Lübnan Hizbullah’ının Eski Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli:İran Nasrallah ile Hizbullah içinde askeri darbe yaptı

Lübnan Hizbullah’ının Eski Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli (Getty)
Lübnan Hizbullah’ının Eski Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli (Getty)
TT

Lübnan Hizbullah’ının Eski Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli:İran Nasrallah ile Hizbullah içinde askeri darbe yaptı

Lübnan Hizbullah’ının Eski Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli (Getty)
Lübnan Hizbullah’ının Eski Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli (Getty)

Sevsen Mehanna
 Lübnan’ın en etkin iki Şii partisi Emel Hareketi ve Hizbullah'ın takip ettiği politikayı ve İran’ın Ortadoğu'ya yönelik müdahalesini eleştirel tutumlarıyla tanınan Hizbullah’ının ilk Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli, Süleymani ve Muhendis suikastini değerlendirdi. Tufeyli, “Iraklılar, ABD ve ajanlarını Irak’tan kovmak ve İran da haddini bilmek zorundadır” ifadelerini kullandı.
1991 yılında Şeyh Abbas el-Musavi parti liderliğine geçmeden önce 1989 yılında Hizbullah’ın genel sekterliğine seçilen Şeyh Tufeyli, 1997'deki ‘Açlık Devrimi’ni yöneterek, Lübnan’daki Şiilerin kötüleşen sosyal ve ekonomik durumlarını protesto etmek için hükümete karşı sivil itaatsizlik eylemi başlatmış ve nihayetinde durum, Tufayli’nin Hizbullah’tan ayrılmasına yol açmıştı.
Şarku'l Avsat'ın aktardığı habere göre Independent Arabia muhabiri Sevsen Mehanna eski Hizbullah’ın Genel Sekreteri ile Baalbek'teki evinde bir görüşme gerçekleştirdi.
Şeyh Tufeyli’den Komutan Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ve devrimden yaklaşık 23 yıl sonra koşulların yansımaları hakkında görüşlerini paylaşmasını istedik.
Süleymani Tahran rejimi için büyük kayıp
Şeyh Subhi et-Tufeyli, Süleymani’nin öldürülmesi hakkında “Süleymani’yi şahsen tanımıyorum. Suikast, ABD Başkanı Donald Trump’ın yaklaşmakta olan başkanlık seçimlerinde elini güçlendirmek için yapılmış olabilir. Bir ABD’linin öldürülmesinin bu abartılı yanıtı haklı çıkarmayacağı göz önüne alındığında Süleymani’nin bu zamanda öldürülmesi, Irak’ta gerçekleşen sahnenin bir yansıması değil” değerlendirmesinde bulundu.
Medyada yer alan, suikastın İran’ın bilgisi ve koordinasyonuyla gerçekleştiği iddiaları hakkında ise Tufeyli, “İranlıların, Süleymani’nin suikastına katıldığını düşünmenin delilik olduğunu düşünüyorum. Çünkü Süleymani en önemli generallerinden biri ve onunla gurur duyuyorlar. Bölgede yaptıklarını destekleyip desteklememize bakılmaksızın İran'a birçok hizmet verdi” dedi.
Tufeyli, “ABD ve İran arasındaki hiçbir koşulun, örtülü anlaşmaları yok etme düzeyine ulaşacağına inanmıyorum” dedi.
İran ve ABD birbirlerinden faydalandılar
Hizbullah’ın eski genel sekreteri, olayların yankıları ve Lübnan’ın İran’ın yanıtı için bir arena olması olasılığı hakkında ise “Lübnan’dan yanıt hususunda, İran’ın bölgedeki genişlemesinin, ABD uyumu nedeniyle geliştiğini ve karşılıklı hizmet alışverişinde bulunulduğunu düşünüyorum. ABD ve İran arasındaki hiçbir koşulun, örtülü anlaşmaları yok etme düzeyine ulaşacağına inanmıyorum. Kaçınılmaz olarak, ABD’liler ile uygun bir yöntem ve çıkış yolu hakkında bir uzlaşıya ulaşarak İran’ın içindeki ve dışındaki takipçilerinin önünde yüzünü kurtarmaya çalışacaklar. Bir süre önce Beyrut’ta Siyonistler Hizbullah Genel Merkezi'ne saldırdığında, o dönemde İsraillilerle bir yanıt tiyatrosu hususunda anlaşma sağlandı. Yanıt, bu minvalde olacaktı. Süleymani’nin öldürülmesinin, ABD kibri ve İran paranoyası altındaki yoksul ve ezilmiş halklara kurtuluş getirmesini umuyoruz” ifadelerini kullandı.
Hizbullah, yolsuzluğun bir parçası
Şeyh Subhi el-Tufeyli, Lübnan’daki halk intifadasına dair Hizbullah’ın rolü ve konumu hakkında da dikkate değer bir görüşe sahip. Öyle ki Tufeyli, “Hizbullah, Lübnan'daki kota rejiminin bir parçasıdır. Bu nedenle yolsuzluğun da en esas payadasını o yapıyor. Zira özellikle reform konusunda en yetenekli olduğu ve bu konunun en büyük sorumlusu olduğu düşünülüyor. Ama yolsuzluğun bitirilmesi, Hizbullah’ın da bitişi demektir. İntifadanın zaferinden, adaletin zaferinden veya yolsuzluğun zaferinden bahsediyoruz. Bu durum, yolsuzluğun tüm ayaklarını yenmek anlamına geliyor. Bu durumda Hizbullah, kendisini savunamaz ve yolsuzlukların bir parçası olmadığını, aksine bozgunculara karşı ana savunucu olduğunu söyler. 1997 yılında Açlık Devrimi’nin karşısında durdu, İran ve Esed rejimi ile birlikte reform çağrısında bulundu. O dönemde Lübnan devleti, talepleri karşılamaya yakındı. Eğer devrimimiz başarılı olsaydı, tanık olduğumuz bu duruma düşmezdik. Hizbullah, isimleri diğerleri kadar parlak olmasa da adı yolsuzluklara karışan birçok ismi barındırıyor. Bu sebeple de bu yozlaşmış sistemi koruyor. Bu yüzden de Kota rejimine bağlı kaldığını ve onu beslediğini görüyoruz. Hükümetin hayatta kalması ve istifasının önlenmesi hususunda önemli şekilde ısrarcı. Sonra hükümeti yenilemeye çalıştı. Yaklaşık 2 ay boyunca Başbakan Saad Hariri hususunda ısrar ederek, bir öncekine benzer bir hükümet kurulması söylemine geri döndü. Hükümetin hayatta kalması ve savunulması konusunda kayda değer düzeyde ısrarcı olan tek kişi Haririydi” değerlendirmesinde bulundu.
Tufeyli, Lübnan kota sistemi içerisinde Hizbullah tarafından korunan tüm isimleri zikretmekte de tereddüt etmezken, “Şii liderlik başta olmak üzere Dürzi, Sünni ve Maruni olan parlak isimler, yolsuzluklarda istisnasız şekilde kök salmış haldedir” dedi.
Ülkedeki yolsuzluğun ilk koruyucusu Hizbullah’tır. Hepsi, yolsuzluklarda pay kapmak istiyor. Ancak zayıf yönleri, onları engelliyor.
Mezhepçi lider demek isterken Hizbullah ve Emel ikilisini kastedip etmediği sorusuna ise, “Hayır ikili değil. Yani ülkedeki yolsuzluğun ilk koruyucusu Hizbullah’tır. Hepsi, yolsuzluklarda pay kapmak istiyor. Ancak zayıf yönleri, onları engelliyor. Bazıları, soygunculuk arzularına sahip, ama kılıçları kısa/güçleri yetersiz. Ama bu arzuyu en fazla taşıyanlar ise, Emel Hareketi gibi uzun bir kılıca sahip olanlar” ifadelerini kullandı.
İran, yolsuzluk yapanları koruyor
Şeyh Subhi el-Tufeyli, İran Devrim Rehberi Ali Hamaney’i Irak ve Lübnan’daki en büyük yolsuzluk savunucusu olarak tanımladı. 250’den fazla insanı öldüren ve 11 bin insanı yaralayanların da onun silahlı adamları olduğunu hatırlatan Tufeyli, “Lübnan’daki silahlı adamlarınızı da öldürdük” dedi. Tufeyli, “Hizbullah, İran’ın emirlerini doğrudan ve tamamen uygulamaya koyuyor. Kısacası Hizbullah’ın Lübnan’da izlediği politika, İran tarafından benimsenen bir politikadır. Tahran, Lübnan’da yolsuzluk yapan kişileri korumak istiyor. Başarılı bir devlete veya ekonomiye sahip olmak ya da Lübnan halkını güçlendirmek onun çıkarına değil. Denklem açık. Lübnan ne kadar zayıfsa İran da onu, o kadar elinde tutabilir. Bunun tersi de geçerlidir. Ülke siyasi veya ekonomik olarak iktidardan ne kadar çok memnunsa, dış güçlerin eli zayıflar. Dolayısıyla Lübnan’ın gücünün kalıcı olarak yok olması, İran’ın çıkarınadır” dedi.
Esed'i İran ayakta tutuyor
Tufeyli, “İkinci mesele, hiç kimse Suriye’de yozlaşmış, zalim ve katliamcı bir diktatörlük olduğunu ve Suriye halkının kurtulmaya, iyi bir devlet kurmaya ve adaleti sağlamaya çalıştığını inkâr etmiyor. İran, kendi lisanıyla Suriye rejimi lideri Beşşar Esed’in gitmeyi düşündüğünü açıkladı. Ama ona baskı yaptı ve kalmasını istedi. Suriye’de bir iç savaş hazırlığı yaptı. Daha sonra olanların da tam sorumluluğunu o taşıyor. Suriye savaşında Lübnan Şiilerini, Hizbullah’ın kanatları altına sürükleyen oydu. Suriye halkına ve bölgeye karşı yapılan bu adaletsiz savaş, başarısız olduğunda, ülkeyi bitiren Rusların yardımına başvurmak zorunda kaldı” ifadelerini kullandı.
Yaklaşık 500 Iraklıyı öldüren ve 200 bin eylemciyi yaralayan kim? Onları evlerinin önünden kaçıran ve öldüren kim?
Şeyh Subhi el-Tufayli, sözlerinin devamında ise şunları söyledi:
“Lübnan’a benzeyen Irak hususunda, olasılıklar, tasavvurlar, spekülasyonlar, analizler veya bana söylenenlerden bahsetmiyoruz. Ben bir tanıktım. İranlı yetkililer ABD ile müttefik olmaya çalıştılar. Şii siyasi muhalif hareketleri, o zamanlar, Saddam Hüseyin’e karşı, ABD’ye itaat ve sadakat sunmaya yöneldi. Nitekim ABD’liler, Şiilerin ABD işgalinin hizmetinde olmaları koşuluyla İran’ın anlayışı ve güvencesi dışında Irak’a girmediler. Olan buydu. Bu yüzden ABD, Irak’a İranlılarla işbirliği ve koordinasyon ile girdi ve sahada pratik açıdan müttefik oldular. Irak, çok zengin bir ülke. Bölgedeki ikinci en büyük petrol rezervine sahip. Ekonomik potansiyeli oldukça büyük. Ama tamamen yağmalandı, herkes tarafından. Oğulları ise haksızlıklar içinde korkunç şekilde öldürüldü. Bugün ne ABD ne de İran’da gösteriler var. Bu durum, halkın açlık çığlığıdır. Yaklaşık 500 Iraklıyı öldüren ve 200 bin eylemciyi yaralayan kim? Onları evlerinin önünden kaçıran ve öldüren kim? Meydanlarda katliamlar var. Şu ana kadar Iraklı yetkililer, yolsuzluk rejiminin bir parçası oldukları için neler olup bittiğine dair soruşturmalar yürütmedi. Irak halkı ne talep ediyor, adalet mi, hukuk devleti mi ve yolsuzluk yapmayan bir hükümet mi istiyorlar? İran rejimi, neden Irak'ta intifadaya karşı çıkıyor, neden Iraklı yetkililerin protestoculara müdahale etmesini istiyorlar?"
Tufeyli, sözlerine ABD'nin Ortadoğu politikalarını değerlendirerek devam etti:
"ABD, güçlü ve adil uluslar olmamızla ilgilenmiyor. Ayrıca İran, Lübnan gibi Irak’ı da zayıf tutabilmekle ilgileniyor. Acımız, açlığımız, kahrımız ve aşağılanmamız bu iki ülkenin çıkarınadır. Kerkük’teki füze saldırısına karşılık olarak ABD büyükelçiliğine ve bazı ABD üslerine saldıran İran güçleri ve ABD’liler arasında bir tür ilişki var. İkisi de Irak halkının sırtından geçiniyor.
İran politikasına gelince, ABD işgali başlığı altında açlıklarını ve acılarını unutan Iraklıların işgali onların yararınadır. İran, Irak topraklarında başlattığı şeyleri, ABD ile çatışma başlığı altında takip edebiliyor. ABD de aynı şekilde davranıyor. Her ikisi de ülkenin kötülüğünü istiyor. İranlılar, eylemcileri öldürüyor, ABD’liler Haşdi Şabi’yi öldürüyor. İki şekilde de ezilen taraf Irak halkı oluyor”.
Bölge halkları fedakâr
Hizbullah’ın eski Genel Sekreteri, İran hegemonyasına karşı çıkabilen ve ABD müdahalesini durdurabilen bir Arap projesinin yokluğu dolayısıyla Arap ülkelerine de eleştiri oklarını yöneltti. Şeyh Subhi el-Tufeyli, “Arap ülkeleri ortada yok, Siyonist uşağı işe yaramaz kişiler var. Arkadaşı Binyamin Netanyahu ile gurur duyanlar var. Ülkelerimizdeki iktidarlar, Batı tarafından desteklenen rejimlerdir. Bu yüzden insanlar ayaklandığında bastırılıyor.
Bu rejimler açısından, halklar fedakardırlar ve kanları ucuzdur. Filistin’deki tüm baskılar, tüm adaletsizlik ve tüm zulüm, hapishanelerin içindeki ve dışındaki kadınların, çocukların ve erkeklerin hiçbirini es geçmedi. Bu halk çok fedakar! Suriye halkı, sınır dışı edildikleri her ülkede yok edildi, terk edildi ve küçük düşürüldü. Lübnan’daki statüleri bunun bir kanıtı ve Suriyeliler hala sabrediyor. Lübnan’da ve Irak’ta tüm baskı ve cinayetlerle birlikte sokaktan çekilmeyen halk, öldürüldü ve yaralandı ama ayakta kaldı. Elinde pankart taşıyan Iraklı bir gence ilişkin bir sahne var. Çevresinde kurşunlar uçuşuyor, ama o, yerinden hareket etmiyor. Mermilere karşı kararlı şekilde direniyor. Libya halkı da birçok şeye tahammül ediyor. Sudan’da rejimi devirmek için gösteriler yapılıyor. Ordu müdahale etti, gerçek yönetim ordunun elinde. Halkın yönetimde olması yasak. Bölge halkları, bedel ödeyen güçlü halklardır. Adaletsizlik, zulüm, baskı, saldırganlık ve yolsuzluğa dair bilinçli bir cesaret mevcut” değerlendirmesinde bulundu.
Bazı Afrika ülkeleri de dahil Lübnan, Suriye, Yemen ve Irak’ta görüldüğü üzere İran’ın bölgedeki genişlemesinin, ABD’lilerin gözü önünde gerçekleştiği açıkça anlaşılmalıdır.
Siyasal Şiilik marjinalleşiyor
“Tüm Arap hezimetlerine karşılık İran’ın hırslarını yerine getirebildiğini görüyoruz. Bugünlerde Şii olmak ne anlama geliyor? Bölgedeki siyasi Şiilik, özellikle Hizbullah’ın Suriye savaşına müdahalesi sonrasında marjinalleşirken, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif arasında bir olaydan söz edeceğim. ABD’liler, bölgedeki varlıklarını güçlendirme hususunda hiçbir itirazları olmadığını belirtti. Bazı Afrika ülkeleri de dahil Lübnan, Suriye, Yemen ve Irak’ta görüldüğü üzere İran’ın bölgedeki genişlemesinin, ABD’lilerin gözü önünde gerçekleştiği açıkça anlaşılmalıdır. ABD’lilerin yerinde olsaydık, gözlerimiz ekonomik ve medeniyet açısından zengin bir bölgede olsaydı, ABD politikasının benzerini uygulardık. Yani bölgede geleceği olmayacak tarafı teşvik ederdik. Zira İslam dünyasının ana gövdesi Ehl-i Sünnet olduğundan  Şiilerin bölgede etkin, belirleyici bir geleceği olması mümkün değil. Hiç kimsenin bu düşünceyi savunması mümkün değil. Şii düşüncesi, İslam, Ehl-i Beyt, Hz. Ali ile ya da bir başkasıyla ilişkili değil. Bu düşünce, bölgeye yabancı olan dinlerden geldi ve pazarlanamaz. Dahası biz Şiiler azınlık bir grubuz. Bölgenin geleceğini şekillendiremeyiz. Bölgenin geleceği, Müslümanların genel çoğunluğuyla şekillenir. Bugün Sünni dünyası olarak bilinen şey budur. Şii varlığı ise maalesef sadece bir engeldir. Bu varlık, büyür ve etkili hale gelirse, etkinliği ulus için zararlı olacaktır ve hiçbir yararları dokunmayacaktır. Dolayısıyla ABD’nin Şiileri güçlendirmeye gösterdiği ilgi buradan kaynaklanıyor.”
Ne Sünniyim ne de Şii!
Şeyh Subhi el-Tufeyli, sosyolojik olarak Şii toplumuna bağlı olduğunu ifade ederken, “Evet, ama ben Sünni de değilim Şii de. Kur’an’ın söylediklerini yaparım. Çünkü bugün Sünnilerin yaptıkları, sahabelerle de Resulullah’la da ilişkili değil. Şiilerin yaptıklarının da Resulullah’la, Ehl-i Beyt ile ve Kur’an ile bir ilgisi bulunmuyor. Bunlar diğer projelerle ilgilidir. Biz din ticareti yapmıyoruz, Rabbi ile ilgilenenlerin alkışa da tezahürata da ihtiyacı yoktur. İran, din ticareti yapıyor. Buradan ABD’lilere kapıları açtı ve Lübnan’ı, Suriye’yi ve Yemen’i yıktı” ifadelerini kullandı.
Tufeyli, “Bölgeye girmek isteyen herkes, hedef ve emellerine ulaşmak için mezhepçi İran’ı kullanıyor. Saddam Hüseyin’in bir diktatör ve bozguncu olduğuna bakılmıyor. Ama İran’ın desteği olmasaydı ABD, Irak’a girip, Şiileri susturup, onları ABD askeri aracının hizmetine sokamazdı. Bu da bir gerçektir. Bugün İranlı hiç kimsenin ya da müttefikinin ABD’lilere saldırmaya hakkı yoktur. Bundan siz de sorumlusunuz ve siz de suçlusunuz! Eğer ABD’liler bir Iraklıyı öldürdüyse, buna siz de ortaksınız. ABD’liler bir Filistinliyi istismar ederse, bunun ortağısınız. Eğer ABD’liler bir Suriyeliye saldırırsa, siz de buna ortaksınız. Çünkü onları bölgeye getiren sizdiniz ve bölgeye karşı komplo kurdunuz. Bölgeyi yıkan sizsiniz. Ben ABD’lilerle şiddetli şekilde savaştım. ABD’lilere karşı dururken aynı zamanda İranlılara karşı da durdum” dedi.
İran, direnişi istismar ederek Lübnan’ı sömürdü
Ondan ayrıldıktan sonra Hizbullah’ın politikasını kimin değiştirdiği ve şu anki yolunun nereye doğru olduğu, Hizbullah’ın hala direniş gösterip göstermediği, siyasallaşıp siyasallaşmadığı ve bir iktidar partisi olup olmadığı hakkında da açıklamada bulunan Tufeyli, sözlerini şöyle sürdürdü.
“Hizbullah, ilkeler ışığında kurulmuş bir kurum. Bu dünyada kimse, ne yapacağını planlamadan adım atmaz. Lübnan çöküp İsraillilerin eline geçtikten sonra Lübnan’daki Emel Hareketi Başkanı Nebih Berri başta olmak üzere Lübnan’daki gettolar işgale teslim oldu. Ülkenin işgal edildiğini, Siyonist yörüngenin bir parçası haline geldiğini gördük. Lübnan, İsrail etrafında dönen bir uydu haline geldi. O dönemde zorlandık. Ben dindar bir adamım. General değilim. Ama zorunluluğun hükümleri var. O zamanlarda İmam Humeyni ile iyi bir ilişkimiz vardı ve İran’da devrim yeni olmuştu. Devrimden önce ve sonra İran’daydım. Bu yüzden bize destek sağlamaları adına bu ilişkiden yararlandık. Çünkü askeri eylem ve özgürlük yetenek gerektirir. Ancak tüm ülkeler gibi, dünyevi ve çıkar projelerine sahip olan tüm insanlar gibi İran yönetimi de Lübnan’ı kullanmaya, "Direniş" söylemiyle insanları istismar etmeye başladı. O günlerde farkındaydım, kör değildim. Sadece İsrail düşmanıyla savaşmadığımı biliyordum. Ayrıca Lübnan halkının çıkarlarına hizmet etmeyen tahakküm projelerinden korkuyordum. Bu bağlamda İran devletinin daha o zamanlarda İsrail'e direniş ile ilgisi olmayan askeri projeleri olduğunu hatırlıyorum. Beyrut’taki Zavarib’de mezhep savaşlarına girdiler, suikastlar düzenlediler”.
Tufeyli, İran'ın amaçlarını gerçekleştirmek için kimi hedeflediğine de değinirken Tahran rejiminin Lübnan Şiilerini birbiriyle çatıştırarak nasıl kontrol altına aldığını detaylarıyla açıkladı: “Lübnan halkı olarak, İran askeri kadrolarını ve uzmanlığını kullandık. Bu kadrolar, o zamanlarda bizim gençlerimizle de birlikteydiler. İsrail düşmanıyla savaşmak için planlama, yönetme ve benzeri konularda uzmanlıklarını kullanan bazı memurlarımız vardı. Bulundukları konumlardan yararlandılar. Emel ve Hizbullah arasındaki çatışmanın başlangıcında Lübnan’ın güneyindeki Nebatiye şehrine saldırdılar. İranlılar, Sur şehrinde Emel'e kurtarılmış bölge bırakmak  karşılığında Nebatiye’de bir kurtarılmış bölge kurma projesine sahipti. Böylece Suriye kontrolü dışında bir nüfuza sahip olacaklardı. O zamanlarda Hizbullah olarak Emel ile çatıştık. İranlılar; Hizbullah ve Emel arasında üç yıllık bir fitne oluşturdu. Bunun tüm sorumluluğu İran'a aitti. Askeri liderleri yargıya yönlendirdik. Çünkü çatışmalar, benim emirlerime rağmen yapılmıştı. Ancak İran yönetimini temsilen bir heyet ülkeye gelerek Hizbullah Şura Konseyi üyelerine gitti ve vatandaşlarının yargılanmamasını istedi. Tahran’dan bana, askeri yargılanma istemedikleri hususunda bir mesaj geldi. Ancak yargı konusundaki fikrimde kararlı kaldım. Sonradan ortaya çıktı ki alaycı ve saygısız bir şekilde İranlılar, Hasan Nasrallah’ı benim bilgim olmadan örgütün silahlı kanadına  liderlik etmesi için görevlendirdi. Bu basit bir ayrılık değil örgüt içinde askeri bir darbeydi. Aslında Hasan Nasrallah ve Humeyni’nin liderlik emirlerine uyuyorlardı. İran’ın fitne projesine karşıydık. Evet o zaman, Hizbullah’ın Genel Sekreteri’ydim. Ama öldürenleri, fitne yayanları yargılamak istedim. Emel Hareketi ile fitne tedavisi başlığı altında İran’dan gelen bir komite ile yapılan bir toplantı sırasında, başlangıçta bir polemik oluşturdular ve nihayetinde isteklerini söylediler. İranlılar, tüm yeteneklere sahip. Direniş projesini kim finanse ederse onu durdurmak isterler. Bize de söylediler: Gelecek ay için paramız yok, yani işimiz bitti. O zaman kabul ettim. Ancak bir şartla. Heyet, Emel ve Hizbullah arasındaki çatışmayı durdurarak polis memuru Dr. Beşarti başta olmak üzere Beyrut ve Şam büyükelçilerini, Muhafızlar Bakanlığı’ndan, Güvenlik Bakanlığı’ndan ve Dışişleri Bakanlığı’ndan insanları içerecekti. Çünkü bu çatışmaya girmemizin hiçbir gerekçesi yoktu ve güvence istiyordum. Ama bana güvence vermeyi reddettiler. Nihayetinde de dedim ki, ya iki örgüt arasındaki çatışmayı durdurun ya da heyetin başkanı benimle Nebih Berri arasında bir arabulucu olacak ve Berri'nin mesajlarını müdahaleniz olmadan bana iletecek. Bunu da reddettiler. O zaman da dedim ki, ben Hizbullah’ın Genel Sekreteriyim. Güvencenin sizin elinizde olduğunu biliyorum. Ama bunu istemiyorum. Onların politikalarını o zamandan beri biliyoruz. Onların manipülasyonunu ve hilelerini biliyoruz. Allah’tan korkmuyorlar”
Sonradan ortaya çıktı ki alaycı ve saygısız bir şekilde İranlılar, Hasan Nasrallah’ı benim bilgim olmadan örgütün silahlı kanadına  liderlik etmesi için görevlendirdi. Bu basit bir ayrılık değil örgüt içinde askeri bir darbeydi.
İran’ın hedefinin önce Lübnan Şii toplumunu kendi kontrolü altına almak ardından da tüm Lübnan'ı bu güdümlü örgütle ele geçirmek olduğunu belirtti:
“Şiiler, bu yolla mı iktidara geliyorlar, size sundukları ne? Şu an Irak’ta olduğu gibi? Anlatılanlar açlık, sindirilme, lafı dolandırmaydı. Nebih Berri veya Hasan Nasrallah’ı Lübnan'ın esas patronu yapacak olanlar da ülkeyi talan eden siyasi elitlerdi. Hamaney Irak halkının katledilmesinden ne elde etti? Ölüm, baskı, yağma ve aşağılama. Herkesten önce Şiiler tarafından aşağılanacaklar ve lanetlenecekler. Ülkeler ve medeniyetler, hırsızlarla veya ahlaksızlarla inşa edilmez, onurlu insanlarla ve adaletle inşa edilir. Lübnan'ın rejim şeklini değiştirmek istediklerini düşünmüyorum. Amaçlarının ise bölgeyi zayıflatmak olduğuna inanıyorum. Onlar efendidir. Hz. Muhammed’in ümmetinin, Kur’an’ın ümmetinin, İslam’ın ümmetinin ve 1400 yıldan uzun bir süredir insanlığı yöneten bir ümmetin yok edilmesi o kadar kolay değil.”
Lübnan’ın kanser sorunu
Şarku'l Avsat'ın Independent Arabia'dan aktardığı röportajda Tufeyli, Lübnan'da Ekim ayında başlayan halk hareketi sonrasında ülkenin karşılaştığı zorluklardan da söz etti. Şeyh Subhi et-Tufeyli, ifadelerini şöyle sürdürdü:
“Eğer 1997 yılındaki Açlık Devrimi’nde tek başımıza olmasaydık, bugün ulaştığımız bu acı ve ıstırap yıllarından kendimizi kurtarabilirdik. Lübnan’daki yolsuzluk ve yozlaşma çok büyük, tüm Lübnanlıların düşündüğünden de daha fazla. Normal bir Lübnanlı gerçek yolsuzluğun boyutunun ve bu yöneticilerin Lübnan halkını nasıl gördüklerinin farkında değil. Lübnanlılar, birkaç gösteriyle sorunun üstesinden gelebileceğini düşünebilirler, ancak hayır. Lübnan’ın sorunu kanserli oluşudur. Çaba, sabır ve kararlılığa, karşıt kesimlerin uzlaşısına ihtiyaç var. Mezhep liderleri ise halkı zorla boyunduruk altına almak üzere kendi planlarını uyguluyorlar.
Bence işler şu ana kadar iyiydi. Halk olarak iyi adımlar attık. 17 Ekim'de başlayan İntifada, daha büyük bir ivme, daha fazla farkındalık ve baskı ile devam etmeli. Aziz, cömert, saygılı, adil ve canlı bir ülke inşa etmek için sokaklarda ne kadar kalırsak, gözlerimiz de hatalara o kadar açık kalır, bir adım ilerleriz. Bunlar 10 ya da 20 yılda inşa edilemez. Bilgili ve olgun bir insana ihtiyaç var. İnanıyorum ki, inşallah Lübnanlıların çoğunluğu bu yoldadır”.
İç savaş uzak ihtimal
Tufeyli, Lübnan’da bir iç savaşı uzak bir ihtimal olarak görürken, “Ben rahatım. İç savaş mevcut değil. Çünkü İran rejimi İsrail işgaline karşı teslim etmediklerini öne sürdükleri Hizbullah silahlarını bir iç savaş pahasına boşa harcamaz. Bizi koruduğuna inandığımız silah, gerçekte İsrail sınırını koruyor. ABD’liler de uzun bir süre Lübnan’da bu sınırları korudu, İsrail’i korudukları için onlara destek verdi. Hizbullah’ın, sınırdan uzaklaştığını var sayalım, Hizbullah gibi koruma sağlayacak kim var? Bu yüzden Lübnan’da iç savaş yok, rahat olun. İran, bir iç savaşın kolay bir risk olmadığını da biliyor. Suriye’de İran ekipleri Hizbullah, Irak, Hindistan, Pakistan, Afganistan'dan getirdikleri Şii milisler ve Esed ordusuyla birlikteydi. Kendilerini ölümden kurtarmak için kitle imha silahı olan Rus ordusunu kullanmak zorunda kaldılar. İç savaş, birilerinin karar verebileceği kolay bir durum değildir” dedi.



Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
TT

Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)

İbrahim Hamidi

Eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi iki yılı aşkın bir sürelik ‘savaşçı molasının’ ardından Irak'a döndü. Titiz hesaplamaları ve adımlarıyla tanınan Kazımi'nin dönüşü birçok soru işaretine ve spekülasyona yol açtı. Tüm bunlara bir de ülkesine 7 Ekim 2023'ten sonra Ortadoğu'nun büyük dönüşümlere sahne olduğu ve ABD Başkanı Donald Trump'ın yeniden Beyaz Saray’a dönüşüyle dünyanın yeni bir döneme girdiği bir dönemde dönmüş olması eklendi.

Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde sürgünde gazeteci olarak çalışan Kazımi, Irak'ta, bölgede ve dünyada, müttefikler ve çatışan taraflar arasındaki geniş ilişki yelpazesiyle tanınıyor. Kazımi aynı zamanda Bağdat'taki büyük değişimin ardından iç ve dış dönüşümler, krizler ve değişimler arasında bağlantı kurabilen, sinyallerin ve değişimlerin anlamlarını okuyabilen az sayıdaki isimden biri.

Kazımi’ye Irak, Ortadoğu'daki değişimler ve yeni dünya düzeni hakkında pek çok soru sordum. Bir kısmı Londra'da gerçekleşen röportaj, 26 Mart 2025 tarihinde e-posta yoluyla yazılı olarak tamamlandı.

Kendisine Bağdat'a dönüşünün ne anlama geldiğini, seçimlere katılmayı planlayıp planlamadığını ve ne tür garantiler istediğini, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesini ve Irak'ta Tahran ile Washington arasındaki ilişkileri, Beşşar Esed rejiminin düşmesinden sonra Ortadoğu’yu ve Hizbullah’ın başarısızlıklarını, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran'a yönelik ‘azami baskı’ tehditlerini, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini, yeni dünya düzenini, ABD, Çin ve Rusya arasındaki ilişkileri ve Arap ülkelerinin uluslararası konumunu sordum.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı  Mustafa el-Kazımi röportajın tam metni:

*Sayın Başbakan, iki yılı aşkın bir aradan sonra Irak'a geri döndünüz. Dönüşünüz hangi sebeplere dayanıyor?

Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Başbakanlık görevimi tamamladıktan sonra Irak'tan ayrılmaya karar verdim. Bu kararın kendince sebepleri ve gerekçeleri vardı. Kişisel olarak böyle bir çalışma döneminden sonra bir mola vermeye ihtiyacım vardı. Sorumluluk üstlendiğim dönem sadece başbakanlıkla sınırlı değildi, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın başında bulunduğum 2016 yılından görevi mevcut Başbakan'a devrettiğim 2022 yılının ekim ayına kadar uzanıyordu.

Bazı kardeşler benim ‘savaşçı molası’ verdiğimi söylediler. Bu tanımda bir miktar doğruluk payı var. Birçok görüşmede tepede durduğumu ifade ettim. Bu da bir yandan durumun takibi ve gözlemlenmesiyle karışık bir mola, diğer yandan da görüşler, fikirler ve yaklaşımlar geliştirmenin yanı sıra deneyimin değerlendirilmesi, kaydedilmesi ve belgelenmesi için çalışma anlamına geliyordu. Özellikle bölgeyi ve dünyayı kasıp kavuran değişimler aynı zamanda sükûnet ve esneklik gerektirdiğinden, mevcut koşullara ve karmaşıklıklara rağmen uygun çözümler üretmemize yardımcı oldu. Duygulara kapılmamalı ve Irak'ın, halkının ve bölgenin genel çıkarlarını gerçekleştirmek için ahlaki, insani ve ulusal değerleri korumalıyız.

Beşşar Esed rejiminin çöküşü ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak’a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor.

Bölgedeki gelişmeler ve bunların genel olarak Arap dünyasına, özelde ise Irak'a yansımaları, engellerin aşılmasına ve hesapsız maceralardan uzak bir şekilde gerçeğe hızlı bir şekilde dönülmesine katkıda bulunacak fikirleri üretmeye açık bir şekilde çalışmak ve başlatmak için beni daha fazla motive etti.

Mola bitti İbrahim Bey. Arap dünyasındaki durumun bir parçası olmaya çalışmanın zamanı geldi. Irak, bu uzlaşıdan ve bu eğilimden sapmayan bir Arap ülkesi ve bundan uzak kalamaz. Bu derinlik başka bir derinlikle yer değiştiremez.

*Önümüzdeki seçimlere katılmak için ittifaklar kurmak istediğiniz doğru mu?

Önümüzdeki seçimlere katılma, ittifaklar kurma ya da koalisyonlara katılma konusunu zamana bırakıyorum. Çok sayıda ve çeşitli seçeneklerimiz var. Vizyonumuzla örtüşen ve farklı yaklaşımları paylaşan güçler ve partilerle açık ve kesintisiz olarak iletişim halindeyiz. Bu konu halen tartışılıyor.

İki önemli noktaya değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi, eğer önümüzdeki seçimlere katılmaya karar verirsek özellikle 2005 yılından bu yana geçmiş seçimlerde yaşadığımız tecrübeler çerçevesinde, bu seçimlerin adil olacağına ve en üst düzeyde şeffaflığa sahip olacağına dair garantiler talep ediyoruz. Daha önce pek çok zorluk, aksaklık ve haksızlık yaşandı.

cfvgthy
Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi ile bir röportaj gerçekleştirdi (Al Majalla)

İkincisi olarak seçimlere katılalım ya da katılmayalım, iktidarda olsun ya da olmasın, hükümete ya da siyasi sisteme yakın yahut muhalif olsun herkes, ulusal ve tarihi sorumluluklarını üstlenmeli. İçinde bulunduğumuz dönem ortak yarar için, Irak'ın iyiliği için çalışmamızı gerektiriyor. Çünkü fiyasko ve başarısızlığın bedelini hepimiz, Irak ve Iraklılar ödeyecek. Ben de her zaman bundan korkuyor ve buna karşı uyarıyorum.

*ABD, askerlerini bir takvim dahilinde Irak’tan geri çekmeye karar verdi. Sizce bunun Irak üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Hükümetim döneminde, ABD muharip güçlerinin Irak'tan çekilmesini tamamladık, ancak belirli sayıda askeri danışmanı bulundurmaya devam ettik. Onlara güvenlik güçlerimizin bazılarını eğitme ve DEAŞ çeteleriyle mücadele edebilmeleri için gerekli tavsiye ve desteği sağlama görevi verdim.

Bu anlaşmayı ve etkilerini değerlendirme sürecinde değilim. Ancak Irak'ın Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkisinin stratejik ve önemli olduğu ve bundan taviz verilemeyeceğini söylemek istiyorum. Bu ilişkiyi nasıl güçlendireceklerini ve geliştireceklerini araştırıp ABD’nin yeteneklerinden, uluslararası konumundan ve Irak'a bir devlet, kurumlar ve halk olarak hizmet etme potansiyelinden yararlanmak yetkili kardeşlerimizin görevi.

Daha önemli ve talihsiz olan bir diğer konu ise Irak halkına cehaletle birlikte ikiyüzlülüğün ihraç edilmesidir. Bir yandan ABD ile bağların koparılması çağrısında bulunurken diğer yandan gizlice ve üstü kapalı bir şekilde köprüler kurmaya ve Irak içinde ve dışında ABD’li yetkililere kimliklerini sunmaya çalışan sahte slogancılardan bahsediyorum!

*Irak’a döndüğünüzde bölge çok değişmişti. Örneğin Beşşar Esed rejimi düşmüş ve Hizbullah başarısızlığa uğramıştı. Bu durum Irak'a da yansıdı mı?

Elbette. Beşşar Esed rejiminin düşmesi ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak'a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor. Sanırım önümüzdeki birkaç ay içinde bu daha da netleşecek.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez.

En önemlisi başkalarının deneyimlerinden ders çıkarmaktır. Iraklılar olarak, başkalarıyla aynı hataları yapmamak için kendi deneyimlerimizden ve başkalarının deneyimlerinden ders almalıyız. Aynı hataları yapmak ne haklı gösterilebilir ne de kabul edilebilir. Bugünün dersi, başkalarının deneyimlerini iyi anlamak, koşulları, faktörleri ve sonuçları iyi okumak ve bir sonraki aşamayı doğru bir şekilde kurmaktır. Ancak bu şekilde daha sonra bir gerileme yaşamaktan kaçınırız. Devlete, devletin tercihine ve devletin kurumlarına inanmalıyız, çünkü herkesi koruyan onlardır, tersi değil.

*Irak ve İran arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Irak ve İran arasındaki ilişkinin, her iki ülkenin özgünlüklerine saygı göstererek ve her iki ülke için de en iyisini elde etme çabası çerçevesinde, olumlu etkileşim ve iyi komşuluk temelinde olması gerekiyor. Irak'ın iç işlerine her türlü müdahaleyi reddediyorum. Her iki ülkenin de çıkarlarını korumak için Irak'ın İran'ın arka bahçesi olmasına izin verilmesine karşıyım.

Burada, İran’daki ilgili kardeşlerimi, genel olarak bölgeye ve özelde Irak'a ilişkin vizyonlarını yeniden gözden geçirmeye ve ikili iş birliği ve iletişimde devlet ve kurum mantığını yerleştirmeye çağırıyorum.

Bölgemizde değişimler yaşanıyor. Herkesin bu değişimlere ayak uydurması gerekiyor. Herkes, bölge ülkeleri ile halklarının çıkarlarına hizmet eden iş birliği ve ekonomik entegrasyon ilkeleri doğrultusunda çalışmalı. Ancak bu şekilde güvenlik ve istikrarın temelleri atılıp hiç kimsenin çıkarına olmayan bir çatışmaya herkesi itebilecek pervasız maceralar önlenebilir.

*Devletin kontrolü dışındaki silahlar ne olacak?

Silahlar devletin kontrolü dışında olduğu zaman Irak öldü demektir. Uluslararası toplum ve bölgesel komşular, devletin, devlet kurumlarının ve halkın iradesi olmaksızın savaşa ve barışa karar verme konusunda risk almaya ve ileri gitmeye hazır taraflara ve milislere sahip bir devletle uğraşmamaları konusunda uyarıyor.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez. ABD karşıtı sloganlar atanlar, ABD’nin hükümetle koordineli olarak bulundurduğu askerlerini ‘işgal’ olarak değerlendirirken, devlet ve hükümet bu askeri varlığı dünyanın en güçlü askeri gücüyle güvenlik iş birliği ve stratejik ortaklığın bir parçası olarak görüyor.

Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? Daha önce de söylediğim gibi, Irak halkının kasıtlı olarak cehaletiyle birleşen bir ikiyüzlülük var ve bu onlara çok pahalıya patlayacak. Çünkü halk artık gerçekleri ayırt edebiliyor.

*Pekin’deki anlaşmanın zeminini hazırlayan Suudi Arabistan-İran görüşmelerinin Bağdat’ta yapılmasında rol oynadınız. Üzerinden geçen iki yılın ardından anlaşmayı nasıl görüyorsunuz?

Bu görüşmeler karşılıklı iyi niyetlerle yapıldı. Irak, coğrafi konumu, yakınlığı ve iki komşusuyla da olan etkileşimi sayesinde bunun görüşmelere uygun ve elverişli bir zemin hazırlayabildi. Müzakerelerin sayısı beş tura ulaştı. Bu turlarda iki taraf arasında açıklık ve şeffaflık ön plandaydı. İki taraf arasında çözüm bekleyen konuların çoğu ele alındı. Irak, aradaki boşlukları doldurmaya istekli bir arabulucu olabildi, fakat -açıkça söylemek gerekirse- Irak bu tür görüşmelerin sonuçlarının garantörü olamaz. Bu tür görüşmelerin bölgesel değil, uluslararası bir garantöre ihtiyacı olduğu bir gerçek. Çin de her iki tarafa görüşmenin sonuçlarının garantörü olmayı önerdi.

7 Ekim'den önceki bölge ile sonraki bölge aynı değil. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel sistemde de büyük değişimler yaşandı.

Bölgemizde yaşanan onca şeyden sonra, bu diyaloğun bazılarının zaman kazanmak ve bir aşamayı geçmek için kurduğu geçici bir diyalog olarak değil, yeni bir strateji ve herkese olumlu yansıyacak farklı bir bölgesel yaklaşım için temel bir diyalog olarak görülmesini umuyorum. Ben halen her iki tarafta da iyi niyetin var olduğuna ve bu anlaşmayı geliştirme potansiyelinin bulunduğuna inanıyorum.

*Irak İran'ın komşusu. Trump İran'a ya azami baskı uygulayacağını ya da bir anlaşma yapacağını söylüyor. Siz bunu ve Irak üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başkan Trump, ABD'nin hasımlarına karşı azami baskı politikası uyguluyor. Bu bağlamda İran'a baskı uyguluyor ve davranışlarını değiştirmeye zorlamak için güç kullanma tehdidinde bulunuyor. Ancak bu politikayı daha tehlikeli kılan en temel değişken, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Ortadoğu'da yaşanan büyük çalkantıların ortasına denk gelmesidir. Bu durum, iki taraf arasındaki gerilimi tırmandırırken bir yandan İran-Irak ilişkilerinin diğer yandan da ABD-Irak ilişkilerinin seyrini doğrudan etkiliyor.

fergt
ABD Başkanı Donald Trump, 2020 yılında ilk başkanlık döneminin sonlarında dönemin Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi'yi Beyaz Saray'da ağırladı (AFP)

Washington ve Tahran arasındaki gerilimin niteliği ne olursa olsun, Irak'ın menfaati bunun olumsuz yansımalarını kontrol altına almayı ve iki taraf arasında diyalog kanalları açabilecek etkin bir rol sahibi olmasını gerektiriyor. Aynı durum, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar gibi bölge ülkeleri için de geçerli.

Irak, ABD-İran çatışmasının somut jeostratejik ve tarihi gerçeklerine en fazla cevap veren ülke konumunda olduğundan bu boşluğu doldurmada ve perspektifleri yakınlaştırmada yapıcı bir rol oynamayı hak ediyor. Irak'ın, temel çıkarlar, ulusal güvenlik ve Arap derinliği olmak üzere bu üç temele dayanan dengeli bir vizyon temelinde değişikliklere uyum sağlama yeteneğine sahip olması da önem taşıyor.

Öte yandan İran’daki kardeşlerimizi bölgedeki, özellikle de Irak'taki deneyimlerini değerlendirmeye ve koşulları tek tarafın yararına kullanmak yerine çözümü düşünmenin ve çözüm bulmanın yanında komşularla ilişkilerde devlet ve kurumları kavramına geçmeye ve devrim fikrini kendi sınırlar içinde tutmaya ve onu ihraç edip orada burada sorun yaratmamaya dayalı kapsamlı bir vizyon geliştirmeye çağırıyorum.

*7 Ekim 2023 olaylarının ardından yeni bir bölgesel düzenin şekillenmekte olduğundan bahsediliyor. Siz bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bölgenin 7 Ekim öncesiyle sonrasında aynı olmadığı kesin. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel düzende de büyük dönüşümler yaşandı. Ancak tamamen yeni bir bölgesel düzenden bahsetmek için henüz çok erken.

Bölgedeki tüm aktörler yaşananları objektif ve cesur bir şekilde yeniden okumalı. Uzun süreli savaşların ardından zayıflık dengelerine dayalı bir stratejik alana girmek yerine bölge halklarının çok boyutlu ve çoğulcu çıkarlarıyla uyumlu bir siyasi bütünleşme mantığı oluşturmak üzere bazı dersler ve ibretler çıkarmalı. Bölgedeki bazı ülkelerin tanık olduğu ekonomik-kalkınma rönesansının temeli olarak her zamankinden daha acil hale gelen siyasi-güvenlik istikrarını tesis etmek için gerçekçilik ve dengeli sorumluluğu harmanlayan stratejik seçeneklere açık olmalı.

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Bölge ülkeleri arasında iş birliği, etkileşim ve ağ oluşturma alanları yaratmak ve küresel düzeyde ekonomik varlıklarını arttırmak için gerçek bir fırsatla karşı karşıyayız. Bu da çeşitli güçlerin inandığı, kendini dayatabilecek yeni bir gerçeklik üretebilecek yeni bir yaklaşım gerektiriyor.

Irak’ın devlet, hükümet, kurumlar ve aktif güçleri bunu dikkatle okumalı.

*Tüm bunlar Trump'ın ikinci başkanlık döneminin başlarında gerçekleşiyor. Trump’ın yeniden başkan seçilmesi ve bölgemiz üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Trump’ın ikinci dönemi, birinci döneminden farklı değil. Ortadoğu'ya yönelik dış politikası ilk dönemindeki politikasının bir uzantısı. Yine “Önce Amerika” ilkesiyle yola çıkıyor. Ekonomiye öncelik veriyor ve savaşa başvurmadan düşmanlarını kontrol altına almayı amaçlayan ‘baskıcı güç’ stratejisine çerçevesinde düşmanlarına karşı azami baskı politikasını izliyor. Trump yönetiminin yeni politikası ve uygulamaları temelde 7 Ekim sonrası yaşanan önemli gelişmelerin bıraktığı siyasi iklim ve stratejik dönemeçlerden dolayı farklılaşıyor. Bu da bölgedeki denge haritasının yeniden çizilmesi için ABD'nin aktif ve yoğun olarak katılım göstermesini gerektiriyor.

Burada, ABD'nin uluslararası arenada ve önemli meselelere yönelik politikasının Trump’ın şahsına indirgenemeyeceğini belirtmemiz gerekiyor. Bu konuda temelde belirleyici olan ABD'nin bölgedeki ve dünyadaki çıkarlarını ve ABD ulusal güvenliğinin korunmasını dikkate alan derin kurumsal yapısıdır.

Bu kritik tarihi anda, bölgede barışı ve istikrarı sağlamak için ABD ile olgun bir stratejik ortaklık üzerinde düşünmeli ve bu tür bir iş birliğini kalkınma ve ilerleme yollarına hizmet etmek ve nesillere gelecek vaat eden bağlamlar oluşturabilecek yaratıcı fırsatlar sağlamak için kullanmalıyız.

*Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile anlaşmaya varmak ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile rekabet etmek istiyor. Üç ülke arasındaki ilişkileri ve bunların dünya üzerindeki etkilerini nasıl okuyorsunuz?

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Ancak bu rekabet tek kutuplu sistemde köklü bir değişikliğe yol açmadı. Uluslararası sistemin bu tek kutuplu yapısını değiştirme girişimleri, başta Çin ve Rusya olmak üzere, uluslararası arenadaki yerlerini ve rollerini yeniden kazanmaya çalışan ve özellikle jeostratejik etki alanlarında ABD’yi zayıflatmaya çalışan bazı uluslararası güçlerin ana hedeflerinden biri oldu ve olmaya devam ediyor.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik değişimler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya.

ABD için Çin, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü William Burns'ün de belirttiği gibi, ‘21. yüzyılın en önemli jeopolitik tehdidini temsil ediyor’. Bu yüzden ABD vizyonu ve bundan kaynaklanan stratejiler ve taktikler açısından Rusya'dan farklı. Washington, küresel ekonomik dümene liderlik etmek için kızışan güç yarışında en tehlikeli rakip olarak Pekin ile karşı karşıya. Her ikisi de uluslararası sistemin doğasını yeniden tanımlamayı ve onu hem ekonomik hem de askeri açıdan çok kutuplu bir kimliğe taşımayı hedeflediğinden, ABD'nin tek taraflılığına karşı koymak Çin-Rusya ilişkilerinin en önemli ayağını oluşturuyor.

Rusya-Ukrayna savaşı ve Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından, uluslararası piramidin tepesine doğru çıkmaya başlayan Rusya'nın, ABD'nin dünya düzeni liderliğine tehdit oluşturan uluslararası bir güç olmaktan ziyade uluslararası boyutu olan bölgesel bir güç haline geldiğini söyleyebiliriz. Gerçekte ABD, Rusya-Çin stratejik ittifakı ile çatışma halkalarını dağıtmayı başardı. Washington, ABD’ye karşı giderek büyüyen bir tehdit olarak gördüğü Çin'i kuşatmayı amaçlayan stratejilerine kendini adama fırsatı buldu. ABD yönetimi, bu bakımdan pusulayı Çin'in yükselişini engellemeye çevirmek için bölgede ve uluslararası alanda meşgul olduğu arenaları azaltmaya çalışıyor. Dolayısıyla, ABD'nin Rusya-Ukrayna çatışmasını sona erdirme girişimi ve Trump'ın Putin ile yakınlaşması, Trump'ın ‘şahsi diplomasi’ ilkesine olan inancına, yani Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile şahsi bağlantılar kurarak Rusya ve Kuzey Kore ile çelişkileri yönetme ve onları dizginleme çabasına ek olarak anlaşılabilir.

dfergty
Kazımi Londra'da Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi’ye röportaj verdiği sırada (Nur Eyyub – Al Majalla)

Trump, küresel ekonominin dümenine geçmek isteyen Çin’i engelleyecek kararlı adımlar atmak için zamana karşı yarışıyor. Çünkü ABD'yi büyük zorluklardan kurtarıp sürdürülebilir fırsatlara ulaştırmayı başaran istisnai bir lider olarak tarihe geçmek istiyor.

*Yeni dünya düzenine nasıl bakıyorsunuz?

ABD, teknolojik, ekonomik, kültürel, askeri ve diplomatik olmak üzere çeşitli alanlarda üstünlüğünü korumaya çalışarak, uluslararası kurumlara ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra uluslararası arenada tek başına kalan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) liderlik ederek ve başta Çin ve Rusya olmak üzere potansiyel rakiplerinin bir süper güç seviyesine yükselmesini engellemeye çabalayarak uluslararası sistem üzerindeki liderliğini sürdürmenin yollarını arıyor.

Günümüzün akışkan ve karmaşık dünyasında, uluslararası haritayı basit kavramlara indirgemeyen çok boyutlu bir okumayı tercih ediyorum.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik dönüşümler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya. Bundan dolayı gücün artık tek bir kutbun elinde toplanmadığı, ancak üç boyuta bölünmüş bir modele göre dağıtıldığı ve böylece birden fazla gücün aynı anda etkileşime girdiği söylenebilir.

ABD, gerek bütçe gerek teknoloji gerekse dünyanın dört bir yanında sahip olduğu askeri üsler bakımından olsun askeri güç açısından açık ara tek taraflı hakim güç olmaya devam ediyor. ABD'nin askeri üstünlüğü Washington'ı eşsiz bir konuma oturtuyor. Ancak yükselen güçleri, özellikle de sessiz ve derinden devasa silah cephanelikleri geliştirmeye ve geçtiğimiz yüzyıldaki Sovyetler Birliği'nden farklı olarak ABD’nin gücüyle rekabet edebilecek bir askeri yapı inşa etmeye çalışan Çin'i izlemesi ve takip etmesi gerekiyor.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor.

Ekonomik güç düzeyinde, on yılı aşkın bir süredir ABD, Avrupa Birliği (AB), Çin ve Japonya gibi büyük ekonomik güçler arasındaki hararetli rekabet başta olmak üzere çok kutupluluk yönünde bir tablo çiziliyor. Buna yansımaları ve etkileri nedeniyle uluslararası arenada büyük önem kazanan Hindistan ve Brezilya gibi yeni oyuncular ekleniyor.

Burada dikkat edilmesi gereken üçüncü bir boyut daha var. O da ulus ötesi ilişkilerle ilgili boyuttur. Geleneksel anlamda devletleri temsil etmeyen geleneksel olmayan güçler bu boyutta etkileşime girer ve bu boyutta ulus ötesi terörizm, uluslararası suç ve siber güvenlik gibi zorluklar ortaya çıkar. Salgın hastalıklar ve iklim değişikliği gibi tüm insanlığın karşı karşıya olduğu ortak sorunlar uluslararası iş birliği yapılmasını gerektirdiğinden tek bir güç tarafından ele alınamamalı. Bu boyutta güç, çok çeşitli ölçeklere dağılmış olup, tek kutupluluk ya da çok kutupluluk kavramlarını, uluslararası gerçekliğin ve mücadelelerinin karmaşıklığını tanımayan basit bir kavram haline getiriyor.

*Arap ülkelerinin bu küresel sistemdeki konumlarını, rollerini ve katkılarını nasıl görüyorsunuz?

Arap dünyasının engin potansiyeline, bol kaynaklarına ve zengin medeniyet mirasına yakışacak şekilde küresel sahnede anlamlı bir etki kazanmasının en etkili yolu Arap entegrasyonu projesidir. Bu proje, çabaları birleştirecek, içerideki çelişkileri yapıcı bir farkındalıkla yönetecek ve Arap siyasi dokusunu yeniden yapılandırmak ve Arap dünyasının küresel meseleleri şekillendirmesine izin verebilecek muazzam enerjisini ortaya çıkarmak için gizli yetenekleri kullanacak. Bir süre önce, bölgemizi etkileyen kronik krizleri aşmak üzere tasarlanmış bir girişim olan ‘Yeni Levant (Maşrık) Projesi'ni önermiştim. Bölgenin çıkmaza girmiş gerçekliğine meydan okuyan Yeni Levant Projesi, maceracı ya da gerçekçi olmayan bir vizyon sunmaktan ziyade gerçekliğin akışkanlığına ve karmaşıklığına ayak uyduran, dönüşümün üretilmesine olanak tanıyan bir öneridir. Proje, bölgedeki kilit oyuncular olan Irak, Mısır ve Ürdün arasında stratejik ve yapıcı bir entegrasyon öngörüyor. Irak zengin doğal kaynaklara, Mısır büyük bir nüfusa ve önemli bir endüstriyel uzmanlığa, Ürdün ise önemli bir jeostratejik konuma sahip. Bu özelliklerin hepsi, bölgede kendi kabiliyetlerine dayalı yeni bir rota çizmek ve kendine daha fazla inanan ve yapısal ilerleme için dayanışmanın gerekliliğine daha fazla ikna olmuş bir bilinci yeniden üretebilecek hayati bir model oluşturmak için her ülkenin güçlü yanlarından karşılıklı olarak faydalanmak üzere iş birliği yapmak üzere bir araya getirilebilir.

Yeni Levant Projesi, ne yazık ki bölgesel söylemlerimizin çoğunda pratikten ziyade retorik bir değer haline gelen entegrasyon ilkesine yaptığı vurguyla öne çıkıyor.

Böyle bir projenin özellikle Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki (KİK) kardeşlerin vizyonunu tamamlayacağını ve ortak Arap eylemine dayalı yeni bir Ortadoğu inşa etmek için ufuklar açabileceğini ve gerçek fırsatlar yaratabileceğini düşünüyorum.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor. Çünkü ortak çıkarlar bu tür bir gücün engellenmesini değil, yükselmesini gerektiriyor. Bu güç, daha güvenli, gelişmiş ve ileri bir stratejik ortam yaratma ve sadece stratejik kısırlık üreten çatışma alanlarını boğma çerçevesinde etkili ve verimli ekonomik, siyasi ve güvenlik dinamiklerine dayanıyor. Bu da Arap dünyasını, küresel sahnede öne çıkan eylemin sadece bir alıcısı olmanın ötesine taşıyıp uluslararası dönüşümlerin oluşumuna daha fazla dâhil ediyor.