İsimlerle Afrika terörünün haritası ve ayırt edici özellikleri

Bölgesel ve uluslararası raporlar, Afrika’da terörist faaliyetlerin arttığını ve örgütlerin coğrafi erişiminin genişlediğini gözlemledi (AP)
Bölgesel ve uluslararası raporlar, Afrika’da terörist faaliyetlerin arttığını ve örgütlerin coğrafi erişiminin genişlediğini gözlemledi (AP)
TT

İsimlerle Afrika terörünün haritası ve ayırt edici özellikleri

Bölgesel ve uluslararası raporlar, Afrika’da terörist faaliyetlerin arttığını ve örgütlerin coğrafi erişiminin genişlediğini gözlemledi (AP)
Bölgesel ve uluslararası raporlar, Afrika’da terörist faaliyetlerin arttığını ve örgütlerin coğrafi erişiminin genişlediğini gözlemledi (AP)

Emani et-Tavil
Hem Irak hem de Şam’daki topraklarını kaybetmesi DEAŞ’ın son dönemde Afrika’ya doğru yönelmesine yol açtı. Bu yönelimin birkaç sebebi var. Afrika’daki devlet yapısının kırılganlığı ve ulusal ordunun zayıflığı bu sebepler arasında yer alıyor. Nitekim Afrika’nın birçok ülkesinde ordu mensuplarının sayısı 50 bini geçmez. Üstelik bu ordular, sınırların güvenlik kontrolünü gerçekleştiremiyor. Ülkelerin birkaç tanesi arasındaki kabile bölünmesi de bir diğer sebep. Zira bu bölünme, kabile ve toplumsal koruma şemsiyesi altında bir ülkeden diğerine geçişi mümkün ve kolaylaştırıyor.
Bu durum, Cezayir’in “kanlı on yılı” boyunca aşırılık yanlısı grupların kurucularından birkaç tanesinin bölgesel çevreye taşınmasında rol oynadı. Cezayir’deki cihatçı selefiliğin kurucusu Seyyid Hattab, belki de bunların en bilinenidir. Öte yandan küresel politikalar da bu olgunun yaygınlaşmasında pay sahibi oldu. Nitekim Fransa’nın hem Mali hem de Orta Afrika’ya yönelik doğrudan askerî müdahalesi, güvenlik tehditlerinin düzeyinin düşmesine değil ama bu tehditlerin artmasına katkı sağlamış olabilir. Aynı şey, üçüncü bin yılın ilk on yılından itibaren Somali’deki gelişmeler için de geçerli.
Yüzleşme yöntemleri etkin olmaz, güvenlik ve askerî yaklaşımların yanı sıra kalkınmacı ve kültürel yaklaşımlar da benimsenmez ise bu nesnel koşullar, Afrika’yı önümüzdeki beş yıl boyunca küresel güvenlik tehditlerinin merkezi haline getirebilir.
Bölgesel ve uluslararası raporlar, Afrika’daki terör eylemlerinde bir yükseliş olduğunu belirtiyor. Bununla birlikte terör örgütlerinin coğrafi yayılımının, Burkina Faso ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ni terörle mücadele edilen ülkeler listesine sokacak kadar genişlediği gözlemlendi. Bu veriler, Afrika’daki terör olgusunun ciddiyetini ortaya koyuyor.  
Bir haftada 14 terör eylemi
Mısır Fetva Dairesi’ne bağlı Tekfirci Fetvalar Gözlemevi’nin Nisan 2014 tarihli raporuna göre Afrika, bir hafta içerisinde 14 terör eylemine maruz kaldı. Somali, Nijer, Çad, Burkina Faso, Libya, Tunus, Kamerun, Mali ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde meydana gelen bu terör eylemleri, dünya çapındaki toplam 24 eylemin yüzde 58’ini oluşturuyor.
Afrikalı teröristler kimler?
Somali’deki Mücahit Gençler ile Nijerya’daki Boko Haram’ın Afrika sahnesinde öne çıkan terör örgütlerinin başında geldiği söylenebilir. Orta Afrika’daki Seleka ve Anti-Balaka ile Nijerya’daki Ensaru, bu örgütlerin en yenilerinden kabul ediliyor. Bu yeni örgütler arasında Afrika sahasına yayılan onlarca başka örgüt mevcut.
Nijerya: Ensaru örgütü
2019 senesinde Sudan’daki Müslüman Ensar Cemaati Ensaru’nun Nijerya’da yükselişe geçtiğine tanık olundu. Bu grup, bir video yayınıyla varlığını ilan etti. Haziran 2012 tarihli bu görüntülerde grubun liderlerinden biri, ‘İslam’ın ve Müslümanların zaferi’ uğruna dünyanın dört bir yanındaki Batılı çıkarlara karşı bir savaşın başladığını belirtti.
Bu grup, 1804 yılında var olan ve Osman Bin Fudi (Osman dan Fodio) tarafından yönetilen Müslüman Fulan İmparatorluğu hilafetinin ‘yitik onurunu’ geri kazanmaya çalıştığını söylüyor. Kamerun’un kuzeyini, Nijerya’nın kuzeyini ve Nijer’in güneyini içine alan bu yönetim, İngiltere ile Fransa’nın Afrika kıtasını sömürmesine kadar sürdü. Grubun üstlendiği operasyonlardan en bilineni, 25 Ocak 2013’te Mali’ye yönelen bir askerî konvoyun hedef alınmasıydı. Bu operasyon, aralarında sivillerin de bulunduğu çok sayıda kişinin ölümüne sebep oldu.


Mücahit Gençler ve DEAŞ, Afrika’da faaliyet yürütüyor (AFP)

Bu örgütün, Afrika’nın doğusundaki Somali Mücahit Gençler Hareketi tarafından eğitildiğine dair deliller söz konusu. ‘Maman Nur’, Müslüman Mağrib ülkelerindeki el-Kaide, Somali Gençlik Hareketi ve Ensaru örgütü arasındaki bağlantı halkası olarak görülüyor.
Ensaru, 2015-16 yılları arasında Afrikalı unsurlarla Suriye’de DEAŞ’a yardımcı oldu.
Raporlar, bu grubun Nijerya’nın kuzeyinde büyük alanları kontrol ettiğine ve Nijerya sınırları dışında başka alanlara yayılmaya çalıştığına işaret ediyor. 2019 yılı ile birlikte güçleri artış göstermeye başladı. Mısır Fetva Daire’sine bağlı Tekfirci Fetvalar Gözlemevi’nin raporuna göre grup Nijerya’da 5 terörist eylem gerçekleştirdi.
Boko Haram örgütü
Ehl-i Sünnet Davet ve Cihat Cemaati adıyla kurulan Boko Haram, Hausa dilinde ‘Batılı eğitim haram’ anlamına geliyor. 2002 yılında kurulan örgüt, hâlihazırda Nijerya, Çad ve Mali’de yayılıyor. Şu anki lideri, DEAŞ tarafından 4 Ağustos 2016’da Batı Afrika valisi olarak atanan Ebu Musab el-Bernavi’dir. Eyaletin önceki valisi olan Ebu Bekr Şikao, Mart 2015’te DEAŞ’a biat edip Boko Haram’ın adını Batı Afrika Eyaleti olarak değiştirmişti. ‘Nijerya Taliban’ı’ olarak adlandırılan bu grup, eğitimini bırakan ve ülkenin Nijer sınırında yer alan kuzeydoğusundaki Yoba eyaletinin Kanama köyünü kendisine üs edinen öğrencilerden oluşuyor. Yaklaşık yirmi yıl içerisinde elemanları 4 binden 40 bine yükseldi.
80’lerin başında kurulan Şii bir hareket olup elemanları, önce İran Dini Lideri Humeyni’ye daha sonra da 2015’ten bu yana tutuklu bulunan grup lideri Şeyh İbrahim Zekzaki’ye bağlılık yemini ettiler. Hareket, Nijerya hükümetinin otoritesini tanımaz ve gerek Hıristiyan gerekse Müslüman, tüm hükümet yetkililerini yolsuz ve gayrimeşru olarak görür.
İslamcı Hareket’in Nijerya’nın tüm eyaletlerinde (36) idari oluşumları vardır ve bunlar bir nevi hükümet yapısı oluşturur. Ayrıca hükümette kayıtlı ‘Füdye’ adlı bir kurumu da bulunmaktadır. Kurum, 360’dan fazla ilkokul ve liseyi yönetmektedir. Hareketin üyelerinden çoğu, yüksek eğitim düzeyine sahip olup orduda, emniyet ve istihbarat birimlerinde önemli görevlerde çalışmaktadır.
Harekete ait hafif silahlı askerî tugaylar bulunmaktadır. Şu ana kadar terörist eylemler gerçekleştirdiğine dair bir kayıt olmayan hareketin açıktan faaliyet yürütme imkânı vardı. Ancak hareketin üyelerinin düzenlediği ve haftalarca süren şiddetli protestolar ve çatışmalardan sonra Nijerya hükümeti, 2019’un başında bu hareketi yasakladı. Söz konusu protestolar, hareketin kurucusu Zekzaki’nin serbest bırakılması içindi. Zekzaki, Şii olmadan önce İhvan-ı Müslimin’e mensuptu.
Somali
İslamcı Gençler ya da Mücahit Gençler hareketi, 2006 yılında İslamcı Mahkemeler Birliği’nin askerî kolu olarak ortaya çıkan Somalili selefi bir harekettir. Mogadişu’yu yöneten ve şeriatı hâkim kılmayı hedefleyen Birlik, 2009 yılında el-Kaide örgütüne bağlılığını resmî olarak ilan etti.
Hareket, 2008’in sonunda meydanı, İslamcılara karşı savaşta ön sıralarda yer alan Afrika Birliği Güçlerine bırakarak geri çekilmek zorunda kalan Etiyopyalı güçlerle desteklenen hükümet kuvvetlerine karşı verdiği mücadelesinde Mahkemeler Birliği’ne destek oldu. İslamcı Gençler Hareketi’ni, 2014’ten bu yana Ahmed Ömer Ebu Ubeyde yönetiyor. Hareketin önceki lideri Ahmed Abdi ‘Gudan’, Amerika’nın gerçekleştirdiği bir hava saldırısında öldürüldü. Aynı sene ‘Gençler’, el-Kaide lideri Eymen ez-Zevahiri’ye bağlılıklarını yeniledi.
Somalili Hareket, safları arasında 5 ila 9 bin savaşçı barındırıyor. Bunların arasında Somalilerle birlikte çoğu Arap ülkelerinden gelen yabancı unsurlar da mevcut. Pakistanlı unsurların da yer aldığı yabancı savaşçıların sayısı yaklaşık 800.
Kenya
Kenya’da, hem Mücahit Gençler örgütü hem Somalili Gençler hem de DEAŞ faaliyet yürütüyor. Gençler Hareketi, Ağustos 2019’da Kenya’daki bir sınır kasabasına saldırarak Somali sınırlarına yakın bölgedeki iletişim hizmetlerinin aksamasına sebep oldu. Aynı yılın başında Kenya, başkent Nairobi’deki lüks bir otele yönelik terör saldırısına sahne oldu. Bu saldırının sonucunda 15 kişi ölürken birçok kişi de ağır olarak yaralandı.
Haziran 2017’de Bendancu kasabasında 3 polis memuru öldürülürken, Ocak 2018’de ülkenin kuzeydoğusundaki Mandera eyaletinde de 5 kişi öldürüldü. Somalili Gençler örgütünün en bilindik operasyonu, 2013 yılında gerçekleşen ve yaklaşık 67 kişinin ölümüne, yaklaşık 200 kişinin de silahlı bir saldırıda yaralanmasına yol açan West Gate alışveriş merkezine yönelik eylemdir.


Afrika’da, kimliği tamamen belirsiz kişilerin uyguladığı terör eylemlerine işaret eden ‘Yalnız Kurtlar’ olgusu yayılıyor (AFP)

DEAŞ’ın eylemleri, 2016 yılında başladı. Terörist örgüt, Eylül 2016’da Nairobi’deki ABD Büyükelçiliğini hedef alarak bir polis memurunun ölümüne sebebiyet verdi. DEAŞ, Kenya’da bir saldırının da sorumluluğunu üstlendi. Söz konusu saldırı, Mombasa’da bir polis merkezine sızarak binayı yakmaya çalıştıktan sonra kurşunla öldürülen üç kadın tarafından gerçekleştirildi.
Kenya’daki terörist eylemlerin artması karşısında Somali de müdahaleci politikalar benimsedi. Bu doğrultuda Amisum güçlerine katılarak Gençler Hareketi’nin Somali’nin güneyine uzanmasına karşı koyabilmek ve onu Kenya sınırlarından uzak tutabilmek için Somali’nin güneyindeki Cubaland eyaletini destekledi.
Kongo ve Uganda arasındaki terör
DEAŞ, Nisan 2019’da Kongo’nun doğusundaki iki köyde meydana gelen iki terör eyleminden sorumluluğunu üstlendi. DEAŞ’ın, Uganda’da kurulan ve Başkan Tshisekedi’ye göre Kongo’da da faaliyet yürüten yerel bir örgütle olan ilişkisi konusunda şüpheler var. Söz konusu örgüt, 1995 yılında Uganda hükümetini devirmek amacıyla kurulan ancak gündemini, toplumları tekfir ettikten sonra İslam’ı muzaffer kılmak ve şeriatı uygulamak şeklinde değiştiren İslamcı Müttefik Demokratik Güçler örgütüdür.
İslamcı Güçler örgütünün kurucusu, Katolik mezhebinden çıkıp İslam’a giren Ugandalı Cemil Mokolu’dur. David Stephan adıyla hayata başlayan Mokolu’nun Hıristiyan olduğu zamanlarda İslam’a karşı oldukça eleştirel olduğu, İslam dinini benimsediğinde de çok hızlı bir şekilde radikal bir İslamcıya dönüştüğü biliniyor. Tebliğ ve Hicret Cemaati’nden talimat almasının ardından yakın zamanda adamları Müslüman savaşçılara katıldı. Bunlar, Uganda’dan çıkmaya mecbur oldular. Bununla birlikte görünüşe bakılırsa üyelik, Doğu Afrika bölgesinden gelen askerleri içine alacak şekilde değişti.
Mokolu’nun Hartum’da bir süre kaldığı, orada el-Kaide’nin eski lideri Usame Bin Ladin ve Sudan’a sığınan başka savaşçı İslamcı örgütlerin liderleri ile buluştuğu düşünülüyor.
Afrikalı DEAŞ’lılar nasıl çalışıyor?
Küresel ve yerel politikalar, terörle yüzleşmede katkı sahibi oldu. Aynı şekilde bu politikaların elde ettiği göreceli başarılar, teröristlerin çalışma yöntemlerinin, neredeyse örgütsel bağlara sahip olmayan, sınır ötesi ve güç ve yetenek bakımından çeşitlenmesine de katkı sağladı. Bu değişim, Ortadoğu’daki Doğulu terörist liderlerin pay sahibi olduğu birkaç kuramsal referansa dayanıyor. Abdullah Şeybani’nin Temmuz 2018’de çıkan kitabı buna örnek gösterilebilir. Şeybani bu kitapta tek bir kişiye dayalı bireysel operasyonlar uygulama çağrısı yapıyor. Bu durum, ‘Yalnız Kurtlar’ olgusu ile de kendisini gösteriyor. Bu olguda operasyonlar, selefi-cihatçı veya başka cemaatlere mensup örgütsel ya da propagandacı eylemlerde sabıkası olmayan, kimliği tamamen belirsiz kişiler tarafından yürütülüyor. Tunus Hanımefendisi operasyonu, 2019 yılında bu modelin uygulanmasına bir örneklik teşkil etti.
Ebu Musab es-Suri ise örgütsel yapıların değil, düşünsel bağlar birliğinin dayanılan temel olduğunu savundu. Bunun sonucunda ‘nano hücreler’, yani üyeleri 3 kişiyi aşmayan gruplar ortaya çıktı. Bu durum, hücrelerin güvenlik güçleri tarafından takip edilmesini zorlaştırıyor. Boko Haram örgütünün Nijerya’daki etkinliği kısmen bununla açıklanabilir. Mağrip’in (Fas) sadece 2015-19 yılları arasındaki 4 yıllık zaman diliminde 63 DEAŞ’lı hücreye dağılımı da bununla ilişkilidir. Bu hücrelerin son örneği geçtiğimiz temmuz ayı sonunda Tanca şehrinde görüldü.
Aile terörizmi modeli de özellikle Afrika’da şu an alışıldık olan bir biçimdir. Bu modelde operasyonu tek bir ailenin üyeleri gerçekleştirir. Bu, özellikle aşırılıkçı fetvaların çoğalması ile birlikte güvenlik kovuşturmalarını faydasız kılıyor.
Terör örgütlerinin çalışma yöntemlerinin sonuncusu, ‘hilafetin aslan yavrusu’ çocuklarının seferber edilmeleridir. Çocukları bu şekilde adlandıran Nijerya’daki Boko Haram örgütü, yoksulluk içinde yaşayan, hem zihinsel hem de bedensel olarak savaş düşünceleri ile büyüyen çocukları yaygın olarak kullanıyor.
Bu bağlamda UNICEF, çocukların bu alanda kullanımının 2010 yılında 3 kattan daha fazla arttığını, örgütün ordu karargâhlarına ve Nijerya köylerine terörist saldırıları yapmak için 135’i aşkın çocuğu kullandığını belirtti. Boko Haram, bombalar ve patlayıcı kemerler ile intihar eylemlerine zorlamak üzere Hıristiyan ailelerin çocuklarını da kaçırıyor.
UNICEF’in raporuna göre şu an Somalili Gençler Hareketi ile DEAŞ, her ay en az 200 çocuğu bu iş için kullanıyor.
Terörist örgütlerin haritaları, özellikle Doğu Afrika’daki Afrikalı komşuları ile etkileşime giren Arap çıkarlarını esaslı bir şekilde etkilemeye başladı. Bu noktada bölgesel istikrarı hiç olmadığı kadar tehdit eden terörle yüzleşmek için Afrikalı kardeşlerle işbirliği yapmak ve düşünce alanları açmak için kafa yormak gerekiyor.



Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
TT

Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)

Mustafa el-Feki
Eski ve modern Arap tarihini araştıran herhangi biri olayların bağlamından, liderliğin doğasından ve yönetimin kalitesinden özgürlüğün her zaman kritik bir konu olduğunu görecektir. Şiirde ve nesirde, övgüde ve hicivde ağırlığı olan bir konuşma özgürlüğünün mirasçısı olan Arapçanın kökenlerinin özgürlük duygusuna ve savunuculuğuna dayandığını keşfedecektir. Burada, ulusal çıkarların sınırlarını aşmayan, ‘diğerleri arasından sivrilme’ mantığıyla şöhret peşinde koşmayan, başkalarının haklarını ihlal etmeyen ve diğerini rencide etmeyen sorumlu özgürlüğü kastediyoruz. Özgürlük, insanlığın yaradılışından itibaren alışık olduğu açık ve net bir kavramdır. “Hiç elleri kelepçeli doğan bir bebek gördünüz mü?” diyenler haklılar.  Zira insan hür yaratılmıştır. Hür yaşar ve hür ölür. Bunlar tartışmaya kapalı konulardır. Ama bizi ilgilendiren, insan hakları arasında öne çıkan özgürlük hakkını, modern dünyamızın içinde bulunduğu mevcut koşulları çerçevesinde Araplara ve Arap dünyasında olan bitenlere özel bir uygulamayla nasıl kullanacağımızdır. Bu yüzden Arap ülkelerindeki özgürlük tartışması ve halkların bu tartışmaya karşı tutumu ile ilgili olarak şu maddeleri ele aldık:
1 - Arap dünyası, son on yıl içinde Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat (buyurgan) rejimlerin çöküşüyle ​​diktatörlüklere darbe vurdu. Bu gelişmelerin ardından bölgedeki siyasi harita, olduğu gibi değişti. ‘Arap Baharı’ olayları, Arap dünyasında daha önce var olmayan bir özgürlüğe kapıyı araladığını kabul etmemize rağmen tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ancak tartışmanın koşulları, konunun netleşmediğini anlamamızı sağlıyor. Arap Baharı olaylarının, büyük güçlerin bazı Arap ülkelerinin içinde bulundukları şartlar üzerinden bölgeyi şekillendirmek istedikleri stratejik bir planın ve bu ülkelerde yaygın olan yolsuzluk, ihmalkârlık ve zayıflığın bir parçası olduğunu düşünenlerdenim. Aynı şekilde bu olayların, halkların çektiği acılardan ve yaygın işsizlik oranlarından yararlanılarak değişim sloganlarıyla bu ülkelerin tek bir sisteme dönüştürülmeleri için kullanıldığını da düşünüyorum. Bunu bir kenara bırakalım. Zira bu sistemlerin ömrü, ya devrim niteliğindeki teklifler ya sloganlar sonucunda ya da bazılarının gevşemesi ve kendilerine biçilen ömrün sona ermesiyle bitmiştir.
2 – Araplar bir yanda siyasi bağımsızlık, diğer yanda özgürlükler arasında kemikleşmiş ve yaygın bir kafa karışıklığı yaşıyorlar. Değerler ve fikirlerin kaybolduğu ve özellikle özgürlük tek başına yeterli olmadığından, buna ekonomik özgürlüğün elde edildiği, en kalabalık ve en yoksul sınıfları hesaba katan, çağın ruhuna ve modern teknolojiye ayak uyduran, arzulanan toplumsal dönüşüme de kapıları ardına kadar açan bir reform programının eşlik etmesi gerektiğinden dolayı rahatlığı çağrıştırmayan sahnelerle karşı karşıyayız. Aynı şekilde günümüz dünyasında, gelişmiş ülkelerin geçtiği ve yükselen ulusların her zaman yöneldiği vizyona doğru değişim ve ilerleme yoluyla reform yapabilmemizi zorunlu kılan bazı büyük değişimlerle de karşı karşıyayız. Arapların zamanın medeniyetine çok sınırlı bir yaklaşıma sahip olmaları ve zenginliklerimizin büyük bir bölümünün Arap olmayanlar tarafından kullanılması bizim çıkarımıza değil. Bu yüzden kalıcı bir zihinsel ve entelektüel olgunlaştırma süreci başlatmak da bize düşüyor. Akıl, davranışların belirleyicisidir. Geri kalmışlığın entelektüel bir durgunluk olması gibi değişim de zihinsel bir karardır.
3 – Araplar olarak özellikle büyük bir mirasın gölgesinde yaşadığımız için siyaset ve din arasında bir ayrım yapmamızın zamanı geldi. Memleketimiz semavi mesajların diyarıdır. Bu yüzden dinlerin ve medeniyetlerin döndüğü noktadır. Bu yüzden dinin derinliklerimize kök salması doğal bir durum ve bu iyi bir şey. Fakat asıl sorun, dinin siyasetle iç içe geçmesinden kaynaklanıyor. Bu yüzden taraflar kendi amaçlarına hizmet etmesi için dini kullanmalarına imkan doğar. Bize din adına farklı bir yaşam tarzı dayatmak isterler. Oysa din tüm bunlardan uzaktır. Özgürlük tartışması, semavi mesajları uzaklaşmadan ya da abartmadan anlamak adına dini ılımlılıkla bağlantılı olmalı. Böylece gerçek din, makasidu'ş-şeriat (dini kuralların amaçları) ile tutarlı olarak hayatımızdaki baskın maneviyat kavramı haline gelir. İslam dünyasında dini siyasete alet etme girişiminin ilk etapta dine zarar verdiğini bile düşünüyorum. Siyasete gelince; siyaset petrol gibidir. Yapışkan ve kirlidir. Sonuç, manevraya, ertelemeye, ilerlemeye ve geciktirmeye başvuran siyasi oyunlar ile dini değerler arasında bariz çelişkinin varlığıyla onu takip edenler ve takipçilerinden nefret edenler karşısında dinin yüce çehresini çarpıtır! Siyaset, ahlak nedir bilmezken din, manevi değerlerin damarı ve bizi daha iyiye götüren inancın kaynağıdır.
4 - Ülkemizde özgürlük tartışması, kimi zaman dinle kimi zaman rejimlerle olmak üzere her defasında geçmişten miras kalan değerlerle kesişiyor. Dolayısıyla özgürlüğün insanların ödediği ve milletlerin uğruna çabaladığı bir bedeli vardır. Bu zorlu denklem, bir yanda özgürlükleri, diğer yanda dini duyguları, diğer yanda ise yönetim sistemlerini uzlaştırmaya başlar. Buna sınıflar arasındaki eşitsizliğinin etkisini ve ekonomik durumun bu mesele üzerindeki etkisini eklediğimizde ortaya bir ikilem çıkar. Eskiler, seçim özgürlüğünün bir somun ekmekle bağlantılı olduğunu söylerler. Bunun siyasi anlamı, özgürlük, ekonominin doğal bir ürünü demektir. Bazıları insanların özgürlük ile arayış içerisinde oldukları ufuklara doğru yola çıkmak arasındaki bağı koparmak için halkların öne atıldığı bir tür diktatörlükten bahsedebilirler.
5 – Özgürlük, doğası gereği göreceli bir meseledir. Mutlak özgürlük, gerçeklikten ziyade kurguya daha yakındır. Özgürlüğün önündeki engeller genellikle eğitim, medya ve dini kurumun rolü gibi diğer faktörlerle ilgilidir. Bu yüzden özgürlükler geniş bir cephede ilerliyor. Toplumun bileşenlerini ve halkın mirasını, geleneklerini ve göreneklerini bir araya getiriyor. Bir ülkede belirli bir zamanda kabul edilebilir olan, başka bir ülkede ve farklı bir zamanda kabul edilemeyebilir. Özgürlük, insan hakları sorunlarının en başında geliyor. Bu yüzden imzalanan farklı sözleşmelerde insan hakları ile karakterize edilen aynı ölçülere sahip olması doğaldır. Düşünce, ifade ve inanç özgürlüğü ortak unsurları olduğundan bu konuda büyük bir eşitsizlik yoktur. Aynı durum, ikamet ve hareket özgürlüğü gibi sınırları başkalarının özgürlüğüyle biten kişisel özgürlükler için de geçerli. Burada ‘özgürlük kültürü’ olarak adlandırılabilecek duruma dikkati çekmeliyim. Özgürlük kültürü, eğitimin kalitesine ve her bireyin kendi birikmiş deneyimlerine bağlı olarak oluşan kültürel bir kalıptır. Eskilerin bir sözü vardır: Senin adına ne suçlar işleniyor ey özgürlük!
Bu söz kültürün, insan davranışı ve sosyal düzeyi olduğuna işaret eder. Özgürlüğün anlamı, her döneme ve mevcut koşullara göre şekillenir ve doğasını anlamada önemli bir faktör oluşturur.
Tüm bu maddelerle Arap dünyasındaki özgürlükler tartışmasını aktarmaya çalıştık. Herkesin ülkelerinin günümüz dünyasında modern toplumların çabaladığı amaç ve hedeflerine ulaşmadaki sorunlarına bağlı olarak özgürlüğün anlamıyla ilgili ortak bir formül ve tek bir kavram belirlemeleri için bir uyarıda bulunmayı istedik. Zaman faktörü her zaman siyasi ve toplumsal hareketle bağlantılı olduğundan, görmezden gelinmesi zor bir dönüm noktasından geçtiğimizi anlamalıyız. Dünya bugün çelişkili akımlarla dalgalanan ve sonuçları halkların çıkarları uğruna bazı özgürlüklerin geçici olarak askıya alınması olan bir salgınla karşı karşıya. Burada, özgürlüğün mutlak hakim olmadığını, zaman ve mekan şartlarının yanı sıra eğitim, kültür ve çağdaş dünyamızdaki diğer gelişim tezahürleri gibi bir takım faktörlere bağlı olduğunu bir kez daha vurgulamalıyız.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrildi.


Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  
TT

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi Arabistanlı bir yazar olarak, uzun yıllar, birçok sanatçı, yazar, akademisyen ve aydını barındıran bir entelektüel grubun içinde yer aldım. Kahire, Beyrut, Tunus ve Kazablanka gibi Arap başkentlerindeki konferanslara, festivallere ve kültürel organizasyonlara iştirak ediyorduk. O zamanlar kardeş ülkelerde olan kültür bakanlıklarının bir benzerinin ülkemiz Suudi Arabistan’da da olması için özlem duyuyorduk. Daha sonra enformasyon bakanlığı altında bir kültür komitesi kurulması kararlaştırıldı. Bu haberi yarım yamalak bir tebessümle karşılamak durumunda kaldık. Çünkü bu, hayallerimizin ve beklentimizin altında bir karardı. Biz daha çok yazar, sanatçı ve her alandaki düşünüre ciddi destekler verecek bağımsız bir kültür bakanlığı hayal ediyorduk.  
Suudi Arabistan’daki kültürel sahne oldukça zengin ve çok çeşitlidir.  Suudi kültür ortamı hakkında pek bir şey bilmeyenler için şöyle özetleyebilirim.  Birincisi kamu desteği, ikincisi; özel sektör ve üçüncüsü bağımsız olmak üzere, kültür dünyamız üç alanda değerlendirilebilir. Kamu desteği, devletin kültürel etkinliklere doğrudan veya dolaylı olarak sunduğu desteklerdir. Özel sektörün hizmetleri ise, yayınevleri, edebiyat merkezleri ve sanat galerileri ile sınırlıdır. Bağımsız sanat ise, edebiyat kulüpleri, sivil kültür sanat dernekleri ve geleneksel medya tarafından desteklenen faaliyetleri içerir.  
Bağımsız addedebileceğimiz bu kültürel alanda, ülke genelinde 17 edebiyat kulübü ve 16 kültür sanat derneği faaliyet göstermektedir. Bağımsız alan, yetmişli yıllardan bu yana Krallıktaki kültürel yaşamın gelişiminde çok önemli bir rol oynadı ve oynamaya da devam ediyor. Ülkedeki en önemli kültürel ve düşünsel ürünlerin ortaya çıkmasına olanak sağlayan bağımsız kültürel alan, sınırlı kamu desteği, sınırlı özel sektör desteği ve bağışçıların desteği ile ayakta kalmaktadır.  
2018 yılında yayınlanan kraliyet kararnamesi ile, kültür bakanlığı enformasyon bakanlığından ayrılarak bağımsız bir kuruluş haline geldi. Ülkede kültürel faaliyetleri yakından takip edenler artık farklı bir gelecek tahayyül edebiliyordu. Nitekim takip eden üç yıl içinde kültürel alanlarda önemli atılımlar yapıldı.  
Artık karamsarlığın yerini iyimserlik alabilirdi. Çünkü Suudi Arabistan’ın yeni kültür bakanlığı, Arap ülkelerindeki muadillerinden farklı olarak, aydınların arzu ettiğinden daha olumlu bir vizyon taşımaktaydı. Kültür bakanlığı, bölgedeki ve Arap ülkelerindeki benzerlerinden farklı bir örgütlenmeye gitmişti. Bu örgütlenmenin şekillenmesinde UNESCO aktif rol aldı. Bakanlık süreç içinde faaliyetlerini çeşitli kültürel sektörleri kapsayan 11 başlık altında organize etti. Bu başlıklar altında edebiyat, çeviri, tiyatro, müzik ve resim sanatlarının yanı sıra moda ve yemek pişirme gibi aşina olunmayan kültürel üretim alanları da kendisine yer buldu. Bakanlık nezdinde 16 komisyon oluşturuldu. Dikkat çekici husus ise, bu komisyonların bürokratik ataletten uzak olarak tamamen bağımsız bir şekilde yönetilmeleridir. Bahsi geçen komisyonların yönetim kurulları ve icra komiteleri, kültür aracılığı yapan dernekleri denetlemekte ve desteklemektedir.  Kültürel bir etkinlik yapmak, konferans veya sempozyum düzenlemek isteyenlerin, bakanlık destekli bir dernekle anlaşması gerekiyor. Kitap telif etmek veya yabancı dildeki bir eserin çevirisini yapmak isteyenlerin ise bir yayınevi ile anlaşmaları yeterli oluyor. Komisyonların doğrudan değil de bağımsız dernekler aracılığıyla vatandaşla muhatap olması nedeniyle, bürokratik zorluklar ve idari yolsuzlukların önüne geçilmesi hedefleniyor.  

Bütün bunlar gülümseten olumlu gelişmelerdir. İşlerin gidişatını yakından takip eden biri olarak bu pozitif yargılarda bulunabiliyorum. Sayın kültür bakanının başkanlığını yaptığı, edebiyat ve tercüme komisyonunun içinde yer almaktayım. Kadın çalışanların da yoğunlukta olduğu bu komisyonun çalışma ortamı, daha önce devlet kurumlarında alışık olmadığımız kadar rahat ve özgürlükçü.   
Ancak, bilindiği üzere kültür, ne kadar çeşitli ve gelişmiş olsa da kurumlar tarafından üretilemez. Kurumlar kültürel üretimi teşvik eder ya da sekteye uğratır fakat kültürün üretimini üstlenemez. İster edebiyat olsun ister felsefe veya sanat, tekil ya da çoğul olarak bireyler tarafından üretilir. Kral Abdülaziz tarafından kurulduğu ilk yıllardan itibaren ülkemizin kültürel birikimi, bireysel çabalarla oluşmuştur.  
Sayın Veliaht Prens Muhammed bin Selman liderliğindeki 2030 vizyonunu kültürel alanda yakalayabilmemiz için, kültür üreticisi bireylere uygun koşulların sağlanması bir zorunluluktur. Kültür bakanlığının artan ve çeşitlenen maddi manevi destekleri, bu yolda güçlü bir şekilde ilerlediğimizin güçlü bir göstergesidir. Ancak bu eğilimin sürdürülebilir olması için dikkat edilmesi gereken hususlar var: 
Birincisi: kültürün, entelektüel ve yaratıcı bir doruk noktası olarak görülmesidir. Doruk noktası derken, insanın kültürel faaliyeti ile kendisini gerçekleştirebileceği en üst sınırlara ulaşabilmesini kastediyoruz. Popülizmin cazibesine kapılmadan, üretici ve alıcıları tatmin etmek için nitelikten ödün verilmemesi gerekir. Bunun elitist, üstenci bir yaklaşım olduğunu ve kültürün geniş kitlelere yayılmasına mâni olacağını iddia edenler olabilir.  Ancak niteliğin niceliğe feda edilmesi, kültürel seviyenin ve kalitenin düşmesiyle sonuçlanacaktır. Asıl hedeflenmesi gereken, kitlelerin seviyesinin yukarıya çekilmesi olmalıdır.  Kültürün en yüksek ürünlerinden biri olan felsefe, kimileri için hayata dair basit fikirlere dönüşebilir veya insan hayatındaki en önemli konuların tartışılarak, sorunlarına çözüm bulunmasına katkı sağlayabilir. Tabi ki yüksek standartlar dayatılamaz, bununla birlikte olumlu yönlendirmeler ve hatırlatmaların yapılması gerekir.   
İkincisi: Kültürel üretimin aracı olan Arap diline azami özenin gösterilmesidir. Arapçanın kültürel üretimdeki temel rolü teşvik edilmelidir. Başta eğitim alanında iyileştirmeler olmak üzere, akademi, medya ve ticari alanlarda Arapça dilinin doğru kullanımı yaygınlaştırılmalıdır. Özellikle ticaret alanlarında İngilizcenin Arapçanın yerini almaya başladığı görülüyor. Gençlerin kullandığı dil itibariyle Arapçalarının geliştirilmesi için gerekli adımların atılması zorunludur. Arapça, kültürümüzün geleceğidir, çünkü sahip olduğumuz kültür Arap kültürüdür.   
Üçüncüsü: İfade ve üretim özgürlüğü alanlarının genişletilmesidir. Toplumsal baskı ve muhafazakâr yaklaşım, üretilenlerin kalitesini olumsuz etkiler. Geçmişte, bu korkular ve hassasiyetler nedeniyle, nice kültürel içerik üreticisi yurt dışında yaşamak zorunda kalmıştır. Çok şükür bu yönde olumlu değişikliklerin olduğuna dair birçok işaret var, ancak Suudi Arabistan’ı, kendi çocuklarının ürettikleri için bir merkez haline dönüştürebilmemiz için daha fazla çaba sarf etmeliyiz.  
Dördüncüsü: Kültürün, geniş anlamıyla bir milli servet olduğunun bilincinde olmalıyız.  Veliaht Prens, Cidde şehrinde Suudi aydınlarla yaptığı ilk görüşmede, bu hususu vurgulamıştı. Suudi Arabistan’ın Arap, Müslüman ve dünya düzeyindeki entelektüeller için bir cazibe merkezi olması için bireysel ve toplu olarak daha fazla çaba sarf etmemiz gerekir. Bunun için de ülkemizde kitap dağıtımı, konferans ve festivallerin düzenlenmesi için mevcut prosedürlerin kolaylaştırılması lazımdır. Yakın zamanda ülkemizde geniş katılımlı Arapça kitap fuarının düzenlenmesi ile felsefe ve çeviri alanlarında iki önemli konferansın yapılmış olması, sürdürülmesi gereken doğru yolda atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir.  
Beşincisi: Kültürel faaliyette tarihsel olarak önemli bir yeri olan, edebiyat kulüplerinin ve kültür sanat derneklerinin verimliliğinin arttırılması için girişimlerde bulunulmasıdır. Bu kültürel tarihi mirasa yeterli özeni göstermeliyiz.  
 Altıncısı: Akademik ve araştırma kurumlarının, kültürel üretime daha fazla katkıda bulunmaya teşvik edilmesidir. Akademi yaygın olduğu üzere halktan uzak olmamalı, halkla daha fazla etkileşim kurmalıdır. Üniversiteler, yirminci yüzyılın başlangıcından bu yana Arap kalkınmasında önemli roller üstlenmiştir. Suudi Arabistan’ın kültürel tarihinde de üniversitelerin önemli bir yeri olmuştur. Ancak son yıllarda bu rolün azaldığına dair emareler bulunmakta. Üniversitelerin aktif katılımı olmadan gerçek nitelikli bir kültürel canlanma tasavvur edilemez. Zira üniversiteler, aydınlanma, gelişim ve bilinçlenme için en önemli merkezlerdir.  
 Bana göre, ülkemizde kültürel atılım gerçekleşmesi için dikkate alınması gereken hususlar bunlardır. Bu alanlarda şimdiye değin atılmış önemli adımlara ek olarak, bu hususlara da odaklanılırsa yüksek kültür seviyelerine çıkmamız kaçınılmazdır.


Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.