Paul Bremer: Obama ABD birliklerini geri çekerek ülkeyi İran ve DEAŞ'a hediye etti

ABD eski Başkanı George W. Bush ve ABD'nin Irak'taki sivil yöneticisi Paul Bremer (Getty)
ABD eski Başkanı George W. Bush ve ABD'nin Irak'taki sivil yöneticisi Paul Bremer (Getty)
TT

Paul Bremer: Obama ABD birliklerini geri çekerek ülkeyi İran ve DEAŞ'a hediye etti

ABD eski Başkanı George W. Bush ve ABD'nin Irak'taki sivil yöneticisi Paul Bremer (Getty)
ABD eski Başkanı George W. Bush ve ABD'nin Irak'taki sivil yöneticisi Paul Bremer (Getty)

Advan el-Ahmeri
ABD, Saddam Hüseyin’in 2003 yılının Nisan ayında devrilmesinden sonra, daha önce herhangi bir Arap ülkesinde çalışmamış olan diplomatlarından L. Paul Bremer’i Irak Devlet Başkanlığı statüsünde olan Geçici Koalisyon Yönetimi'nin başkanı olarak seçti. Merkez olarak Yeşil Bölge’yi tercih eden ABD, çoğunluğunu Şiilerin ve Kürtlerin oluşturduğu bir koalisyon kurdu.
Independent Arabia'ya konuşan Paul Bremer, 1966'da ABD’nin diplomatik ekibine katıldı. Ülkesinin Afganistan, Malavi ve Norveç'teki elçiliklerinde görev yaptı. Ayrıca ABD’nin 6 Dışişleri Bakanı’nın özel yardımcısı olarak görev yaptı. Eski ABD Başkanı Ronald Reagan, 1983’te Bremer’i Hollanda büyükelçisi olarak atadı. 1986 yılında Bremer, ABD Dışişleri Bakanlığı’na Terörle Mücadele Özel Temsilcisi olarak atandı. 23 yıl boyunca ABD Dışişleri Bakanlığı'nda çalışan Bremer, 1986-1989 arasında Başkan Reagan'a uluslararası terörizm uzmanı olarak danışmanlık yaptı. Bremer, bu görevden sonra eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in danışmanlık şirketi Kissinger Associates’e geçti.
Bremer, 12 Mayıs 2003’te, George W. Bush'un şahsi elçisi olarak Bağdat’a gitti. Onun Irak'ta geçirdiği zaman, ülkenin geleceğine dair geniş etkileri olan bir dizi önemli gelişmenin yaşandığı bir dönem olarak biliniyor. Bremer, eski Başkan Barack Obama'nın 2011 yılında ABD askerlerini Irak’tan çekerek, ülkeyi İran ve DEAŞ’a altın tabakta hediye ettiğini düşünüyor.
Kendisiyle görüştüğüm sırada sorduğum iki soru onu kışkırttı ve saçma olarak nitelendirdiği sorularıma savunmacı bir tavırla cevap verdi.
Sorularımdan ilki, Ebu Gureyb Cezaevi'nde işlenen suça ilişkindi. Kendisine, bu suçları işleyenlerin neden adil bir şekilde yargılanmadıklarını ve neden bunun yerine ordudaki rütbelerinin alınmasıyla yetinildiğini sordum.
Diğer sorum, Başkan George W. Bush’un babasının Kuveyt'in kurtuluşu olarak bilinen Körfez Savaşı'nda kurmuş olduğu ittifak benzeri bir ittifak kurmakta neden başarısız olduğuna ilişkindi.
Paul Bremer röportajının tam metni:
“Uzman değilim ama bölgeyi biliyorum”
Neden siz? Askeri veya idari herhangi bir görevde bulunmadınız. Daha ziyade diplomatik bir geçmişiniz var. Hiçbir Arap ülkesinde çalışmadınız. Nitekim bölge hakkında uzman olmadığınızı söyleyenler var. Neden siz seçildiniz?

- Bu soru daha önce de bana soruldu. Bu bir gerçek. Bölge konusunda uzman değildim. Afganistan’da yaşadım, Ortadoğu’da değil. Oradaki insanlar farklı bir dilde konuşuyordu ve farklılardı. Fakat burada yaşadım. 1970 yılında Henry Kissinger'ın ekibinin başkanlığını yaptığım süre içerisinde Ortadoğu diplomasisinde tecrübe kazandım. Her ne kadar bölgede zaman geçirmiş olsam da, bu beni uzman yapmıyor. Ronald Reagan ve Bill Clinton yönetimleri sırasında ve Bush yönetiminin ilk döneminde terörle mücadelede kazandığım deneyimin, seçilmemin sebeplerinden biri olduğunu düşünüyorum.
Bush’a neden sizi seçtiğini sordunuz mu?
- Hiçbir zaman başkana beni neden seçtiğini sormadım.
Aslında ilk sözleri “Neden bu korkunç görevi kabul etmeye karar verdim?” oldu.
Irak'a girme kararı ve Baba Bush’un reddi
Birinci Körfez Savaşı'ndan sonra (bazıları bu savaşı İkinci Körfez Savaşı olarak adlandırıyor ve birinci savaşın İran-Irak Savaşı (1980-1988) olduğunu söylüyor) Baba Bush, Irak'a girmeyi reddetti. Kuveyt’in kurtuluşundan, Saddam Hüseyin’in ve güçlerinin sınır dışı edilmesinden ve Irak güçlerinin sınırda tahrip edilmesinin ardından girip istila edebilirdi. Ancak amaç bu değildi.
Paul Bremer’e ABD’yi 2003’te fikir değişikliğine iten şeyin ne olduğunu sordum. Şöyle cevap verdi:
- Birinci Körfez Savaşı sırasında hükümette değildim. Bundan dolayı ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yok. Irak’ın 2003’te kurtuluşu konusunda, başkanın sadece ABD istihbaratından değil, farklı ülkelerin istihbarat kaynaklarından bilgiler elde ettiğinin hatırlanması gerekir. Fransızlar, Almanlar, İngilizler ve Ruslardan Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarına sahip olduğuna dair bilgiler geliyordu. Saddam Hüseyin’in bu konuda yalan söylediğini biliyorduk. Ülkeyi bütün silahlardan arındırdığını söylüyordu fakat müfettişler 1995 yılında biyolojik silahlar buldular.
Yalnızca ABD’nin istihbarat servisleri değil, diğer bir dizi istihbarat da Saddam’ın kitle imha silahları edinmeye çalıştığını gösteriyordu. Başkan, Afganistan’a gitmeye ve Irak’taki görevi nihayetlendirmeye karar verdi.
Kitle imha silahları nerede?
Bush’un istihbarat servislerinden aldığı bilgiler, Saddam’ın 2003 yılında kitle imha silahlarına sahip olduğunu ve işgalden sonra bu silahların orada bulunmadığını teyit ediyordu.
Ona, bunun Irak’ı istila etmek için sadece bir bahane olup olmadığını ve oraya giden ABD hükümetinin bunu kanıtlayamadığı zaman ne hissettiklerini sordum. Bremer soruma şöyle cevap verdi:
“Silah meselesi net değildi. İstihbarat servislerimizin hatasının sebebi konusunda açık ve net bir gerekçe görmedim. Buna atıfta bulunanların, müfettişlerimizin ulaştıkları sonuçlardan bahsetmeyi unutmamaları gerekiyor. Nitekim hiçbir şey bulamadıkları zaman, Saddam'ın bilim adamlarıyla konuştular. Kitle imha silahları üzerinde çalışmış olan bu kişiler, bunu teyit ettiler. O sıra raporu yazan müfettiş Charlie Dufour, Saddam’ın işçileri ve malzemeleri elinde tuttuğunu ve biz ayrılır ayrılmaz nükleer, kimyasal ve biyolojik programları yeniden başlatmayı planladığını kaydetti. Müfettişlerin ulaştıkları nihai sonuç, yaptırımların kaldırılması ve Saddam’ın iktidarda kalması halinde, bu programların yeniden başlatılacağı yönündeydi. Bu maddelerin kaderi halen gizemini koruyor. Olanlarla ilgili birçok teoriniz olabilir. Ancak Başkan Bush’a sunulan kanıtlara sahip olan aklı başında herhangi bir kişi, aynı sonuca ulaşırdı. Bunlar arasında başkanlık seçimlerinde Bush'un rakibi olan Al Gore de dâhil.”
ABD’nin Irak’a girip kitle imha silahları olmadığını itiraf etmesinin ardından en yaygın görüş, bunun Washington tarafından bir bahane olarak kullanıldığı yönündeydi. Bremer'e, “Kitle imha silahlarının bir geçekçe olarak kullanılması sizce bir hata mıydı? Saddam'dan kurtulmak için savaştan başka çıkar yol yok muydu?” diye sordum. Sorumu şöyle cevapladı: “Aradan geçen 15 yılın ardından Irak halkı ve ABD bugün bölgede daha iyi bir durumdalar. Kararı savunmak konusunda hiçbir tereddüdüm yok. Başkana sunulan kanıtlara bakıldığında, başka seçenek yoktu.”
“Araplarla temaslar ve ordunun dağıtılmaması yönündeki müdahaleler”
Bremer, Irak'ta görevini yerine getirdiği sırada, ABD yönetiminin diğer ülkelerle olan temaslarından ve diplomatik ilişkilerinden haberdar olmadığı konusunda ısrar ediyor. Hatta Suudi yetkililer tarafından o zamanlar Veliaht Prens olan Kral Abdullah’la iletildiği söylenen mesajlardan bile haberdar olmadığını söylüyor. Ona Suudilerle veya Mısırlılarla herhangi bir temasın olup olmadığını veya müdahale etmek isteyip istemediklerini sorduğum zaman da farklı bir şey söylemedi ve şöyle devam etti:
“Irak’a geldiğim zaman tek görevim, Irak dosyası üzerinde çalışmaktı. Dışişleri Bakanlığı’nın Suudi Arabistan, Mısır veya Kuveyt gibi diğer ülkelerle olan diplomatik ilişkilerinde yer almadım. Bundan dolayı bu görüşmeler hakkında herhangi bir bilgim yok. Benim görevim, Iraklıların ülkelerini geri kazanmalarını sağlamaya çalışmaktı.”
Bremer, Irak'ta kaldığı süre boyunca Suudi veya Mısırlı görmediği ve kendisinin de onlara gitmediğini ifade ederek sözlerini şöyle sürdürdü:
“Bu hususta bilgimin olmaması, bunların yaşanmadığı anlamına gelmiyor. Ben Bağdat’ta yöneticiydim. Suudi Arabistan ile görüşmüş olabilirler. Fakat benim bundan haberim yoktu. Hiçbir ABD’liden bu konu hakkında herhangi bir şey duymadım. Oysa pek çok kişiyle konuştum, fakat kimse bir şey söylemedi.”
Meseleyi teyit etmek için ‘cevap vermek istemediği konusunda’ ısrar ettim ve ‘Suudilerle ve Mısırlılarla temasların olup olmadığını açıklamak istemediğini’ söyledim, fakat cevap vermek istemediğinden değil, gerçeği anlattığını söyledi.
Bremer, Irak'ta kaldığı süre boyunca yaptığı dış ziyaretler kapsamında konuşmasını sürdürdü ve Başkan Bush'un isteği üzerine Katar'a yaptığı bir ziyaretten bahsetti. Bu ziyaret sırasında herhangi bir Katar yetkilisi ile görüşmediğini söyleyen Bremer, bir futbol maçı izlemek için Bahreyn'e olan seyahatini de hatırlatmayı da unutmayarak, “Kuveyt'in işgalinden sonra olimpiyatlardan atılan Iraklı sporcuların tekrar olimpiyatlara katılımlarını sağlamak için Bahreyn'e gittim” dedi.
Irak dosyasına İran'ın müdahalesi
Körfez ve Arap ülkelerinin çoğu -özellikle Irak’ın çevresinde olanlar-, Saddam Hüseyin'in deliliğinden kurtarılmış olsa bile 2003’te Irak’ın işgalinin, İran’ın bölgedeki siyasi kararlara müdahale etmesinin ve burayı kontrol etmesinin önünü açtığını düşünüyor. Bu, Saddam Hüseyin'in düşüşünün hemen ardından Irak’ı yönetmek için askeri bir uçakla buraya gelen ilk adamla yapılan röportajda göz ardı edilemeyecek bir nokta. Ancak ABD’nin Bağdat’taki sivil yöneticisi bu konuda farklı bir görüşe ve detaylara sahip.
Bremer İran’ın Irak’a müdahalesine ilişkin şu değerlendirmelerde bulundu:
“İranlılar orada bulundukları sırada oldukça dikkatliydiler. Çünkü ABD’nin doğu ve batı sınırlarında bir ordusu vardı. İranlılar ise, ordu ya da Devrim Muhafızları tarafından gerçekleştirilen devriyelerle zaman zaman burada görünüyorlardı. Sınıra geldikleri zaman ordumuz tarafından uzaklaştırılıyorlardı. Onlarla aramızda herhangi bir çatışma meydana gelmedi. İranlılar o sıra Araplar kadar Irak’ta etkin değillerdi.”
Suudilerle veya Mısırlılarla olan temaslar ile İran'ın Irak dosyasına müdahalesi meselelerinin ardından Bremer, Suriye müdahalesi hakkında konuşmaya başladı. Suriye’nin müdahalesinin farklı şekillerde gerçekleştiğini ifade eden Bremer sözlerine şöyle devam etti: “Suriyeliler, teröristlerin Suriye sınırını geçmelerine yardım ettiler. Aralarında Libya'dan gelen birçok kişi de vardı. Hakkında doğrudan bilgi sahibi olmadığım birtakım söylentiler dolaşıyordu. Suudi Arabistan da dâhil olmak üzere bazı ülkelerin, bu kişilerin bir kısmının girişini finanse ettiği söyleniyordu. Fakat dediğim gibi bu konuda net bir bilgim yok, sadece söylentiler bu yöndeydi.”
Kendisine neden kimsenin teröristlerin girişini engellemediğini soruduğumda şu cevabı verdi; 
“Bu daha büyük bir problem yaratıyordu. Orada bulunduğum süre boyunca yeterli güvenlik gücümüz yoktu.”
Baba ve oğul Bush’un kurduğu ittifaklar
Baba Bush, Birinci Körfez Savaşı’nda büyük bir ittifak kurmayı başarmıştı. Fakat oğul Bush’un Irak işgali sırasında bu çapta bir ittifak kurduğuna dair herhangi bir malumat yok. Bremer’e bunun sebepleri hakkında birkaç soru sordum. Oğul Bush, babasının Birinci Körfez Savaşı’nda yaptığı gibi neden büyük bir ittifak kurmayı başaramadı? Oradaki birlikler, binlerce teröristin Suriye sınırından girişini nasıl engelleyemedi?
Bu sorum Bremer’i kışkırtmış olmalı ki savunmacı bir tutumla karşılık vererek şunları söyledi:
“Bu doğru değil. Bush bunu başardı. Orada geçirdiğim 14 ay zarfında 45 ülkeden askerler vardı. Benim yetkim altında 3 bin kişi vardı. Hollanda’nın Divaniye’de, Ukrayna’nın Kut’ta, İtalya’nın Nasıriye’de, Japonların kuzeyde ve Korelilerinin Erbil’de tugayları vardı.”
“Öyleyse neden bu büyük ittifak el-Kaide’nin Suriye'den Irak'a geçişini önleyemedi?” diyerek sorumu tekrarladım. Bremer bu seferki cevabında ise Irak'ın coğrafi olarak bölümlenmesine değindi ve sözlerini şöyle sürdürdü:
“Eğer Divaniye’de iseniz, Suriye sınırını kontrol edemezsiniz. Sorun, yeterli sayıda ABD birliklerinin bulunmamasıydı. Çünkü tugaylar ve diğer taburlar şehirlerde konuşlandırıldı. Bu sebeple sınırlar kontrol altına alınamadı. ABD kuvvetleri daima Anbar ilini kontrol etmek zorundaydı ve sayıları yeterli değildi. Bundan dolayı sınırlar kontrol altına alınamadı. Suriyeliler ve belli bir noktada İranlılar, sınır geçişlerini teşvik etti.”
Bremer’in sözleri teröristlerin sınırdan geçişinin Suriyeliler ve İranlılar tarafından nasıl desteklendiğinin bir göstergesidir.
Dost ve düşman Saddam Hüseyin
Saddam Hüseyin, 1980'lerde İran’la olan savaşında kendisini her düzeyde destekleyen müttefiki ABD’yi kaybetti ve daha sonra bir düşman konumuna evrildi. ABD’yi Irak'ı işgal etmeye iten şey buydu. Paul Bremer, Saddam Hüseyin’i ABD’nin düşmanı haline getiren şeyin ne olduğu hakkındaki soruma şöyle cevap verdi:

“Saddam’ın Amerikalıların bir müttefiki olduğunu düşünmüyorum. ABD’nin Saddam’a desteği sadece birkaç yılla sınırlıydı. Yani, sadece geçici bir müttefikti. Saddam'ın halkına, özellikle de Kürtlere yönelik acımasızlığı, müttefiki olan ABD’yi kaybetmesinin başlıca nedenidir. 1980'lerde Kürtlere karşı soykırım gerçekleştirdi ve Mart 1988'de Halepçe’de onlara karşı kimyasal silahlar kullandı. Bu, ABD’nin ondan uzaklaşmaya başlamasının ilk kıvılcımıydı. Öte yandan İran’ın 1983 yılında Lübnan’daki Amerikalıları öldürmek amacıyla Hizbullah’ı kullanmaya başlamasıyla ilişkilerimiz bozuldu. Başkan Ronald Reagan döneminde denklemin, İran ve Irak’la yüzleşmekten ziyade Suriye ve İran’la yüzleşmeye kaydığını düşünüyorum.”
 “Saddam ile ilişkiler 1990'lı yıllarda oldukça kötüleşti. O sıra Saddam Kuveyt’i Irak’a dâhil etmek için büyük bir hırs gösteriyordu. Müfettişler tarafından yapılan denetlemelerin ardından kimyasal silahlara sahip olmadığı yönündeki sözlerinin yalanlanmasından sonra durum daha da kötüleşti. Böylece ABD’li yetkililerin Saddam'a duydukları sempati sona erdi.”
Irak ordusunun dağıtılması
Paul Bremer'in ismini andığımızda, onun Irak’ın kaderini belirleyen iki kararı hakkında konuşmamak olmaz: Irak ordusunun ve Baas Partisi'nin dağılması. Her iki karar da Irak'taki demografik ve politik durumlarda değişikliklere yol açtı. Fakat Bremer, röportaj sırasında özellikle ordu söz konusu olduğunda ‘onun dağıtıldığı’ yönünde bir ifadenin kullanılmasının yanlış olduğunu söyledi ve Irak’a geldiği sırada burada herhangi bir ordunun bulunmadığını belirtti.
Bremer’e ‘Irak ordusunu tutmanın ne gibi bir tehlikeyi içerdiğini’ sordum. Sorumu şöyle cevaplandırdı;
“Orduyu tutmanın yolu yoktu. Bağdat'ın düşmesinin ardından Irak'ta hiçbir yerde varlık göstermiyordu. 9 Nisan’da Bağdat’ın düşmesinin ardından, ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı'nın Irak'taki komutanı General John Abizaid’e göre, ülkenin hiçbir yerinde silah taşıyan herhangi bir Irak ordusu birliği yoktu. Pentagon, o sıra Irak ordusunun terhis olduğunu söyledi. Aslında bu şık bir kelime değil, fakat gerçekten de askerler evlerine gittiler. Eğer bir hata yaptıysam, bu da ‘ordunun dağıtılması’ ifadesinin kullanmış olmamdır.”
Irak’taki sivil yönetici Bremer’e göre buraya gelmesinin ardından ortaya çıkan en büyük sorun, ordunun yeniden toparlanmasının gerekip gerekmediği meselesiydi. Bremer, ABD hükümetinin ve Pentagon’un bu konudaki görüşünün, bunun gerekmediği yönünde olduğunu söyledi. Çünkü ordu, Saddam'ın halkına karşı olan acımasızlığının temel aracıydı.
Irak ordusu hakkında konuşmasını sürdüren Bremer şunları söyledi:
“Ordu, 315 bin askerden oluşuyordu. Gönüllü bir ordu değildi. Neredeyse bütün askerler Şii’ydi. Çok az sayıda Kürt dâhil subayların neredeyse tamamı Sünni’ydiler. Askerler ordunun savaşı kaybettiğini gördüklerinde kaçtılar. Gitmeden önce de kışlaları yıktılar. Orduyu yeniden toparlayacak hiçbir yer yoktu.”
Iraklı bileşenlerin ordunun yeninden yapılandırılması konusundaki tutumları
Bremer’e göre Iraklı grupların, orduyu, Saddam’ın 30 yıl boyunca kendilerine karşı uyguladığı vahşetin bir aracı oldukları görmeleri dolayısıyla, ordunun yeniden yapılandırılmasını destekleyen herhangi bir siyasi tutum yoktu. Bremer, Kürt liderler Celal Talabani ve Mesut Barzani’nin, orduyu toparlamak isteyen bazı Amerikan subaylarının varlığına ilişkin söylentiler duyduklarını kendisine söylediklerini belirterek şöyle devam etti:
“Kürtler benimle olan konuşmalarında, ordunun yeniden yapılandırılması konusundaki tutumlarında net ve kararlıydılar. Bana, kendilerine karşı soykırım işleyen bir ordunun yeniden toparlanması için çağrı yapıldığı takdirde, Irak'tan ayrılacaklarını söylediler. Nitekim Mesud Barzani, bu soykırımda yaklaşık 3 bin akrabasını kaybetmişti.”
Irak ordusunun dağıtılması ve Şiiler konusunda konuşmasını sürdüren Bremer şu ifadeleri kullandı:
“Bazı istatistiklere göre nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiiler, Şiilerin en büyük dini merci Ayetullah Ali es-Sistani’nin talimatı ile bizimle iş birliği yaptılar. Şii liderleri bana, orduyu yeniden toparlamam durumunda Saddam’ın vahşetini yeniden dirilteceğimi söylediler. Dolayısıyla burada ordunun yeniden toparlanmasını destekleyen herhangi bir siyasi tutum bulunmuyordu.”
Ona, Saddam'ın ordu subaylarının çoğunun da aralarında bulunduğu Sünnilerin ne düşündüğü sorduğum zaman şu cevabı verdi;
“Onlar da aynı şekilde ordunun yeninden toparlanmasını istemediler ve hiçbir zaman bizden böyle bir şey talep etmediler. Sünniler, hem Araplar hem de Kürtler olmak üzere yönetim kuruluna katıldılar.”
Bremer, eski ordunun yeniden toparlanmaması konusunda görüş birliği olmasına rağmen Nisan 2004’te yaşanan bir olayı anlattı ve olayın vermiş oldukları kararda haklı olduklarını kanıtladığını söyleyerek sözlerini şöyle sürdürdü:
“O zamanlar Anbar iline bağlı bir kasaba olan Felluce'de çok zor zamanlar geçirdik. ABD’li bir general bana veya Washington'a danışmadan eski ordudan bir tugayı geri çağırmaya karar verdi. Bu tugayı kaos içerisinde bulunan Felluce'ye girmek ve burayı temizlemek için kullanacaklarını söylediler. Fakat tugay bunu yapmak yerine, düşman saflarına katıldı. Bundan dolayı çağrıda bulunan general, tugayı dağıtmak zorunda kaldı. Bu, eski ordunun çağrılmasının mümkün olmadığının bir kanıtıdır. Birisi bir kere bunun iyi bir fikir olduğunu düşündü, fakat neticesi felaket ve tam bir başarısızlıktı.”
Irak için yeni bir ordunun kurulması!
Irak ordusunun dağılmasının ve yeniden çağırılması fikrinin Iraklı bileşenler tarafından reddedilmesinin ardından ABD, yeni bir ordu kurma planının uygulanmasından önce, maaş ödemek ve yeni bir ordu oluşturmak için başvuruları kabul etmek de dâhil olmak üzere çeşitli önlemler aldı.
Bremer, alınan bu önlemlerin çok önemli olduğunu söyledi ve şöyle devam etti:
“Tüm üst düzey subaylara maaş ödedik. Emekli maaşları, Saddam'ın ordusunda kaldıkları sıradakinden en az iki kat daha yüksekti. Onlara avans verdik ve onları eve gönderdik. Albay rütbesine kadar eski ordunun mensuplarının yeni orduda herhangi bir görev için başvuruda bulunmasının yolunu açtık. Onlara karşı hiçbir ayrımcılık söz konusu değildi. 14 ay sonra Irak'tan ayrıldığım sırada, subayların yüzde 80'i eski ordudandı.”
Bremer'ın daha önce belirttiği gibi, Suriye-Irak sınırından teröristlerin geçişişinin önlenmesi için yeterli kuvvetlerin bulunmaması o zamanlar büyük bir problemdi.
Bremer, 2009 yılında el-Kaide'yi mağlup eden ordunun, 2011 ve 2012 yıllarında DEAŞ’ı mağlup ettiğini belirterek, Irak ordusunun Amerikalılar tarafından eğitildiğini söyledi.
Irak'taki savaş sırasında terörist grupların oluşumu
ABD işgali sırasında Irak'ta, Mücahit Şura Meclisi ve DEAŞ gibi birçok terörist grup kuruldu. Beşşar Esed’den Irak’a mümkün olduğunca çok terörist göndermesini isteyen İran, bu terörist grupların bazıları arasında gerçekleşen savaşlardan yararlandı.
Irak’ın sivil yöneticisine, “Bu gruplar Irak’ta nasıl kuruldu? Bu gruplar, bazılarının diğerleriyle birleşmesi sonucu DEAŞ’ı nasıl oluşturdular?” diye sordum. Bremer, sorumu şöyle cevapladı:
“El Kaide, Ensar el-İslam adıyla bilinen terörist grup aracılığıyla işgal öncesinde de Irak’ta etkinliğini sürdürüyordu. Bu terörist oluşumun merkezi Kürt bölgeleriydi ve süreç içerisinde Irak’taki el-Kaide’ye doğru evrildi. En nihayetinde ise DEAŞ’ı kurdular. DEAŞ aslında El Kaide’nin üçüncü versiyonudur.”
Ona bu grupların sayılarının arttığını söylediğim zaman beni teyit etti ve şu ifadeleri kullandı; 
“Doğru söylüyorsun. İranlılar meseleleri bizim için karmaşık bir hale getirmekten çıkar sağlıyorlardı.” Bunun üzerine İranlıların işleri karmaşıklaştırmak için ne yaptıklarını sordum. Bremer, sorumu şöyle cevapladı: “Ben oradayken, İranlılar çok sessizdiler.  Muhtemelen Suriyelilere yardım ediyor ya da onları teşvik ediyorlardı. Teröristlerin çoğunluğunu Libya'dan gelenler oluşturuyordu ve bu kişiler Suriye üzerinden geliyorlardı.”
Baas Partisi’nin dağıtılması
Paul Bremer’in Irak'ta bulunduğu sırada çıkardığı ikinci kararname ise Baas Partisi'nin dağıtılmasıydı. Birçok kimse onun bu kararını, İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD ve İngiltere’nin Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin dağıtılması kararına benzetiyor. ABD bunu Irak'ta Baas Partisi'ne de uygulamak istedi. Bazı Iraklıların “Allah’a şükür, ABD Irak bayrağını değiştirmedi” dediğini duyarsınız. Partinin dağılmasından sonra, yüksek mevkide bulunanlar başta olmak üzere parti üyelerinin çoğunun, evlerine döndükleri ve Amerikalılara karşı savaşmaya başladıkları hakkında haberler gelmeye başladı. Bunun en iyi örneklerinden biri Saddam döneminde partinin ikinci adamı olarak bilinen İzzet İbrahim ed-Duri’dir. İzzet ed-Duri’nin aralarında bulunduğu birtakım kimseler kendi gruplarını oluşturup mücadele etmeye başladılar.
Baas partisinin dağıtılması gerçekten de faydalı oldu mu? Siyasi bir partiye dönüştürmek daha iyi olmaz mıydı? Teröristlerin parçalanması ve terör gruplarının oluşumu hakkında konuşmaya başlayan Bremer’e bu soruyu sordum. Sorumu şöyle cevapladı;
“Baas Partisi’nin kıdemli üyeleri, önde gelen bakanlardan ve milletvekillerinden oluşuyordu. Bildiğimiz kadarıyla ülkeyi terk ettiler ve ben hiçbir zaman onlardan herhangi birinin Amerikalılara karşı başlatılan mücadelede yer aldığını duymadım. Baas Partisi'nin bazı üyelerinin kendi halklarına ve ABD güçlerine karşı savaştıkları doğruysa, bu kişilerin yerleri iktidar değildir.”
Bremer konuşmasının devamında, bu kişilerin çalışmakta, dükkân açmakta ve Ürdün’den araba ithal ederek satmakta özgür olduklarını söyledi. Ayrıca onlardan binlercesinin yasalara saygılı vatandaşlar haline geldiğini ve kendileri için yasaklı olan tek şeyin hükümette görev almak olduğunu belirtti. Baas Partisi'nin dağıtılması meselesine geri dönen Bremer, onları Nazilere kıyas ederek şöyle devam etti:
“Baas Partisi, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Nazilerin ilkeleri temel alınarak kuruldu. Bu nedenle akla, Suriye Baas Partisi’nde var olan Nazi felsefesinin yansıması geliyor. Bunun aynısını burada, Irak’ta da görüyoruz. Baas Partisi’nin dağıtılması ve üst düzey üyelerinin ülke dışına çıkarılması kararı, Londra, Avrupa, Washington ve diğer birçok yerdeki binlerce Iraklının tavsiyesiyle alındı. Baas Partisi kesinlikle popüler bir parti değildi. ABD bu durumu Iraklılar tarafından bir işaret olarak değerlendirerek, Nazilerin dağıtılması modelini burada da tatbik etti. Ancak iki noktada diğerinden daha ılımlı bir şekilde yaptı. Birincisi ve en önemlisi, bu uygulama sadece partinin yüzde 1’lik bir kısmına uygulandı. Baas Partisi 27 milyon olan Irak nüfusunun yüzde 10'unu temsil ediyordu ve 2 milyon üyesi vardı. ABD’nin kararı, 20 bin insanı etkiledi. 1945'te Almanya'da olduğu gibi kapsamlı bir ulusal tasfiye söz konusu değildi.”
Baas Partisi ile Naziler hakkında konuşmasını sürdüren Bremer sözlerini şöyle sürdürdü:
“ABD, Baas Partisi’nin dağıtılmasının ardından parti üyelerinin çalışmaları konusunda herhangi bir kısıtlama getirmedi ve Irak’ta çalışmalarına izin verdi. Almanya’daki Nazi partisi üyelerine yapılanlar ise bunun aksiydi. Mesela gazete çıkarabiliyorlardı. Orada geçirdiğim üçüncü haftanın sonunda ülkede 100’e yakın gazete vardı. Ayrıca televizyon ve radyo istasyonları açabilir ve cihazlar satmak için dükkân açabilirlerdi. Almanya'da 800 bin Nazi mensubu hapse atıldı ve parti üyelerinin ekonomide herhangi bir rol oynaması engellendi. Biz burada hiç kimseyi hapse atmadık.”
Washington’dan ve ülkedeki büyük boşluktan korkanlar!
Baas Partisi'nin dağıtılmasının ardından iki durum ön plana çıktı.  İlki, Saddam Hüseyin’in yönetiminde yer alanların, herhangi bir siyasi etkinliğe katılmaktan korkmaları; ikincisi ise partinin dağıtılmasının, ülkede büyük bir boşluk yaratması ve ülkeyi dönüştürmesidir. Bu, ABD’nin planının aksine demokrasi temelinde bir devleti değil, mezhepçi bir devleti doğurdu. Bremer’e bu konuda ne düşündüğünü sordum. Bana şöyle cevap verdi;
“Irak, bin yıldan beri mezhepçi bir devlettir. Osmanlı, Haşimi veya Baas dönemlerinde olduğundan daha mezhepçi bir hale geldiğini söylemek doğru değil. Irak, bin yıldır Sünniler tarafından yönetilen bir ülke. Bu sadece Saddam’ın yönetimine münhasır olan bir şey değil. Bin yıl boyunca Şiiler hükmetmiş olsa bile değişen bir şey olmazdı.”
Baas Partisi'nin dağıtılmasından sonra neler yaşandı?
Baas Partisi'nin dağılması Irak'ı nasıl değiştirdi ve ülkenin Saddam Hüseyin'in kontrolü dışında kalmasından sonra ne oldu? Haşdi Şabi bugün Irak’ta ne yapıyor? Irak hala Saddam Hüseyin’in kontrolü altında olsaydı bunlar olur muydu? Bütün bu sorular, Paul Bremer ile yapılacak görüşme hazırlıkları sırasında gündeme geldi. İran Devrim Muhafızları'nın Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani, ülkeye girip çıkıyor ve kontrolsüz bir şekilde roketleri stokluyor. Ayrıca ABD güçleri hala Irak’ta bulunuyor. Bütün bu siyasi ve demografik değişiklikler Baas Partisi'nin dağıtılmasına katkıda bulundu ve hiç kimse bunları düzeltemedi. Peki, Paul Bremer bu konuda ne düşünüyor?
Bremer, verdiği iki karar temelinde (orduyu ve partiyi dağıtmak) ve ABD’nin bunlarla ne yapmak istediği çerçevesinde bu soruyu şöyle yanıtladı;
“Irak ordusunun dağıtılması kararında, ordunun ülke tarihinde önemli bir rol oynadığını zikrettim. ABD, aynı hizmetleri sağlamak için yeni Irak ordusuyla çalışmayı dört gözle bekliyor. O zaman verdiğimiz kararın doğruluğu hakkında herhangi bir tartışma olduğunu sanmıyorum. Doğru bir karardı ve Irak'ta el-Kaide’yi mağlup eden bir ordu kurulmasıyla neticelendi.  Baas Partisi'nin dağıtılması keyfi bir şekilde gerçekleşmedi, bilakis derin ve dikkatli bir çalışmanın bir neticesiydi. Amerikalılar partinin dağıtılmasının ardından iktidarı Iraklılara devretmek istiyordu, yoksa bazılarının zannettiği gibi iktidarı kontrol etmek gibi bir düşünceleri yoktu. Kararın ardından yaptığım açıklamada, koalisyonda bulunan kimseler olarak katılacak parti üyelerinin birbirinden ayrıt etmemizin mümkün olmadığını söyledim. Zira parti ideolojisine inanıyorlardı veya bunu yapmak zorundaydılar.”
Paul Bremer'in itiraf ettiği ikinci hata, Baas Partisi'ni feshetme kararının doğru olduğuna olan inancına rağmen, kararnameyi kötüye kullanan Irak’taki siyasetçilere iktidarı teslim etmesiydi. Bremer sözlerini şöyle sürdürdü: “Politikacılar kararnamenin uygulanmasının detaylarında hata yaptılar. O sıra yönetim kurulu daha fazla yetkiye sahip olmak için baskı yapıyordu. Iraklılarla birlikte ne yapacağımıza karar vermemiz 5 ay sürdü. Siyasiler iktidara geldi ve konseye ‘Baası ortadan kaldırma konseyi’ adı verildi. Iraklı yargıçlar siyasetten etkilenmediler. Çünkü Saddam, cezalandırmak istediği kimse için mahkemeye başvurmadı. Böylece yargı büyük ölçüde politik hesaplaşmaların dışında kaldı. Saddam, birini öldürmek istediğinde, onu askeri komisyona teslim ediyordu. Iraklılar, Mısırlılar gibi yüksek düzeyde bir hukuk çalışması yaptılar. 1920'lerden bu yana, özellikle İngiliz sömürge döneminde, ülkede iyi avukatlar ve hâkimler vardı. Irak’a vardığımda, burada 900 kadar hâkim vardı. Danışmanlardan onların dosyalarına bakmalarını istedim. Bunların yaklaşık 613'ünün dosyası tamamen temiz çıktı. Saddam ile herhangi bir temasları yoktu. Yargıçlardan oluşan bir kurul oluşturmam ve kimin hangi konumda bulunmasına karar vermeleri için onlara yetki vermem gerekiyordu.”
Eski hesapların görülmesi
Bremer pek çok Iraklı siyasetçinin, “Baas partisinin dağıtılması hususundaki kararname kapsamında kararlaştırılanların ötesine geçildiğini ve partiye mensup ya da partiyi destekleyen herkesin avlanmaya başlandığını düşündüğünü” dile getirdi ve şöyle devam etti;
“Eğitim Bakanı'ndan öğrendiğim kadarıyla ülkeye girmemizin üzerinden geçen yaklaşık 6 veya 7 ayın sonunda 11 bin üniversite profesörü işini kaybetti. Bunun sebebi, ‘Baası ortadan kaldırma konseyinin’ almış olduğu kararlardı. Bu yüzden siyasilerin yetkilerini geri çekmek zorunda kaldım.”
Konuşmanın akışını değiştirmeksizin, “Bu hata birçok insanın işini kaybetmesine neden oldu ve diğer bazı kimselerin de yeniden hükümete katılmak konusunda korku duymalarına yol açtı. Peki, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?” diye sordum. Paul Bremer, kendisiyle yaptığım görüşme sırasında sürekli olarak sadece Irak’ta bulunduğu dönemde yaşananlardan sorumlu olduğu konusunda ısrar etti ve 2014 yılının Mart veya Nisan ayında 11 bin profesörün yeniden görevlendirildiğini söyledi. Ayrıca ABD’nin, Baas Partisi’nin dağıtılmasının ardından, üyelerini dışlamaya çalıştığını ve çalışma fırsatlarının önünü kesme girişimlerinde bulunduğunu kabul etmedi. Bremer, partinin dağıtılmasına ilişkin kararnamede birtakım istisnaların bulunduğunu söyledi ve bizzat kendisinin kararnamenin son kısmında, gerektiğinde istisna yapma hakkını saklı tuttuğuna dair bir kayıt koyduğunu belirterek, şu ifadeleri kullandı: “Bu defalarca gerçekleşti. Mesela danışmanlarımdan birinin tavsiyesiyle elektrik şirketinin bir çalışanının görevinde kalması, bu istisnalardan biriydi. Nitekim bu çalışan, teknik detayları çok iyi biliyordu ve danışmanımın ifadesine göre yeri doldurulamayacak biriydi. Bu türden pek çok istisnai durum söz konusu oldu ve bu kişilerin işlerinde kalmalarına izin verdim. Çünkü onlara ihtiyaç vardı.”
Irak'ta demokrasi
Saddam, herkesin öldürülme veya işkence görme korkusuyla itaat ettiği bir diktatördü. Burada sorulması gereken soru şuydu: Neden herhangi bir suçu olmayan kimseler de bedel ödedi? Bremer, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Irak’ın işgalinden iki yıl önce Iraklılar ile temas kurduğunu, onların partinin dağıtılmasını düşündüklerini ve bu kararın halkın tavsiyesiyle alındığını söyledi. İşgal sonrası dönemi ve bugün Irak'ta yaşanan durumu savunan Bremer, “Basitçe söylemek gerekirse, kararda yer alanlardan bazısının intikam almak istediğini söyleyebiliriz” diyerek sözlerini sürdürdü. Bunun üzerine söz konusu kimselerin kimler olduğunu sordum. Bana bu kişilerin kim olduklarını bilmediğini, fakat binlerce kişiyle görüştüklerini ve bunlar arasında Sünnilerin, Şiilerin, Kürtlerin, Yezidilerin, Hristiyanların ve Türkmenlerin bulunduğunu söyledi. Paul Bremer, 2011’de ilk seçimlerini yapan Tunus dışında Arap Baharı’ndan önce 4 parlamento seçimi yapan tek Arap ülkesinin Irak olduğunu dile getirdi.
Ona, “Irak'ı demokratik bir devlete dönüştüreceğinizi söylediniz. Her ne kadar bugün çoğu kimse öyle düşünmese bile, Irak'ta o günün yaşandığını düşünüyor musunuz?” sorusunu sordum. Soruma şöyle yanıt verdi:
“Iraklılar, il yönetimleri için iki kez seçim yaptılar. Ayrıca kendilerinin yazdığı bir anayasa referandumu düzenlediler. Adil Abdülmehdi’nin geçen yıl başbakanlık görevine başlamasıyla birlikte Irak, beşinci barışçıl dönemine geçti. Hiçbir Arap ülkesinde böyle bir şey olmadı.”
Demokrasinin seçimlerden veya oylamadan ibaret olduğunu söylemek mümkün değil. Öte yandan Irak hükümetinin mezhepsel yapısı açık bir şekilde görünüyor. Nuri el-Maliki birçok kez seçimlerden uzaklaştırıldı, fakat her seferinde geri döndü. Bremer’e, Sistani'nin kilit rol oynadığı bir yapı içinde ve Kasım Süleymani’nin Irak'ın gerçek hâkimi olarak kabul edildiği bir zeminde, demokrasiyi nerede konumlandırdığını sordum. Bremer, bu soruma “Dünyanın hiçbir yerinde mutlak demokrasi olduğunu sanmıyorum, burada bile (ABD)” diye yanıt verdi.
Irak'taki durumu çok iyi görmediğini ifade eden ve bunun sebebinin ABD’nin bölgeye ilişkin ilgisinin azalması olduğunu belirten Bremer, özellikle Başkan Barack Obama’nın 2011 yılında ABD askerlerini Irak'tan çekmesiyle bunun açık bir şekilde göründüğünü ve bu durumun Başkan Donald Trump ile de devam ettiğini söyledi. İran, Rusya ve Türkiye olmak üzere 3 eski imparatorluğun bölgedeki çıkarlarının çatıştığını kaydeden Bremer, “Bunu Suriye, Irak ve başka yerlerde görüyoruz” dedi.
ABD ordusunun Irak'tan çekilmesi
ABD’nin geri çekilmesinin dış politika açısından büyük bir hata olduğunu düşündüğünü belirten Bremer, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Hâlihazırda oradaki durumu savunmuyorum. Fakat şunu söylüyorum: 2003 ve 2004 yıllarında bizim görevimiz, Iraklıların ekonomilerini ve siyasi yaşamlarını yeniden kazanmalarına yardımcı olmak ve hükümette temsil edilmelerini sağlamaktı. Bunu yaptık ve bu yolu izlediler. Bu yolda sürekli bir şekilde devam edip etmeyeceklerini hiç kimse söyleyemez.”
Irak ordusunun dağıtılması ve iktidarın barışçıl bir şekilde aktarılması meselelerinin ardından Bremer’e, “Iraklıların hiçbir bağlılık ve dış müdahale söz konusu olmaksızın ülkelerini nasıl savunabileceklerini düşünüyorsunuz? Haşdi Şabi’yi ve orduyu tek bir bayrak altında birleştirmenin en iyi yolu nedir?” diye sordum. Sorumu şöyle yanıtladı:
“İranlılar Irak içinde etkili bir üs inşa etmeyi başardılar. Haşdi Şabi de bunlar arasında yer alıyor. Mevcut Irak Başbakanı Adil Abdülmehdi, Haşdi Şabi’yi merkezi komutanlığın çatısı altında konumlandırmaya çalışıyor. Biz oradayken de benzer bir tutumu benimsemiştik. Bütün milis gruplarının merkezi yönetim çatısı altına girmesi gerekiyor. İran, şüphesiz önemli bir oyuncu olan Süleymani’ye sahip. Bu kötü bir durum. Durumu düzeltmek için gerekli olan şey, mezhepçi parametrelerin dışında bir hükümetin tesis edilmesidir. Ayrıca gücün sadece merkezi hükümetin kontrolünde olması gerekiyor. ABD, Terörle Mücadele Şubesi’yle veya diğer birimlerle yapılacak bir çalışma yoluyla buradaki durumun iyileşmesine katkıda bulunabilir. ABD’nin hedefi bu olmalı.”
Sorumun cevabının sonunda, İran’ın Saudi Aramco'nun Abkayk ve Hurays'ta bulunan petrol tesislerine yönelik gerçekleştirdiği saldırılara değinen Bremer, “İran 14 Eylül'de petrol sahasını hedef alan saldırılar gerçekleştirdi. Bir şekilde bununla başa çıkılması gerekiyor. Ne olacağını göreceğiz” ifadesini kullandı. Röportaj içerisinde bu konuya tekrar döneceğiz.
İran’ın bölgedeki genişlemesi
Bremer, röportajın önceki kısımlarında İran’ın Suriye ile iş birliği yaparak teröristlerin sınırdan geçişini sağladığından ve Haşdi Şabi aracılığıyla Irak’ta bulunuşundan bahsetti. Ordunun dağıtılmasının ve Baas partisinin feshedilmesinin İran’ın bu kadar açık bir şekilde Irak’ta görünmesinde etkisi olup olmadığını kendisine sordum. Bana, bu önemlerin, söz konusu neticeleri gerektirmediğini söyledi. ABD’nin 2011’e kadar Irak’ta güçlü bir şekilde bulunduğunu ve şu an İran’ın etkisinin Saddam döneminden daha büyük olduğunun bilindiğini ifade eden Bremer, Başkan Barack Obama’nın ABD askerlerini buradan çekme kararının, olayların seyrinin değişmesinin başlangıcı olduğunu ve bunun DEAŞ’ın oluşumunu hazırladığını belirtti.
Her ne kadar hatanın Obama’ya ait olduğunu söylese de onun tek sorumlu olarak görülmemesi gerektiği değerlendirmesinde bulunan Bremer, “2003’te yeterli askere ve gerekli stratejiye sahip olmadığımızı yazdım. Başkan George W. Bush’un bunu anlaması uzun zaman aldı. Başkan Bush 2006'nın sonunda Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'i görevden aldı ve birliklerin sayısını arttırmaya karar verdi. Bunun tamamlanması iki yıl sürdü ve 2009'da El Kaide’yi mağlup etmeyi başardık.”
Paul Bremer, İran’ın bugün Ortadoğu’daki yaklaşımını Pers planlamasına benzetiyor ve her Perslinin hayalinde Akdeniz'e gidip Yunanistan'a saldırmaya Xerxes (Serhas) ve Cyrus efsanesinin bulunduğunu söylüyor. Kendisine İran’ın gerek başlangıçta gerekse de sonrasında ABD’nin Irak’taki varlığına karşı çıkıp çıkmadığını ve bölgeyi istikrarsızlaştırma girişimlerinde bulunup bulunmadığını sordum.
Bremer sorumu şöyle yanıtladı;
“Irak’ta bulunduğum sıralarda ara sıra görünüp kaybolmalarının dışında ciddi bir İran varlığından söz edemeyiz. Persler, 3 bin yıllık bir süreçte büyük bir imparatorluk kurdular. Tahran'da kim olursa olsun, onlar Perslerin ardıllarıdırlar ve Akdeniz ile İndus nehri arasındaki bölgeyi kontrol etmeyi düşünüyorlar. Irak’ta 2005 ve 2006’da sıkıntı yaşadığımızı gördüklerinde, sorun yaratma fırsatını yakaladılar ve o zamandan beri devam ediyorlar.”
İran’ı neyin daha tehlikeli hale getirebileceği ya da bölgede onu neyin güçlü kılacağı konusunda Bremer, “İran ekonomik yaptırımlardan oldukça etkilendi. Bundan dolayı ekonominin bir güç kaynağı olacağını düşünmüyorum. Onları daha güçlü kılacak olan şeyin, Irak’taki nüfuzlarını, Suriye üzerinden Lübnan’a doğru genişletme potansiyelleri olduğunu düşünüyorum. Bu, İran’ı Akdeniz’e ulaştırır ki zaten istediği şey bu.”
Obama’nın kararları ve birliklerin geri çekilmesi
İran nükleer anlaşmasını imzalayan Başkan Barack Obama'nın ikili dosyalarda İranlılarla koordineli bir şekilde hareket ettiği söyleniyor. Ayrıca onun dönemine ilişkin bazı bilgiler, bölgedeki birliklerin geri çekilmesi kararının taraflar arasındaki koordinasyonun bir neticesi olarak alındığına işaret ediyor.
Bremer, her ne kadar bunun ihtimal dâhilinde olduğunu söylese de bu konuda elinde herhangi bir delilin bulunmadığını belirtti. Ayrıca gayrı resmi görüşmelere ne zaman başlandığını bilmiyor olmasına rağmen Obama'nın İran'la görüşmeye istekli olduğunu söyledi.
Bremer sözlerini şöyle sürdürdü;
“Onun söylediklerini temele alarak birliklerin geri çekilmesi meselesini açıklamak zor. Obama, Irak’tan geri çekildiklerini, çünkü Iraklıların, ABD'nin Irak'taki askeri varlığının hukuki geçerliliğini uzatan SOFA anlaşmasını reddettiğini söyledi. Fakat bu doğru değil. Maliki 2011 yılının Ekim veya Kasım ayı içerisinde ABD’ye geldi, Obama’yla görüştü ve anlaşmayı imzalamaya hazır olduğunu söyledi. Bunun başbakanın imzasıyla olmayacağını, parlamentodan geçmesi gerektiğini kendisine söyledik. 1945'ten bu yana yaklaşık 86 ülke ile bir anlaşma yaptık. Bu anlaşmalar, askerlerimizi, bulundukları ülkenin yerel yasalarına göre kovuşturulmaktan korumak için yapılan anlaşmalardır. Sadece şiddet suçları anlaşmaya dâhil değil. Bildiğim kadarıyla, herhangi bir ev sahibi ülkeye anlaşmanın onaylanması için ne gibi adımlar atmaları gerektiğini söylemedik. Maliki bir istisna oldu. Maliki’ye başbakanın imzalamasının yeterli olmadığını ve parlamentoya gitmesi gerektiğini söyledik. Parlamentonun tutumu ise açıktı. Birlikleri geri çekmek için bir bahane gibi görünüyordu. Birliklerin çekilmesi, Obama’nın İran’a bir hediyesidir. Bunun DEAŞ için de bir hediye mesabesinde olduğundan eminim. DEAŞ bundan doğrudan faydalandı. İranlılar, bildiğimiz kadarıyla DEAŞ hayranı değiller. Ancak nihayetinde İran’a daha geniş bir alanda hareket etme fırsatı verildi.”
Ebu Gureyb Hapishanesi
Irak'taki koalisyon güçleri tarafından kullanılan Ebu Gureyb Hapishanesi, burada yapılan işkencelerin görüntülerinin yayınlanmasının ardından dünya genelinde bir paniğe sebep oldu. Bu süre zarfında hapishane, ABD yönetimi altındaydı. Paul Bremer'a sorumluların akıbetinin ne olduğuna ilişkin sorular sormam gerekiyordu. Bu kişilere ne oldu ve neden yargılanmadılar? Ebu Gureyb hücrelerinde yaşanan olayların sorumluları kimlerdi? Paul Bremer, Ebu Gureyb Hapishanesi’nin ABD'nin bölgede istediği demokrasi olduğunu söyleyenlerin görüşü hakkında ne düşünüyordu?
Bremer, Ebu Gureyb Hapishanesi dosyasına ilişkin rahatsızlığını gizlemedi ve yaşananlara dair duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Bunları ‘korkunç’ olarak nitelendiren Bremer, “Ebu Gureyb üzerinde herhangi bir otoritem yoktu. Yetkiyi elinde bulunduran ulusal bir güvenlik birimiydi. Açıkçası, durum çok kötüydü” ifadelerini kullandı. Hapishaneden sorumlu komutanın işini kaybettiğini, görevden alındığını ve sonra emekliliğe ayrıldığını belirten Bremer, bu askeri birliğin yaptıklarının affedilemez olduğunu, ancak olayların yayılmasının ardından bundan haberdar olduğunu söyledi.
Sorumun ikinci kısmı Bremer’i kışkırtmış olmalı ki savunmacı bir tavırla şöyle bir cevap verdi,
“Bunu kim söyledi? ABD hakkında herhangi bir şey bilen ve olayların herkesi ne kadar dehşete düşürdüğünden haberdar olan herkes, böyle bir hadisenin ABD’yi temsil ettiğini söyleyemez. Bu hiç mantıklı değil. Bu düşüncede olan kimseler, bizim ne istediğimiz konusunda kesinlikle yanlış düşünüyor. Amerika’nın tarihi hakkında daha fazla şey öğrenmeliler.”
Ona, “Bu olayların ABD’yi temsil ettiğini düşünmüyorlar. ‘Saddam’ın yerini alacak olan demokrasi ve insan hakları bu mu?’ diye soruyorlar” dedim. Bunun üzerine öfkelenerek, “Bu saçmalık. Tüm bu sözler kabul edilemez” dedi.
Kendisine, Iraklı sivillere işkence eden ve vücutlarına elektrik veren kimselerin görevden alınmalarının ve emekliliğe ayrılmalarının yeterli bir ceza olduğunu düşünüp düşünmediğini sordum. Bu soruma, “Ben askeri bir yargıç değilim. Askeri yargının icraatlarına ve mahkemelere tabiydiler. Hapishane komutanı kovuldu ve rütbesini kaybetti. Diğerlerine ne olduğunu bilmiyorum” diye yanıt verdi.
Güncel gelişmeler: Bölge ve Aramco saldırıları
Bremer’e, Aramco saldırılarının İran üzerinde herhangi bir etkisinin olup olmayacağını sordum. O ise soruma şöyle cevap verdi;

“Tepkilere bağlı. Bu saldırılar karşısında tepki verilmesi gerekiyor. Bu İran'ı etkileyecektir. Eğer cevap verilmezse tekrarlanacaktır. Dolayısıyla işler kontrolden çıkacaktır. Bazı İran rafinerilerine yönelik dikkatli, sınırlı ve iyi çalışılmış bir saldırı ile yanıt verilmesini öneriyorum. Suudi Arabistan'ın saldırıya öncülük etmesi gerekiyor. Çünkü petrol tesisleri İran tarafından gerçekleştirilen saldırılarla zarar gördü.”
Ona göre ekonomik açıdan oldukça yorgun olan İran’ı etkileyebilecek bu önerisinin ardından kendisine, bunun olacağını düşünüp düşünmediğini sordum. Bu konuda şüphe duyduğunu söyledi ve şöyle devam etti;
“Suudilerden değil, ABD yönetiminden şüpheliyim. Trump’ın yanında, İran'ın saldırının arkasında olduğuna karar vermiş olan İngiltere, Almanya ve Fransa var. İstihbarat ile birlikte bu konuda hemfikir olan Avrupalı ​​müttefiklerin varlığı oldukça önemli.”
Saldırı ve olası çözümler hakkında konuştuktan sonra Bremer’a müttefikleri olan iki ülke arasında gelecekte bir savaş görüp görmediğini sordum. Bu soruma şöyle cevap verdi;
“Savaş olasılığını dışlamıyorum ve var olduğunu düşünmüyorum. Ama bence böyle bir fırsatın geri tepilmesi ironik. Bazı rafinerilere veya bir İran nakliye limanına üzerinde çalışılmış bir saldırı gerçekleştirebilirsek ve İranlılara bu tür bir saldırıdan kaçmayacaklarına dair bir işaret gönderebilirsek, sonra bizi Tahran'da temsil eden İsviçre'ye yönelir ve konuşmaya hazır olduğumuzu dile getiririz. Burada görüşmelere başlamanın daha iyi olacağını söylüyoruz. Aksi takdirde işler daha da zorlaşacak.”
İran Ortadoğu’da birçok koldan genişliyor. Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta Haşdi Şabi ve Yemen’de Husi milisleri… Ayrıca Suriye ve diğer ülkelerdeki çeşitli faaliyetleri ile nüfuzunu genişletmeye çalışıyor. Paul Bremer’e İran’ın bölgeden çekilme ihtimali konusunda ne düşündüğünü sordum. Böyle bir şeyi uzak bir ihtimal olarak değerlendirdi ve şöyle devam etti;
“İran’ın iki petrol tesisine yönelik gerçekleştirdiği saldırıların ardından bölgede yaşanan gerilimi hafifletmek amacıyla güçlerini geri çekmek gibi bir yola başvuracağını sanmıyorum. Basında, Suudi Arabistan’ın askerî harekâtı durdurduğunu açıklamasının ardından Husilerle yapılacak bir anlaşmayla onlara yönelik desteğin kesileceği yönünde çıkan haberlere rağmen bu böyle. Ancak Yemen’de birtakım değişikliklerin vuku bulması mümkün. Husilerle anlaşmak imkânsız değil. Onlar, İranlılar için muhtemelen kendilerinin çok sevmediği araçlardan ibaretler.”
Lübnan’la ilgili olarak konuşmaya devam eden Bremer, şu değerlendirmelerde bulundu;
“Hizbullah’ın Lübnan’a katılımı, İran’ın oradaki varlığını güçlendiriyor. Hiçbir koşulda Lübnan'dan ayrılmayacaklar. Siyasi yapıya dâhil oldular ve açık bir şekilde güçlendiler. İran, Lübnan ve Suriye'ye müdahale etmeye devam edecek. Bunun bir tehdit oluşturduğu açık. Özellikle şu an hükümet kurma sürecinde olan İsrail için bu bir sorun olabilir.”
Bremer, İran’ı Suriye’de tutan nedenlerle ilgili olarak şunları söyledi;
“Bir çeşit uzlaşma olmadığı sürece buradan çekilmesi mümkün görünmüyor. Bu oldukça düşük bir ihtimal. Suriye’yi terk etmek İranlıların çıkarları ile çatışıyor. Çünkü Suriye, Irak'tan Lübnan'a taşınacak malzemeler için köprü görevi görüyor. Ruslar, Türkler ve Suriyeliler müzakerelere devam edecekler.”
Kürtler ve Türkiye
Kürtler uzun zamandır ABD’nin müttefikleriydi ve aralarında yıllardır devam eden bir iş birliği var. Saddam’ın Kürtlere kimyasal silahlarla gerçekleştirdiği soykırım ve katliamın ardından dünya, dikkatlerini buraya çevirdi. ABD, Kürtlerin bağımsız bir devletleri olacağını vaat etti. Fakat şu ana kadar Kürtler bunu gerçekleştiremedi. Bremer’e ABD’nin bir gün bu vaadini yerine getirip getiremeyeceğini sordum. Bu konuda iyimser olmadığını, özellikle de yaşananların büyük ölçüde Rusların, Türklerin ve İranlıların çıkarlarına hizmet ettiğine dikkat çekerek şöyle devam etti:
 “Kürtlerin durumunun ne olacağı konusunda fikrim yok. Meselenin Kürtlerin ve özellikle İskenderun bölgesindeki Suriye Türkmenlerinin durumlarının nasıl nihayetleneceğine bağlı olduğunu düşünüyorum. ABD’nin, Kürtlerin dileklerinin gerçekleşmesi için PKK’yı, Erdoğan’la müzakerelere dönmesi konusunda ikna etmeye çalışması gerekiyor. Geçmişte bunu yaptılar ama Erdoğan onlara ihanet etti ve görüşmeleri durdurdu. Suriye Kürtleriyle yapılacak müzakerelerle bir çözüme ulaşılması daha iyi olur. Fakat bu konuda pek iyimser değilim.”
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyesi olan Türkiye, kısa bir süre önce Rusya'dan gelişmiş hava savunma teçhizatı satın aldı. Türkiye-Rusya anlaşmaları sonrasında yapılan çok sayıda analiz, Washington’un Ankara’ya yaptırım uygulayacağını öne sürdü. Öte yandan Erdoğan, bir Kürt devletinin kurulmasını ilk reddedecek kişi. Bu durum ABD’yi, müttefikleri olan Kürtler ile NATO’daki ortağı olan Türkler arasında bir ikileme sokuyor.
Bremer’e, Türkiye’yle ilişkilerini sürdürürken ABD’nin nasıl olup da Kürtlere verdiği sözleri yerine getireceğini sordum. Sorumu şöyle yanıtladı;
“Sorunuz iyi, ancak cevabı bilmiyorum. Bence, ABD endişeli olmalı ve açık bir şekilde değil de perde arkasından Erdoğan ile görüşmeli. Rus füzeleri satın almalarının, F-35’lerimizi almalarıyla çeliştiğini ve uçakları göndermeyeceğimizi söyledik. Ancak Washington’da, Türkiye'nin NATO üyeliğine verdiği değerle ilgili sorular gündeme geliyor. Bütün bunlardan sonra Türkiye'yi savunmak zorundayız. Eğer bir Türk diplomat olsaydım Erdoğan'a şunu söylerdim: ‘ABD’den daha büyük bir düşmanımız olduğunu biliyorsun: Rusya.’ Bu tarihi bir gerçek. Türklerle Ruslar arasındaki çatışma yüzyıllar boyunca sürdü. Bu yüzden Erdoğan'ın daha dikkatli olması gerektiği ve ikna edilip edilmeyeceği konusunda tartışmalar var. Böylece ABD, Türkiye’nin NATO üyeliğine olan güvenini yitirmez. Durum çok hassas ve ben bilmiyorum.”
Erdoğan ve ABD yönetimi
Paul Bremer, Kürt dosyasıyla ilgili soruları yanıtladığı sırada arkadaşlarının ve diplomatların Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hakkında neler konuştuğuna değinerek, şöyle devam etti;

“Bu konuda ikiye ayrılıyorlar. Türkiye'deki eski ABD’li diplomat arkadaşlarımdan biri, Erdoğan’ın müstebid bir Osmanlı olduğunu ve değişmeyeceğini söylüyor. Kendisi için 500'den fazla odası olan 1 milyar dolar tutarında bir saray inşa etti. Öte yandan kendisine bir mesaj iletildiği takdirde mantıklı hareket edeceğini düşünen ABD'li diplomatlar da var. Sorun, mevcut yönetimin, uygulama stratejilerini belirlemekte iyi olmamasıdır. Başkan Donald Trump şimdi dördüncü ulusal güvenlik danışmanını atadı. Bu, sürekliliğin olmadığı anlamına geliyor. Bu yüzden petrol sahasına yönelik saldırılarla ilgili sorunuza cevap vermek zor. Bunu gerçekten bilmiyorum. Başkan da dâhil olmak üzere idarede kimsenin bunu bildiğinden emin değilim.”
Kendisine, “ABD, neden Türkiye'ye ve diğerlerine karşıt bir şekilde hareket etmek istemiyor?” diye bir soru sordum. Bremer, mevcut yönetim politikasının net olmadığı ve istikrarlı bir bakış açısının olmadığı değerlendirmesinde bulunarak şöyle devam etti;
“İki partiden de sekiz başkan döneminde görev alan profesyonel bir diplomatım. Profesyoneller böyle yapar. Politikasına bakmaksızın başkana hizmet edersin. Başkanın ne istediğini bildiğinden emin değilim. Bu zorluğun aynısı Erdoğan için de geçerli.”
Bremer, Kürt ve Türk dosyalarından ve ABD ile olan ilişkilerden bahsettikten sonra Kürtlerin yakında bağımsız bir devlete sahip olacağına inanmadığını söyledi.
Saddam'dan sonra Irak ve bugün
Paul Bremer ile yaptığımız görüşmenin sonunda kendisine bölgede genel olarak neler olup bittiğine dair vizyonu hakkında çeşitli sorular sordum. Ondan hâlihazırda Irak’taki mevcut durumla, 2003 yılında ve Saddam öncesi dönemdeki durumu kıyaslamasını istedim. Bremer, Iraklıların bugün Saddam Hüseyin döneminde olduğundan çok daha iyi bir durumda olduklarını, hükümetlerini seçtiklerini ve bunu barış içinde 5 kez gerçekleştirdiklerini söyledi. Ayrıca kişi başına düşen GSYİH’nin savaştan önceki döneme kıyasla 6 katına çıktığını belirtti.
Irak’ta önemli gelişmelerin yaşandığını düşünmesine rağmen hükümetin kontrolünde olmayan güvenlik güçleri gibi birtakım ciddi meselelerin bulunduğunu kaydeden Bremer, bu sorunun çözülmesi için ABD birliklerinin Irak'a yeniden girmesi gerektiğine işaret ederek sözlerini şöyle sürdürdü;
“İran tarafından desteklenen Haşdi Şabi birliklerinin sayısı 150 bini buluyor. Dolayısıyla bu gerçek bir sorun. Iraklıların ekonomik ve politik özgürlüklerini sürdürme gücünü muhafaza etmeleri için ABD’nin yeniden Irak’a girmesi gerektiğini düşünüyorum. ABD buraya tekrar girmediği takdirde bunların devam edip etmeyeceği belli değil.”
Obama'nın, nükleer anlaşma yoluyla İran ile koordineli bir şekilde Irak'tan çekildiği yönünde bir teori var. Bunun yanı sıra, Obama'nın bölgede Müslüman Kardeşler'i güçlendirerek büyük bir hata yaptığını söyleyenler de var. Bremer’e bunun doğru olup olmadığını sordum. Soruma şöyle cevap verdi;
“Müslüman Kardeşler’e karşı durmadık ve onları caydırmaya çalışmadık. Bunun onları teşvik ettiğimiz anlamına gelip gelmediğini bilmiyorum. Müslüman Kardeşler’in, özellikle Mısır'da, ABD’nin çıkarları için fayda sağlayacağını düşünmüyorum. Geri çekilme meselesine gelirsek, bu hususta Obama'nın Suriye'de kimyasal silahların kullanılmasını kesin bir şekilde reddetmesine rağmen bunu sağlamak için herhangi bir eylemde bulunmamasına işaret etmek yeterlidir. Irak’taki askerlerin geri çekilmesi oldukça ciddi bir hataydı.”



Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
TT

Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)

İbrahim Hamidi

Eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi iki yılı aşkın bir sürelik ‘savaşçı molasının’ ardından Irak'a döndü. Titiz hesaplamaları ve adımlarıyla tanınan Kazımi'nin dönüşü birçok soru işaretine ve spekülasyona yol açtı. Tüm bunlara bir de ülkesine 7 Ekim 2023'ten sonra Ortadoğu'nun büyük dönüşümlere sahne olduğu ve ABD Başkanı Donald Trump'ın yeniden Beyaz Saray’a dönüşüyle dünyanın yeni bir döneme girdiği bir dönemde dönmüş olması eklendi.

Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde sürgünde gazeteci olarak çalışan Kazımi, Irak'ta, bölgede ve dünyada, müttefikler ve çatışan taraflar arasındaki geniş ilişki yelpazesiyle tanınıyor. Kazımi aynı zamanda Bağdat'taki büyük değişimin ardından iç ve dış dönüşümler, krizler ve değişimler arasında bağlantı kurabilen, sinyallerin ve değişimlerin anlamlarını okuyabilen az sayıdaki isimden biri.

Kazımi’ye Irak, Ortadoğu'daki değişimler ve yeni dünya düzeni hakkında pek çok soru sordum. Bir kısmı Londra'da gerçekleşen röportaj, 26 Mart 2025 tarihinde e-posta yoluyla yazılı olarak tamamlandı.

Kendisine Bağdat'a dönüşünün ne anlama geldiğini, seçimlere katılmayı planlayıp planlamadığını ve ne tür garantiler istediğini, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesini ve Irak'ta Tahran ile Washington arasındaki ilişkileri, Beşşar Esed rejiminin düşmesinden sonra Ortadoğu’yu ve Hizbullah’ın başarısızlıklarını, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran'a yönelik ‘azami baskı’ tehditlerini, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini, yeni dünya düzenini, ABD, Çin ve Rusya arasındaki ilişkileri ve Arap ülkelerinin uluslararası konumunu sordum.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı  Mustafa el-Kazımi röportajın tam metni:

*Sayın Başbakan, iki yılı aşkın bir aradan sonra Irak'a geri döndünüz. Dönüşünüz hangi sebeplere dayanıyor?

Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Başbakanlık görevimi tamamladıktan sonra Irak'tan ayrılmaya karar verdim. Bu kararın kendince sebepleri ve gerekçeleri vardı. Kişisel olarak böyle bir çalışma döneminden sonra bir mola vermeye ihtiyacım vardı. Sorumluluk üstlendiğim dönem sadece başbakanlıkla sınırlı değildi, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın başında bulunduğum 2016 yılından görevi mevcut Başbakan'a devrettiğim 2022 yılının ekim ayına kadar uzanıyordu.

Bazı kardeşler benim ‘savaşçı molası’ verdiğimi söylediler. Bu tanımda bir miktar doğruluk payı var. Birçok görüşmede tepede durduğumu ifade ettim. Bu da bir yandan durumun takibi ve gözlemlenmesiyle karışık bir mola, diğer yandan da görüşler, fikirler ve yaklaşımlar geliştirmenin yanı sıra deneyimin değerlendirilmesi, kaydedilmesi ve belgelenmesi için çalışma anlamına geliyordu. Özellikle bölgeyi ve dünyayı kasıp kavuran değişimler aynı zamanda sükûnet ve esneklik gerektirdiğinden, mevcut koşullara ve karmaşıklıklara rağmen uygun çözümler üretmemize yardımcı oldu. Duygulara kapılmamalı ve Irak'ın, halkının ve bölgenin genel çıkarlarını gerçekleştirmek için ahlaki, insani ve ulusal değerleri korumalıyız.

Beşşar Esed rejiminin çöküşü ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak’a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor.

Bölgedeki gelişmeler ve bunların genel olarak Arap dünyasına, özelde ise Irak'a yansımaları, engellerin aşılmasına ve hesapsız maceralardan uzak bir şekilde gerçeğe hızlı bir şekilde dönülmesine katkıda bulunacak fikirleri üretmeye açık bir şekilde çalışmak ve başlatmak için beni daha fazla motive etti.

Mola bitti İbrahim Bey. Arap dünyasındaki durumun bir parçası olmaya çalışmanın zamanı geldi. Irak, bu uzlaşıdan ve bu eğilimden sapmayan bir Arap ülkesi ve bundan uzak kalamaz. Bu derinlik başka bir derinlikle yer değiştiremez.

*Önümüzdeki seçimlere katılmak için ittifaklar kurmak istediğiniz doğru mu?

Önümüzdeki seçimlere katılma, ittifaklar kurma ya da koalisyonlara katılma konusunu zamana bırakıyorum. Çok sayıda ve çeşitli seçeneklerimiz var. Vizyonumuzla örtüşen ve farklı yaklaşımları paylaşan güçler ve partilerle açık ve kesintisiz olarak iletişim halindeyiz. Bu konu halen tartışılıyor.

İki önemli noktaya değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi, eğer önümüzdeki seçimlere katılmaya karar verirsek özellikle 2005 yılından bu yana geçmiş seçimlerde yaşadığımız tecrübeler çerçevesinde, bu seçimlerin adil olacağına ve en üst düzeyde şeffaflığa sahip olacağına dair garantiler talep ediyoruz. Daha önce pek çok zorluk, aksaklık ve haksızlık yaşandı.

cfvgthy
Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi ile bir röportaj gerçekleştirdi (Al Majalla)

İkincisi olarak seçimlere katılalım ya da katılmayalım, iktidarda olsun ya da olmasın, hükümete ya da siyasi sisteme yakın yahut muhalif olsun herkes, ulusal ve tarihi sorumluluklarını üstlenmeli. İçinde bulunduğumuz dönem ortak yarar için, Irak'ın iyiliği için çalışmamızı gerektiriyor. Çünkü fiyasko ve başarısızlığın bedelini hepimiz, Irak ve Iraklılar ödeyecek. Ben de her zaman bundan korkuyor ve buna karşı uyarıyorum.

*ABD, askerlerini bir takvim dahilinde Irak’tan geri çekmeye karar verdi. Sizce bunun Irak üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Hükümetim döneminde, ABD muharip güçlerinin Irak'tan çekilmesini tamamladık, ancak belirli sayıda askeri danışmanı bulundurmaya devam ettik. Onlara güvenlik güçlerimizin bazılarını eğitme ve DEAŞ çeteleriyle mücadele edebilmeleri için gerekli tavsiye ve desteği sağlama görevi verdim.

Bu anlaşmayı ve etkilerini değerlendirme sürecinde değilim. Ancak Irak'ın Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkisinin stratejik ve önemli olduğu ve bundan taviz verilemeyeceğini söylemek istiyorum. Bu ilişkiyi nasıl güçlendireceklerini ve geliştireceklerini araştırıp ABD’nin yeteneklerinden, uluslararası konumundan ve Irak'a bir devlet, kurumlar ve halk olarak hizmet etme potansiyelinden yararlanmak yetkili kardeşlerimizin görevi.

Daha önemli ve talihsiz olan bir diğer konu ise Irak halkına cehaletle birlikte ikiyüzlülüğün ihraç edilmesidir. Bir yandan ABD ile bağların koparılması çağrısında bulunurken diğer yandan gizlice ve üstü kapalı bir şekilde köprüler kurmaya ve Irak içinde ve dışında ABD’li yetkililere kimliklerini sunmaya çalışan sahte slogancılardan bahsediyorum!

*Irak’a döndüğünüzde bölge çok değişmişti. Örneğin Beşşar Esed rejimi düşmüş ve Hizbullah başarısızlığa uğramıştı. Bu durum Irak'a da yansıdı mı?

Elbette. Beşşar Esed rejiminin düşmesi ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak'a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor. Sanırım önümüzdeki birkaç ay içinde bu daha da netleşecek.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez.

En önemlisi başkalarının deneyimlerinden ders çıkarmaktır. Iraklılar olarak, başkalarıyla aynı hataları yapmamak için kendi deneyimlerimizden ve başkalarının deneyimlerinden ders almalıyız. Aynı hataları yapmak ne haklı gösterilebilir ne de kabul edilebilir. Bugünün dersi, başkalarının deneyimlerini iyi anlamak, koşulları, faktörleri ve sonuçları iyi okumak ve bir sonraki aşamayı doğru bir şekilde kurmaktır. Ancak bu şekilde daha sonra bir gerileme yaşamaktan kaçınırız. Devlete, devletin tercihine ve devletin kurumlarına inanmalıyız, çünkü herkesi koruyan onlardır, tersi değil.

*Irak ve İran arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Irak ve İran arasındaki ilişkinin, her iki ülkenin özgünlüklerine saygı göstererek ve her iki ülke için de en iyisini elde etme çabası çerçevesinde, olumlu etkileşim ve iyi komşuluk temelinde olması gerekiyor. Irak'ın iç işlerine her türlü müdahaleyi reddediyorum. Her iki ülkenin de çıkarlarını korumak için Irak'ın İran'ın arka bahçesi olmasına izin verilmesine karşıyım.

Burada, İran’daki ilgili kardeşlerimi, genel olarak bölgeye ve özelde Irak'a ilişkin vizyonlarını yeniden gözden geçirmeye ve ikili iş birliği ve iletişimde devlet ve kurum mantığını yerleştirmeye çağırıyorum.

Bölgemizde değişimler yaşanıyor. Herkesin bu değişimlere ayak uydurması gerekiyor. Herkes, bölge ülkeleri ile halklarının çıkarlarına hizmet eden iş birliği ve ekonomik entegrasyon ilkeleri doğrultusunda çalışmalı. Ancak bu şekilde güvenlik ve istikrarın temelleri atılıp hiç kimsenin çıkarına olmayan bir çatışmaya herkesi itebilecek pervasız maceralar önlenebilir.

*Devletin kontrolü dışındaki silahlar ne olacak?

Silahlar devletin kontrolü dışında olduğu zaman Irak öldü demektir. Uluslararası toplum ve bölgesel komşular, devletin, devlet kurumlarının ve halkın iradesi olmaksızın savaşa ve barışa karar verme konusunda risk almaya ve ileri gitmeye hazır taraflara ve milislere sahip bir devletle uğraşmamaları konusunda uyarıyor.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez. ABD karşıtı sloganlar atanlar, ABD’nin hükümetle koordineli olarak bulundurduğu askerlerini ‘işgal’ olarak değerlendirirken, devlet ve hükümet bu askeri varlığı dünyanın en güçlü askeri gücüyle güvenlik iş birliği ve stratejik ortaklığın bir parçası olarak görüyor.

Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? Daha önce de söylediğim gibi, Irak halkının kasıtlı olarak cehaletiyle birleşen bir ikiyüzlülük var ve bu onlara çok pahalıya patlayacak. Çünkü halk artık gerçekleri ayırt edebiliyor.

*Pekin’deki anlaşmanın zeminini hazırlayan Suudi Arabistan-İran görüşmelerinin Bağdat’ta yapılmasında rol oynadınız. Üzerinden geçen iki yılın ardından anlaşmayı nasıl görüyorsunuz?

Bu görüşmeler karşılıklı iyi niyetlerle yapıldı. Irak, coğrafi konumu, yakınlığı ve iki komşusuyla da olan etkileşimi sayesinde bunun görüşmelere uygun ve elverişli bir zemin hazırlayabildi. Müzakerelerin sayısı beş tura ulaştı. Bu turlarda iki taraf arasında açıklık ve şeffaflık ön plandaydı. İki taraf arasında çözüm bekleyen konuların çoğu ele alındı. Irak, aradaki boşlukları doldurmaya istekli bir arabulucu olabildi, fakat -açıkça söylemek gerekirse- Irak bu tür görüşmelerin sonuçlarının garantörü olamaz. Bu tür görüşmelerin bölgesel değil, uluslararası bir garantöre ihtiyacı olduğu bir gerçek. Çin de her iki tarafa görüşmenin sonuçlarının garantörü olmayı önerdi.

7 Ekim'den önceki bölge ile sonraki bölge aynı değil. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel sistemde de büyük değişimler yaşandı.

Bölgemizde yaşanan onca şeyden sonra, bu diyaloğun bazılarının zaman kazanmak ve bir aşamayı geçmek için kurduğu geçici bir diyalog olarak değil, yeni bir strateji ve herkese olumlu yansıyacak farklı bir bölgesel yaklaşım için temel bir diyalog olarak görülmesini umuyorum. Ben halen her iki tarafta da iyi niyetin var olduğuna ve bu anlaşmayı geliştirme potansiyelinin bulunduğuna inanıyorum.

*Irak İran'ın komşusu. Trump İran'a ya azami baskı uygulayacağını ya da bir anlaşma yapacağını söylüyor. Siz bunu ve Irak üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başkan Trump, ABD'nin hasımlarına karşı azami baskı politikası uyguluyor. Bu bağlamda İran'a baskı uyguluyor ve davranışlarını değiştirmeye zorlamak için güç kullanma tehdidinde bulunuyor. Ancak bu politikayı daha tehlikeli kılan en temel değişken, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Ortadoğu'da yaşanan büyük çalkantıların ortasına denk gelmesidir. Bu durum, iki taraf arasındaki gerilimi tırmandırırken bir yandan İran-Irak ilişkilerinin diğer yandan da ABD-Irak ilişkilerinin seyrini doğrudan etkiliyor.

fergt
ABD Başkanı Donald Trump, 2020 yılında ilk başkanlık döneminin sonlarında dönemin Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi'yi Beyaz Saray'da ağırladı (AFP)

Washington ve Tahran arasındaki gerilimin niteliği ne olursa olsun, Irak'ın menfaati bunun olumsuz yansımalarını kontrol altına almayı ve iki taraf arasında diyalog kanalları açabilecek etkin bir rol sahibi olmasını gerektiriyor. Aynı durum, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar gibi bölge ülkeleri için de geçerli.

Irak, ABD-İran çatışmasının somut jeostratejik ve tarihi gerçeklerine en fazla cevap veren ülke konumunda olduğundan bu boşluğu doldurmada ve perspektifleri yakınlaştırmada yapıcı bir rol oynamayı hak ediyor. Irak'ın, temel çıkarlar, ulusal güvenlik ve Arap derinliği olmak üzere bu üç temele dayanan dengeli bir vizyon temelinde değişikliklere uyum sağlama yeteneğine sahip olması da önem taşıyor.

Öte yandan İran’daki kardeşlerimizi bölgedeki, özellikle de Irak'taki deneyimlerini değerlendirmeye ve koşulları tek tarafın yararına kullanmak yerine çözümü düşünmenin ve çözüm bulmanın yanında komşularla ilişkilerde devlet ve kurumları kavramına geçmeye ve devrim fikrini kendi sınırlar içinde tutmaya ve onu ihraç edip orada burada sorun yaratmamaya dayalı kapsamlı bir vizyon geliştirmeye çağırıyorum.

*7 Ekim 2023 olaylarının ardından yeni bir bölgesel düzenin şekillenmekte olduğundan bahsediliyor. Siz bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bölgenin 7 Ekim öncesiyle sonrasında aynı olmadığı kesin. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel düzende de büyük dönüşümler yaşandı. Ancak tamamen yeni bir bölgesel düzenden bahsetmek için henüz çok erken.

Bölgedeki tüm aktörler yaşananları objektif ve cesur bir şekilde yeniden okumalı. Uzun süreli savaşların ardından zayıflık dengelerine dayalı bir stratejik alana girmek yerine bölge halklarının çok boyutlu ve çoğulcu çıkarlarıyla uyumlu bir siyasi bütünleşme mantığı oluşturmak üzere bazı dersler ve ibretler çıkarmalı. Bölgedeki bazı ülkelerin tanık olduğu ekonomik-kalkınma rönesansının temeli olarak her zamankinden daha acil hale gelen siyasi-güvenlik istikrarını tesis etmek için gerçekçilik ve dengeli sorumluluğu harmanlayan stratejik seçeneklere açık olmalı.

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Bölge ülkeleri arasında iş birliği, etkileşim ve ağ oluşturma alanları yaratmak ve küresel düzeyde ekonomik varlıklarını arttırmak için gerçek bir fırsatla karşı karşıyayız. Bu da çeşitli güçlerin inandığı, kendini dayatabilecek yeni bir gerçeklik üretebilecek yeni bir yaklaşım gerektiriyor.

Irak’ın devlet, hükümet, kurumlar ve aktif güçleri bunu dikkatle okumalı.

*Tüm bunlar Trump'ın ikinci başkanlık döneminin başlarında gerçekleşiyor. Trump’ın yeniden başkan seçilmesi ve bölgemiz üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Trump’ın ikinci dönemi, birinci döneminden farklı değil. Ortadoğu'ya yönelik dış politikası ilk dönemindeki politikasının bir uzantısı. Yine “Önce Amerika” ilkesiyle yola çıkıyor. Ekonomiye öncelik veriyor ve savaşa başvurmadan düşmanlarını kontrol altına almayı amaçlayan ‘baskıcı güç’ stratejisine çerçevesinde düşmanlarına karşı azami baskı politikasını izliyor. Trump yönetiminin yeni politikası ve uygulamaları temelde 7 Ekim sonrası yaşanan önemli gelişmelerin bıraktığı siyasi iklim ve stratejik dönemeçlerden dolayı farklılaşıyor. Bu da bölgedeki denge haritasının yeniden çizilmesi için ABD'nin aktif ve yoğun olarak katılım göstermesini gerektiriyor.

Burada, ABD'nin uluslararası arenada ve önemli meselelere yönelik politikasının Trump’ın şahsına indirgenemeyeceğini belirtmemiz gerekiyor. Bu konuda temelde belirleyici olan ABD'nin bölgedeki ve dünyadaki çıkarlarını ve ABD ulusal güvenliğinin korunmasını dikkate alan derin kurumsal yapısıdır.

Bu kritik tarihi anda, bölgede barışı ve istikrarı sağlamak için ABD ile olgun bir stratejik ortaklık üzerinde düşünmeli ve bu tür bir iş birliğini kalkınma ve ilerleme yollarına hizmet etmek ve nesillere gelecek vaat eden bağlamlar oluşturabilecek yaratıcı fırsatlar sağlamak için kullanmalıyız.

*Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile anlaşmaya varmak ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile rekabet etmek istiyor. Üç ülke arasındaki ilişkileri ve bunların dünya üzerindeki etkilerini nasıl okuyorsunuz?

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Ancak bu rekabet tek kutuplu sistemde köklü bir değişikliğe yol açmadı. Uluslararası sistemin bu tek kutuplu yapısını değiştirme girişimleri, başta Çin ve Rusya olmak üzere, uluslararası arenadaki yerlerini ve rollerini yeniden kazanmaya çalışan ve özellikle jeostratejik etki alanlarında ABD’yi zayıflatmaya çalışan bazı uluslararası güçlerin ana hedeflerinden biri oldu ve olmaya devam ediyor.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik değişimler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya.

ABD için Çin, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü William Burns'ün de belirttiği gibi, ‘21. yüzyılın en önemli jeopolitik tehdidini temsil ediyor’. Bu yüzden ABD vizyonu ve bundan kaynaklanan stratejiler ve taktikler açısından Rusya'dan farklı. Washington, küresel ekonomik dümene liderlik etmek için kızışan güç yarışında en tehlikeli rakip olarak Pekin ile karşı karşıya. Her ikisi de uluslararası sistemin doğasını yeniden tanımlamayı ve onu hem ekonomik hem de askeri açıdan çok kutuplu bir kimliğe taşımayı hedeflediğinden, ABD'nin tek taraflılığına karşı koymak Çin-Rusya ilişkilerinin en önemli ayağını oluşturuyor.

Rusya-Ukrayna savaşı ve Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından, uluslararası piramidin tepesine doğru çıkmaya başlayan Rusya'nın, ABD'nin dünya düzeni liderliğine tehdit oluşturan uluslararası bir güç olmaktan ziyade uluslararası boyutu olan bölgesel bir güç haline geldiğini söyleyebiliriz. Gerçekte ABD, Rusya-Çin stratejik ittifakı ile çatışma halkalarını dağıtmayı başardı. Washington, ABD’ye karşı giderek büyüyen bir tehdit olarak gördüğü Çin'i kuşatmayı amaçlayan stratejilerine kendini adama fırsatı buldu. ABD yönetimi, bu bakımdan pusulayı Çin'in yükselişini engellemeye çevirmek için bölgede ve uluslararası alanda meşgul olduğu arenaları azaltmaya çalışıyor. Dolayısıyla, ABD'nin Rusya-Ukrayna çatışmasını sona erdirme girişimi ve Trump'ın Putin ile yakınlaşması, Trump'ın ‘şahsi diplomasi’ ilkesine olan inancına, yani Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile şahsi bağlantılar kurarak Rusya ve Kuzey Kore ile çelişkileri yönetme ve onları dizginleme çabasına ek olarak anlaşılabilir.

dfergty
Kazımi Londra'da Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi’ye röportaj verdiği sırada (Nur Eyyub – Al Majalla)

Trump, küresel ekonominin dümenine geçmek isteyen Çin’i engelleyecek kararlı adımlar atmak için zamana karşı yarışıyor. Çünkü ABD'yi büyük zorluklardan kurtarıp sürdürülebilir fırsatlara ulaştırmayı başaran istisnai bir lider olarak tarihe geçmek istiyor.

*Yeni dünya düzenine nasıl bakıyorsunuz?

ABD, teknolojik, ekonomik, kültürel, askeri ve diplomatik olmak üzere çeşitli alanlarda üstünlüğünü korumaya çalışarak, uluslararası kurumlara ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra uluslararası arenada tek başına kalan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) liderlik ederek ve başta Çin ve Rusya olmak üzere potansiyel rakiplerinin bir süper güç seviyesine yükselmesini engellemeye çabalayarak uluslararası sistem üzerindeki liderliğini sürdürmenin yollarını arıyor.

Günümüzün akışkan ve karmaşık dünyasında, uluslararası haritayı basit kavramlara indirgemeyen çok boyutlu bir okumayı tercih ediyorum.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik dönüşümler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya. Bundan dolayı gücün artık tek bir kutbun elinde toplanmadığı, ancak üç boyuta bölünmüş bir modele göre dağıtıldığı ve böylece birden fazla gücün aynı anda etkileşime girdiği söylenebilir.

ABD, gerek bütçe gerek teknoloji gerekse dünyanın dört bir yanında sahip olduğu askeri üsler bakımından olsun askeri güç açısından açık ara tek taraflı hakim güç olmaya devam ediyor. ABD'nin askeri üstünlüğü Washington'ı eşsiz bir konuma oturtuyor. Ancak yükselen güçleri, özellikle de sessiz ve derinden devasa silah cephanelikleri geliştirmeye ve geçtiğimiz yüzyıldaki Sovyetler Birliği'nden farklı olarak ABD’nin gücüyle rekabet edebilecek bir askeri yapı inşa etmeye çalışan Çin'i izlemesi ve takip etmesi gerekiyor.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor.

Ekonomik güç düzeyinde, on yılı aşkın bir süredir ABD, Avrupa Birliği (AB), Çin ve Japonya gibi büyük ekonomik güçler arasındaki hararetli rekabet başta olmak üzere çok kutupluluk yönünde bir tablo çiziliyor. Buna yansımaları ve etkileri nedeniyle uluslararası arenada büyük önem kazanan Hindistan ve Brezilya gibi yeni oyuncular ekleniyor.

Burada dikkat edilmesi gereken üçüncü bir boyut daha var. O da ulus ötesi ilişkilerle ilgili boyuttur. Geleneksel anlamda devletleri temsil etmeyen geleneksel olmayan güçler bu boyutta etkileşime girer ve bu boyutta ulus ötesi terörizm, uluslararası suç ve siber güvenlik gibi zorluklar ortaya çıkar. Salgın hastalıklar ve iklim değişikliği gibi tüm insanlığın karşı karşıya olduğu ortak sorunlar uluslararası iş birliği yapılmasını gerektirdiğinden tek bir güç tarafından ele alınamamalı. Bu boyutta güç, çok çeşitli ölçeklere dağılmış olup, tek kutupluluk ya da çok kutupluluk kavramlarını, uluslararası gerçekliğin ve mücadelelerinin karmaşıklığını tanımayan basit bir kavram haline getiriyor.

*Arap ülkelerinin bu küresel sistemdeki konumlarını, rollerini ve katkılarını nasıl görüyorsunuz?

Arap dünyasının engin potansiyeline, bol kaynaklarına ve zengin medeniyet mirasına yakışacak şekilde küresel sahnede anlamlı bir etki kazanmasının en etkili yolu Arap entegrasyonu projesidir. Bu proje, çabaları birleştirecek, içerideki çelişkileri yapıcı bir farkındalıkla yönetecek ve Arap siyasi dokusunu yeniden yapılandırmak ve Arap dünyasının küresel meseleleri şekillendirmesine izin verebilecek muazzam enerjisini ortaya çıkarmak için gizli yetenekleri kullanacak. Bir süre önce, bölgemizi etkileyen kronik krizleri aşmak üzere tasarlanmış bir girişim olan ‘Yeni Levant (Maşrık) Projesi'ni önermiştim. Bölgenin çıkmaza girmiş gerçekliğine meydan okuyan Yeni Levant Projesi, maceracı ya da gerçekçi olmayan bir vizyon sunmaktan ziyade gerçekliğin akışkanlığına ve karmaşıklığına ayak uyduran, dönüşümün üretilmesine olanak tanıyan bir öneridir. Proje, bölgedeki kilit oyuncular olan Irak, Mısır ve Ürdün arasında stratejik ve yapıcı bir entegrasyon öngörüyor. Irak zengin doğal kaynaklara, Mısır büyük bir nüfusa ve önemli bir endüstriyel uzmanlığa, Ürdün ise önemli bir jeostratejik konuma sahip. Bu özelliklerin hepsi, bölgede kendi kabiliyetlerine dayalı yeni bir rota çizmek ve kendine daha fazla inanan ve yapısal ilerleme için dayanışmanın gerekliliğine daha fazla ikna olmuş bir bilinci yeniden üretebilecek hayati bir model oluşturmak için her ülkenin güçlü yanlarından karşılıklı olarak faydalanmak üzere iş birliği yapmak üzere bir araya getirilebilir.

Yeni Levant Projesi, ne yazık ki bölgesel söylemlerimizin çoğunda pratikten ziyade retorik bir değer haline gelen entegrasyon ilkesine yaptığı vurguyla öne çıkıyor.

Böyle bir projenin özellikle Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki (KİK) kardeşlerin vizyonunu tamamlayacağını ve ortak Arap eylemine dayalı yeni bir Ortadoğu inşa etmek için ufuklar açabileceğini ve gerçek fırsatlar yaratabileceğini düşünüyorum.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor. Çünkü ortak çıkarlar bu tür bir gücün engellenmesini değil, yükselmesini gerektiriyor. Bu güç, daha güvenli, gelişmiş ve ileri bir stratejik ortam yaratma ve sadece stratejik kısırlık üreten çatışma alanlarını boğma çerçevesinde etkili ve verimli ekonomik, siyasi ve güvenlik dinamiklerine dayanıyor. Bu da Arap dünyasını, küresel sahnede öne çıkan eylemin sadece bir alıcısı olmanın ötesine taşıyıp uluslararası dönüşümlerin oluşumuna daha fazla dâhil ediyor.