The Irishman'ın yönetmeni Scorsese Şarku'l Avsat'a konuştu: İster yönetmen ister izleyici olun film hayatınıza bir şekilde yansıyor

Robert De Niro, Martin Scorsese ve Al Pacino
Robert De Niro, Martin Scorsese ve Al Pacino
TT

The Irishman'ın yönetmeni Scorsese Şarku'l Avsat'a konuştu: İster yönetmen ister izleyici olun film hayatınıza bir şekilde yansıyor

Robert De Niro, Martin Scorsese ve Al Pacino
Robert De Niro, Martin Scorsese ve Al Pacino

Cannes film festivalinin ardından Quentin Tarantino imzalı ‘Bir Zamanlar Hollywood’da’ (Once Upon a Time in Hollywood) filminin yılın yapımı olacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Sinema dünyasının en büyük uluslararası film festivali olan Cannes, büyük bir prömiyere tanıklık etmişti. Geniş bir kelime dağarcığıyla yazılan senaryosu ve heyecan verici hikâyeleriyle dikkatleri üzerine çeken filmin belki de en önemli özelliği Hollywood’dan bahsetmesiydi.
Ancak sadece birkaç ay sonra getirdiği büyük sesi yavaş yavaş kaybetmeye başlayan Bir Zamanlar Hollywood’da, ‘İrlandalı’ (The Irishman) filminin New York, Londra, Kahire gibi başkentlerin ev sahipliği yaptığı film festivallerinde, sinema salonlarında ve internet üzerinden gösterime girmesiyle popülaritesini neredeyse tamamen yitirdi.
Yönetmeni Martin Scorsese ile film hakkında yaptığımız bu röportaj, İrlandalı filmiyle ilgili çeşitli eleştirileri sonlandırmasa da filmin önümüzdeki dönemde sinema alanındaki tüm ödül törenlerine damgasını vuracağını ortaya koydu.
Burada filmin senaryosu, oyuncuları, yönetmeni, çekim teknikleri, yenilikçi tasarımları ve diğer yarışması beklenen alanlarla ilgili konuşulacak çok konu var. Çünkü aldığı tüm övgüleri hak eden bir çalışma. Çünkü hayatının 59 yılını sinemaya vermiş 76 yaşındaki yönetmeninin tüm hayatını ortaya koyarak yaptığı bir film. Çünkü böyle bir deneyime bugün Francis Ford Coppola, Clint Eastwood, Woody Allen ve Brian De Palma gibi çok az kişi erişebildi.
Usta yönetmen Şarku’l Avsat’a verdiği röportajda, bu projenin arka planında saklı kalanları açığa çıkarırken, filmi dünyanın dört bir yanında sinema salonlarına dağıtmayacak bir şirketle çalışmayı nasıl kabul ettiğinden ve bu yeni deneyimden ne gibi ve nasıl bir fayda sağladığından bahsetti. Çete filmlerindeki kişisel deneyimini de anlatacak olan Scorsese, kendisini ve filmin aktörlerini bir araya getiren ‘nostaljiden’ de bahsedecek.
İşte ünlü yönetmen Martin Scorsese ile gerçekleştirilen röportajın tamamı;
- Sürekli sizin tek tutkunuzun tıpkı diğer çalışmalarınızda da olduğu gibi dünyanın dört bir yanındaki sinema salonlarında beyaz perdeye yansıtılacak filmler yapmak olduğu söylendi. Netflix gibi doğrudan evdeki izleyiciye ulaşan bir şirket ile işbirliği yapmak bu tutkuyu nasıl sınırladı?

Bu önemli bir soru. O yüzden bu soruyu cevaplarken sizi hızlıca bir geçmişe götürmeliyim. Kariyerimin önceki yıllarında da söylediğim gibi ister ABD’de ister dünyanın herhangi bir yerinde olsun, benim ya da başkalarının yaptığı filmlerin sinema salonlarındaki büyük perdelerde gösterilmesi gerektiğine inandım. Bana göre bu, tüm yapımlar için doğru ve yeri doldurulamaz bir tercih. Son birkaç yıldır Robert De Niro ile tekrar çalışma fırsatı yakalamaya çalıştım. Ara sıra neyle meşgul olduğunu öğrenmek için iletişime geçiyordum. O da bana ne üzerinde çalıştığımı soruyordu. Tekrar birlikte çalışmayı dört gözle bekliyorduk.
- En son 1995 yılında, ‘Casino’ filminde bir araya gelmiştiniz…
(Gülerek) Evet, çok şeyin yaşandığı uzun bir süreç oldu. Charles Brandt’ın kaleme aldığı ‘I Heard You Paint Houses’ (Evleri boyadığını duydum) romanını okuduğunu biliyordum. Bana telefon etti. Çok heyecanlıydı. Sonra bir araya geldik, daha da heyecanlandık. De Niro'nun kitapla ilgili görüşlerini duyduğumda onunla tekrar birlikte çalışma fırsatı yakaladığımı anladım ve ikimiz için de doğru işi bulduğumu hissettim. Senarist Steven Zaillian aradım ve ona genel tabloyu anlattım. Fakat bu olduğunda yıl 2009’du.
- Neden bu kadar gecikti?
Hepimizin ayrı ayrı ailevi sorunları ve iş bağlantıları vardı. Hem Robert hem de benim kesinlikle bitirmek zorunda olduğumuz projelerimiz vardı.
- Bazı gazeteler ve internet siteleri, ‘dijital gençleştirme’ (de-age) teknolojisini iyi bir çözüm olmadığı gerekçesiyle eleştiriyor. Bu eleştirilere katılıyor musunuz?
Hayır, 2010-2011 yılları arasında şimdi olduğu gibi dijital gençleştirme imkânı yoktu. O dönem, belirli açılardan çekim yaparak ve plastik maske sanatçılarının yardımıyla bunun üstesinden gelebileceğimizi düşündüm. Ancak bu bir yere kadar mümkündü. Fakat zaman geçti ve bu fırsatı da kaçırdık. 2016 yılında Silence (Sessizlik) filmi çekimleri sırasında görsel efekt yönetmeni Pablo Helman’dan Al Pacino, Robert De Niro ve Joe Pesci’nin gençlik yıllarındaki yüzlerini ekrana yansıtabilmenin bir yolunu bulmasını istedim.
- Al Pacino, Robert De Niro ve Joe Pesci’nin gençliğine benzeyen sanatçılarla bunu yapma gibi başka bir seçeneğiniz yok muydu?
İsteseydim olurdu, fakat doğru çözüm değildi. Yaptığımız şey bulabileceğimiz en iyi çözümdü. Belki biliyorsunuzdur, de-age teknolojisi, biz filmi çekerken sürekli geliştiriliyordu. Bu teknolojiyle ilgili gelişmeleri öğrendiğimizde yeniden çektiğimiz birçok sahne oldu.
- Hollywood’daki bir şirketin sizinle anlaşma yapmaya çok yaklaştıktan sonra film Netflix’e nasıl gitti?
Birkaç tarafla görüşmelere başladık. Açıkçası, projenin ilk yıllarında bile herhangi bir heyecan yoktu. İletişim ve girişimlerle çok zaman harcandı. Ancak sonunda bütçenin projenin önünde engel teşkil ettiğini gördük. Film şirketleri, bahsi geçen üç aktörle olsun veya olmasın projenin başarılı olabileceğinden şüpheliydiler. Netflix sürpriz bir şekilde projeyi destekleyeceği haberini gönderdi.
- Bu arada Netflix’in şartları nelerdi?
Netflix koşulsuz bir şekilde projeyi desteklerken diğer şirketler için engel olan bütçeyi de kabul etti ve bana tam bir özgürlük verdi. Kabul etmeden önce 75 yaşında olduğumu, senaryonun hazır olduğunu ve filmde çalışırken bazı boşlukları doldurmak için değişiklik yapma imkanına sahip olduğumu göz önünde bulundurup düşündüm.
- Bu, yaratıcı özgürlüğünüz karşılığında filmin finanse edilmesi gibi bir çeşit alışverişti, öyle değil mi?
Doğru. Netflix, film internette yayınlanmadan önce birkaç hafta sinemalarda göstermeme izin verdi. Bence bu adil bir alışverişti. Bu arada, Netflix ile çalışmak mükemmeldi. Onunla çalışmaktan keyif aldım. Sinemaya başladığımdan bu yana hiçbir geleneksel şirketle çalışırken bu kadar özgür olmamıştım.
- Filmlerinizin sinema salonlarında yayınlanması açısından farklı fırsatlar yakaladınız. Ancak her zaman şanslı değildiniz.
Kesinlikle. Bu benim de aklıma geldi. Netflix, filmi ABD ve dünyanın farklı ülkelerindeki sinema salonlarda gösterecek. Ancak dediğin gibi beyaz perdede yayınlanması için yaptığım bazı filmler, bir haftayı geçmeden gösterimden kaldırıldı. Örneğin 39 yıl önce yaptığım ‘Alice Artık Burada Oturmuyor’ (Alice Doesn't Live Here Anymore) filmi sadece Oscar ödüllerine aday olmak için sinemalarda bir haftalığına gösterildi. (Gülerek) Bir haftanın ardından yerini ‘Komedi Kralı’ (King of Comedy) filmine bıraktı. Her ortamın kendi yöntemi ve formatı olduğunu düşünürüm. Demek istediğim, filmi istediğim gibi yapabilmem Netflix ile çalışmanın avantajlarından biriydi.
- Nasıl yani?
Filminizi bir film şirketi için çektiğinizde, zaman çizelgesi gibi aşılamayacak bir takım sınırlamalara tabi olursunuz. Bildiğiniz gibi bir film genellikle 2 ila 2,5 buçuk saat sürer. Bu iyi, fakat buna uyum sağlamalısınız. Netflix ile çalışmak ise size çalışma süresi açısından daha fazla özgürlük sağlıyor. İlk durumda, filmi kabul edilebilir sürede tutmak için çektiğiniz bazı sahneleri silmeniz gerekiyor. Ancak ikinci durumda iyi bir senaryonuz ve yeterli malzemeniz varsa böyle bir şeye ihtiyaç kalmıyor.
İçinde yaşadığımız dünya
- Günümüz teknolojisiyle aranız nasıl? Yenilikleri takip ediyor musunuz?
Oldukça az. Bugün iyi olmadığım birçok film çekme yöntemi var. Sen ve ben bu devrin dışında kaldık. İPhone’larla film çekiyorlar. (Gülerek) Bu konuda hiçte iyi değilim. Bir klavye tuşuna basıp bir duvarı çökertebiliyorlar. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama oluyor. Bize göre sinema bu değil, fakat gelecek günlerde muhtemelen olacak.
- Son zamanlarda ortaya çıkan film serilerinin sinema olmadığını söylerken bunu mu kastettiniz?
Bir dereceye kadar. Elbette birçok izleyici ve yapımcı için bu sinema olabilir, ama benim için ona izleyecek kadar vakit ayırmaktan fazlasını gerektirmiyor.
- Günümüzle sinemanın ilk hayal kaynağı olduğu 40 yıl öncesi arasında ne gibi değişiklikler oldu?
Yetenek konusunda değişiklikler oldu. Bugün birçok yönetmen yetenekli değil. Yeteneğe ihtiyaç var. Sinemayı yaratıcılığı ifade etmenin bir yolu olarak kullanmaları gerekiyor. Genç yönetmenler anlatının ve görselliği ifade etmenin en iyi yolunu aramalılar. Bunu öğrendikten sonra benimsemeleri gerekiyor. Sadece motivasyon ya da sinemada olmayı istemek yetmez. Yetenekli ve yaratıcı dürtüleri olan bir yönetmen iyi filmler yapmadıkça yemek yiyemez, uyuyamaz veya normal bir hayat sürdüremez. Bilmek istediği her şeyi öğrenebilir. İyi bir öğrenci olabilir. Ama eğer yetenek ve yaratıcılık yoksa sınırlı ve belki de eksik bir başarıya ulaşabilir. İhtiyacı olan şey bundan sonra değerini kanıtlamak için elinden gelenin en iyisini yapmaktır... Ama dürüst olalım, yetenekli olmalarına rağmen kaç yazar, ressam veya müzisyen başarısız oldu... Film yönetmenliğinde de durum farklı değildir. Bazen yetenekli olmanıza rağmen başarısız olabilirsiniz.
- Bugün içinde yaşadığımız dünya için endişeli misiniz?
Ben siyasetçi değilim. En son kendime baktığımda, hala bir insan olduğumu fark ettim. Üç kızım, bir torunum var ve geride bıraktığımız dünya için endişeleniyorum. Bugün yaşadıklarımızın birçoğuna ilişkin uyarılarda bulunan bazı filmlere bakıyorum ve şu soruyu soruyorum; “Mevcut durumu nasıl ifade edebilir ve insanları uyarabiliriz? Bugün merhamet yoksunluğundan kaynaklı adalet kıtlığı çekiyoruz. Sosyal eşitsizlik var. Bazı şeylere sahip olanlar ve olmayanlar var. Bazılarının diğerine karşı saygı eksikliği var. Tüm bunların sonunda ortaya sorunlu bir dünya çıkıyor. Başka kültürlere saygı yok. İnsanlar karşısındakine savaş açmadan önce onu tanımak zorundalar. Belki bu sayede başkalarıyla daha iyi iletişim kurabilirler.
- Siz en kültürlü görüntü yönetmenisiniz ve her zaman ABD dışındaki sinemalarla ilgili konuşuyorsunuz. Bu ilginiz ne zaman başladı?
Bu ilgim çok genç yaşlarda başladı. 1960'lar, sinemaya sadece bizim sahip olmadığımız yıllardı. Hint ve Japon filmlerini izlediğimde merak ile bu merakın peşinden gitmenin farklı şeyler olduğunu anladım. Kültürlerin farkına vardım. Onlar gibi olmak zorunda olduğunuzu söylemiyorum, ama onları anlamak zorundasınız.
- Bugün birkaç saniye içinde başkalarıyla iletişim kurabiliyor olmamız garip bir şey. Fakat 1950’lerde dış dünyaya kapalıydık.
Kesinlikle doğru.
Suikastlar
- Röportajın geri kalanında İrlandalı filminin prodüksiyon yönüyle değil, daha çok hikayesiyle ilgili merak edilenleri soracağım. Daha önce de gangster filmleri yönettiniz. Ama İrlandalı filmi farklı. Goodfellas (Sıkı Dostlar) filminde olduğu gibi olumlu ‘portreler’ yansıtmıyor.

Bu çok iyi bir soru. Özellikle Casino filminin ardından kendime yeni bir yol seçmenin zamanının geldiğini, ‘gerçek gücü’ beyaz perdeye aktarabilmem gerektiğini düşündüm. Çünkü gerçek güç, karanlık ve sessizdir. Onlar tarihin karanlık güçleridir. Kimin güç sahibi olduğunu göremezsiniz. Gerçekten John F. Kennedy’e kimin suikast düzenlediğini bilmiyoruz. Bobby’den (Robert Kennedy) Martin Luther King'e bu suikastları kimin düzenlediğini bilmiyoruz. Bilsek bir şey fark eder mi? onu da bilmiyoruz. Bu bilgiler ulaşabileceğimizin çok ötesinde. Küçükken mahallemizdeki insanların bu olanlara verdiği tepkilere şahit oldum. Aralarında bir panik yaşandığını biliyordum. Bazı durumlarda saygı duyup yolunuza devam edebilirsiniz. Fakat onlar işlerine geri dönemediler. Bu yüzden tamda bu noktada konuyu daha derinlemesine araştırmaya karar verdim. İki veya üç erkeğin bir bar, restoran veya araba etrafında toplanması derin bir boşluktur. Ne yapmak istediklerini anlatmaya gerek yok. Bunu onlara bakarak anlayabilirsiniz.
- Yine de İrlandalı filminde zamana ve karakterlere karşı bir ‘nostalji’ yaşadığınızı hissediyorum...
Evet, buna katılıyorum. Nostalji bazen yapaydır. Ama benim nostaljiyle yetiştirilme tarzım ve Al (Pacino), Bob  (De Niro) ve Joe (Pesci) aracılığıyla bir ilişkim var.
- Jimmy Hoffa, kitaba ve filme göre mafyanın gazabına uğradı. Onu kimin ve neden öldürdüğü soruları onlarca yıldır soruluyor. Fakat filmin bu soruları sormuyor, aksine doğrudan cevabını veriyor.
Karşılıklı diyaloglarda bir takım işaretler vardı. Ancak Jimmy Hoffa mafyayı hafife aldı. Onları doğru şekilde okuyamadı. Kimse onları hafife alamazdı. Eğer yollarına çıkarsan seni ortadan kaldırırlardı. Kendini tamamen Julius Sezar’ın yerine koymuştu. Evlatlık oğlu Brutus da aynısını yapmak zorundaydı.
- Film ne kadar tehlikeli olursa karakterlerin gerçekçiliği de o kadar artıyor.
Kesinlikle doğru. Çember daraldı ve başka bir şey yapmama gerek kalmadı.
- Neden görüntü yönetmeni olarak Rodrigo Prieto'yu seçtiniz?
(Gülerek) Çünkü o iyi bir insan. Eğlenceli ve iyi bir kamera gözü var. Onunla birçok kez çalıştım. Çalışırken eksik noktaları bulup bunlara yoğunlaştığını gördüm. Bana hiç ‘bunu yapamıyorum’ demedi. Talep edilenin karşılığını vermeye çalışıyor. Yaptığı işe özgürce ve ince dokunuşlarla şiirsel bir hava kattığını düşünüyorum. Kamera hareketleri ve ışık açısından muazzam bir göze sahip.
- Daha önce bana Joe Pesci, Al Pacino ve Robert De Niro arasındaki bir ‘kimyadan’ bahsetmiştin. Onları nasıl yönetiyorsun? Rollerini canlandırırken özgürler mi?
Canlandırdıkları hikayenin doğası onları özgür olmaya zorluyor. Ayrıca bunu canlandırdıkları karakterler belirliyor. Bu dünyanın olayların yaşandığı bir yer olduğunun farkındalar.
- Fakat illa ki bir yerde müdahale edilmesi gerekiyordur. Mesela nerelerde?
Çekeceğimiz sahnenin yerini öğrendiğimizde o sahnenin nereye gideceğini ve bir sonraki sahneye nasıl bağlanacağını da öğreniyoruz. Bu bir haritayı masanın üzerine açmak gibi. Her nokta bir başka yola açılıyor. Haritayı bir kez açtığımızda kendilerini rahat hissetmelerini ve rollerine bürünmeden önce sadece özümsemelerini bekliyorum.
- Film iyi bir çıkış yakaladı. Çok az insanın filmi hikayesindeki kısıtlı bilgilerle çekmeyi başarabileceğini düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
Bence her yönetmenin kendine özgü bir perspektifi var. Bu perspektif, tecrübe birikimine, hayatınızdaki ve çevrenizdekilerin yaşamlarında meydana gelen değişikliklere göre bir yönetmenden diğerine değişiklik gösteriyor. İster yönetmen ister izleyici olun film hayatınıza bir şekilde yansıyor.



Adolescence'ı sevenlerin izlemesi gereken 10 dizi

 Adolescence, 7-13 Nisan haftasında 9,7 milyon izlenme alarak İngilizce diziler arasında tüm zamanların en çok izlenen üçüncü yapımı oldu (Netflix)
Adolescence, 7-13 Nisan haftasında 9,7 milyon izlenme alarak İngilizce diziler arasında tüm zamanların en çok izlenen üçüncü yapımı oldu (Netflix)
TT

Adolescence'ı sevenlerin izlemesi gereken 10 dizi

 Adolescence, 7-13 Nisan haftasında 9,7 milyon izlenme alarak İngilizce diziler arasında tüm zamanların en çok izlenen üçüncü yapımı oldu (Netflix)
Adolescence, 7-13 Nisan haftasında 9,7 milyon izlenme alarak İngilizce diziler arasında tüm zamanların en çok izlenen üçüncü yapımı oldu (Netflix)

Britanya yapımı Adolescence, şu sıralar herkesin dilinde. Dizinin bu kadar büyük bir başarıya ulaşmasının birçok nedeni var: Toksik erkeklik ve sorunlu aile ilişkileri gibi konulara cesurca yaklaşması, Stephen Graham'la Erin Doherty gibi oyuncuların olağanüstü performansları ve her bölümde kullanılan tek plan çekim tekniğiyle izleyiciyi adeta hipnotize etmesi bunlardan sadece birkaçı. Ama aslında dizinin cazibesi sadece bunlarla sınırlı değil. Adolescence, gerçekten de televizyon tarihinde eşine az rastlanır türden bir iş olduğu için bu kadar sevildi. 

Bu yazıya denk geldiyseniz büyük ihtimalle Adolescence'ı çoktan izlemişsinizdir. Yine de bilmeyenler için özetleyelim: Dizi, 13 yaşındaki Jamie Miller'ın okuldan bir arkadaşını öldürmekle suçlanarak gözaltına alınmasıyla başlıyor. 4 bölüm boyunca bu olayın okuldaki, dedektiflerdeki ve en çok da ailesindeki yansımalarını izliyoruz. Jamie'nin babasını canlandıran Graham, aynı zamanda dizinin ortak yaratıcılarından biri.

Birleşik Krallık'ın dünyaya sunduğu en harika oyuncularından Graham'ın adını oyuncu kadrosunda görmek bile dizinin güçlü bir drama olduğunu garanti eder gibi. Adolescence'ın diğer yaratıcısı Jack Thorne da bir o kadar tecrübeli ve başarılı bir yazar. İkilinin birlikte ortaya koyduğı iş gerçekten etkileyici.

2025'e şimdiden damga vuran Adolescence, gençliğin kırılganlığını, aile içi gerilimi ve adalet sisteminin sert yüzünü sadece 4 bölümde çarpıcı biçimde ortaya koydu. Eğer Jamie'nin hikayesi sizde derin bir iz bıraktıysa ve aynı yoğunlukta dramalar arıyorsanız, bu liste tam size göre. Hazırsanız karanlığın kalbine doğru bir yolculuğa çıkalım...

Criminal: Birleşik Krallık (Netflix / 2019)

Criminal: Birleşik Krallık (Criminal: UK), yalnızca bir sorgu odasında geçmesine rağmen seyirciyi koltuğuna çivileyen, minimalist yapısıyla gerilimi iliklere kadar hissettiren etkileyici bir dizi. 4 duvar, bir masa ve iki taraf... Dedektiflerle şüpheliler arasındaki psikolojik savaş, her bölümde farklı bir hikaye üzerinden ilerliyor. Bu sade atmosfer izleyiciyi, en küçük jesti, bakışı ya da sessizliği bile dikkatle izlemeye zorluyor. Gerilim, alışıldık aksiyon kalıplarından çok uzak; burada tansiyonu yükselten şey, insan davranışlarının belirsizliği ve sözcüklerin altındaki anlamlar.

frgtyu7ı
Sadece dört duvar, ama yüreğe işleyen bir gerilim (Netflix)

Criminal: Birleşik Krallık de Adolescence gibi suçu aydınlatmaktan çok, gerçeğin ne kadar belirsiz ve kırılgan olabileceğini gösteriyor. David Tennant, Kit Harington ve Hayley Atwell gibi oyuncular, oynadıkları karakterlere öyle bir derinlik katıyor ki, suçluyla empati kurmakla ondan tiksinmek arasında gidip geliyorsunuz. Dizi, sadece bir suçun çözümünü değil, aynı zamanda adaletin, inancın ve manipülasyonun sınırlarını sorgulatıyor. Tek mekana rağmen özenle çekilmiş her bölüm, tiyatral bir yoğunluk taşıyor. İzleyiciye nefes alacak alan bırakmayan bu yapım, aynı zamanda dedektifler arasındaki kişisel çatışmaları da ustalıkla işliyor.

Görkemli setler ya da karmaşık kurgular olmadan da güçlü bir anlatı kurulabileceğini kanıtlayan Criminal: Birleşik Krallık için zihin açıcı demek yanlış olmaz. Gerçekle yalanın birbirine karıştığı bu sorgu odasında, her saniye gerçeğe biraz daha yaklaşıyor ama asla tam emin olamıyorsunuz. 

Polisiye tutkunları ve karakter odaklı psikolojik dramaları sevenler için kaçırılmaması gereken bir deneyim.

Glue (2014)

Glue, gençlik dramasını bir suç öyküsüyle harmanlayarak sıradan görünen hayatların altındaki karanlığı gözler önüne seriyor. Adolescence gibi Glue da pastoral ya da sıradan mekanların, aslında ne kadar çürümüş sırlarla dolu olabileceğini çarpıcı biçimde anlatıyor. 

rfgt
Glue'nun senaryosu, Adolescence’ın yaratıcılarından Jack Thorne’un imzasını taşıyor (Channel 4)

Glue'da Britanya taşrasının dinginliği, bir gencin ölümüyle paramparça olurken Adolescence, banliyö konforunun ardına gizlenmiş derin bir psikolojik çöküşü işliyor. Bu dizilerde gençlik neşeyle değil, bastırılmış travmalar, kayıplar ve suskunluklarla resmediliyor. İki yapımda da ana karakterlerin etrafındaki arkadaşlık ilişkileri, güvenle değil şüpheyle örülmüş. Suç, sıradan hayatların tam ortasına sızıyor ve izleyiciyi "Gerçek kötülük nerede saklı?" sorusuyla baş başa bırakıyor. 

Adolescence'ın ortak yazarı Jack Thorne'un Glue'da yaratmayı başardığı tedirgin edici atmosfer, Adolescence'taki psikolojik gerilimle epey benzeşiyor. Sonuç olarak her iki dizi de gençliğin kırılgan yüzünü aydınlatırken, izleyicisini boğazında bir yumru ve midesinde bir yumrukla başbaşa bırakıyor.

Ölmek İçin On Üç Sebep (Netflix / 2017-2020)

Netflix'in gençlik dizileri arasında çığır açan yapımlarından biri olan Ölmek İçin On Üç Sebep (13 Reasons Why), tabu kabul edilen konuları doğrudan ve sert bir dille ele alarak izleyiciyi sarsmayı başarmıştı. Ergenlik, akran zorbalığı, intihar ve cinsel istismar gibi ağır temaları merkezine alan dizi, gençliğin karanlık yüzünü tüm çıplaklığıyla sunarken aynı zamanda toplumsal sorumluluğa da ayna tutmuştu. 

rftghy
Ölmek İçin On Üç Sebep, liseli Hannah Baker’ın intiharının ardından geride bıraktığı kasetlerle, onu bu karara sürükleyen olayları masaya yatırıyor (Netflix)

Ölmek İçin On Üç Sebep de Adolescence gibi lise çağındaki karakterlerin içsel çatışmalarını, çevreleriyle olan çetrefilli ilişkilerini ve travmanın izlerini derinlemesine işliyor. Ölmek İçin On Üç Sebep, anlatısını bir intiharın ardından geriye kalan kasetlerle su yüzüne çıkan sırlar aracılığıyla kuruyor. Her iki yapımın da güçlü oyunculukları, karanlık atmosferi ve duygusal yoğunluğu, izleyici üzerinde kalıcı bir etki bırakıyor. Ölmek İçin On Üç Sebep nasıl bir dönemin sesi olduysa, Adolescence da bugünün gençliğinin ruhsal labirentlerine ışık tutan yeni nesil bir ağıt olarak öne çıkıyor.

Defending Jacob (Apple TV+ / 2020)

Defending Jacob tıpkı Adolescence gibi, bir çocuğun cinayetle suçlanmasının ardından ailesinin içine düştüğü psikolojik çöküşü ve adalet sistemiyle mücadelesini merkeze alan çarpıcı bir drama. William Landay'in aynı adlı romanından uyarlanan dizi, Chris Evans ve Michelle Dockery'nin güçlü oyunculuklarıyla duygusal yükünü başarıyla taşırken, izleyiciyi sürekli şu soruyla baş başa bırakıyor: Gerçekten yaptı mı?

rt5t6y
Defending Jacob'da saygın bir savcının oğlu cinayetle suçlanınca ailesi parçalanma noktasına geliyor  (Apple TV)

Her bölüm, gerilimi katman katman inşa ederken, ailenin yaşadığı vicdan hesaplaşmalarını ve parçalanma sürecini gözler önüne seriyor.

Adolescence gibi Defending Jacob da adaletin arka yüzünü, şüpheyle sarsılan ebeveynliğin sınırlarını ve toplumun önyargılarını ustalıkla işliyor. Defending Jacob, sadece bir suç draması değil, aynı zamanda bir ailenin dağılma eşiğindeki hikayesi. Dava sürecini ağır adımlarla işleyen dizinin temposu zaman zaman düşse de bu yavaşlık, atmosferin karanlığına katkı sağlıyor. 2020'de pandeminin gölgesinde yayına girdiği için fazla dikkat çekmemiş ve gümbürtüye gitmiş olabilir ama Adolescence sonrası aynı hissiyatı sürdürmek isteyenler için Defending Jacob, kesinlikle izlenmeye değer.

Unbelievable (Netflix / 2019)

Unbelievable, son yılların en sarsıcı ve etkileyici suç dizilerinden biri olarak öne çıkıyor. Üstelik de Adolescence'ın aksine gerçek olaylara dayanıyor. Netflix yapımı dizi, yalnız bırakılmış bir mağdurun sessiz çığlığını ve adalet sisteminin acımasız yüzünü gözler önüne seriyor. Kaitlyn Dever, Toni Collette ve Merritt Wever'ın olağanüstü oyunculukları sayesinde hikaye yürek burkarken, izleyicisi için umut kırıntıları da serpiyor. İlk bölümde seyirciyi neredeyse boğan adaletsizlik duygusu, ilerleyen bölümlerde iki kararlı dedektifin ortaya çıkışıyla yavaş yavaş çözülüyor.

dfgt
Netflix'in gerçek bir hikayeden yola çıkan dizisi Unbelievable, yalan söylemekle suçlanan bir genç kızın ve onu aklayan iki dedektifin adalet arayışını çarpıcı biçimde anlatıyor (Netflix)

Susannah Grant, Ayelet Waldman ve Michael Chabon tarafından yaratılan Unbelievable, sadece bir suç dizisi değil, aynı zamanda kadınların sistematik olarak nasıl görünmez kılındığını anlatan güçlü bir eleştiri. Adaletsizlik, travma ve dayanışma temalarını incelikli bir dille işleyen dizi, izleyicisini hem öfkelendiriyor hem de harekete geçmeye teşvik ediyor. Adolescence'ın bıraktığı derin duygusal izleri taşıyanlar için Unbelievable, izlenmesi gereken bir yapım, unutulmayacak bir olay örgüsü ve ustalıkla anlatılmış bir adalet arayışı...

Mare of Easttown (Bein Connect / 2021)

Son yılların en çarpıcı suç dizilerinden biri olarak adını televizyon tarihine yazdıran Mare of Easttown'u izlemek için tek bir sebep yeterli aslında: Kate Winslet... Oscarlı oyuncunun kariyerinin en iyi performanslarından birini sergilediği dizi, küçük bir kasabada yaşanan cinayeti ve olayın yarattığı sarsıntıyı konu alıyor. 

frtghy5
Kate Winslet’ın muhteşem performansıyla taçlanan bir taşra polisiyesi (HBO)

Winslet'ın canlandırdığı dedektif Mare, tıpkı Adolescence'taki gibi kendi kişisel travmaları ve ailevi sorunlarıyla da yüzleşmek zorunda kalıyor. Dizi, sadece bir suçun çözümünü değil, bir topluluğun yasla, suçla ve utançla nasıl başa çıktığını da derinlemesine işliyor. 

Kadın karakterlerin çok katmanlı temsili ve güçlü oyunculuklar diziyi klasik suç anlatılarının ötesine taşımayı başarıyor. Adolescence toplumsal baskıyı ve aile içi dinamikleri nasıl incelediyse, Mare of Easttown da benzer şekilde bir cinayetin ardındaki toplumsal çözülmeyi gözler önüne seriyor. 

Brad Ingelsby'nin yarattığı dizinin yavaş yavaş örülen temposu, izleyiciyi karakterlerle birlikte düşünmeye ve hissetmeye davet ediyor. Jean Smart ve Evan Peters gibi isimlerin performansları da Mare of Easttown'ın duygusal gücünü artırıyor. 7 bölümlük mini dizi suça değil insana odaklanarak türüne yeni bir soluk getiriyor. Adolescence'ı sevdiyseniz Mare of Easttown'a da aynı tutkuyla bağlanmanız kaçınılmaz.

Broadchurch (Netflix / 2013-2017)

Broadchurch, diziye adını veren küçük kurgusal kasabanın sessizliğini bozan bir çocuk cinayetini merkezine alarak, suçun toplumsal ve duygusal etkilerini derinlemesine inceleyen güçlü bir Britanya polisiyesi. İlk sezonunda iki efsanevi yeteneğin, David Tennant ve Olivia Colman'ın canlandırdığı zıt karakterli dedektifler, Broadchurch kasabasında yaşanan bu trajedinin peşine düşerken seyirciyi de insan doğasının karanlık köşelerine götürüyor. 

sdfgthyu
Broadchurch, küçük bir kasabada bir çocuğun ölümünün ardından sırların ortaya saçıldığı ve herkesin şüpheli haline geldiği çarpıcı bir suç draması (ITV)

Chris Chibnall tarafından yaratılan dizinin sinematografisi, kasabanın pastoral güzelliğini sert gerçeklerle çarpıştırarak suçun yıkıcılığını görsel olarak da hissettiriyor. Tıpkı Adolescence gibi Broadchurch de cinayetin yalnızca failini değil, geride kalanların iç dünyasını da sorguluyor. Her iki yapım da adaletin sınırlarını ve toplumun olaylara verdiği tepkileri etkileyici bir biçimde yansıtıyor. 
Broadchurch, daha geleneksel bir dedektif anlatısına sahip olsa da karakter derinliği ve atmosfer yaratımı açısından Adolescence'la aynı çarpıcılığa ulaşıyor. İlk sezonu, özellikle suç ve travmanın yankılarını izlemeyi sevenler için başlı başına bir deneyim. Kasaba halkının birbirine görünmez bağlarla bağlı oluşu, suçun etkisini daha da kişisel hale getiriyor. Adolescence'ı sevenler için Broadchurch, farklı bir perspektiften ama benzer bir yoğunlukla etkileyici bir alternatif.

The Night Of (Max / 2016)

The Night Of, sıradan bir gencin hayatının bir gecede kabusa dönmesini konu alan çarpıcı bir suç draması. Riz Ahmed'in hayat verdiği Nasir Khan, bir geceyi birlikte geçirdiği genç kadının cesediyle uyanınca kendini cinayet zanlısı olarak buluyor. Tıpkı Adolescence'ta olduğu gibi, suçun faili belli gibi görünse de gerçekler katman katman açılıyor. Dizi, izleyiciyi sürekli Nasir'in suçlu olup olmadığını sorgulamaya iterken, adalet sisteminin aksaklıklarını da gözler önüne seriyor. Polis sorgularındaki psikolojik baskılar, Adolescence'taki benzer sahneler gibi izleyicide tedirgin edici bir gerilim yaratıyor. Hapishane ortamı ve suçun birey üzerindeki dönüşüm etkisi de güçlü şekilde hissediliyor. 

frt5y6
The Night Of, New York’ta işlenen bir cinayet sonrası, genç bir adamın adalet sistemiyle sürükleyici ve karanlık yüzleşmesini konu alıyor (HBO)

The Night Of, atmosferi ve anlatımıyla daha sade görünse de duygusal yoğunluğu ve toplumsal eleştirisiyle iz bırakan bir yapım. Usta aktör John Turturro'nun oynadığı avukat karakteri, umutsuzluğun içinde bir ışık gibi parlıyor. Dizi boyunca artan gerilim, izleyiciyi hem ekran başına kilitliyor hem de kara kara düşündürüyor. Adolescence'ı etkileyici bulanlar için The Night Of, aynı ölçüde sarsıcı ve unutulmaz bir alternatif.

When They See Us (Netflix / 2019)

When They See Us'tan bahsederken, yalnızca bir dizi değil Amerika'nın adalet sistemiyle yüzleşmesi desek yanlış olmaz. Ava DuVernay'nin yazdığı bu çarpıcı mini dizi, 1989'da Central Park'ta yaşanan korkunç bir olay nedeniyle haksız yere suçlanan 5 gencin hikayesini anlatıyor. 

erfty6
1989’da işlenen bir suçla haksız yere ilişkilendirilen gençlerin adalet arayışını konu alan When They See Us, sistematik ırkçılığın ve önyargının acımasız etkilerini gözler önüne seriyor (Netflix)

Gerçek olaylara dayanan yapım, tıpkı Adolescence gibi çocukların suçla ilişkilendirilme biçimini sorgulatıyor. Ancak When They See Us, kurgudan çok daha ağır bir yük taşıyor: Sistematik ırkçılık, medyanın linç gücü ve devletin ihmali. 

Adolescence bireysel bir trajediye odaklanırken, When They See Us toplumsal bir adaletsizlik portresi çiziyor. İki yapım da izleyicisini rahatsız edici sorularla baş başa bırakıyor: 

Suçlu kim? Kurban kim? Ve sistem ne kadar tarafsız?

Jharrel Jerome'un Emmy ödüllü performansı, When They See Us'ı unutulmaz kılan unsurlardan sadece biri. Aynı Adolescence'ın yaptığı gibi, insanın suratında tokat misali patlayan When They See Us, izleyicisini sadece düşündürmekle kalmıyor, epey de öfkelendiriyor. Hazırlıklı olun.

Neredeyse Sıradan Bir Aile (Netflix / 2023)

Adolescence'a epey benzeyen bir diğer yapımsa 2023'te yayımlanan İsveç yapımı Neredeyse Sıradan Bir Aile (En helt vanlig familj). Dizi, dışarıdan bakıldığında son derece sıradan bir yaşam süren Sandell ailesini konu alıyor. Ancak 15 yaşındaki kızlarının bir cinayetin baş şüphelisi haline gelmesiyle aile fertlerinin hayatı altüst oluyor. 6 bölüm boyunca izleyiciler, Sandell ailesinin kızlarını korumak için gerçeği gizlemeyi bile göze alarak verdiği mücadeleye tanık oluyor.

thy6ju
Neredeyse Sıradan Bir Aile, ergen kızlarının cinayetle suçlanmasıyla parçalanma noktasına gelen bir ailenin, sırlar ve inançlar arasında sınanan bağlılığını konu alıyor (Netflix)

Sıradan Bir Aile de Adolescence gibi bir gencin korkunç bir suça karışma ihtimalini ve bunun ardından gelen gerçek arayışını ele alıyor. Sıradan Bir Aile suçu çözmekten çok kızlarını kurtarmaya odaklanan bir aile portresi çizerken Adolescence, daha gerçekçi ve adalet odaklı bir anlatım sunuyor.

İsveç dizisi, Adolescence kadar övgü dolu eleştiriler almasa da akabinde izlenecek yapımlar arasında sıraya eklenebilir.

Independent Türkçe