bir vizyon temelinde değişikliklere uyum sağlama yeteneğine sahip olması da önem taşıyor.

Öte yandan İran’daki kardeşlerimizi bölgedeki, özellikle de Irak'taki deneyimlerini değerlendirmeye ve koşulları tek tarafın yararına kullanmak yerine çözümü düşünmenin ve çözüm bulmanın yanında komşularla ilişkilerde devlet ve kurumları kavramına geçmeye ve devrim fikrini kendi sınırlar içinde tutmaya ve onu ihraç edip orada burada sorun yaratmamaya dayalı kapsamlı bir vizyon geliştirmeye çağırıyorum.

*7 Ekim 2023 olaylarının ardından yeni bir bölgesel düzenin şekillenmekte olduğundan bahsediliyor. Siz bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bölgenin 7 Ekim öncesiyle sonrasında aynı olmadığı kesin. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel düzende de büyük dönüşümler yaşandı. Ancak tamamen yeni bir bölgesel düzenden bahsetmek için henüz çok erken.

Bölgedeki tüm aktörler yaşananları objektif ve cesur bir şekilde yeniden okumalı. Uzun süreli savaşların ardından zayıflık dengelerine dayalı bir stratejik alana girmek yerine bölge halklarının çok boyutlu ve çoğulcu çıkarlarıyla uyumlu bir siyasi bütünleşme mantığı oluşturmak üzere bazı dersler ve ibretler çıkarmalı. Bölgedeki bazı ülkelerin tanık olduğu ekonomik-kalkınma rönesansının temeli olarak her zamankinden daha acil hale gelen siyasi-güvenlik istikrarını tesis etmek için gerçekçilik ve dengeli sorumluluğu harmanlayan stratejik seçeneklere açık olmalı.

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Bölge ülkeleri arasında iş birliği, etkileşim ve ağ oluşturma alanları yaratmak ve küresel düzeyde ekonomik varlıklarını arttırmak için gerçek bir fırsatla karşı karşıyayız. Bu da çeşitli güçlerin inandığı, kendini dayatabilecek yeni bir gerçeklik üretebilecek yeni bir yaklaşım gerektiriyor.

Irak’ın devlet, hükümet, kurumlar ve aktif güçleri bunu dikkatle okumalı.

*Tüm bunlar Trump'ın ikinci başkanlık döneminin başlarında gerçekleşiyor. Trump’ın yeniden başkan seçilmesi ve bölgemiz üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Trump’ın ikinci dönemi, birinci döneminden farklı değil. Ortadoğu'ya yönelik dış politikası ilk dönemindeki politikasının bir uzantısı. Yine “Önce Amerika” ilkesiyle yola çıkıyor. Ekonomiye öncelik veriyor ve savaşa başvurmadan düşmanlarını kontrol altına almayı amaçlayan ‘baskıcı güç’ stratejisine çerçevesinde düşmanlarına karşı azami baskı politikasını izliyor. Trump yönetiminin yeni politikası ve uygulamaları temelde 7 Ekim sonrası yaşanan önemli gelişmelerin bıraktığı siyasi iklim ve stratejik dönemeçlerden dolayı farklılaşıyor. Bu da bölgedeki denge haritasının yeniden çizilmesi için ABD'nin aktif ve yoğun olarak katılım göstermesini gerektiriyor.

Burada, ABD'nin uluslararası arenada ve önemli meselelere yönelik politikasının Trump’ın şahsına indirgenemeyeceğini belirtmemiz gerekiyor. Bu konuda temelde belirleyici olan ABD'nin bölgedeki ve dünyadaki çıkarlarını ve ABD ulusal güvenliğinin korunmasını dikkate alan derin kurumsal yapısıdır.

Bu kritik tarihi anda, bölgede barışı ve istikrarı sağlamak için ABD ile olgun bir stratejik ortaklık üzerinde düşünmeli ve bu tür bir iş birliğini kalkınma ve ilerleme yollarına hizmet etmek ve nesillere gelecek vaat eden bağlamlar oluşturabilecek yaratıcı fırsatlar sağlamak için kullanmalıyız.

*Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile anlaşmaya varmak ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile rekabet etmek istiyor. Üç ülke arasındaki ilişkileri ve bunların dünya üzerindeki etkilerini nasıl okuyorsunuz?

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Ancak bu rekabet tek kutuplu sistemde köklü bir değişikliğe yol açmadı. Uluslararası sistemin bu tek kutuplu yapısını değiştirme girişimleri, başta Çin ve Rusya olmak üzere, uluslararası arenadaki yerlerini ve rollerini yeniden kazanmaya çalışan ve özellikle jeostratejik etki alanlarında ABD’yi zayıflatmaya çalışan bazı uluslararası güçlerin ana hedeflerinden biri oldu ve olmaya devam ediyor.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik değişimler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya.

ABD için Çin, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü William Burns'ün de belirttiği gibi, ‘21. yüzyılın en önemli jeopolitik tehdidini temsil ediyor’. Bu yüzden ABD vizyonu ve bundan kaynaklanan stratejiler ve taktikler açısından Rusya'dan farklı. Washington, küresel ekonomik dümene liderlik etmek için kızışan güç yarışında en tehlikeli rakip olarak Pekin ile karşı karşıya. Her ikisi de uluslararası sistemin doğasını yeniden tanımlamayı ve onu hem ekonomik hem de askeri açıdan çok kutuplu bir kimliğe taşımayı hedeflediğinden, ABD'nin tek taraflılığına karşı koymak Çin-Rusya ilişkilerinin en önemli ayağını oluşturuyor.

Rusya-Ukrayna savaşı ve Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından, uluslararası piramidin tepesine doğru çıkmaya başlayan Rusya'nın, ABD'nin dünya düzeni liderliğine tehdit oluşturan uluslararası bir güç olmaktan ziyade uluslararası boyutu olan bölgesel bir güç haline geldiğini söyleyebiliriz. Gerçekte ABD, Rusya-Çin stratejik ittifakı ile çatışma halkalarını dağıtmayı başardı. Washington, ABD’ye karşı giderek büyüyen bir tehdit olarak gördüğü Çin'i kuşatmayı amaçlayan stratejilerine kendini adama fırsatı buldu. ABD yönetimi, bu bakımdan pusulayı Çin'in yükselişini engellemeye çevirmek için bölgede ve uluslararası alanda meşgul olduğu arenaları azaltmaya çalışıyor. Dolayısıyla, ABD'nin Rusya-Ukrayna çatışmasını sona erdirme girişimi ve Trump'ın Putin ile yakınlaşması, Trump'ın ‘şahsi diplomasi’ ilkesine olan inancına, yani Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile şahsi bağlantılar kurarak Rusya ve Kuzey Kore ile çelişkileri yönetme ve onları dizginleme çabasına ek olarak anlaşılabilir.

dfergty
Kazımi Londra'da Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi’ye röportaj verdiği sırada (Nur Eyyub – Al Majalla)

Trump, küresel ekonominin dümenine geçmek isteyen Çin’i engelleyecek kararlı adımlar atmak için zamana karşı yarışıyor. Çünkü ABD'yi büyük zorluklardan kurtarıp sürdürülebilir fırsatlara ulaştırmayı başaran istisnai bir lider olarak tarihe geçmek istiyor.

*Yeni dünya düzenine nasıl bakıyorsunuz?

ABD, teknolojik, ekonomik, kültürel, askeri ve diplomatik olmak üzere çeşitli alanlarda üstünlüğünü korumaya çalışarak, uluslararası kurumlara ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra uluslararası arenada tek başına kalan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) liderlik ederek ve başta Çin ve Rusya olmak üzere potansiyel rakiplerinin bir süper güç seviyesine yükselmesini engellemeye çabalayarak uluslararası sistem üzerindeki liderliğini sürdürmenin yollarını arıyor.

Günümüzün akışkan ve karmaşık dünyasında, uluslararası haritayı basit kavramlara indirgemeyen çok boyutlu bir okumayı tercih ediyorum.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik dönüşümler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya. Bundan dolayı gücün artık tek bir kutbun elinde toplanmadığı, ancak üç boyuta bölünmüş bir modele göre dağıtıldığı ve böylece birden fazla gücün aynı anda etkileşime girdiği söylenebilir.

ABD, gerek bütçe gerek teknoloji gerekse dünyanın dört bir yanında sahip olduğu askeri üsler bakımından olsun askeri güç açısından açık ara tek taraflı hakim güç olmaya devam ediyor. ABD'nin askeri üstünlüğü Washington'ı eşsiz bir konuma oturtuyor. Ancak yükselen güçleri, özellikle de sessiz ve derinden devasa silah cephanelikleri geliştirmeye ve geçtiğimiz yüzyıldaki Sovyetler Birliği'nden farklı olarak ABD’nin gücüyle rekabet edebilecek bir askeri yapı inşa etmeye çalışan Çin'i izlemesi ve takip etmesi gerekiyor.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor.

Ekonomik güç düzeyinde, on yılı aşkın bir süredir ABD, Avrupa Birliği (AB), Çin ve Japonya gibi büyük ekonomik güçler arasındaki hararetli rekabet başta olmak üzere çok kutupluluk yönünde bir tablo çiziliyor. Buna yansımaları ve etkileri nedeniyle uluslararası arenada büyük önem kazanan Hindistan ve Brezilya gibi yeni oyuncular ekleniyor.

Burada dikkat edilmesi gereken üçüncü bir boyut daha var. O da ulus ötesi ilişkilerle ilgili boyuttur. Geleneksel anlamda devletleri temsil etmeyen geleneksel olmayan güçler bu boyutta etkileşime girer ve bu boyutta ulus ötesi terörizm, uluslararası suç ve siber güvenlik gibi zorluklar ortaya çıkar. Salgın hastalıklar ve iklim değişikliği gibi tüm insanlığın karşı karşıya olduğu ortak sorunlar uluslararası iş birliği yapılmasını gerektirdiğinden tek bir güç tarafından ele alınamamalı. Bu boyutta güç, çok çeşitli ölçeklere dağılmış olup, tek kutupluluk ya da çok kutupluluk kavramlarını, uluslararası gerçekliğin ve mücadelelerinin karmaşıklığını tanımayan basit bir kavram haline getiriyor.

*Arap ülkelerinin bu küresel sistemdeki konumlarını, rollerini ve katkılarını nasıl görüyorsunuz?

Arap dünyasının engin potansiyeline, bol kaynaklarına ve zengin medeniyet mirasına yakışacak şekilde küresel sahnede anlamlı bir etki kazanmasının en etkili yolu Arap entegrasyonu projesidir. Bu proje, çabaları birleştirecek, içerideki çelişkileri yapıcı bir farkındalıkla yönetecek ve Arap siyasi dokusunu yeniden yapılandırmak ve Arap dünyasının küresel meseleleri şekillendirmesine izin verebilecek muazzam enerjisini ortaya çıkarmak için gizli yetenekleri kullanacak. Bir süre önce, bölgemizi etkileyen kronik krizleri aşmak üzere tasarlanmış bir girişim olan ‘Yeni Levant (Maşrık) Projesi'ni önermiştim. Bölgenin çıkmaza girmiş gerçekliğine meydan okuyan Yeni Levant Projesi, maceracı ya da gerçekçi olmayan bir vizyon sunmaktan ziyade gerçekliğin akışkanlığına ve karmaşıklığına ayak uyduran, dönüşümün üretilmesine olanak tanıyan bir öneridir. Proje, bölgedeki kilit oyuncular olan Irak, Mısır ve Ürdün arasında stratejik ve yapıcı bir entegrasyon öngörüyor. Irak zengin doğal kaynaklara, Mısır büyük bir nüfusa ve önemli bir endüstriyel uzmanlığa, Ürdün ise önemli bir jeostratejik konuma sahip. Bu özelliklerin hepsi, bölgede kendi kabiliyetlerine dayalı yeni bir rota çizmek ve kendine daha fazla inanan ve yapısal ilerleme için dayanışmanın gerekliliğine daha fazla ikna olmuş bir bilinci yeniden üretebilecek hayati bir model oluşturmak için her ülkenin güçlü yanlarından karşılıklı olarak faydalanmak üzere iş birliği yapmak üzere bir araya getirilebilir.

Yeni Levant Projesi, ne yazık ki bölgesel söylemlerimizin çoğunda pratikten ziyade retorik bir değer haline gelen entegrasyon ilkesine yaptığı vurguyla öne çıkıyor.

Böyle bir projenin özellikle Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki (KİK) kardeşlerin vizyonunu tamamlayacağını ve ortak Arap eylemine dayalı yeni bir Ortadoğu inşa etmek için ufuklar açabileceğini ve gerçek fırsatlar yaratabileceğini düşünüyorum.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor. Çünkü ortak çıkarlar bu tür bir gücün engellenmesini değil, yükselmesini gerektiriyor. Bu güç, daha güvenli, gelişmiş ve ileri bir stratejik ortam yaratma ve sadece stratejik kısırlık üreten çatışma alanlarını boğma çerçevesinde etkili ve verimli ekonomik, siyasi ve güvenlik dinamiklerine dayanıyor. Bu da Arap dünyasını, küresel sahnede öne çıkan eylemin sadece bir alıcısı olmanın ötesine taşıyıp uluslararası dönüşümlerin oluşumuna daha fazla dâhil ediyor.