Hoşyar Zebari: ABD ile aldığımız Irak ordusu ve Baas Partisi'nin lağvedilmesi kararı hataydı

Irak’ın eski Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari (Independent Arabia)
Irak’ın eski Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari (Independent Arabia)
TT

Hoşyar Zebari: ABD ile aldığımız Irak ordusu ve Baas Partisi'nin lağvedilmesi kararı hataydı

Irak’ın eski Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari (Independent Arabia)
Irak’ın eski Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari (Independent Arabia)

Rustem Mahmud
Irak’ın eski Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari röportajın birinci bölümünde, Kürdistan Demokratik Partisi’ndeki (KDP)  ilk yıllarından, Irak Ulusal Kongresi'nin kurulmasına ve Irak'ın işgalinden önce ABD ile kurulan koordinasyona eşlik eden gelişmelerden, ABD’nin eski Başkanı George Bush'un kararıyla Irak Kürdistanı’nda nasıl güvenli bölge oluşturulduğundan bahsetmişti.
Yine Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan çevirdiği röportajın ilk bölümde, Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed’in ABD’nin Irak ile savaşma kararına ilişkin şüphelerini dile getirdiğini söyleyen eski Bakan Zebari, ufukta görünmeye başlayan savaşla, İran tarafında olup bitenlerin daha yumuşak yaşandığını, doğrudan bir İran-ABD koordinasyonu olmasa da iki taraf arasındaki uyumun kendini belli ettiğini söyledi.
Irak'ın 19 Mart 2003’teki işgalinden üç haftadan kısa bir süre sonra yani 9 Nisan’da Bağdat düşerken, temelde KDP ve Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) olmak üzere iki ana partiden oluşan Kürt liderliği, başta Ninova (Musul) ve Kerkük olmak üzere Kürdistan bölgesini çevreleyen alanlarla uğraşıyordu.
Eve dönüş
Hoşyar Zebari,  Musul'un kurtuluşunu ve ABD tarafı ile Kürt liderliği arasında yaşanan anlaşmazlıkları şöyle anlattı;

“Saddam Hüseyin rejiminin düşmesi ve ABD güçlerinin Musul'a girmesinden sonra, ABD’li yetkililerle aramızda bir anlaşmazlık ortaya çıktı. Washington, Mavi Hat’tın dışında olan Musul’a girmek istemedi. Musul ve Kerkük’e girmeme konusunda üzerimizde muazzam bir baskı vardı. Gerçekte var olmayan hayali Mavi Hat’tın ötesindeki bölgeler, Kürdistan bölgesi ile Saddam Hüseyin'in ordusu arasında 1991 yılında bir sınır olarak kararlaştırılan alanın ta kendisiydi. ABD’li yetkililere Musul’a girilmesi konusunda baskı yapanlardan biriydim. Bugün dahi Musul’da payımız var. Seçimlerde Musul'daki oyların üçte birini alıyoruz. İdari bölgelerimiz ve birimlerimiz ile Kürt bölgelerimiz bulunuyor. Musul halkı ve diğer aşiretlerle ortak bir hayatımız var.”
Söz konusu bölgelerdeki siyasi gerçekliğe değinirken, şu anda birçok yanlış anlaşılmaya neden olan bazı sosyal ve kültürel ayrıntıları aktaran eski Bakan, Kürt-Arap sosyal çatışma alanları olarak gösterilen bölge için şunları söyledi;
“Ben Musulluyum. Musul’da okudum. Orada bir evim ve bir arsam var. Mülküm, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) bir parçası değil, ama Musul’da bir payımız var. Bölge valisi seçimlerinde fikir beyan ediyoruz. ABD birlikleri Irak'a girdikten sonra Nisan ayında Kürt Özel Kuvvetleri’nin Musul’a gönderilmesi için baskı yaptım. Çünkü şehir tamamen yıkıma uğramıştı ve kaos çıkma olasılığı yüksekti. ABD güçlerinin Türkiye üzerinden girmesi engellendiğinden, Irak’ın güneyinden gelmek zorunda kaldılar ve bu uzun bir mesafeydi. Yani, o zaman Musul’a girme kararı almasaydık, büyük bir kaos yaşanırdı. Aslında özel kuvvetlerimizi gönderme iznimiz vardı. Özel kuvvetlerimiz Musul'a girdikten ve oradaki karargahın güvenliği sağlandıktan bir gün sonra Musul’a gittim. 1975 yılında Musul'dan ayrılmıştım. Geri dönmek güzel bir duyguydu. Sonra ez-Zuhur mahallesindeki evime gittim. O sıralar adalet tarafından aranan biri olduğum için Irak rejimi eve el koymuştu. Duvarlarında Saddam döneminden kalma yazılar vardı. İnsanlar kanla Saddam Hüseyin’in adını yazıyorlardı. Birileri Bağdat'tan Musul’a yürüyerek gelmiş, rejim de evi onlara vermişti. Evime vardığımda bana böyle söylediler.”
Yeni dönemin başlangıcı
Saddam Hüseyin’in kontrolü altındaki bölgelerden sürülen Kürtlerin, yaşadığı şartları, yerlerinden edilen Filistinlilerle kıyaslayan Zebari, “Bunca yıldan sonra, biri içinde büyüdüğü evin başkasının evi olmasına şahit oluyor. Daha da acı olan yıllar süren trajedinin ardından DEAŞ’ın gelişiyle evimizin yeniden başkasının eline geçmesi oldu” diye konuştu.
ABD’nin Irak’ı işgalinden sonraki ilk aylarda yaşanan olayları ve o günler Kürtlerin üstlendiği rolü anlatan Zebari, şunları söyledi;
“ABD’nin atadığı Irak valisi olarak atanan Paul Bremer, Savunma Bakanlığı ve askeri temsilcilerden oluşan ABD’li bir heyet bizi ziyaret etti. Onları, şu anki IKBY Başkanı Neçirvan Barzani’nin Erbil’deki evinde ağırladık. Ardından da ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve Beyaz Saray’la temasa geçtik. Bu görüşmeler sırasında heyete geçici bir hükümet kurma ihtiyacı olduğunu vurguladık, aksi takdirde Irak’ta kaos başlayacaktı. Bizim açımızdan iyi bir ekibimiz vardı. Londra konferansında, Baasçı olmayan yaklaşık 67 kişiyle geçici hükümetin ilan edilmesini kabul ettik. Bu fikir, ABD ile Kürt liderliği arasında ortaya çıkmıştı ve üzerinde görüş birliği vardı. Ertesi gün 40-50 araçlık görkemli bir konvoyla hareket ettik. Celal Talabani de benzer bir konvoyla Süleymaniye’den gelmişti. Yolumuz Kerkük’ten geçiyordu. Kerkük’ten geçerken Baba Gurgur petrol sahasında çalışmaların devam ettiğini gördük. Güzel bir duyguydu. Yine Kerkük’ten ikinci kez korkmadan geçtik. Söz konusu devasa konvoy ile Bağdat’a girdik. Bağdat’ta eski muhalif güçleri ve Devlet Başkanlığı Konseyi’nin karargahı ve bir iletişim merkezine dönüşen Burj el-Hayat Oteli’ne gittik.”
Birkaç saniye duraksayan Zebari şöyle devam etti;
“Bağdat sokaklarında yürüdüm, her şeyi merak ediyordum. İnsanlar hiç olmadıkları kadar iyi görünüyordu. Fakat yoksulluk her yeri sarmıştı. Abluka, bedelini insanların ödediği acı bir cezaydı. Bağdat eskisi gibi yine kirliydi. Hiçbir zaman temiz olmamıştı. Açıkçası bu, bizim muhalefetteyken yaptığımız bir hatadan kaynaklanıyordu. Hesaba katılmamış bir hata. Yıllar süren abluka, toplumun yapısını ve psikolojisini bozarken, ister Sünni ister Şii olsun radikal dini akımların büyümesini sağladı. Biz ise bunun farkına varamadık.”
Kürt güçleri sahaya indi
-  Irak’ın yeni yönetiminin oluşumuna karşı çıkan Iraklı çeşitli taraflar arasındaki güç dengesiyle ilgili neler söyleyeceksiniz?

Başlarda öndeydik. İnisiyatif elimizdeydi, çünkü en güçlü taraf bizdik. Iraklı liderlerin çoğunun korumaları ABD ordusundandı. Bu korumaları onlara bizzat ben sağlıyordum. Bu yüzden Irak'taki ABD ve diğer ülkelerin büyükelçiliklerinde güçlü bir konumumuz vardı. Burj el-Hayat Oteli’ndeki merkezimiz, tam bir uğrak yeriydi.  Örneğin Muhammed Bekir el-Hekim, 30 yıllık aranın ardından İran’dan Irak’a gelmek istedi. Şahsi korumalarıyla birlikte geliyordu. Şu anki Başbakan Adil Abdulmehdi, beni ziyaret etti ve bana size yardım etmek istiyorum dedi. Bizden Amerikalılarla konuşup, onlara bu adamın önemli bir şahsiyet olduğunu anlatmamızı, bir din adamı ve arkadaşımız olan bu kişinin bazı şahsi korumalarına izin verilmesini istememizi rica etti. Askeri komutanı görmeye gittim. Hekim’in bize, müttefiklerimize ve değişime destek verenlere güvendiğini söyledim. Bana, “O bir imam ve Bağdat’a silahlı korumasıyla mı gelecek? Biz varız ve onu koruruz” dedi. Komutana, “Hayır. Çünkü bir askerin onu askeri kontrol noktasında durdurması onun için utanç verici olur. Bunu anlamanızı umuyor” dedim. Komutan biraz müsaade istedi. Ardından tabanca gibi küçük bir silahla girmelerine izin verdi.
Zebari, Saddam Hüseyin’in ardından Irak Yönetim Konseyi’nin kurulması, seçimlerin yapılması ve ilk hükümetin kurulması gibi Irak’ta ortaya çıkan yeni güç yapılarının inşasını anlatmayı şöyle sürdürdü;
“Yönetim Konseyi’nin kurulması ABD’nin değil, BM’nin fikriydi.”
Ancak işlerin yolunda gitmediğini ve Paul Bremer'in vali ve fiili yönetici olmasının ardından birçok zorluk yaşandığını söyleyen Zebari, “Bir toplantıda, Başkan Mesud Barzani ve Celal Talabani’nin arasında oturuyordum. Bremer bizi selamladıktan sonra iyi insanlar olduğumuzu söyledi. Fakat ani bir çıkışla, ‘Lider benim ve bu ülkeyi ben yöneteceğim. Eğer size bir rol verilecekse o da ancak danışmanlık olacaktır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nden (BMGK) aldığım bir karar var. Ülkeyi yönetmek için çalışacağız’ dedi. Celal Talabani duydukları karşısında adeta şok olmuştu. Barzani’nin çevirmenliğiyle Bremer’e derhal karşılık veren Talabani şunları söyledi; ‘Rolümüz bitti. Yarın Erbil’e döneceğiz. Ortak olmak istiyorduk, bu durum herkesi üzdü. Ülkeyi yönetebilirseniz buyurun.  Geri döneceğiz’ dedi” şeklinde konuştu.
Sistani'nin konumu
Otele döndükten sonra, Başkan Barzani arabaların geri dönüş için hazırlanmalarını istedi. Ona “Hayır, Başka bir göreviniz var, bu adam bu ülkede gerçek liderler olduğunu bilmeli. Necef'te Sistani (Şii lider) ile görüşmelisiniz” dedim. Barzani de bana, gerekli ayarlamaları yapıp yapamayacağımı sordu. Ben de bugün veya yarın görüşmenin ayarlanacağını söyledim. Sonra Necef'e gittik ve gazetecilerde bizimleydi. Dönüşte Bremer'la karşılaştık. Bana, “Necef'i ziyaret edeceğini söylemedin. Sistani'ye göndermek istediğim bir mesajım vardı” dedi. Ben de ona, bu ülkenin önde gelen kendi liderleri olduğunu ve gerekli mesajın iletildiğini söyledim.
Irak'ta hükümet içindeki güçler arasındaki anlaşmazlıkları ve özellikle de ABD ile yeni Irak anayasasını yazmakla görevlendirilen Şii din adamları arasındaki tartışmaları anlatmaya devam eden Zebari şunları söyledi;
“Bremer, eyalet ve ülke düzeyinde yerel Amerikan tarzı konferanslar düzenlemeyi planlıyordu. Ancak Yönetim Kurulu, Irak Devleti Geçiş Dönemi Yönetim Kanunu’nu çıkardı. Böylece anayasaya giriş yapıldı.  Bu bir anlamda Yönetim Kurulu ve Geçici Hükümet Konseyi’nin, anayasa için yol haritası olacak bildirisiydi. Şii güçler başlangıçta itiraz etse de daha sonra bunu kabul ettiler. Bremer'in fikrini reddeden Sistani, anayasanın halkın seçtiği insanlar tarafından yazılması gerektiğini söyledi. İlk toplantıda Başkan Barzani'ye, kendisi için en önemli olan şeyin anayasa olduğunu söyledi.  Sünni güçler ise buna karşı çıkıyordu. Kurumlar, ordu ve makamlar oluşmaya başladığında bile Sünni güçler buna katılmayı reddettiler. Sünnileri destekliyor ve teşvik ediyorduk. Erbil’de konferanslar düzenliyorlardı. Onlarla buluştuk. Eğer Irak’ın eski haline dönmesi gibi bir hayalleri varsa bunun imkansız olduğunu söyledik. Suriye'nin Sünni güçleri bu yola itme konusunda ciddi bir rolü vardı.”
Federalizm ve Anayasa
Iraklı çeşitli güçler, bugün de halen bütün Irak diyalog turlarında olduğu gibi, Kürtlerin konumu, hakları ve özellikle federalizm meselesi başta olmak üzere merkezi devletle olan ilişkilerini tartışıyor.
Hoşyar Zebari ise federalizmle ilgili şunları söyledi;
“Federal sistemi biz dayattık. Irak Devleti Geçiş Dönemi Yönetim Kanunu’nun bir parçası haline geldi. Ekibimiz güçlü, verimli, yasal, uyumlu ve konusunda uzman Kürt ve yabancılardan oluşuyordu. Siyasi güçler konuyu ciddiye almadı. Ancak bizim net bir vizyonumuz vardı. Ayrıca üç eyaletin Irak Anayasası için gelecekteki herhangi bir değişikliği reddetme hakkı ilkesini de uygulamaya koyduk. Böylece çoğunluk artık bizi ezemeyecekti. Toplantıların çoğu, Yeşil Bölge'deki Mele (Molla) Mustafa Barzani'nin resminin bulunduğu merkezimizde yapıldı. Aslında Bağdat'ta güçlüydük. Marjinal değildik, karar vericiydik. Başkan Barzani Bağdat’a geldi. Karargahı her gün beş kez bombalanıyordu. Korumaları hayatlarını kaybetti. Tıpkı Talabani gibi o da yerini terk etmedi. Bizim ve haklarımız için bir güç kaynağı oldu.”
Kürtlerin, özellikle bugün Irak'ın birçok sorununa uygulanabilir ve makul bir çözüm olarak gördüğü federal sistem deneyimindeki önerilerinin başarısını anlatan Zebari, “Aslında, Irak'ta federal sistem ya da bir başka deyişle bölgesel sistem deneyimi başarılı oldu. Dolayısıyla talep edilir bir hale geldi. Bir bölgenin kurulmasına yönelik ilk talep güneyde Basra halkından gelmişti. Anayasa buna izin veriyordu. Kürdistan bölgesi gibi bölgelerin oluşumu için bazı mekanizmalar vardı. Ancak DEAŞ'ın varlığı döneminde Yezidilere ve Şiilere olanlardan ve Musul olaylarından sonra bu insanların nispeten bağımsız bölgeler olmadan tekrar nasıl birlikte yaşayabilecekleriyle ilgili bir soru işareti belirdi” diye konuştu.
Saddam kalıntıları
Bağdat’ta başlayan şiddet birkaç ay devam etti. İki yıl geçmeden Irak merkezi bölgesinin tamamı işgal edilmişti.
Zebari, Irak’ta şiddetin yayılmasına sebep olan olayları şöyle anlattı;
“Şiddet ve işgalcilere karşı direnişin başlamasının ardında çok sayıda neden yatıyordu. Şunu dürüstçe belirtmeliyim ki bu nedenlerin çoğu ordu, Baas Partisi, Saddam'ın Fedaileri, istihbarat birimleri, güvenlik hizmetleri ve Saddam’a sadık aşiretler olmak üzere eski Irak rejiminin kalıntılarından kaynaklanıyordu. Ayı şekilde 1920 Devrimi, Nakşibendiler, Özgür Irak Ordusu ve bölgede faaliyet gösteren diğer gruplar gibi ikinci taraflar ve isimler de bu nedenlerin kaynağıydılar. Saddam Hüseyin ve çevresi, daha sonra belgelerde de ortaya koyulduğu üzere muazzam Amerikan gücünün önünde duramayacaklarını anladıklarında, gerilla savaşını ve silahlı direnişi teşvik ettiler. Bundan yararlanan diğer taraf ise aşırılık yanlısı güç oldu. ABD ordusu, Arap ve Müslüman bir ülkeyi işgal ediyordu. Bu durum El Kaide gibi örgütler için altın bir fırsattı. Başta Suriye olmak üzere komşu ülkeler, bu durumun kendi topraklarına kayabileceği korkusuyla, söz konusu grupların faaliyetlerini kolaylaştırmış ve oluşumlarında yardımcı olmuştu.”
Bununla birlikte şiddetin yayılmasına yol açan en önemli faktörlerden biri olduğunu düşündüğü Irak'taki iç koşulların şiddetin tırmanmasındaki rolünü inkar etmeyen Zebari, eski rejimin bir biyografisini şöyle aktardı;
 “Baas veya Saddam’ın, Kürtlere, Şiilere ve hatta Sünnilere karşı yaptıkları daha az değildi. Başka bir deyişle, eli kanlı birçok insan vardı ve çoğunluğu ABD’li yetkililer tarafından tutuklandı. İnsanlar kimin ordu, kimin istihbarat ya da kimin güvenlik biriminden olduğunu biliyordu. Her değişimde bu durum yaşanır. Orduyu lağvetme yasasının çıkarılması, ABD’nin intikamıydı. Ordunun dağılmasını destekledik. Çünkü bu, öldüren, katleden, kimyasal gazlarla zehirleyen bir orduydu. İdeolojik ve şovenist gerekçelerle kurulmuştu. Ulusal bir ordu değildi. Temelde kimse ordudan ayrılmadı. Herkes sadece askeri üsleri terk edip evlerine döndü. Diğer bir konu ise ülkenin Baasçılardan arındırılmasıydı. Ancak daha sonra temel amacından çarptırıldı. Bizim hesabımız Baas Partisi’nin önde gelen isimleri ve üst düzeydeki ekipleri içindi. Diğerleri için değildi. Ancak hesaplar tutmadı.”
İşgalin ilk iki yılında Irak’ta oluşan tabloyu aktarmayı sürdüren Zebari şöyle devam etti;
“Amaç, Amerikalıları Irak'ın dışına çıkarmaktı. Böylece işgal, başka bir ülkeye sıçramayacaktı.  Aslında, İranlılar, Suriyelilerden daha akıllıydı. İran, Irak'ı ziyaret eden ilk ülke oldu ve desteklerini belirterek, yönetim kurulunu tebrik etti. Bununla birlikte Irak'taki durumu okumak için Suriyelilerle görüşüyorlardı ve ortak bir tehlike olduğunu düşünüyorlardı. İranlılar, Amerikalıları hedef almak için çıkar ortaklığı olan kendi gruplarını desteklemeye başladı. Refik Hariri'nin Suudi Arabistan'dan çıkmak üzereyken görüşmek isteyip bana söylediği de buydu. Hariri ile Suudi Arabistan’da buluştuk. Beni Suriyelilerle İranlıların yüzde 100 aynı fikirde olmadıkları konusunda uyardı ve tek buluştukları ortak noktanın Amerikan projesinin başarısızlıkla sonuçlandırılması olduğunu söyledi.”
Türkiye’nin rolü
Zebari, Irak'ın siyasi hayatının bu aşamasında oluşan bölgesel sahneye ilişkin olarak ise Türkiye’nin yeni Irak sahnesine yönelik tavrıyla ilgili şunları söyledi;

“Yönetim Kurulu’nun ve Paul Bremer tarafından ilk hükümetin kurulmasından sonra, büyük bir Türk heyeti bizi ziyaret etti.  Heyette müsteşarlar ve büyükelçiler vardı. Çevirmenleri ise Abdurrahman adında Türkiyeli bir Arap’tı. Onları bakanlıkta karşıladım ve bir iki yıl kadar önce başımdan geçen bir olayı hatırlattım. Dışişleri Bakanlığı’ndayken Türkiye hariç tüm ülkelerin Irak'a yönelik bir politikası olduğu uyarısında bulunmuştum. Başka bir deyişle, savaş olmasa bile yarın bir gün Saddam’ın ölebileceğini söylemiştim. Onlara, ‘İran, Suriye ve Suudi Arabistan’ın bir politikası var. Sizin Irak politikanız nedir?’ diye sordum. Politikalarının Irak'ın birliğini korumak olduğu şeklinde bir cevap verdiler. Bunun yeterli olmadığını söyledim. Sahada onlardan kimsenin olmadığını belirterek, ‘ Türkmen Cephesi sizde, biz de müttefikiniz. Bizi de düşünün. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra sizinle görüştüğümüzde bunu göz önüne alacağız’ dedim. Çevirmen Abdurrahman ‘Ben de şahidim’ dedi.  Bu fikre sıcak baksalar da Amerikalılara karşıydılar. ABD de Sünni Üçgen'deki Sünni direnişinin sebebinin, 4. Zırhlı Taburu’nun savaş sırasında Türkiye'den Irak'a geçişinin engellemesi olduğuna inanıyordu.”
Zebari’ye göre Suriye’nin özel bir durumu vardı. Çünkü Suriyeli siyasetçilerin çoğunluğu katı Baasçıydı. Irak’taki yeni güçlere bir takım teklifler sunarak, Irak'ın içinde bulunduğu yeni durumu tartmaya çalışıyorlardı.
Zebari bu bağlamda Suriye’nin eski Dışişleri Bakanı Faruk eş-Şara ile yaşadığı bir olayı şöyle paylaştı;
“Bakan Şara, her buluşmamızda bize işgal ve işgalcilerin işbirlikçileri diyordu. Bir keresinde kendimi tutamadım ve ona karşılık verdim. Ona, ‘Sen de bunun bir parçasısın. Biz kim olduğumuzu biliyoruz. İşgal hakkında konuşuyorsun ama Suriye, Birlemiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) Irak’ın işgal kararına ‘evet’ oyu verenler arasındaydı. Şimdi de gelmiş bize üst perdeden konuşuyorsun’ dedim. Şam bizi tanımıyordu. Onlara dost olduğumuzu, bir zamanlar Şam'da yaşadığımızı ve Yönetim Kurulu liderlerinin çoğunun Suriye’de kendi evleri olduğunu söylüyorduk. Bu kibir ve inadın sebebini sorduk. Niteliksiz miydik yoksa onların seviyesinde mi değildik? Daha sonra Amerikalılar ve ardından bu fikirden cesaret alan ABD’li yetkili Colin Powell, onlara hedef olmadıkları garantisini vermek üzere Şam'a gitti.”
Irak’taki yeni yönetimin kuruluş aşamasını anlatmayı bitiren Zebari, Irak Dışişleri Bakanlığı yaptığı dönemden şöyle bahsetti;
“Bağdat’ta bulunduğum sırada ve muhaliflerde aktifken Amerikalıların tüm bakanlıklara danışmanlık yapan ‘CA’ adında bir grubu vardı. Grupta ABD, Romanya ve Polonya dışişleri, içişleri, eğitim ve savunma bakanlıklarından danışmanlar bulunuyordu. Irak Dışişleri Bakanlığı yetkilileri geldi. Onlarla ilk kez karşılaşıyordum ve onları tanımıyordum. Adımın çok geçtiğini ve dışişleri bakanı olacağımı söylediler. Onlara, ‘Bana hiçbir şey söylenmedi’ dedim. Ardından saraya gittim. Romanyalı bir danışman yanıma geldi. Büyükelçiydi. Dışişleri Bakanlığı’nın çalışmalarını idare ediyordu. Bana, hükümetin kurulması halinde dışişleri bakanı olarak atanma ihtimalimin yüksek olduğunu söyledi. Böyle bir kararın elime ulaşmadığını söyledim. Bir asker olduğumu ve üstlerimin istemesi halinde bunu kabul edebileceğimi belirttim. Onların bana bunu teklif etmemeleri halinde ise kabul etmeyeceğimi ifade ettim. Aslında Yönetim Kurulu toplantılarında en büyük destekçim, rahmetli Ahmed el-Çelebi’ydi.”
Dışişleri Bakanı olduğunda yaptığı ilk işin ne olduğunu sorduğum da Irak’ın eski dışişleri bakanları Fazıl Cemali ve Adnan Paçacı’ya olan hayranlığını dile getiren Zebari soruma şu cevabı verdi;
“Ülkesine dışişleri bakanı olarak hizmet veren bir Iraklı olarak, Dışişleri Bakanlığı'nın Irak devletinin kuruluşundan günümüze kadar olan tüm arşivini koruma altına aldım. Bu arşivleri elektronik ortama aktarmaktan gurur duyuyorum. Dışişleri Bakanlığı’na ilk gittiğimde, büyükelçiler ve kıdemli yetkililer oradaydı. Varlığımla ilgili ‘Kürt ve bize liderlik edecek, öyle mi?’ şeklinde kaygıları vardı. Onlara, ‘Size karşıydım, ama bu bakanlığın dışında kaldı. Şimdi aranızdayım ve biz bir takımız’ dedim.”
RÖPORTAJIN BİRİNCİ KISMI İÇİN TIKLAYINIZ
RÖPORTAJIN ÜÇÜNCÜ KISMI İÇİN TIKLAYINIZ



Andri Snaer Magnason: Günümüzde her şeyi sonuna kadar sömürme eğilimindeyiz

İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason, Mantova, İtalya, 10 Eylül 2021 (Getty Images)
İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason, Mantova, İtalya, 10 Eylül 2021 (Getty Images)
TT

Andri Snaer Magnason: Günümüzde her şeyi sonuna kadar sömürme eğilimindeyiz

İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason, Mantova, İtalya, 10 Eylül 2021 (Getty Images)
İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason, Mantova, İtalya, 10 Eylül 2021 (Getty Images)

Nesrein El-Bakhshawangy

Yazar, müzisyen, belgesel film yapımcısı ve çevre aktivisti Andri Snaer Magnason, şiir, roman, tiyatro, çocuk ve genç yetişkin edebiyatı ve bilimsel kitaplar yazarak İzlanda Edebiyat Ödülü'nü tüm dallarında kazanan tek isim. Magnason, “LoveStar: A Novel” (Love Star) adlı kitabıyla 2016 yılında Fransa'da En İyi Yabancı Bilim Kurgu Romanı ödülü de dahil olmak üzere birçok ödül kazandı.

Magnason, 1973 yılında doğdu, İzlanda Dili ve Edebiyatı bölümünde okudu. Ancak çevre ve iklim değişikliği konuları ilgisini çeken yazar, yazılarında başlıca olarak bu konuları ele aldı. Ülkesinin temiz enerjiye geçmesi ve ulusal dilin önemi gibi alanlarda sıkı çalışmalar yapmak üzere 2016 yılında cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adaylığını koydu. Çalışmaları İngilizce, Fransızca, Japonca, Arapça ve Türkçe dahil olmak üzere 30'dan fazla dile çevrildi.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı İzlandalı yazar Andri Snaer Magnason röportajın tam metni;

*Çevre ve iklim değişikliği hakkında yazmaya ilk olarak ne zaman ilgi duymaya başladınız?

Milenyumun başlarında İzlanda'daki birçok önemli yer kentleşme tehdidi altındaydı. Örneğin, belirli bir kaz türünün dünyadaki en büyük yuvalama alanı sular altında kalmıştı. Bunun gibi tehdit altındaki pek çok yerin yazabileceklerimden çok daha önemli olduğunu hissettim. Bu alanları koruyup koruyamayacağımı, dünyaya bir roman ya da yeni bir kitapla yapabileceğimden daha fazla katkıda bulunup bulunamayacağımı merak ettim. Daha sonra bu düşüncelerimi, bazen doğrudan, kurgusal olmayan bir biçimde, bazen de bilim kurgu, şiir ya da çocuk kitaplarında konu etrafında örmenin bir yolunu buldum ve bunları bir kitaba dönüştürdüm.

LoveStar: A Novel kitabında en son aşkın, ölümün ve dinin sonuna kadar sömürülmesi gerektiğini gösterdim.

Teknoloji ve özgürlük

*LoveStar: A Novel adlı romanınız teknoloji ve özgürlük arasındaki çatışmayı ele alıyor. Sizi bu romanı yazmaya iten neydi?

LoveStar: A Novel oldukça çılgın bir roman. İçinde bulunduğumuz çağın mitlerine karşı ilerleme ve teknoloji dünyasını keşfetmek ve şu anki trajik tanrılarımızı incelemek istedim. Yani Elon Musk ya da Steve Jobs gibi girişimciler dünyada devrim yarattılar, ama aynı zamanda kendilerini de yok ettiler. Onlar bana dünyayı istila eden ve bedenlerini ya da ruhlarını ele geçiren fikirlerin sadece ev sahipleri gibi görünüyorlar. Bu roman sosyal medyanın hayatımıza girmesinden önce yazıldı. Bu yüzden Jobs ve Musk'ın romanın ilham kaynağı olduğunu söylemek yanlış olur. Bu roman onları bu yolculuğa çıkmadan önce yazıldı. Yaklaşan internet çağının vaat ettiklerini, bağlantı ve veri çağını ve bu gelişen teknolojilerin sonuçlarını keşfetmek istedim. Sahte haberler, bilgi balonları ve kişiselleştirilmiş derecelendirmeler kitapta geçse de bunlar o zamanlar gündemde olan konular değildi. George Orwell’ın 1984 adlı kitabını, Kurt Vonnegut ve Aldous Huxley'in eserlerini, kendi zamanlarının gerçekliğine nasıl tepki verdiklerini ve bizim gerçekliğimiz için ne tür bir tepki hayal ettiğimi düşünüyordum. Uluslararası şirketlerin etiği ‘eğer biz yapmazsak başkası yapacak, o yüzden biz de yapmalıyız’ şeklindedir.

sdwcfvrgbt
LoveStar: A Novel adlı romanın kitap kapağı

*Peki bu romanda modern kapitalizmi ve onun toplum üzerindeki etkisini eleştirirken size ilham veren neydi?

Ben bunu daha çok araştırma, taklit ve deney olarak görüyorum. Doğanın ya da insan etkileşimlerinin ve kültürün giderek daha fazla alanının metalaştığını hissettim. Yeni teknolojinin, daha önce mümkün olmayan insan ilişkilerinden yararlanma ve bunlardan faydalanma olanaklarını nasıl açacağını düşündüm. Hiçbir şeyin kendi haline bırakılamayacağına, çağımızda her şeyi sonuna kadar sömürme eğiliminde olduğumuza tanık olmaktan ilham aldım ve bu romanda en son aşkın, ölümün ve dinin sonuna kadar sömürülmesi gerektiğini gösterdim. LoveStar: A Novel, bu 'kaynakları' sonuna kadar kullanmanın yollarını buluyor.

İklim değişikliği meseleleri

*Bize “On Time and Water” (Zaman ve Suya Dair: Bir Buzula Ağıt) adlı kitabı yazma sürecinden bahseder misiniz? Kitabın beyaz perdeye uyarlanma fikri nasıl ortaya çıktı ve filme nasıl hazırlandınız?

Yaşadığım zamanın ve mekânın bir yazarı olarak, bu konu benim için yazılması gereken en önemli konuydu. İklim değişikliği meseleleri üzerine yazılan çoğu yazının ilgi çekici olmadığını ve hatta yapay zeka tarafından yazılmış gibi tahmin edilebilir olduğunu gördüm. Bu konuların akıbetini öngörebildiğimi ve anlatı yoluyla bunlar hakkında beyin fırtınası yapabildiğimi fark ettim. İletişim yeteneği, bilimsel konuları ortalama bir insana açıklamak için büyük önem taşısa da bunun ötesine geçilmesi gerektiğini hissettim. Daha derin bir yaklaşım gerekiyordu. Bu dilden daha büyük bir şey. Zira bu temiz enerji dünyasına doğru bir paradigma değişimiyle ilgili ve bir paradigma değişiminde dil ve normlar yıkılmaya başlar.

ccdfvrbg
On Time and Water romanının kitap kapağı

İçinde yaşadığımız zamanı anlamadığımızı nasıl anlayabiliriz? Kitap ailemle ilgili, büyükannem ve büyükbabam 1950'lerde buzul kaşifleriydi. Kitap, bir yandan da zamanı ele alıyor. Çünkü 2100 gerçekten ne anlama geliyor? Biz bunu nasıl anlıyoruz? Kelimeler ne anlama geliyor? Olaylar 1000 ya da 2000 yıl sonra hala iklim değişikliği olarak adlandırılacak mı yoksa başka bir isimle mi anılacaklar?

Yeni nesillerin ‘nasıl çiftçilik yapılır, nasıl inşaat yapılır, nasıl seyahat edilir?’ gibi pek çok şeyi yeniden keşfetmesi gerekiyor.

Çocuklar ve çevre

*Bir çocuk edebiyatı yazarı olarak, sizce çocukları ve gençleri çevreyle ilgili konularda erken yaşta eğitmek önemli hedeflere ulaşılmasına nasıl yardımcı olabilir?

Çocukların ve gençlerin tüm eğitim metotlarıyla temiz enerjiye geçişin önemi konusunda bilinçlendirilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü geçtiğimiz yüzyılın tasarım yöntemleri, alışkanlıkları ve endüstrisi artık eskidi. Yeni nesillerin ‘nasıl çiftçilik yapılır, nasıl inşaat yapılır, nasıl seyahat edilir?’ gibi pek çok şeyi yeniden keşfetmesi gerekiyor. Benim yaşıma geldiklerinde tüm dünyanın temiz enerjiye ihtiyacı olacak. Bu büyük bir değişim ve zorluk. Bugün doğan bir çocuk 2100 yılı civarında emeklilik yaşına ulaşacak. Şu anda dünyamız gelecekte istikrarlı olacak şekilde tasarlanmamıştır.

tynm
The Casket of Time (Yonder) kitabının kapağı

Bir genç yetişkin romanı olan The Casket of Time'da modern hikayeleri antik destanlarla birleştirirken karşılaştığınız zorluklar oldu mu?

Yeni bir eser yazarken karşılaşılan başlıca zorluk, eserin çerçevesini belirlemektir. Eser bir seri mi olmalı? Üç kitap mı, beş kitap mı? Ya da çok uzun bir kitap olabilir. Ama ben uzun kitaplardan ziyade kısa ve konu odaklı hikayeleri seviyorum. Bu yüzden geleceğin ve geçmişin hikayelerini bir arada örmek ve bunları mantıklı, şaşırtıcı ve izleyiciler için eğlenceli hale getirmek zordu, ama umarım başarmışımdır.

Bir resim bin kelimeden daha fazlasını anlatabilir, ancak bir kelime de bin resimden daha fazlasını anlatabilir.

*Kişisel internet sitenizde “Ben Noam Chomsky ve Lewis Carroll'un gayrimeşru oğluyum” diye yazmışsınız. Onların yazıları çalışmalarınızı nasıl etkiledi?

Chomsky'nin dilbilim teorilerini inceledim. Carroll ise beni vahşi ve eğlenceli hayal gücüyle etkiledi. Kelimelere ve dile olan ilgi ve hayal gücünüzü ne kadar genişletebileceğinizi görmek gibi şeyler zihnimde takılıp kaldı.

*“Dreamland” (Düş ülkesi) kitabınızın belgesel film haline getirilmesiyle birlikte, edebiyatın görsel eserlere dönüştürülmesinin önemini nasıl görüyorsunuz?

Gerek sözlü anlatıcılık gerek kitapta yazılı, gerekse müzikal ya da film olarak olsun hikayelerin farklı ifade biçimleri her zaman ilgimi çekmiştir. Farklı formlardan çok şey öğrendiğimi düşünüyorum. Her ifade biçiminin kendi kuralları ve kendi büyüsü vardır. Bir resim bin kelimeden daha fazlasını anlatabileceği gibi bir kelime de bin resimden fazlasını anlatabilir.

*Sizi 2016 yılında İzlanda cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmaya iten neydi? Sizce bir şair ve romancı böyle bir makamda ne kadar başarılı olabilir?

İzlanda cumhurbaşkanı devletin bir temsilcisidir. Doğrudan bir gücü olmasa da nüfuzu vardır. Benim gündemim İzlanda dilinin korunmasının önemi konusunda farkındalık yaratmak ve İzlanda'nın iklim değişikliğinin etkileri konusunda küresel bir eylem örneği haline gelmesini sağlamaktı. Cumhurbaşkanlığı daha çok kelimeler, kavramlar ve vizyonla ilgili. Bu, bugün her zamankinden daha önemli olduğu için gündeme getirebileceğimi düşündüğüm bir konuydu.

*Tüm ilgi alanlarınız arasında en çok neyle gurur duyuyorsunuz ve neden?

Belki çocuklarım! Dört tane çocuğum var. Ama birçok ülkedeki insanlara ulaşan çok farklı türde sanat yapma becerimle gurur duyuyorum. İzlandaca yazmak ve çeviri yoluyla Arapça konuşulan ülkelerdeki biriyle konuşmak ve yazının hala sınırları aşabildiğini görmek harika. Bununla gurur duyuyorum.

*Belgesel film yapımcısı olarak yaptığınız çalışmalar yazarlığınızı nasıl etkiledi?

Kariyerimi tarımdaki gibi bir tür ürün rotasyonu olarak görüyorum. Ürün rotasyonunda bir yıl patates ekersiniz, ertesi yıl arpa ve sonra belki de bir yıl boyunca tarlada yabani otların büyümesine izin verirsiniz. Böylece her tarla diğerini besler. Of Time and Water'ı yazarken kendimi bir belgesel film çekiyormuş gibi hissettim. Bilim insanlarıyla, yaşlılarla, Dalai Lama gibi kişilerle röportajlar yaptım. Ama sonra elimdeki malzemenin o kadar büyük olduğunu fark ettim. Bunun kitaplaştırılması gerektiğini düşündüm ve şimdi de bir belgesel film oldu.

*Belgesel filminiz “The Hero's Journey to the Third Pole - a Bipolar Musical Documentary with Elephants” (Kahramanın Üçüncü Kutba Yolculuğu: Fillerle Bir Bipolar Müzikal Belgesel) adlı belgesel filminiz, bipolar bozukluğu olan kişilerle ilişkili ruh sağlığı sorunları ve yaratıcı yetenekler konusunda farkındalık yaratmayı mı amaçlıyor?

Akıl hastalıkları üzerine tartışmak zor ve hassas bir konu. Filmimde, bipolar bozukluk şikayeti olan iki kahramana kendileri hakkında konuşma şansı verdik. Filmde tıpkı hepimiz gibi çok sempatik iki insan görüyoruz. Yani hayatlarının bir noktasında normal biri gibi muamele görüyorlar. Ancak hastalığın depresif evrelerinde karanlık zamanlardan geçerken manik evrelerinde yıldızlara dokunacak kadar coşkulu olabiliyorlar. Ardından farklı bir bilinçle ve hepimizin bir şekilde öğrenebileceği yeni bir insanlık durumu anlayışıyla geri dönüyorlar.