Arap dünyasında Osmanlı tartışmaları

(Arşiv)
(Arşiv)
TT

Arap dünyasında Osmanlı tartışmaları

(Arşiv)
(Arşiv)

“Osmanlıların Lübnanlılara karşı uyguladığı devlet terörü…”
Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn, Osmanlı hükümdarlarının Arap bölgesinde yönettikleri alanlarda oynadığı rolü bu sözleriyle eleştirdi. Bu eleştiri, Türk hükümetinin, Avn aleyhinde, onun sözlerini hezeyan olarak nitelendirdiği bir kampanya başlatması için yeterli oldu.
Avn'ın Osmanlı dönemi hakkındaki ifadeleri üzerine, Türkiye Dışişleri Bakanlığı, Lübnan'ın Ankara Büyükelçisi’ni bakanlığa çağırdı. Bu durumun ardından Türkiye’nin Beyrut Büyükelçisi, Lübnan Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldı.
Her ne kadar Avn, Osmanlı dönemine ilişkin ifadeleriyle özellikle Lübnan'ı kastetmiş olsa da eleştiriler, Arap Yarımadası’ndan Mısır'a kadar olan Arap ülkelerinin diğer kısımlarını da içeren geniş bir alandaki Osmanlı rolünün bir eleştirisiydi.
Bu tartışmayı, Recep Tayyip Erdoğan’ın Osmanlı mirasını canlandırmaya çalıştığı siyasetinden ayırmak zor. Erdoğan, takip ettiği bu siyasetle, söz konusu mirası yeniden canlandırmayı ve Kemal Atatürk'ün kurduğu modern Türkiye devletinin kültürel ve sosyal temellerini yıkmaya çalışıyor. Bununla birlikte, olumlu ve olumsuz yönleriyle o dönemine dair tarihsel yönün tartışmaya egemen olması gerekiyorsa da, Erdoğan’ın birçok Arap tarafıyla ilişkilerinde zor bir dönemden geçtiği şu zamanda, politikacıların en son endişelenecekleri durum budur.
Biz, Osmanlı tarihi uzmanları başta olmak üzere üniversitelerde tarih alanında uzman olan kimselerin katılımı ile bu tartışmayı tarihi bağlamına oturtmaya çalışacağız.
Modern tarih kitaplarında Osmanlı tarihi hakkında yazılanlar arasında en tartışmalı olan meselelerden biri, Osmanlı’nın Arap bölgesi ile olan ilişkisidir. Çünkü tarihçiler, I. Selim döneminde Osmanlı'nın Arap dünyasını Portekiz saldırılarından korumak için kendi topraklarına katması hakkında ikiye ayrılmış bir durumdalar. Tarihçilerden bazısı bunu, Arap egemenliğinin sonunun başlangıcı ve Arap medeniyetinin küresel kalkınmaya kıyasla geri kalmasının sebebi olarak değerlendiriyor. Osmanlıları, Arap dünyasının hamisi olarak nitelendirenler ise çoğunlukla Türk aydınlanması propagandasından ve 2. Abdülhamid’in İslam Üniversitesi fikrinden etkilen kimselerdir. Bunun aksi bir tasavvur, Arap milliyetçi hareketinden etkilenen tarihçiler tarafından benimseniyor.
Tarihi bilinç söz konusu olduğunda, bize öncülük eden gerçek, Osmanlıların Arap dünyasına ölüm kokusuyla geldikleri, Arap ırkını ehlileştirmeye ve Osmanlıya tabi olan diğer ırklar gibi Arapları da kendilerine tabi kılmaya çalıştıklarıdır.
Osmanlı propagandası yapan Arap tarihçilerinin yazılarını bir kenara bırakıp, Arap bölgesindeki Osmanlı hakimiyetine ilişkin koşullar hakkındaki orijinal kaynaklara geri dönmeliyiz.
Mesela Muhammed bin Iyas’ın ‘Bedâyi el-Zühur fî Vakâyi el-Dühur’ isimli kitabı, Mısır’a giren 1. Selim’e ilişkin bir kahraman portresi çiziyor ve onu bir fatih olarak nitelendiriyor. Fakat İbn Iyas, yaşlıların, çocukların ve kadınların öldürülmesinden, Müslümanların köleleştirilmesinden ve birçok Arap kitabında okuyamadığımız işlenen büyük suçlardan da bahsediyor. Bunlar, Türk propagandasına sempati duyanların kabul etmeyeceği olaylardır. Bununla birlikte Selim’in bu Arap ülkesinin ekonomik akıbetini düşünmeksizin, zanaatkarları İstanbul'a götürerek, Mısır'ın ekonomik altyapısını yok etmeye çalıştığından bahsetmiyorum bile.
Aynı şekilde 1. Selim’in oğlu Kanuni Sultan Süleyman, Şam’a bir düşman gibi girdi. İbn Tolun (ö. 953/1546) kitabında, Kanuni’nin Şam’a girişini ölümlerin takip ettiğinden, halkın köleleştirildiğinden ve pek çok kişinin köle olarak İstanbul’a götürüldüğünden bahsediyor. Bu, Osmanlıların Arap dünyasına attıkları ilk adımın sonrasında yaşananların gerçek resmidir. Bunu, Osmanlının 20. yüzyılın başlarında düşüşüne kadar süren trajediler izledi. Bu trajediler, bunlarla da kalmadı. İttihatçılar, Arap vatanseverleri infaz ettiler, Arapların yeteneklerini ve kapasitelerini kendi amaçları doğrultusunda kullandılar ve Arap dünyasını daha da küçük düşürdüler.
Arap Yarımadası’nın Osmanlılar için önemi, belirli birtakım bölgelerle sınırlıydı. Osmanlılar Memlükleri devirdikten sonra başlangıçta sadece Hicaz konusunda hevesliydiler. Osmanlı Devleti'nin Hicaz’a ilişkin en çok arzu ettiği şey, dini bir renge bürünmek ve arzu ettiği kutsallığa ulaşmaktı. Arap Yarımadası’nın geri kalan bölgeleri hesaplarında yoktu. Fakat Yemen, Kızıldeniz'e ulaşan deniz yollarını kontrol etmek için stratejik bir konuma sahipti. Geri kalan bölgeler ise siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik kayıplarıyla birlikte kendi kaderleriyle baş başa bırakıldı.
Bazı tarihçiler, Arap ve Müslüman dünyasının korunması amacıyla buralara girildiğini söylüyorlar. Oysa Avrupa gemileri, Basra Körfezi kıyılarına geldiğinde ve buraları sömürgeleştirdiğinde, Osmanlılar tarafından dişe dokunur bir tepkiyle karşılaşmadılar. Osmanlılar, Avrupalı ​​güçlerin egemen olduğu yerel yönetimleri aracılığıyla bölgeyi kendi kaderiyle başbaşa bırakarak, buradan ayrıldı. Arap Yarımadası’nın merkezi unutuldu ve görmezden gelindi. Osmanlılar, bu bölgenin politik, kültürel, ekonomik ve sosyal olarak her düzeyde bozulmasına yol açan sorunlarına hiçbir şekilde ehemmiyet vermedi. Öte yandan yerel yönetimler ise birbirleriyle savaşıyordu. Osmanlıların bu olaylardan ve detaylardan habersizdi.
Arap Yarımadası’na Hicaz’da Osmanlı tahtını sallayan ilk Suudi devletine kadar ehemmiyet verilmedi. Suudiler, kutsal alanların kontrolünü ele geçirdiler. Bu durum, Osmanlı’yı ilk Suudi devleti ortadan kaldırılıncaya kadar endişe ve kafa karışıklığı içinde bıraktı. Osmanlılar, buradaki liderleri başlarını topların ağızlarının önüne koyarak idam ettiler. Ayrıca Şehit İmam Abdullah bin Suud bin Abdulaziz, İstanbul’da idam edildi. Osmanlılar, ilk Suudi devletini devirerek, şehir surlarını tahrip ettiklerinde, Arap Yarımadası'nı daha fazla bozulma ve parçalanmaya maruz bıraktılar. Yerel liderleri öldürdüler öyle ki, Necdiye bölgesinden bir liderin başını kesip şehrin sokaklarına atarak, onu gömmeye çalışacak kimseleri tehdit ettiler.
Osmanlı’ya sempati duyan Arap tarihçiler, Osmanlı’nın Arapları Avrupa saldırılarından koruduğunu iddia ettiler. Halbuki gerçek, bunun tam aksiydi. Osmanlının Araplara karşı güttüğü sindirme ve göç vahşeti, sömürgeci bazı Avrupalı devletler tarafından bile yapılmadı.
Ubeydullah Efgani’nin Ayasofya Camii’ndeki bir Cuma hutbesinde kullandığı şu sözler, Türklerin Araplara bakışının nihai resmidir:
“Ey Müslüman Türkler! Bu kadar zayıflık ve tolerans yeter. Üzerinizdeki bu tozu temizleyiniz. Camilerinizden, sizi ilgilendirmeyen halifelerin ve Peygamber ailesinin isimlerini silin. Onların yerine Talat, Cemal, Enver ve Cavid gibi Allah’ın salih kullarından olan ittihatçı kahramanların isimlerini yazın.”



Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  
TT

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi Arabistanlı bir yazar olarak, uzun yıllar, birçok sanatçı, yazar, akademisyen ve aydını barındıran bir entelektüel grubun içinde yer aldım. Kahire, Beyrut, Tunus ve Kazablanka gibi Arap başkentlerindeki konferanslara, festivallere ve kültürel organizasyonlara iştirak ediyorduk. O zamanlar kardeş ülkelerde olan kültür bakanlıklarının bir benzerinin ülkemiz Suudi Arabistan’da da olması için özlem duyuyorduk. Daha sonra enformasyon bakanlığı altında bir kültür komitesi kurulması kararlaştırıldı. Bu haberi yarım yamalak bir tebessümle karşılamak durumunda kaldık. Çünkü bu, hayallerimizin ve beklentimizin altında bir karardı. Biz daha çok yazar, sanatçı ve her alandaki düşünüre ciddi destekler verecek bağımsız bir kültür bakanlığı hayal ediyorduk.  
Suudi Arabistan’daki kültürel sahne oldukça zengin ve çok çeşitlidir.  Suudi kültür ortamı hakkında pek bir şey bilmeyenler için şöyle özetleyebilirim.  Birincisi kamu desteği, ikincisi; özel sektör ve üçüncüsü bağımsız olmak üzere, kültür dünyamız üç alanda değerlendirilebilir. Kamu desteği, devletin kültürel etkinliklere doğrudan veya dolaylı olarak sunduğu desteklerdir. Özel sektörün hizmetleri ise, yayınevleri, edebiyat merkezleri ve sanat galerileri ile sınırlıdır. Bağımsız sanat ise, edebiyat kulüpleri, sivil kültür sanat dernekleri ve geleneksel medya tarafından desteklenen faaliyetleri içerir.  
Bağımsız addedebileceğimiz bu kültürel alanda, ülke genelinde 17 edebiyat kulübü ve 16 kültür sanat derneği faaliyet göstermektedir. Bağımsız alan, yetmişli yıllardan bu yana Krallıktaki kültürel yaşamın gelişiminde çok önemli bir rol oynadı ve oynamaya da devam ediyor. Ülkedeki en önemli kültürel ve düşünsel ürünlerin ortaya çıkmasına olanak sağlayan bağımsız kültürel alan, sınırlı kamu desteği, sınırlı özel sektör desteği ve bağışçıların desteği ile ayakta kalmaktadır.  
2018 yılında yayınlanan kraliyet kararnamesi ile, kültür bakanlığı enformasyon bakanlığından ayrılarak bağımsız bir kuruluş haline geldi. Ülkede kültürel faaliyetleri yakından takip edenler artık farklı bir gelecek tahayyül edebiliyordu. Nitekim takip eden üç yıl içinde kültürel alanlarda önemli atılımlar yapıldı.  
Artık karamsarlığın yerini iyimserlik alabilirdi. Çünkü Suudi Arabistan’ın yeni kültür bakanlığı, Arap ülkelerindeki muadillerinden farklı olarak, aydınların arzu ettiğinden daha olumlu bir vizyon taşımaktaydı. Kültür bakanlığı, bölgedeki ve Arap ülkelerindeki benzerlerinden farklı bir örgütlenmeye gitmişti. Bu örgütlenmenin şekillenmesinde UNESCO aktif rol aldı. Bakanlık süreç içinde faaliyetlerini çeşitli kültürel sektörleri kapsayan 11 başlık altında organize etti. Bu başlıklar altında edebiyat, çeviri, tiyatro, müzik ve resim sanatlarının yanı sıra moda ve yemek pişirme gibi aşina olunmayan kültürel üretim alanları da kendisine yer buldu. Bakanlık nezdinde 16 komisyon oluşturuldu. Dikkat çekici husus ise, bu komisyonların bürokratik ataletten uzak olarak tamamen bağımsız bir şekilde yönetilmeleridir. Bahsi geçen komisyonların yönetim kurulları ve icra komiteleri, kültür aracılığı yapan dernekleri denetlemekte ve desteklemektedir.  Kültürel bir etkinlik yapmak, konferans veya sempozyum düzenlemek isteyenlerin, bakanlık destekli bir dernekle anlaşması gerekiyor. Kitap telif etmek veya yabancı dildeki bir eserin çevirisini yapmak isteyenlerin ise bir yayınevi ile anlaşmaları yeterli oluyor. Komisyonların doğrudan değil de bağımsız dernekler aracılığıyla vatandaşla muhatap olması nedeniyle, bürokratik zorluklar ve idari yolsuzlukların önüne geçilmesi hedefleniyor.  

Bütün bunlar gülümseten olumlu gelişmelerdir. İşlerin gidişatını yakından takip eden biri olarak bu pozitif yargılarda bulunabiliyorum. Sayın kültür bakanının başkanlığını yaptığı, edebiyat ve tercüme komisyonunun içinde yer almaktayım. Kadın çalışanların da yoğunlukta olduğu bu komisyonun çalışma ortamı, daha önce devlet kurumlarında alışık olmadığımız kadar rahat ve özgürlükçü.   
Ancak, bilindiği üzere kültür, ne kadar çeşitli ve gelişmiş olsa da kurumlar tarafından üretilemez. Kurumlar kültürel üretimi teşvik eder ya da sekteye uğratır fakat kültürün üretimini üstlenemez. İster edebiyat olsun ister felsefe veya sanat, tekil ya da çoğul olarak bireyler tarafından üretilir. Kral Abdülaziz tarafından kurulduğu ilk yıllardan itibaren ülkemizin kültürel birikimi, bireysel çabalarla oluşmuştur.  
Sayın Veliaht Prens Muhammed bin Selman liderliğindeki 2030 vizyonunu kültürel alanda yakalayabilmemiz için, kültür üreticisi bireylere uygun koşulların sağlanması bir zorunluluktur. Kültür bakanlığının artan ve çeşitlenen maddi manevi destekleri, bu yolda güçlü bir şekilde ilerlediğimizin güçlü bir göstergesidir. Ancak bu eğilimin sürdürülebilir olması için dikkat edilmesi gereken hususlar var: 
Birincisi: kültürün, entelektüel ve yaratıcı bir doruk noktası olarak görülmesidir. Doruk noktası derken, insanın kültürel faaliyeti ile kendisini gerçekleştirebileceği en üst sınırlara ulaşabilmesini kastediyoruz. Popülizmin cazibesine kapılmadan, üretici ve alıcıları tatmin etmek için nitelikten ödün verilmemesi gerekir. Bunun elitist, üstenci bir yaklaşım olduğunu ve kültürün geniş kitlelere yayılmasına mâni olacağını iddia edenler olabilir.  Ancak niteliğin niceliğe feda edilmesi, kültürel seviyenin ve kalitenin düşmesiyle sonuçlanacaktır. Asıl hedeflenmesi gereken, kitlelerin seviyesinin yukarıya çekilmesi olmalıdır.  Kültürün en yüksek ürünlerinden biri olan felsefe, kimileri için hayata dair basit fikirlere dönüşebilir veya insan hayatındaki en önemli konuların tartışılarak, sorunlarına çözüm bulunmasına katkı sağlayabilir. Tabi ki yüksek standartlar dayatılamaz, bununla birlikte olumlu yönlendirmeler ve hatırlatmaların yapılması gerekir.   
İkincisi: Kültürel üretimin aracı olan Arap diline azami özenin gösterilmesidir. Arapçanın kültürel üretimdeki temel rolü teşvik edilmelidir. Başta eğitim alanında iyileştirmeler olmak üzere, akademi, medya ve ticari alanlarda Arapça dilinin doğru kullanımı yaygınlaştırılmalıdır. Özellikle ticaret alanlarında İngilizcenin Arapçanın yerini almaya başladığı görülüyor. Gençlerin kullandığı dil itibariyle Arapçalarının geliştirilmesi için gerekli adımların atılması zorunludur. Arapça, kültürümüzün geleceğidir, çünkü sahip olduğumuz kültür Arap kültürüdür.   
Üçüncüsü: İfade ve üretim özgürlüğü alanlarının genişletilmesidir. Toplumsal baskı ve muhafazakâr yaklaşım, üretilenlerin kalitesini olumsuz etkiler. Geçmişte, bu korkular ve hassasiyetler nedeniyle, nice kültürel içerik üreticisi yurt dışında yaşamak zorunda kalmıştır. Çok şükür bu yönde olumlu değişikliklerin olduğuna dair birçok işaret var, ancak Suudi Arabistan’ı, kendi çocuklarının ürettikleri için bir merkez haline dönüştürebilmemiz için daha fazla çaba sarf etmeliyiz.  
Dördüncüsü: Kültürün, geniş anlamıyla bir milli servet olduğunun bilincinde olmalıyız.  Veliaht Prens, Cidde şehrinde Suudi aydınlarla yaptığı ilk görüşmede, bu hususu vurgulamıştı. Suudi Arabistan’ın Arap, Müslüman ve dünya düzeyindeki entelektüeller için bir cazibe merkezi olması için bireysel ve toplu olarak daha fazla çaba sarf etmemiz gerekir. Bunun için de ülkemizde kitap dağıtımı, konferans ve festivallerin düzenlenmesi için mevcut prosedürlerin kolaylaştırılması lazımdır. Yakın zamanda ülkemizde geniş katılımlı Arapça kitap fuarının düzenlenmesi ile felsefe ve çeviri alanlarında iki önemli konferansın yapılmış olması, sürdürülmesi gereken doğru yolda atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir.  
Beşincisi: Kültürel faaliyette tarihsel olarak önemli bir yeri olan, edebiyat kulüplerinin ve kültür sanat derneklerinin verimliliğinin arttırılması için girişimlerde bulunulmasıdır. Bu kültürel tarihi mirasa yeterli özeni göstermeliyiz.  
 Altıncısı: Akademik ve araştırma kurumlarının, kültürel üretime daha fazla katkıda bulunmaya teşvik edilmesidir. Akademi yaygın olduğu üzere halktan uzak olmamalı, halkla daha fazla etkileşim kurmalıdır. Üniversiteler, yirminci yüzyılın başlangıcından bu yana Arap kalkınmasında önemli roller üstlenmiştir. Suudi Arabistan’ın kültürel tarihinde de üniversitelerin önemli bir yeri olmuştur. Ancak son yıllarda bu rolün azaldığına dair emareler bulunmakta. Üniversitelerin aktif katılımı olmadan gerçek nitelikli bir kültürel canlanma tasavvur edilemez. Zira üniversiteler, aydınlanma, gelişim ve bilinçlenme için en önemli merkezlerdir.  
 Bana göre, ülkemizde kültürel atılım gerçekleşmesi için dikkate alınması gereken hususlar bunlardır. Bu alanlarda şimdiye değin atılmış önemli adımlara ek olarak, bu hususlara da odaklanılırsa yüksek kültür seviyelerine çıkmamız kaçınılmazdır.