Suriye'de petrol savaşları: En büyük pay Rusya'nın ABD ise vekilleri aracılığıyla petrolü kontrol ediyor

Suriye Petrol ve Maden Kaynakları Bakanlığı'nın bir etkinliğiyle ilgili Facebook sayfasında yayınlanan bir kare (Facebook)
Suriye Petrol ve Maden Kaynakları Bakanlığı'nın bir etkinliğiyle ilgili Facebook sayfasında yayınlanan bir kare (Facebook)
TT

Suriye'de petrol savaşları: En büyük pay Rusya'nın ABD ise vekilleri aracılığıyla petrolü kontrol ediyor

Suriye Petrol ve Maden Kaynakları Bakanlığı'nın bir etkinliğiyle ilgili Facebook sayfasında yayınlanan bir kare (Facebook)
Suriye Petrol ve Maden Kaynakları Bakanlığı'nın bir etkinliğiyle ilgili Facebook sayfasında yayınlanan bir kare (Facebook)

Suriyelilerin büyük bir kısmı elektrik, doğalgaz ve yakıt için güneş enerjisi gibi alternatif ısıtma ve aydınlatma yöntemleri bulmaya çalışırken, Rusya ve ABD dahil çatışan taraflar, ülkenin petrolü, doğalgazı ve enerji kaynaklarını ele geçirmek için bir birleriyle yarışıyor.
Suriye Ulusal Grubu (El-Kutle el-Vataniyye) basınının 1930'larda başlattığı ‘Suriye'nin petrolü, Suriyelilerin değildir’ (Al-Qabas gazetesi Ağustos 1936) söylemleri yeniden dillendirilmeye başladı. O yıllarda Avrupalı ​​ve ABD’li uluslararası büyük petrol şirketleri, Arap bölgesindeki petrolü keşfetmek için bir birleriyle yarışıyorlardı. Ulusal basında o dönem yer alan haberlere göre bu rekabet, Suriye’nin kuzeydoğusundaki ayrılıkçı eğilimleri körükleme konusunda önemli rol oynadı.
Kimliğinin açıklanmasını istemeyen Suriyeli bir ekonomi uzmanı Şarku’l Avsat’a yaptığı açıklamada, 1980’den 2010 yılına kadar Suriye petrolünün tam bir gizlilik içerisinde Esed ailesinin elinde olduğunu ve gerçek üretim miktarının Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’ne (OPEC) bildirilmediğini söyledi. Ayrıca Suriyelilerin, birkaç büyük petrol üretim sahası dışında petrol sahalarının tamamını da açıklamadıklarını belirten uzman, Esed rejimine karşı 2011 yılında başlayan devrimle birlikte petrol sahalarının bulunduğu bölgelerin, rejimin elinden çıkmasının ardından yatırım yapılan petrol sahası sayısının gizlendiğinin ortaya çıktığını kaydetti.
2012 yılında rejim güçleri ile silahlı muhalif gruplar arasında çatışmaların yaşanmasıyla Suriye rejimi, petrol sahalarının çoğunun kontrolünü kaybetmeye başladı. Büyük petrol şirketlerinin Suriye’den ayrılmasının ardından ülkenin doğusundaki petrol sahaları, önce Heyet-i Tahriru’ş Şam (HTŞ) sonra da Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) içindeki grupların kontrolüne geçti. Ardından ilkel yöntemlerle petrolü çıkarmaya başladılar. 2013 yılında ise DEAŞ, petrol sahalarını ele geçirmek ve para kaynaklarını güvence altına almak üzere bölgeye girdi. 2014 yılında DEAŞ, başta Deyr-i Zor’daki el-Ömer petrol sahası olmak üzere Suriye’deki petrol sahalarının çoğunluğunu ele geçirmişti.
ABD Savunma Bakanlığı, DEAŞ’ın 2015 yılında Suriye’den elde ettiği gelirin aylık 40 milyon doları bulduğunu tahmin ettiklerini açıkladı. İki yıl sonra DEAŞ ülkenin doğusundaki bölgelerden atıldı ve petrol sahaları bu kez Washington destekli Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolüne geçti. Bu arada söz konusu petrol sahaları DEAŞ’ın başlıca gelir kaynaklarını kesmek isteyen ABD’nin hava bombardımanları sonucu büyük zarar görürken, altyapı tahrip oldu.
Şu an SDG tarafından kontrol edilen petrol sahaları, Suriye petrol kaynaklarının yaklaşık yüzde 70'ini oluşturuyor. Bunlardan en önemlisi el-Ömer petrol sahasıdır. Deyr-i Zor’un doğu kırsalındaki bu sahada 2011 öncesi günlük 80 bin varil ham petrol üretimi yapılıyordu. Bugün ise günlük 40 bin varil petrol üretiliyor. Haseke kırsalındaki Suveydiye ve Rimeylan petrol sahalarında ise toplam bin 322 adet petrol ve yaklaşık 25 adet doğalgaz kuyusu bulunuyor. Suveydiye ve Rimeylan petrol sahalarında 2011 öncesinde günlük yaklaşık 200 bin varil petrol üretiliyordu. Bugün ise üretim yüzde 50 oranında azalmış durumda.
Bunun yanı sıra Haseke’nin batı kırsalındaki Merkede beldesi ve Tişrin Barajı yakınlarındaki petrol sahaları, Rakka’daki küçük petrol kuyuları ile Deyr-i Zor'daki el-Verd ve el-Teym petrol sahalarından günlük 50 bin varil petrol elde ediliyor. Suriye-Irak sınırındaki yakın T2 petrol sahası, Deyr-i Zor’un doğu kırsalındaki el-Cefra ve Konika kuyuları ile Humus’un doğu kırsalındaki eş-Şaar doğalgaz sahası gibi bazı petrol bölgelerinin kontrolü ise 2017’de yeniden Suriye rejiminin eline geçti. Suriye’nin en önemli doğalgaz sahalarından biri olarak kabul edilen eş-Şaar doğalgaz sahasında günlük 3 milyon metreküp üretim yapıldığı tahmin ediliyor.
Suriye petrolünün satışı
Suriye petrolüyle ilgili mücadele, petrolün temel milli gelir kaynağı olarak kabul edilmesi nedeniyle Suriyeliler için bir hayat-memat meselesidir. Ülkedeki petrol üretimi 2008 yılında 406 bin varildi. 2009'da günlük 401 bin varile geriledi, ardından 2010 yılında günlük üretim 385 bin varile düştü. 2011 yılında ise günlük 353 bin varil oldu. Ardından 2012 yılında günlük 171 bin varile, 2013’te günlük 59 bin, 2014’te günlük 33 bin, 2015’te günlük 27 bin, 2016 ve 2017 ise günlük 25 bin ve 2018 yılında günlük 24 bin varile kadar indi.
Suriyeli ekonomi uzmanı, Suriye’nin sahip olduğu 2,5 milyar varillik petrol rezervinin, yaklaşık 268 milyar varillik (100 kat fazla) petrol rezervine sahip Suudi Arabistan gibi bölgedeki diğer ülkelerin rezervlerine kıyasla oldukça az olduğunu söyledi. Bununla birlikte mevcut durumda bin 500 ila 3 bin metre derinlikten petrol çıkarma maliyetlerinin varil başına 20 ila 25 dolar civarında olması nedeniyle Suriye petrolünün düşük kalitede olduğunu düşünen uzman, buna karşın diğer bölgelerde petrol çıkarma maliyetinin ortalama 5 dolar olduğunu belirtti. DEAŞ ve ardından SDG, çıkardıkları petrolü rejimin kontrolündeki Humus ve Banyas rafinerilerinde işlem görmeleri için yine Suriye rejimine satmak zorunda kalıyorlar. Ham petrolü diğer ülkelere taşıma ve rafine ettirme maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle bu yolu tercih ediyorlar.
İngiltere merkezli petrol ve enerji kaynakları haberlerinin yer aldığı OilPrice adlı internet sitesinin aktardığı bilgilere göre SDG, bir varil petrolü 30 dolardan satıyor ve bu satıştan aylık yaklaşık 10 milyon dolar elde ediyor.
Suriye rejimi, aracılar ve savaş sırasında bu amaçla kurulan şirketler aracılığıyla SDG’den petrol alıyor. DEAŞ’tan petrol satın alan ve rejim bölgelerine teslim eden arabulucular, 2018 sonrasında da rejim ve SDG arasındaki petrol alışverişinde aynı rolü üstlendi. Söz konusu arabulucuların en önde gelenlerinden biri de Qatirji Group’un sahibi olarak görünen ve Halk Meclisi’nin bir üyesi olan işadamı Husam Katırcı’dır. Savaş sırasında rejimin kontrolü altındaki bölgelere petrol taşıması için kendisine bağlı bir milis grubu kuran Katırcı, 2018 yılında 1 milyar dolarlık bir sermaye ile Arfada Petrol Şirketi'ni kurdu.
SDG ile yapılan anlaşmaya göre el-Ömer ve et-Tenek petrol sahalarından çıkarılan 100 varil ham petrole karşın 75 varil rafine edilmiş akaryakıt verilmesi öngörülürken, SDG petrol ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra kontrolü altındaki alanlara rejimden elektrik ve yerel hizmetler de alıyor. El-Ömer ve et-Tenek petrol sahalarından çıkarılan ham petrol önce rejimin kontrolü altındaki Deyr-i Zor’un güneyindeki et-Teym petrol sahasına oradan da Humus rafinerisine gönderiliyor. El-Ömer, et-Tenek ve el-Cefra sahalarından çıkarılan doğalgaz ise önce Deyr-i Zor’daki Konika petrol tesislerine oradan et-Teym petrol sahasına ve oradan da Humus’taki Cender istasyonuna götürülüyor. Suriye’de petrol gelirlerinin yüzde 65’ini rejim, yüzde 35’ini ise SDG alıyor.
Rusya-ABD çekişmesi
Türkiye’nin 9 Ekim’de Suriye’nin kuzeydoğusunda başlattığı Barış Pınarı Harekatı, tüm kartların yeniden karılmasına neden oldu. Kürt grupların Türkiye-Suriye sınır bölgesinden uzaklaştırılmasına yönelik operasyon yaklaşık iki hafta içinde sona ererken müttefiki Rusya tarafından desteklenen Suriye rejimi, SDG’nin geri çekildiği alanlardaki boşluğu doldurmaya ve petrol sahalarının kontrolünü yeniden ele geçirmeye hazırlanıyordu. Rus yetkililer, Suriye’deki tüm petrol bölgelerinin yeniden rejimin kontrolüne geçmesi gerektiğini vurguladı.
ABD Başkanı Donald Trump ise 27 Kasım’da yaptığı açıklamada, ABD’nin en büyük petrol şirketi Exxon Mobil ile Suriye’ye gidip ‘petrol gelirlerini doğru dağıtmak’ için anlaşma yapmayı planladığını söyledi. DEAŞ’ın Suriye’deki petrol kuyularının kontrolünü yeniden ele geçirmemesi için korunması gerektiğine işaret eden Trump, Kürtlerin de bundan yararlanacağını söyledi. Aynı şekilde ABD’nin de faydalanabileceğini ifade eden Trump, “Şimdi payımızı almalıyız” diye konuştu.
Trump, 6 Kasım’da SDG’yi destekleyen ABD birliklerini Suriye'nin kuzeydoğusundan çekme kararını açıklamış, yerel ve uluslararası birçok tarafı şaşkına çevirmişti. Ancak buna karşın Kasım ayı sonlarında, askerleri taşıyan 17 zırhlı araç ile 170 askeri kamyonun yer aldığı Amerikan konvoyu, ülkenin kuzeyindeki Deyr-i Zor ve Heseke bölgelerindeki petrol ve doğalgaz sahalarının yakınlarında bulunan ABD askeri üslerine ulaştı. ABD, bu adımı, Kürt müttefiklerinin elini güçlendirmenin yanı sıra Rusya ve İran’ın Suriye’nin ekonomi kaynakları olan petrol sahalarının kontrolünü ele geçirmelerini engellemek, İran ile Suriye’ye uyguladığı ekonomik yaptırımları daha da sıkılaştırmak ve yaptırımları atlamalarını önlemek, petrol sevkiyat yollarını ve kaynaklarını güvence altına almak ve Suriye’nin doğu bölgelerindeki kaynakları yağmalanmaktan korumak amacıyla attığını açıkladı.
İran, 2017'den bu yana Irak üzerinden Suriye kıyılarına karayolu bağlantısı kurmak amacıyla Suriye'nin doğusunda bulunan Elbukemal bölgesindeki kontrolünü genişletirken, el-Kaim Sınır Kapısı’na da el koydu. Suriye’de enerji alanında daha fazla yatırım sözleşmesi imzalamak isteyen İran’ın karşısına bugün Doğu Fırat bölgesindeki ABD varlığı yer alıyor. Ayrıca Suriye rejimi ile önemli petrol anlaşmaları imzalayan müttefiki Rusya’nın rekabetiyle de karşı karşıya kaldı.
Bugün Rusya ve Türkiye askerleri, Suriye’nin bazı petrol bölgelerinde ortak askeri devriyeler geziyor. Suriye’de gelecekteki herhangi bir siyasi çözümün özelliklerinin belirlenmesi, ancak Suriye sahnesindeki en güçlü oyuncu olan Rusya ile rakibi ABD arasındaki ilişkilere bağlı gibi görünüyor. Rusya, 2015 yılında Suriye’deki savaşa rejimin yanında yer alarak askeri müdahalede bulunmasından bu yana Suriye'deki petrol ve doğalgaz ile ilgili anlaşmaların büyük bölümünü imzaladı. ABD, müttefikleri aracılığıyla, Suriye’nin petrol bölgeleri üzerindeki hegemonyasını dayatırken, Rusya, Ortadoğu’daki en büyük askeri üssünü kurduğu Tartus'un da kıyısında yer aldığı Akdeniz'de Suriye’nin deniz yetki alanlarında doğalgaz aramak için sözleşmeler imzaladı.
Rus şirketi Soyuz Nafta Gas, 2013 yılında Suriye rejimi ile deniz yetki alanlarında petrol ve doğalgaz arama için bir anlaşma imzaladı. Anlaşmada 25 yıl boyunca 2 bin 190 kilometrekarelik bir alanda arama çalışmaları yapılması öngörülüyor. Ardından yine bir Rus şirketi olan Stroy Trans Gas, 2017 yılında Tartus ve Banyas kıyılarında petrol ve doğalgaz arama anlaşmasının yanı sıra Humus kırsalındaki bir petrol sahasından petrol ve Palmira'nın doğu madenlerinden fosfat çıkarma anlaşması imzaladı. Zarubezhneft, Zarubezh Geology, STG Engineering gibi Rus şirketleri de Suriye'de petrol arama, petrol sahalarının yenilenmesi ve hasarlı petrol rafinerilerinin bakımı için sözleşmeler imzaladı.
Suriye Petrol Bakanlığı’nın 2017’deki açıklamasına göre Suriye'nin deniz yetki alanlarında 250 milyar metreküp doğalgaz rezervi olduğu tahmin ediyor.
Eğer bu rakamlar doğruysa Rusya, Suriye’deki pastadan en büyük dilimi almış olmanın yanı sıra anlaşmazlıkları çözecek ve Suriye'deki siyasi ve ekonomik yatırımlarının hayata geçirmesini sağlayacak siyasi bir çözüme ulaşma konusunda en yetkili taraf olmuş durumda. Buna karşın ABD tarafı, Suriye pastasından aldığı payın kendisine İran ve Rusya'ya karşı manevra yapması için uygun şartlar sağlaması dışında herhangi bir çekiciliği olmaması nedeniyle ülkedeki çatışmaları yönetmek konusunda oldukça rahat davranıyor.
Suriye’nin doğusu sadece yoğun petrol yatakları barındırmasından dolayı değil aynı zamanda Türkiye’yi Arap bölgesine, petrol zengini Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile İran’ı da Batı’ya bağlaması nedeniyle büyük önem taşıyor. Bu bölge ayrıca Avrupa'ya giden petrol ve doğalgaz yollarının ana geçiş noktası da olabilme potansiyeline sahip. 1930’larda dillendirilen “Suriye petrolü, Suriyelilerin değildir” söylemi çatışmanın uzaması halinde “Suriye toprakları, Suriyelilerin değildir” söylemine dönüşebilir.
Baas Partisi’nin yönetime el koyması
Suriye Petrol Bakanlığı’nın tarihi verilerine göre Suriye’de petrol arama ve araştırma çalışmaları 1933 yılında başladı. Iraklı petrol şirketi I.B.C, Kerkük’te Suriye'nin doğusuna kadar uzanan petrol sahaları olduğunu keşfetti. O dönem bir Fransız Mandası olan Suriye ile petrol arama çalışmaları için anlaşma imzalamak oldukça güçtü. Ne var ki Suriye’de petrol arama çalışmaları 1946 yılına kadar ertelendi. İlk petrol ticareti ise 1956 yılına kadar ertelenirken, 1958 yılında petrolle ilgili tüm alanlarda faaliyet göstermesi için ‘Petrol İşleri Genel Kurulu’ kuruluncaya kadar sadece Batılı şirketlerin petrol arama faaliyetlerine izin verildi. Baas Partisi’nin 8 Mart 1963’teki darbeyle Suriye’de iktidarı ele geçirmesinin ardından 1964 tarihli ve 132 sayılı kanun hükmünde kararname ile yabancı şirketlerin Suriye’de petrol araması ve yatırım yapması için ruhsat verilmesi yasaklandı ve bu hak sadece devlete verildi. Suriye’de gerçek petrol ihracatına Mayıs 1968’de ilk petrol varilinin Suriye’nin kuzeydoğusundan Tartus Limanı’na gelişiyle başlandı.
1974 yılında tamamı Petrol ve Maden Kaynakları Bakanlığı ile irtibatlı, rafinaj ve taşımacılıkta uzmanlaşmış birkaç şirketle birlikte Suriye Petrol Şirketi kuruldu. Suriye Petrol Şirketi’nin kuruluşunun ardından Sovyetler Birliği ile yapılan işbirliği anlaşmasıyla ülkenin jeolojik haritası çıkarılmaya başlandı. Petrol ve gaz çıkarma endüstrisi ile ilgili tüm işleri devralan Suriye Petrol Şirketi, milli gelirin yüzde 50'sinden fazlasını oluşturuyordu. 1980 yılında Suriye'de petrol sahalarının aranması ve yatırım yapılması amacıyla Al Furat Petroleum Company (AFPC) kuruldu. Hisse senetlerinin yüzde 65’i devletin, yüzde 35’i ise Beşşar Esed’in dayısı Muhammed Mahluf’un vekalet ettiği Hollanda merkezli petrol şirketi Shell tarafından yönetilen bir şirketindi. Suriye Petrol Şirketi'nin bir çalışanı olan Mahluf'un damadı ve Suriye Petrol Şirketi’nin çalışanı olan Gassan Muhanna ile işadamı Nizar el-Esed aynı yıl Leeds adında bir petrol şirketi kurdular. Bu şirket, Petro-Canada ve Suriye'deki temsilcisi Rami Mahluf bin Muhammad Mahluf'un çıkarına olacak petrol sözleşmeleri imzaladı.
Bu dönemde 1990’ların başlarında Suriye'de çalışmaya başlayan ve 2007 yılında Suriye ve Fransa arasındaki siyasi ilişkilerde krize neden olan Fransız petrol bir şirketi Total, imzaladığı bir anlaşmadan tek taraflı olarak çekildi. Total ile Shell ve bazı Batılı şirketler 2011 yılına kadar Suriye’deki petrol arama ve üretme çalışmalarına devam ettiler. ABD merkezli petrol şirketi Marathon Oil’in Afrika’daki petrol arama çalışmalarına yönelmesiyle Suriye’deki Amerikan şirketlerinin varlığı zaten 1980’lerden itibaren gerilemeye başlamıştı. Tüm bunların arka planında Suriye’de petrol üretiminin arttığı bir dönemde hükümetin petrol arama, üretim ve gelir paylaşımı konularında ortaya koyduğu yönetimsel zorluklar yatırıyordu.
İngiltere'de yayınlanan The Economist dergisinin araştırma birimi The Economist Intelligence Unit’in (The EIU) yayınladığı rakamlar, Suriye'deki petrol üretiminin 1995 ve 2004 yılları arasında günlük 600 bin varile ulaştığına işaret ediyor. Yaygın bilgilere göre bu büyük miktardaki petrol, uluslararası para birimleriyle nakit ödeme karşılığında dünya genelindeki rakamlardan daha düşük fiyatlarla karaborsada satılıyor. Suriye'de bu konunun gündeme getirilmesinin yasak olması tüm petrol gelirlerinin devlet bütçesine girip girmediğiyle ilgili net bir bilginin olmayışını da açıklıyor.



Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
TT

Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)

Mustafa el-Feki
Eski ve modern Arap tarihini araştıran herhangi biri olayların bağlamından, liderliğin doğasından ve yönetimin kalitesinden özgürlüğün her zaman kritik bir konu olduğunu görecektir. Şiirde ve nesirde, övgüde ve hicivde ağırlığı olan bir konuşma özgürlüğünün mirasçısı olan Arapçanın kökenlerinin özgürlük duygusuna ve savunuculuğuna dayandığını keşfedecektir. Burada, ulusal çıkarların sınırlarını aşmayan, ‘diğerleri arasından sivrilme’ mantığıyla şöhret peşinde koşmayan, başkalarının haklarını ihlal etmeyen ve diğerini rencide etmeyen sorumlu özgürlüğü kastediyoruz. Özgürlük, insanlığın yaradılışından itibaren alışık olduğu açık ve net bir kavramdır. “Hiç elleri kelepçeli doğan bir bebek gördünüz mü?” diyenler haklılar.  Zira insan hür yaratılmıştır. Hür yaşar ve hür ölür. Bunlar tartışmaya kapalı konulardır. Ama bizi ilgilendiren, insan hakları arasında öne çıkan özgürlük hakkını, modern dünyamızın içinde bulunduğu mevcut koşulları çerçevesinde Araplara ve Arap dünyasında olan bitenlere özel bir uygulamayla nasıl kullanacağımızdır. Bu yüzden Arap ülkelerindeki özgürlük tartışması ve halkların bu tartışmaya karşı tutumu ile ilgili olarak şu maddeleri ele aldık:
1 - Arap dünyası, son on yıl içinde Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat (buyurgan) rejimlerin çöküşüyle ​​diktatörlüklere darbe vurdu. Bu gelişmelerin ardından bölgedeki siyasi harita, olduğu gibi değişti. ‘Arap Baharı’ olayları, Arap dünyasında daha önce var olmayan bir özgürlüğe kapıyı araladığını kabul etmemize rağmen tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ancak tartışmanın koşulları, konunun netleşmediğini anlamamızı sağlıyor. Arap Baharı olaylarının, büyük güçlerin bazı Arap ülkelerinin içinde bulundukları şartlar üzerinden bölgeyi şekillendirmek istedikleri stratejik bir planın ve bu ülkelerde yaygın olan yolsuzluk, ihmalkârlık ve zayıflığın bir parçası olduğunu düşünenlerdenim. Aynı şekilde bu olayların, halkların çektiği acılardan ve yaygın işsizlik oranlarından yararlanılarak değişim sloganlarıyla bu ülkelerin tek bir sisteme dönüştürülmeleri için kullanıldığını da düşünüyorum. Bunu bir kenara bırakalım. Zira bu sistemlerin ömrü, ya devrim niteliğindeki teklifler ya sloganlar sonucunda ya da bazılarının gevşemesi ve kendilerine biçilen ömrün sona ermesiyle bitmiştir.
2 – Araplar bir yanda siyasi bağımsızlık, diğer yanda özgürlükler arasında kemikleşmiş ve yaygın bir kafa karışıklığı yaşıyorlar. Değerler ve fikirlerin kaybolduğu ve özellikle özgürlük tek başına yeterli olmadığından, buna ekonomik özgürlüğün elde edildiği, en kalabalık ve en yoksul sınıfları hesaba katan, çağın ruhuna ve modern teknolojiye ayak uyduran, arzulanan toplumsal dönüşüme de kapıları ardına kadar açan bir reform programının eşlik etmesi gerektiğinden dolayı rahatlığı çağrıştırmayan sahnelerle karşı karşıyayız. Aynı şekilde günümüz dünyasında, gelişmiş ülkelerin geçtiği ve yükselen ulusların her zaman yöneldiği vizyona doğru değişim ve ilerleme yoluyla reform yapabilmemizi zorunlu kılan bazı büyük değişimlerle de karşı karşıyayız. Arapların zamanın medeniyetine çok sınırlı bir yaklaşıma sahip olmaları ve zenginliklerimizin büyük bir bölümünün Arap olmayanlar tarafından kullanılması bizim çıkarımıza değil. Bu yüzden kalıcı bir zihinsel ve entelektüel olgunlaştırma süreci başlatmak da bize düşüyor. Akıl, davranışların belirleyicisidir. Geri kalmışlığın entelektüel bir durgunluk olması gibi değişim de zihinsel bir karardır.
3 – Araplar olarak özellikle büyük bir mirasın gölgesinde yaşadığımız için siyaset ve din arasında bir ayrım yapmamızın zamanı geldi. Memleketimiz semavi mesajların diyarıdır. Bu yüzden dinlerin ve medeniyetlerin döndüğü noktadır. Bu yüzden dinin derinliklerimize kök salması doğal bir durum ve bu iyi bir şey. Fakat asıl sorun, dinin siyasetle iç içe geçmesinden kaynaklanıyor. Bu yüzden taraflar kendi amaçlarına hizmet etmesi için dini kullanmalarına imkan doğar. Bize din adına farklı bir yaşam tarzı dayatmak isterler. Oysa din tüm bunlardan uzaktır. Özgürlük tartışması, semavi mesajları uzaklaşmadan ya da abartmadan anlamak adına dini ılımlılıkla bağlantılı olmalı. Böylece gerçek din, makasidu'ş-şeriat (dini kuralların amaçları) ile tutarlı olarak hayatımızdaki baskın maneviyat kavramı haline gelir. İslam dünyasında dini siyasete alet etme girişiminin ilk etapta dine zarar verdiğini bile düşünüyorum. Siyasete gelince; siyaset petrol gibidir. Yapışkan ve kirlidir. Sonuç, manevraya, ertelemeye, ilerlemeye ve geciktirmeye başvuran siyasi oyunlar ile dini değerler arasında bariz çelişkinin varlığıyla onu takip edenler ve takipçilerinden nefret edenler karşısında dinin yüce çehresini çarpıtır! Siyaset, ahlak nedir bilmezken din, manevi değerlerin damarı ve bizi daha iyiye götüren inancın kaynağıdır.
4 - Ülkemizde özgürlük tartışması, kimi zaman dinle kimi zaman rejimlerle olmak üzere her defasında geçmişten miras kalan değerlerle kesişiyor. Dolayısıyla özgürlüğün insanların ödediği ve milletlerin uğruna çabaladığı bir bedeli vardır. Bu zorlu denklem, bir yanda özgürlükleri, diğer yanda dini duyguları, diğer yanda ise yönetim sistemlerini uzlaştırmaya başlar. Buna sınıflar arasındaki eşitsizliğinin etkisini ve ekonomik durumun bu mesele üzerindeki etkisini eklediğimizde ortaya bir ikilem çıkar. Eskiler, seçim özgürlüğünün bir somun ekmekle bağlantılı olduğunu söylerler. Bunun siyasi anlamı, özgürlük, ekonominin doğal bir ürünü demektir. Bazıları insanların özgürlük ile arayış içerisinde oldukları ufuklara doğru yola çıkmak arasındaki bağı koparmak için halkların öne atıldığı bir tür diktatörlükten bahsedebilirler.
5 – Özgürlük, doğası gereği göreceli bir meseledir. Mutlak özgürlük, gerçeklikten ziyade kurguya daha yakındır. Özgürlüğün önündeki engeller genellikle eğitim, medya ve dini kurumun rolü gibi diğer faktörlerle ilgilidir. Bu yüzden özgürlükler geniş bir cephede ilerliyor. Toplumun bileşenlerini ve halkın mirasını, geleneklerini ve göreneklerini bir araya getiriyor. Bir ülkede belirli bir zamanda kabul edilebilir olan, başka bir ülkede ve farklı bir zamanda kabul edilemeyebilir. Özgürlük, insan hakları sorunlarının en başında geliyor. Bu yüzden imzalanan farklı sözleşmelerde insan hakları ile karakterize edilen aynı ölçülere sahip olması doğaldır. Düşünce, ifade ve inanç özgürlüğü ortak unsurları olduğundan bu konuda büyük bir eşitsizlik yoktur. Aynı durum, ikamet ve hareket özgürlüğü gibi sınırları başkalarının özgürlüğüyle biten kişisel özgürlükler için de geçerli. Burada ‘özgürlük kültürü’ olarak adlandırılabilecek duruma dikkati çekmeliyim. Özgürlük kültürü, eğitimin kalitesine ve her bireyin kendi birikmiş deneyimlerine bağlı olarak oluşan kültürel bir kalıptır. Eskilerin bir sözü vardır: Senin adına ne suçlar işleniyor ey özgürlük!
Bu söz kültürün, insan davranışı ve sosyal düzeyi olduğuna işaret eder. Özgürlüğün anlamı, her döneme ve mevcut koşullara göre şekillenir ve doğasını anlamada önemli bir faktör oluşturur.
Tüm bu maddelerle Arap dünyasındaki özgürlükler tartışmasını aktarmaya çalıştık. Herkesin ülkelerinin günümüz dünyasında modern toplumların çabaladığı amaç ve hedeflerine ulaşmadaki sorunlarına bağlı olarak özgürlüğün anlamıyla ilgili ortak bir formül ve tek bir kavram belirlemeleri için bir uyarıda bulunmayı istedik. Zaman faktörü her zaman siyasi ve toplumsal hareketle bağlantılı olduğundan, görmezden gelinmesi zor bir dönüm noktasından geçtiğimizi anlamalıyız. Dünya bugün çelişkili akımlarla dalgalanan ve sonuçları halkların çıkarları uğruna bazı özgürlüklerin geçici olarak askıya alınması olan bir salgınla karşı karşıya. Burada, özgürlüğün mutlak hakim olmadığını, zaman ve mekan şartlarının yanı sıra eğitim, kültür ve çağdaş dünyamızdaki diğer gelişim tezahürleri gibi bir takım faktörlere bağlı olduğunu bir kez daha vurgulamalıyız.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrildi.


Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  
TT

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi Arabistanlı bir yazar olarak, uzun yıllar, birçok sanatçı, yazar, akademisyen ve aydını barındıran bir entelektüel grubun içinde yer aldım. Kahire, Beyrut, Tunus ve Kazablanka gibi Arap başkentlerindeki konferanslara, festivallere ve kültürel organizasyonlara iştirak ediyorduk. O zamanlar kardeş ülkelerde olan kültür bakanlıklarının bir benzerinin ülkemiz Suudi Arabistan’da da olması için özlem duyuyorduk. Daha sonra enformasyon bakanlığı altında bir kültür komitesi kurulması kararlaştırıldı. Bu haberi yarım yamalak bir tebessümle karşılamak durumunda kaldık. Çünkü bu, hayallerimizin ve beklentimizin altında bir karardı. Biz daha çok yazar, sanatçı ve her alandaki düşünüre ciddi destekler verecek bağımsız bir kültür bakanlığı hayal ediyorduk.  
Suudi Arabistan’daki kültürel sahne oldukça zengin ve çok çeşitlidir.  Suudi kültür ortamı hakkında pek bir şey bilmeyenler için şöyle özetleyebilirim.  Birincisi kamu desteği, ikincisi; özel sektör ve üçüncüsü bağımsız olmak üzere, kültür dünyamız üç alanda değerlendirilebilir. Kamu desteği, devletin kültürel etkinliklere doğrudan veya dolaylı olarak sunduğu desteklerdir. Özel sektörün hizmetleri ise, yayınevleri, edebiyat merkezleri ve sanat galerileri ile sınırlıdır. Bağımsız sanat ise, edebiyat kulüpleri, sivil kültür sanat dernekleri ve geleneksel medya tarafından desteklenen faaliyetleri içerir.  
Bağımsız addedebileceğimiz bu kültürel alanda, ülke genelinde 17 edebiyat kulübü ve 16 kültür sanat derneği faaliyet göstermektedir. Bağımsız alan, yetmişli yıllardan bu yana Krallıktaki kültürel yaşamın gelişiminde çok önemli bir rol oynadı ve oynamaya da devam ediyor. Ülkedeki en önemli kültürel ve düşünsel ürünlerin ortaya çıkmasına olanak sağlayan bağımsız kültürel alan, sınırlı kamu desteği, sınırlı özel sektör desteği ve bağışçıların desteği ile ayakta kalmaktadır.  
2018 yılında yayınlanan kraliyet kararnamesi ile, kültür bakanlığı enformasyon bakanlığından ayrılarak bağımsız bir kuruluş haline geldi. Ülkede kültürel faaliyetleri yakından takip edenler artık farklı bir gelecek tahayyül edebiliyordu. Nitekim takip eden üç yıl içinde kültürel alanlarda önemli atılımlar yapıldı.  
Artık karamsarlığın yerini iyimserlik alabilirdi. Çünkü Suudi Arabistan’ın yeni kültür bakanlığı, Arap ülkelerindeki muadillerinden farklı olarak, aydınların arzu ettiğinden daha olumlu bir vizyon taşımaktaydı. Kültür bakanlığı, bölgedeki ve Arap ülkelerindeki benzerlerinden farklı bir örgütlenmeye gitmişti. Bu örgütlenmenin şekillenmesinde UNESCO aktif rol aldı. Bakanlık süreç içinde faaliyetlerini çeşitli kültürel sektörleri kapsayan 11 başlık altında organize etti. Bu başlıklar altında edebiyat, çeviri, tiyatro, müzik ve resim sanatlarının yanı sıra moda ve yemek pişirme gibi aşina olunmayan kültürel üretim alanları da kendisine yer buldu. Bakanlık nezdinde 16 komisyon oluşturuldu. Dikkat çekici husus ise, bu komisyonların bürokratik ataletten uzak olarak tamamen bağımsız bir şekilde yönetilmeleridir. Bahsi geçen komisyonların yönetim kurulları ve icra komiteleri, kültür aracılığı yapan dernekleri denetlemekte ve desteklemektedir.  Kültürel bir etkinlik yapmak, konferans veya sempozyum düzenlemek isteyenlerin, bakanlık destekli bir dernekle anlaşması gerekiyor. Kitap telif etmek veya yabancı dildeki bir eserin çevirisini yapmak isteyenlerin ise bir yayınevi ile anlaşmaları yeterli oluyor. Komisyonların doğrudan değil de bağımsız dernekler aracılığıyla vatandaşla muhatap olması nedeniyle, bürokratik zorluklar ve idari yolsuzlukların önüne geçilmesi hedefleniyor.  

Bütün bunlar gülümseten olumlu gelişmelerdir. İşlerin gidişatını yakından takip eden biri olarak bu pozitif yargılarda bulunabiliyorum. Sayın kültür bakanının başkanlığını yaptığı, edebiyat ve tercüme komisyonunun içinde yer almaktayım. Kadın çalışanların da yoğunlukta olduğu bu komisyonun çalışma ortamı, daha önce devlet kurumlarında alışık olmadığımız kadar rahat ve özgürlükçü.   
Ancak, bilindiği üzere kültür, ne kadar çeşitli ve gelişmiş olsa da kurumlar tarafından üretilemez. Kurumlar kültürel üretimi teşvik eder ya da sekteye uğratır fakat kültürün üretimini üstlenemez. İster edebiyat olsun ister felsefe veya sanat, tekil ya da çoğul olarak bireyler tarafından üretilir. Kral Abdülaziz tarafından kurulduğu ilk yıllardan itibaren ülkemizin kültürel birikimi, bireysel çabalarla oluşmuştur.  
Sayın Veliaht Prens Muhammed bin Selman liderliğindeki 2030 vizyonunu kültürel alanda yakalayabilmemiz için, kültür üreticisi bireylere uygun koşulların sağlanması bir zorunluluktur. Kültür bakanlığının artan ve çeşitlenen maddi manevi destekleri, bu yolda güçlü bir şekilde ilerlediğimizin güçlü bir göstergesidir. Ancak bu eğilimin sürdürülebilir olması için dikkat edilmesi gereken hususlar var: 
Birincisi: kültürün, entelektüel ve yaratıcı bir doruk noktası olarak görülmesidir. Doruk noktası derken, insanın kültürel faaliyeti ile kendisini gerçekleştirebileceği en üst sınırlara ulaşabilmesini kastediyoruz. Popülizmin cazibesine kapılmadan, üretici ve alıcıları tatmin etmek için nitelikten ödün verilmemesi gerekir. Bunun elitist, üstenci bir yaklaşım olduğunu ve kültürün geniş kitlelere yayılmasına mâni olacağını iddia edenler olabilir.  Ancak niteliğin niceliğe feda edilmesi, kültürel seviyenin ve kalitenin düşmesiyle sonuçlanacaktır. Asıl hedeflenmesi gereken, kitlelerin seviyesinin yukarıya çekilmesi olmalıdır.  Kültürün en yüksek ürünlerinden biri olan felsefe, kimileri için hayata dair basit fikirlere dönüşebilir veya insan hayatındaki en önemli konuların tartışılarak, sorunlarına çözüm bulunmasına katkı sağlayabilir. Tabi ki yüksek standartlar dayatılamaz, bununla birlikte olumlu yönlendirmeler ve hatırlatmaların yapılması gerekir.   
İkincisi: Kültürel üretimin aracı olan Arap diline azami özenin gösterilmesidir. Arapçanın kültürel üretimdeki temel rolü teşvik edilmelidir. Başta eğitim alanında iyileştirmeler olmak üzere, akademi, medya ve ticari alanlarda Arapça dilinin doğru kullanımı yaygınlaştırılmalıdır. Özellikle ticaret alanlarında İngilizcenin Arapçanın yerini almaya başladığı görülüyor. Gençlerin kullandığı dil itibariyle Arapçalarının geliştirilmesi için gerekli adımların atılması zorunludur. Arapça, kültürümüzün geleceğidir, çünkü sahip olduğumuz kültür Arap kültürüdür.   
Üçüncüsü: İfade ve üretim özgürlüğü alanlarının genişletilmesidir. Toplumsal baskı ve muhafazakâr yaklaşım, üretilenlerin kalitesini olumsuz etkiler. Geçmişte, bu korkular ve hassasiyetler nedeniyle, nice kültürel içerik üreticisi yurt dışında yaşamak zorunda kalmıştır. Çok şükür bu yönde olumlu değişikliklerin olduğuna dair birçok işaret var, ancak Suudi Arabistan’ı, kendi çocuklarının ürettikleri için bir merkez haline dönüştürebilmemiz için daha fazla çaba sarf etmeliyiz.  
Dördüncüsü: Kültürün, geniş anlamıyla bir milli servet olduğunun bilincinde olmalıyız.  Veliaht Prens, Cidde şehrinde Suudi aydınlarla yaptığı ilk görüşmede, bu hususu vurgulamıştı. Suudi Arabistan’ın Arap, Müslüman ve dünya düzeyindeki entelektüeller için bir cazibe merkezi olması için bireysel ve toplu olarak daha fazla çaba sarf etmemiz gerekir. Bunun için de ülkemizde kitap dağıtımı, konferans ve festivallerin düzenlenmesi için mevcut prosedürlerin kolaylaştırılması lazımdır. Yakın zamanda ülkemizde geniş katılımlı Arapça kitap fuarının düzenlenmesi ile felsefe ve çeviri alanlarında iki önemli konferansın yapılmış olması, sürdürülmesi gereken doğru yolda atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir.  
Beşincisi: Kültürel faaliyette tarihsel olarak önemli bir yeri olan, edebiyat kulüplerinin ve kültür sanat derneklerinin verimliliğinin arttırılması için girişimlerde bulunulmasıdır. Bu kültürel tarihi mirasa yeterli özeni göstermeliyiz.  
 Altıncısı: Akademik ve araştırma kurumlarının, kültürel üretime daha fazla katkıda bulunmaya teşvik edilmesidir. Akademi yaygın olduğu üzere halktan uzak olmamalı, halkla daha fazla etkileşim kurmalıdır. Üniversiteler, yirminci yüzyılın başlangıcından bu yana Arap kalkınmasında önemli roller üstlenmiştir. Suudi Arabistan’ın kültürel tarihinde de üniversitelerin önemli bir yeri olmuştur. Ancak son yıllarda bu rolün azaldığına dair emareler bulunmakta. Üniversitelerin aktif katılımı olmadan gerçek nitelikli bir kültürel canlanma tasavvur edilemez. Zira üniversiteler, aydınlanma, gelişim ve bilinçlenme için en önemli merkezlerdir.  
 Bana göre, ülkemizde kültürel atılım gerçekleşmesi için dikkate alınması gereken hususlar bunlardır. Bu alanlarda şimdiye değin atılmış önemli adımlara ek olarak, bu hususlara da odaklanılırsa yüksek kültür seviyelerine çıkmamız kaçınılmazdır.


Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.