Hüda Necib Mahfuz: Babamın unutulmasından korkuyorum

Hüda Necib Mahfuz: Babamın unutulmasından korkuyorum
TT

Hüda Necib Mahfuz: Babamın unutulmasından korkuyorum

Hüda Necib Mahfuz: Babamın unutulmasından korkuyorum

1988 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Mısırlı yazar Necib Mahfuz’un vefatının 13. yıldönümünde ‘Al-Majalla’ dergisi, Mahfuz’un kızı Hüda Mahfuz ile özel bir röportaj gerçekleştirdi.
Şarku'l Avsat'a verdiği özel röportajda babasının zaman içinde unutulacağına dair korkularını dile getiren Hüda Mahfuz, yabancı yazarların biyografileri gibi babasının biyografisinin de çeşitli sınıflarda okutulmasını umduğunu belirtti. Hüda Mahfuz, babası Necib Mahfuz’un hakkında çıkan söylentiler sebebiyle büyük haksızlıklara ve yazdıklarını okumayanlar tarafından itibar suikastine uğradığını ifade etti.
Babasının yaşamı sırasında aileye giren bazı kişilerin vefatından sonra ona kötülük ettiklerini de iddia etti. Necib Mahfuz’un ailesi ile Kahire’deki Amerikan Üniversitesi arasında yıllar süren işbirliğinin yerini gerginliğin alması arkasındaki sırrı açıklayan Hüda Mahfuz, taraflar arasındaki davalara rağmen ve başka bir anlaşmayı ciddi bir şekilde düşündüğüne de değindi.
Arap romanını zenginleştirmede yadsınamayacak bir rolü olan, Mısır ve Arap edebiyatı tarihine önemli eserler katan Necib Mahfuz, Nobel Edebiyat Ödülü’nü (1988) kazanan ilk Mısırlı ve Arap yazar olarak tarihe geçti. En ünlü romanları arasında: Kahire Üçlemesi "Saray Gezisi", "Şevk Sarayı" ve "Şeker Sokağı" ile beraber "Hırsız ve Köpekler", "Ezilenler", ‘Miramar’, "Nil Üstünde Gevezelik", "Cebelavi Sokağı'nın Çocukları", "Midak Sokağı" ve "Savrulan Kahire" de yer alıyor.
Eserlerinin eski Mısır ile ilişkilendirildiği bilinen Necib Mahfuz’un ‘Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’ romanı başta olmak üzere bazı romanları ciddi tartışmalara neden oldu. Yazmaya yedi yıl ara vermesinin ardından bu romanı yazan Mahfuz’un kitabı yayınlamasını engellemek isteyen El-Ezher'den din adamlarının saldırılarına uğraması sebebiyle kitabın yayınlanması sekiz yıl gecikti. İlk olarak 1967’de Lübnan’daki Dar Al-Adab yayınevinin bastığı kitabın Mısır’a girişi o zamanlar yasak olduğu için ancak 2006 yılında Daru’ş-Şurul Yayınevi kitabı yayınlayabildi. Mahfuz, yazmayı bitirdiği romanın bölümlerini 1950’lerde Mısır’ın El-Ahram gazetesinde paylaşsa da romanda bazı dini sembolleri kötüye kullandığı gerekçesiyle kendisine yöneltilen eleştiriler, hayatının son gününe kadar peşini bırakmadı.
Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasının ardından mutaassıpların Mahfuz’a besledikleri düşmanlığın dozu bir hayli arttı. Bu sebeple uğradığı suikast saldırısında boynuna bıçak saplanan Mahfuz, sağ kolunun felce uğramasıyla yazı yazamaz oldu. Ayrıca yıllarca sürdürdüğü her gün insanların arasında bir saat dolaşma alışkanlığını bırakmak zorunda kaldı.
Mahfuz, eserlerinin farklı dönemlerde sinema ve televizyon dünyasında en çok yayınlandığı yazardır. Aynı zamanda bu durum ününün sadece aydınlar ve elitler arasında değil, halka nezdinde de genişlemesine sebep oldu.
11 Aralık 1911’de Kahire’nin tarihi Cemâliye semtinde doğup 30 Ağustos 2006’da vefat eden Necib Mahfuz’un adı, Kahire’nin eski mahallelerindeki halk kahveleri ile bütünleşmişti. Fatimi Mısır’ın kalbindeki tarihi yapılardan biri olan Ebu Zeheb Tekkesi ise vefatından sonra Necib Mahfuz’a ayrılan bir müze haline getirildi.
94 yaşına ulaşmış olmasına rağmen kültürel faaliyetlere ve medya toplantılarına katılmaya devam eden Mahfuz’un doğum günü, çeşitli edebiyat ve sanat yıldızlarının katıldığı büyük bir şenlik havasındaydı.
Vefatının 13. yıldönümünde kızı Hüda Necib Mahfuz ile konuştuk.
-Uzun bir bekleyişin ardından nihayet babanızın vefatının 13. yıldönümünde Necib Mahfuz Müzesi açıldı. Bu konuda ne hissediyorsunuz?
Öncelikle Allah babama, anneme ve kız kardeşime rahmet eylesin. Şüphesiz babamın vefatının bu seneki yıldönümü, ona özel hazırlanmış Necib Mahfuz Müzesi’nin açılışı münasebetiyle diğerlerinden farklı oluyor. Bu beni çok mutlu etti çünkü sonunda müzenin açılışı babamın aile fertlerinden birinin hayatına renk kattı. Bu gelişme, müzede değiştirilmesi mümkün olan bazı eleştirilere ve gözlemlere rağmen umut verici. Fakat asıl önemli olan müzenin açılmış olması ve babama ait bir koleksiyona ev sahipliği yapıyor olması.  
-Müze hakkında bazı memnuniyetsizliklerinizin olduğunu hissettim! Müze açılışının uzun sürmesi projeye dair hevesinizi mi kırdı?
Müzeden memnunum fakat umarım müzeden sorumlu direktör Yusuf El-Kaid, müze fikriyle sınırlı kalmayarak burayı bir kültür merkezine dönüştürür. Çünkü bu, müzenin kurulma planının bir parçasıydı.
-Babanız Necib Mahfuz’un yıldönümünün edebi ve kültürel anlamda layıkıyla kutlandığına inanıyor musunuz? Yoksa kusurların olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Doğrusu yıldönümlerine verilen önemin her sene değiştiğini düşünüyorum. Bazen çok önemsenirken bazen de çok durgun geçtiğini ve göz ardı edildiğini düşünüyorum. Bu sene ise kutlamaları yakından takip edemedim bu yüzden müzenin açılışı dışındaki faaliyetler dikkatimi çekmedi.
-Sizce bunun sebebi ne?
Maalesef, yorum yok!
-Necib Mahfuz’a verilen önemin zamanla azalmasından ve birçok yazara olduğu gibi onun da unutulup gitmesinden korkuyor musunuz?
Babamın biyografisi okullarda öğrencilere anlatılmadığı sürece maalesef böyle bir şey mümkün. Asırlar önce yaşamış olmalarına rağmen yabancı yazarların hala aramızda olduğunu görebiliyoruz. Küçük yaştan itibaren çocuklar okullarda; İngiliz, Fransız, Alman ya da falanca yazarları öğreniyor. Bu yüzden bu yazarlar ölümsüzleşiyor. Biz de aynısını Necib Mahfuz ve diğer yazarlarımız için yapmazsak unutulmaya mahkum olurlar. Her neslin zaten kendine özel yazarları var bu yüzden geride kalanların unutulması çok doğal.
-Babanızın adı eğitimin hiçbir aşamasında mı geçmemişti?
Genel olarak konuşuyorum. Müfredatta babamla ilgili çalışmaların olduğunu söylemişlerdi fakat sonra kaldırıldı. Aslında okullarda, büyük yazarlar dâhil olmak üzere önemli şahsiyetlerin öğretildiği bazı temellerin olduğunu düşünüyorum. Örneğin küçüklüğümde Amerikan okulunda okurken Shakespeare’i okuduğumu ve onu çok iyi tanıyarak mezun olduğumu hatırlıyorum.
-Aynı şeyin babanız için de gerçekleşmesini ister miydiniz?
Elbette. Bunu sadece Necib Mahfuz için değil tüm yazarlarımız için isterim. Çünkü bizim kendi atalarımızı tanımamız gerekir, kendi yazarlarımızdan daha çok yabancı şahsiyetleri öğrenmemiz mantıklı değil. Ne yazık ki Dr. Taha Hüseyin haricinde hiçbir Mısırlı yazarımızın çalışmaları ‘günlerce’ öğretilmiyor.
-Peki yabancıların Necib Mahfuz’a Araplardan daha fazla önem verdiklerini düşünüyor musunuz?
Açıkçası Amerikan Üniversitesi bir süredir iyi çalışıyordu fakat son zamanlarda çalışmalarının seviyesi oldukça düştü. Bunun sebebi ise Üniversite’nin ihmali ve sadece akademik yönlere odaklanması. Zaten şuan bu yüzden üniversite ile aramızda ayrılıklar var.
-Bu yüzden mi Amerikan Üniversitesi’ndeki yıllık Necib Mahfuz Ödülleri Töreni’ne katılmadınız?
Aslında bu konuya değinmeyi ve medyada hakkımda şaşırtacak abartıda açıklamalarla karşılaşmayı hiç istememiştim. Fakat konu haddini aştı. Aslında katılmaktan ya da bunu duyurmaktan kaçınmak istememiştim fakat günün birinde gazetecilerden biri bana tesadüfen Necib Mahfuz Ödülleri’nin dağıtılacağı günü kastederek “yarın görüşürüz” dediğinde ona üniversiteyi boykot ettiğimi söyledim. Biz Necib Mahfuz ailesi olarak, üniversitenin sınırı aşması ve birtakım sorunlar sebebiyle yalnızca birkaç kez festivallere katılmadık. Bana konuyla ilgilenmediklerini hissettirdiler.
-Alternatif bir sözleşme mi arıyorsunuz? Yoksa buna izin verilmiyor mu?
Açıkcası bu biraz uzun bir mesele fakat artık benim sabrım taştı. Söz konusu üniversite aleyhinde üç dava açtık. Amerikan Üniversitesi yayıncılar ve çevirmenler olarak ikiye ayrılmış durumda. Babamın yaşamında avukatları olmalarıyla beraber babam onlara tiyatro oynama hakkı vermemişti!  Fakat insanlar vefat ettiklerinde nasıl vekaletname bitiyorsa babamın ölümüyle de vekaletname sözleşmesi tamamen sona erdi. Fakat maalesef onlar kendilerince vekaletnameye devam ettiler. Bu konuda herhangi bir yetkinliklerinin olmamasına rağmen benim görüşümü almadan yetkileri dışında hareket etmeye devam ediyorlar. Bu da beni utandırıyor ve anlaşmalı olduğum kişilerle sorunlar yaşamama sebep oluyor. Konu sadece yasal problemler değil, itibarı da kötüye kullanıyorlar. Vekil, bir şeye sahip olan değil, sahip kişinin yerine hizmet sunandır. Kısacası Amerikan Üniversitesi aleyhinde dava açmamız için birçok sebep vardı.
-Babanızın vefatından sonra insanların Necib Mahfuz ailesine olan davranışlarının değişmesi sizi üzüyor mu?
Hayır Allah’a şükür üzülmüyorum. Tanıdıklarım ve arkadaşlarım yanımda ve onlardan memnunum. Bana sadece babamın hayatta olduğu sürede yaklaşıp o vefat ettiğinde benimle ilişkiyi kesen insanları kaybetmek benim için hiçbir şeyi değiştirmiyor. Zaten böyle ilişkileri sevmiyorum.
-Aslında Amerikan Üniversitesi gibi kurumların anlaşma üsluplarındaki değişiklikten bahsediyordum.
Bu konuda Amerikan Üniversitesi maalesef başka insanları da kızdırdı. ‘Akhbar Al-Adab’ gazetesinde okuduğuma göre yazar Baha Taher hakkında da şikayet var. Babamın Nobel almasında herhangi bir faydaları olmamasına rağmen onların bizi sömürge olarak gördüklerini hissediyorum. Zaten Amerikan Üniversitesi ile işbirliği yapmadan önce babamın çalışmalarını ilgili komite tercüme etmişti, bununla birlikte çalışmaları büyük yayıncılara gönderen de biziz. Ben Amerikan Üniversitesinde okudum, tarihlerini çok iyi biliyorum. Sanki bize lütufta bulunmuş gibi davranmaları doğru değil. Gösterdikleri çabaların karşılığını zaten aldılar. Ortada karşılıklı bir çıkar vardı bu yüzden bize üstünlük taslamalarına gerek yok. Rahmetli kız kardeşim Faten de onların kötü muamelesinden rahatsız olmakta haklıydı.
-Necib Mahfuz ile ilgili gelecek başka projeler de var mı?
Henüz herhangi bir proje yok.
-Gerçekleştirmek istediğiniz bir hayaliniz yok mu?
Dediğim gibi Necib Mahfuz’un da yabancı yazar ve edebiyatçılar gibi tanınması için biyografisinin okullardaki derslere dâhil olmasını çok isterim. Bir de hayatında birçok haksızlığa uğradığını ve hakkında doğru olmayan söylentilerin yayıldığının bilinmesini istiyorum. Onu iyi tanımak ve hakkında doğru bilgilere ulaşmak için de onun yazdıklarını okumak, üslubunu ve kullandığı simgeleri anlamak gerekiyor. Fakat ne yazık ki ona suikast düzenleyenlerden biri bile onun kitaplarını okumamıştı. Zaten tüm bu yaşananlar kimsenin onun hakkında bir şey bilmemesinden kaynaklanıyor. Farazi kelimeler gerçeklerinin yerini alıyor.
-Sizce Necib Mahfuz’un itibarı nasıl yeniden kazandırılabilir?
Okullarda büyük edebiyatçıları nasıl öğreniyorsak Necib Mahfuz’u da bu şekilde öğreterek ona itibarını yeniden kazandırabiliriz. Umarım böyle bir şey sadece babam için  değil diğer yazarlar için de gerçekleşir. Çünkü okullardakiler, normal okuyuculara göre okuduklarında daha fazla derinleşiyorlar. Fakat kendimizi sadece üniversite ile sınırlarsak konu da sınırlı kalacaktır.
-Sinemanın zaman zaman Mahfuz’un çalışmalarını tahrip ettiğini veya onun fikirlerinde değişiklikler yaptığını düşünüyor musunuz?
Babam sinemada gösterilecek eserlerinin senaryo yazmalarına katılıyordu. Bu yüzden sinemanın ticari kaygılarının olduğunu çok iyi biliyor. Bu konuda şöyle söylemişti: “Çalışmalarımı yargılamak isteyen bir kimse, filmleri izleyerek değil romanlarımı okuyarak yargılasın”. Bu söylediği gerçekten doğru. Çünkü sinemanın doğası gereği senaryo yazımında birtakım değişiklikler yapılıyor. Romanlar ise orijinaldir, gerçek yazarın ürünüdür.
-Peki Necib Mahfuz’un, romanlarına yakın gördüğü en önemli sinema eserleri hangileriydi?
Bunu ona hiç sormamıştım fakat aslına uygun yapılmamış birçok sinema eseri var. Bir keresinde, önceden yazılarını yazdığı odada birinden gelen bir mektubu okuyorduk. Mektupta şöyle yazıyordu: “Dansçıların hizmetkarı olan sen, nasıl ahlak hakkında konuşursun?”. Bunun üzerine babam güldü. Belli ki mektubu gönderen kişi dansçıların çok fazla rol aldığı Üçleme filmlerinden etkilenmişti. Bu filmleri izleyen bazıları da babamın kadınları aşağı gördüğünü düşünmüştü. Bu elbette ki haksız bir bakış açısıydı ve gerçeği yansıtmıyordu. Çünkü zaten filmlerde gösterilenler romanlarında yazdıklarını yansıtmıyordu.
-Mahfuz, Üçleme’nin ekranlarda gösterilmesinin ardından itirazda bulundu mu?
Yönetmen Hassan Al Imam’ı seviyordu. Ona itiraz ettiğini düşünmüyorum.
-Peki eserlerini sinemada izlemek için size eşlik eder miydi?
Onu hatırlamıyorum ama yabancı film izlemek için sinemaya gittiğimizi hatırlıyorum.
-Demokrat bir baba mıydı yoksa Üçleme’de yer verdiği Bay C’nin kişiliğine mi yakındı?
Babam Üçleme’yi yazdığında Bay C’nin onun babası olduğunu iddia edenler olmuştu. Fakat babam, roman sanatının gerçeğe dayanmadığını ancak hayal gücünün karakterlerin sanatsal donuşlarında rol oynadığını söylemişti. Yani o, romanlarında hayatındaki kişilerin aynılarını yazmıyordu, bu yüzden Bay C de evindeki kişilerden biri değildi. Babamı ve hayatını yargılayanlar, babamın kişiliği, babalığı ve bize nasıl yaklaştığı hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Çok şefkatli bir babaydı. Annem kızgın olduğu zamanlarda ona “Onları şımartan sensin” derdi çünkü bize karşı çok nazik ve hassastı. Kendi yolundan yürümemiz için bize yazmayı öğretmeyi çok istiyordu. Yani babamın Bay C’nin karakterinde olduğunu düşünmek mümkün değil.
-Necib Mahfuz’un kızları hakkındaki isteği gerçekleşti mi?
Ben Amerikan Üniversitesi’nde medya okudum ve halkla ilişkiler dalında uzmanlaştım. Kız kardeşim Faten ise işletme okudu. Amerikan Üniversitesi’ne girmeden önce Kahire Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngilizce Bölümü’nden de kabul almıştım. Aslında babam orada okumamı tercih ederdi fakat ben Amerikan Üniversitesi’nde okumaya karar verdim. Kendi isteği konusunda bize baskı yapmaz, bizi seçimlerimizde hür bırakırdı.
-Peki Mahfuz’un kızlarının evlenmemelerinin sırrı nedir?
Açıkçası özel konular hakkında konuşmayı sevmiyorum.
-İsteğinize saygı duyuyorum fakat Necib Mahfuz’un küresel bir şahsiyet olması sebebiyle onun ve ailesinin hayatı hakkındaki ayrıntıları bilmek, sevenleri için önemli değil midir?
Her şey nasip kısmet olduğu gibi, evlilik de öyle. Bunu söylemek beni üzüyor ama babamın etrafındaki kişilerden hayatımıza zarar verenler oldu. Hakkımızda gerçek olmayan söylentiler çıkardılar ve bunlar bize gerçekten çok zarar verdi.
-Haksızlığa mı uğradınız?
Çıkar meselesiydi. Düşünce tarzımızı bildikleri halde bize yaklaşmaya çalışanlar daha sonra ise bize haksızlık ettiler. Babam hayattayken evine girenler vefatından sonra kızları hakkında ileri geri konuşmaktan çekinmediler. Hatta bilmedikleri konular hakkında bile konuştular. Garip olan şu ki diğer insanlar da dedikoduları tekrarlayıp duran bu kişilere sorgusuz sualsiz inandılar. Ne yazık ki insanlar olumsuzluklara karşı daha duyarlı.
-Babanızın şöhreti size fayda mı sağladı zarar mı verdi?
Babamın şöhretiyle ya da Nobel Ödülü alması beni pek etkilemedi. Aracı veya başka bir şey olmadan bir Amerikan şirketinde çalışıyordum sadece.
-Psikolojik etkiden bahsediyorum. Çünkü bazen babanın şöhreti çocuklarına ağır gelebiliyor. Böyle bir şey hissettiniz mi?
Açıkçası Mahfuz ailesi olarak toplumdan uzaktaydık ve bu uzaklık hoşumuza gidiyordu. Fakat son zamanlarda medyada görünmek zorunda kaldım ve bu bana çok zor geldi. Bu yüzden toplantılarım sınırlı oluyor. Televizyona çıktığımda ise toplantının kaydedilmesini istemeliyim fakat bunlara hala alışamadım.
-Babanız konuklarla evde buluşur muydu?
Babamın yakın arkadaşlarını evde görürdük. Onlardan Servet amca ve Tevfik el-Hakim’i hatırlıyorum. Evimize gelirlerdi, biz de onları çok severdik. Öğrencileri ise evimize pek gelmezdi, bu yüzden onları pek tanımazdık. Onlarla daha çok kafe gibi halka açık yerlerde buluşurdu.
-Necib Mahfuz’un yokluğunda en çok neyi özlüyorsunuz?
Ondan öğrendiğim tüm güzel şeyleri özlüyorum. İnsan ilişkilerinde kusursuzdu, ben de bunu ondan öğreniyordum. Şuan biriyle herhangi bir sorun yaşadığımda kendimi ‘babam olsaydı bu durumda nasıl davranırdı’ diye düşünürken buluyorum. Ahlak, tevazu, hoşgörü ve insan ilişkileri konusunda oldukça iyi bir örnekti.
-Vefatından önce size özel bir vasiyette bulunmuş muydu?
Vasiyet değil fakat hayattaki arzusu bizim onun yolunu devam ettirmemiz ya da kızlarından birinin edibe olmasıydı. Bunun için çocukluğumuzdan beri bizimle çok uğraştı. Okuldayken bize yazmayı öğretmeyi çok istedi ancak biz kızları bu arzusunu gerçekleştiremedik ve kendimize farklı yollar seçtik.
-Son olarak, Necib Mahfuz’un bir sonraki yıldönümünde neyi gerçekleştirmek istersiniz?
Onun ve arkadaşlarının itibarlarını yeniden kazanmalarını gerçekten çok isterim. Müzede, babamın yakınları olan Ezilenler grubuna ayrılmış bir yer bulduğumda hissettiğim buydu. Babam ve ailesiyle ilgili bir şeyleri düzelttiğimde ve netleştirdiğimde kendimi gerçekten rahatlamış hissediyorum.



 Fransız yazar Jelloun, İsrail'in Gazze'deki saldırıları ve İslamofobi'ye ilişkin AA'ya konuştu

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA
TT

 Fransız yazar Jelloun, İsrail'in Gazze'deki saldırıları ve İslamofobi'ye ilişkin AA'ya konuştu

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA

Birçok ülke ve Türkiye'de kitapları sevilerek okunan Fas asıllı Fransız yazar Tahar Ben Jelloun, İsrail'in Gazze'ye yönelik katliamlarının bir soykırım olduğunu belirterek, "Netanyahu'ya mektup yazdım. 'Savaşı kaybettiğini, çünkü herkesi öldürse bile Filistin'in orada kalacağını, Filistin halkının her zaman var olacağını' söyledim." ifadesini kullandı.

"Kum Çocuk", "Kutsal Gece", "Yoksullar Hanı", "Bay Ahlak'ın Çöküşü", "Kızıma Irkçılığı Anlatıyorum" gibi Türkçeye çevrilenlerin yanı sıra "Çocuklara İslam'ı Anlattım" ve "Kazablanka Aşıkları"nın da aralarında bulunduğu kitapların yazarı, Fransa'nın prestijli edebiyat ödüllerinden Goncourt Ödülü sahibi Tahar Ben Jelloun, Institut Français organizasyonuyla Ankara'ya geldi.

Fas'ta 1944'te doğan, ortaöğrenimi­ni Tanca şehrinde tamamlayan Ben Jelloun, 1971'de Fransa'ya göç ederek sosyoloji ve sosyal psikiyatri alanında öğrenim gördü.

30'dan fazla kitap kaleme alan Ben Jelloun, 1987'de "Kut­­sal Gece" romanıyla Gon­court Ödülü'nü alarak Fransa'da bu ödüle layık görülen ilk Faslı yazar oldu.

Eserlerinde ülkesinin sıkıntılarını, ırkçılık, göçmen soruları ve İslam karşıtlığını konu edinen Ben Jelloun, 1970'lerde başladığı gazeteciliği, Fransa'nın Le Monde gazetesinde sosyal ve siyasal konuları ele aldığı yazılarıyla sürdürüyor.

Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necdet Ünüvar'ın ev sahipliğinde öğrenciler ve akademisyenlerle söyleşide bir araya gelen Ben Jelloun, öncesinde, yazarlık serüveni, kitaplarına konu aldığı Filistin ve Gazze'deki katliamlar ile dünyada artan İslamofobi'ye ilişkin Anadolu Ajansı (AA) muhabirinin sorularını yanıtladı.

Soru: Türkiye'yi gezme şansınız oldu mu?

Tahar Ben Jelloun: Ne yazık ki Türkiye'yi gezme şansım olmadı. İstanbul'a kitaplarımı tanıtmak için 20 sene önce geldim ve çok hızlı bir gezi olmuştu.

Soru: Şu an üzerinde çalıştığınız bir roman var mı? Edebiyatçılar hakkında merak edilen bir şeydir, eski romanlarınızı dönüp okuyor musunuz, "Bugün yazsam farklı yazardım." diyor musunuz?

Tahar Ben Jelloun: Geçen yıl çıkan "Kazablanka Aşıkları" adlı romanımın devamı üzerinde çalışıyorum. Günümüz Fas'ında, Kazablanka'nın orta sınıfında evlilik üzerine bir hikaye. Şu anda ikinci cildi üzerinde çalışıyorum. Kitaplarımı geriye dönüp okumuyorum. Kitaplarımı asla tekrar okumam ve sonra onları unuturum.

Soru: Fransa'da yaşıyorsunuz ve ana vatanınız Fas ile bağlantınızı asla kesmemişsiniz, öyle değil mi?

Tahar Ben Jelloun: Evet, tabii ki yılda 4-5 ay oraya gidiyorum. Fas'a ihtiyacım var çünkü kitaplarımın çoğu Fas hakkında. Balzac'ın bir romancının ne olduğuna dair tanımını ele alırsak, "Bir romancı kendi çağının tanığıdır." der ve benim çağım Fas. Ülkemden kopamam.

Soru: Edebiyatçılık yaş aldıkça farklı bir çehreye bürünüyor mu? Edebiyata başladığınız ilk dönem ile bugünü kıyasladığınızda değerlendirmeniz nasıl olur?

Tahar Ben Jelloun: Yazmaya ilk başladığımda çok zorlandım. Romanı beni eleştirmeyecek, "İyi, bu güzel." diyecek bir yayıncıya teslim etmek istiyordum. Bugün de aynı zorluğu yaşıyorum ancak buna alıştım ve bir romanın yayımlanmasından bir gün önce, 50 yıl önce hissettiğim kaygıyı, heyecanı hissediyorum. Her yaşta hata yapabilirsin, her yaşta kötü bir kitap yazabilirsin. Bir yazar kendinden çok şey talep etmelidir.

- "Sinemacılardan ilham aldım"

Soru: Kitaplarınız akıcı ve betimlemeyi çok seviyorsunuz. Gençliğinizde hangi edebiyatçılardan etkilendiniz? Yazın hayatınıza etki eden, besleyen unsurlar neler oldu?

Tahar Ben Jelloun: Gençliğimde Tanca'da olduğumuz için dikkatimizi dağıtacak çok az şey vardı. Haftada iki kitap ödünç alıp okuduğum bir Fransız kütüphanesi vardı. Balzac, Victor Hugo, Jules Verne ve farklı şairleri okudum. Yazmaya başladığımda, beni en çok etkileyen kişiler yazarlar değil, film yapımcıları, sinemacılardı. Hikaye anlatma tekniği, okuyucuyu ya da izleyiciyi sıkmamak için dikkatli olmanızı gerektirir. Alfred Hitchcock, Fritz Lang ve John Ford gibi büyük sinemacılardan, ülkelerini ve hikayelerini film aracılığıyla anlatmayı seven insanlardan ilham aldım. Yazarların da üzerimde etkisi vardı elbette çünkü sürekli okurdum.

- "İnsanoğluna güvenmiyorum"

Soru: İnsanı merkeze alan kitaplar yazıyorsunuz. 1970'lerden bu yana gittiğiniz ülkelerdeki gözlemlerinize göre toplumların ve insanların davranış modelleri değişti mi, değerlendirmeniz nedir?

Tahar Ben Jelloun: Her zaman bir hümanist oldum. Ülkem Fas'ta kadın haklarından başlayarak insan hakları için kampanya yürüttüm. İlk romanım kadınların durumuyla ilgiliydi ve sonra devam ettim. Şu anda dünyada neler olduğunu görüyoruz. Ukrayna, Gazze, Afrika'nın daha karmaşık hale gelmesi, bazı coğrafyalarda diktatörlerin iktidara gelmesi... Hepsi çok korkutucu çünkü hukuka ve adalete saygısı olmayan insanlarla uğraşıyoruz. Bu yüzden insanlığa, insanoğluna güvenmiyorum. Ancak sade bir vatandaş olarak yazmaya ve politikacılardaki bu insanlık yoksunluğunu kınamaya devam ediyorum.

- "Göçmenlik, edebiyatımda her zaman konu olmuştur"

Soru: Dünyanın her yerinde göçmen sorunu var. Siz de 27 yaşında Fas'tan Fransa'ya göç etmişsiniz ve belki de bir süre Fransa sizi göçmen olarak kabul etti. Kitaplarınızda da bu konuyu irdeliyorsunuz. Son 40-50 yılda göçmenlerin durumu nasıl bir hal aldı?

Tahar Ben Jelloun: Göçmenlerin her yerde olduğu bir zamanda yaşıyoruz ve bunlar önceki dönemin politikaları olan sömürge politikaları, az gelişmişlik ve ırkçı politikalardan kaynaklandı. Şimdi bu nedenlere bir de iklim sorununu ekliyoruz. Fransa'da göç, sömürgeciliğin doğrudan bir sonucuydu. 40'lı, 50'li ve 60'lı yıllarda Fransızlar fabrikalarında çalıştırmak ve insan gücü edinmek için Cezayir, Fas ve Tunus'a gitti. Fransız hükümeti 70'li ve 75'li yıllardan itibaren insani bir bakış açısıyla göçmenler ve ailelerini bir araya getirmeye karar verdi. Fransa'da çalışan erkekler, eşlerini ve çocuklarını ülkeye getirme hakkına sahip oldu. O andan itibaren yeni doğumlar başlayacak ve göçmenlerden değil ama göçmenlerin çocuklarından oluşan yeni bir nesil ortaya çıkacaktı. Bu çocuklar bunu çok ağır yaşadı. Tanınmadıklarını, düzgün bir şekilde karşılanmadıklarını hissettiler. Kalitesiz okullara devam ettiler ve sonuçta ikinci sınıf Fransızlar oldular.

Ben ekonomik bir göçmen değildim. Bir dönem entelektüeller için Fas'ta yaşamak çok zordu, bu yüzden Fransa'ya geldim çünkü bazı arkadaşlarım fikirleri yüzünden çeşitli sıkıntılar çekiyordu. Fransa'da göçmenlere okuma yazma dersleri verdim. Göçmenlik, edebiyatımda her zaman konu olmuştur. Günümüze kadar onların neler yaşadığına tanıklık etmenin ve buna yönelik yazmanın önemli olduğunu düşünüyorum çünkü pek de iyi şeyler yaşamıyorlar.

- "Gazze'de yaşananlar bir trajedidir, soykırımdır"

Soru: İslam'ı anlatmak için kitaplar yazdınız ve Fransa'da İslam'ı anlatıyorsunuz. Bugün artan bir şekilde İslamofobi var. Gazze'de 14 bin çocuk İsrail'in katliamlarıyla hayatını kaybetti. Bu katliam nasıl son bulacak, dünyanın her yerinde kaygı uyandıran bu sıkıntı için değerlendirmeniz nedir?

Tahar Ben Jelloun: Ben edebiyatçı, yazar ve sosyolog olarak değil, sıradan bir vatandaş, bir aile babası olarak, tıpkı "Kızıma Irkçılığı Anlattım" kitabını yazdığım gibi, "Çocuklara İslam'ı Anlattım" kitabını da Fransız çocukların İslam'ın ne olduğunu anlamalarını teşvik etmek için yazdım. Bu bir eğitim ve pedagoji meselesi. Ancak başörtüsüyle ilgili yaşanan olaylar, İslamcılığın bir ideoloji haline gelmesi, terörizm, pek çok konu var. İslam dininin kötüye kullanılmasını İslam devleti ideolojisiyle birbirine karıştırıyoruz. Batı'da İslam'ın ne olduğu konusunda bir bilgi eksikliği var, İslam farklı gösteriliyor. İslam hakkında doğru bir şekilde konuşabilen çok az insan var.

Gazze'de yaşananlar bizim için bir acıdır. Hamas'ın 7 Ekim'deki saldırısını bir makale yayımlayarak alenen kınadığım doğrudur. Ancak korkunç olan İsrail'in 6 aydır sivilleri bilerek katletmek, çocukları öldürmek ve her şeyden önemlisi Filistin halkını aç bırakmak için gıda yardımının gelmesini engellemesi. Gazze'de yaşananlar bir trajedidir ve dünyada suçu tersine çevirmek için çok fazla baskı var. Netanyahu ve ordusunun planı tüm Filistinlileri yok etmek. Bu kesinlikle onun saplantısı, mümkün olduğunca çok Filistinliyi öldürmek ve böylece yeryüzünde hiç Filistinli bırakmamak... İsrailliler, soykırım kelimesinin Yahudilerin soykırımından başka bir şey için kullanılmasını istemiyor. Ancak bir hastaneyi, bir okulu ya da sadece uyuyan ailelerin olduğu bir köyü bombaladığınızda ve herkesi katlettiğinizde, bu soykırımdır. Trajedi şu ki diyalog ve müzakere olabilmesi için herhangi bir uzlaşma göremiyoruz. Bunu istemiyorlar, İsrailliler barışla ilgilenmiyor. Dolayısıyla bu trajedinin olumlu bir sonuca ulaşacağını düşünmüyorum.

- Netanyahu'ya yazdığı mektupla BM'den arandı

Soru: Gazze'de yaşananları romanlaştırma düşünceniz var mı?

Tahar Ben Jelloun: Filistin hakkında şiirler, tiyatro piyesleri yazdım. Gazze'de olanlar için İtalya'da "Çığlık" adında küçük bir kitap yayımladım. Çünkü Fransa'da yayımlamak için ortam müsait değildi. Hem 7 Ekim'in dehşetini hem de İsrail ordusunun dehşetini anlattım. Bir yandan Hamas'ın saldırılarını yazdığım için Arap arkadaşlarım tarafından hakarete uğradım, diğer yandan da İsrail ordusuyla ilgili metinlerimi yayımladığımda Yahudi arkadaşlarım tarafından antisemitik olduğum söylenerek saldırıya uğradım. Düşündüğünü söyleyen özgür bir entelektüelim ve kimseyi memnun etmeye çalışmıyorum. Bir insan olarak her gün gördüklerimi kınıyorum. Ve yazıyorum, yapmam gereken tek şey bu. Ayrıca Netanyahu'ya bir ay önce açık bir mektup yazdım ve bu mektup birkaç gazetede yayımlandı, Netanyahu'ya 'savaşı kaybettiğini çünkü herkesi öldürse bile Filistin'in orada kalacağını, Filistin halkının her zaman var olacağını' söyledim. Bir gazete beni Yahudi karşıtı olarak suçladı. Le Point'te genç bir Yahudi kadın tarafından yayımlanan, bana hakaret eden ve beni karalayan bir yazı yazıldı. İsrail'den bana karşı çok fazla tepki geldi. Bu mektup BM'ye kadar ulaşan ve oradaki pek çok yetkili tarafından okunan bir mektuptu. BM'den bu konuda beni aradılar. Mektup hala sosyal ağlarda dolaşıyor.

- "Batı'daki entelektüeller İslam'a ve Müslüman nüfusa pek ilgi duymuyor"

Soru: Faslı Fransız yazar olarak İslamofobi'nin çözümleneceğini düşünüyor musunuz? Edebiyat ve edebiyatçılar bu soruna kulak tıkıyor mu?

Tahar Ben Jelloun: Fransa'da bir din olarak İslam'ın çok kötü bir imajı var. Hem İslam'ı ve Müslümanları sevmeyenler hem de İslamofobi olarak adlandırılan İslam karşıtı ırkçılığı savunanlar var. İslam'dan korkan pek çok kişi var. Batı'daki entelektüeller, sanatçılar ve yazarlar, İslam'a ve Müslüman nüfusa pek ilgi duymuyor.

İslam'ı nefret konusu haline getiren aşırı sağcı siyasi partilerimiz var. Örneğin Eric Zemmour adında, partisi olmayan ama seçimlere katılmış eski bir gazeteci, aşırı sağa çok bağlı bir politikacı, İslam'ın Fransa için bir tehlike olduğunu söylüyor. Ayrıca "Tesettürlü bir kadın hareket halindeki bir camidir." demiş ve bunu sık sık tekrarlamıştır. Irkçı nefreti kışkırtmaktan hüküm giydi. Ancak bu durum Müslüman karşıtı duyguların yayılmasını engellemedi.

- Fransız yazar, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve Nedim Gürsel okumuş

Soru: Türkiye, Fransa'nın prestijli ödüllerinden Goncourt'ta ödül alacak eserlerin seçimine dahil oldu. Pek çok ülke bu seçimi yapıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk edebiyatını ve kitaplarını okuma fırsatınız oldu mu?

Tahar Ben Jelloun: Gençken Yaşar Kemal'i okurdum, Fransa'da en çok tanınan Türk yazardı. Orhan Pamuk'un eserleri ile Fransızca ve Türkçe yazan arkadaşım Nedim Gürsel'i okudum. Türk kültürüne ve Türk sinemasına çok sempati duyuyorum. Fas ve Türkiye arasında pek çok benzerlik var. Fas'ta Türkiye'ye büyük saygı duyuluyor. Türkiye, Fas'ta endüstriyel, ticari ve zanaat düzeyinde varlık gösteriyor. İki ülke arasında büyük ilişkiler var. Bu da memnuniyet verici. Sizi şaşırtabilir belki ama yaklaşık 10 yıl önce Fas'ta Arapça yayımlanan bir Türk dizisi büyük beğeni kazandı. Dolayısıyla Türkiye bizim için çok tanıdık ve dost bir ülke.

Türkiye'nin Goncourt seçimini lanse etmek için Ankara'ya geldim ve perşembe günü İstanbul'a gidiyorum. Dünyada yaklaşık 42 ülkede öğrenciler bizim hazırladığımız kısa listedeki kitapları okuyor, bir araya gelip bir kitap için oy kullanıyor ve o kitap, prensip olarak Goncourt seçiminin yapıldığı ülkenin diline çevriliyor. Brezilya, Yunanistan ve Fas'tan Cezayir, Polonya ve Romanya'ya kadar, Goncourt seçimini yapan 42 ülke var ve bu Fransızca konuşulan ülkelerdeki gençlerin daha çok okumasını sağlıyor, bu yüzden önemli bir proje.

Yazar Ben Jelloun, röportaj sonrasında, Anadolu Ajansının, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarında beyaz fosfor kullanması başta olmak üzere işlediği savaş suçlarına yönelik belge niteliğindeki fotoğrafların yer aldığı "Kanıt" kitabını inceleyerek, AA'ya tebrik ve çalışmadan dolayı teşekkürlerini iletti.