Lübnan Hizbullah’ının Eski Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli:İran Nasrallah ile Hizbullah içinde askeri darbe yaptı

Lübnan Hizbullah’ının Eski Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli (Getty)
Lübnan Hizbullah’ının Eski Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli (Getty)
TT

Lübnan Hizbullah’ının Eski Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli:İran Nasrallah ile Hizbullah içinde askeri darbe yaptı

Lübnan Hizbullah’ının Eski Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli (Getty)
Lübnan Hizbullah’ının Eski Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli (Getty)

Sevsen Mehanna
 Lübnan’ın en etkin iki Şii partisi Emel Hareketi ve Hizbullah'ın takip ettiği politikayı ve İran’ın Ortadoğu'ya yönelik müdahalesini eleştirel tutumlarıyla tanınan Hizbullah’ının ilk Genel Sekreteri Şeyh Subhi el-Tufeyli, Süleymani ve Muhendis suikastini değerlendirdi. Tufeyli, “Iraklılar, ABD ve ajanlarını Irak’tan kovmak ve İran da haddini bilmek zorundadır” ifadelerini kullandı.
1991 yılında Şeyh Abbas el-Musavi parti liderliğine geçmeden önce 1989 yılında Hizbullah’ın genel sekterliğine seçilen Şeyh Tufeyli, 1997'deki ‘Açlık Devrimi’ni yöneterek, Lübnan’daki Şiilerin kötüleşen sosyal ve ekonomik durumlarını protesto etmek için hükümete karşı sivil itaatsizlik eylemi başlatmış ve nihayetinde durum, Tufayli’nin Hizbullah’tan ayrılmasına yol açmıştı.
Şarku'l Avsat'ın aktardığı habere göre Independent Arabia muhabiri Sevsen Mehanna eski Hizbullah’ın Genel Sekreteri ile Baalbek'teki evinde bir görüşme gerçekleştirdi.
Şeyh Tufeyli’den Komutan Kasım Süleymani’nin öldürülmesi ve devrimden yaklaşık 23 yıl sonra koşulların yansımaları hakkında görüşlerini paylaşmasını istedik.
Süleymani Tahran rejimi için büyük kayıp
Şeyh Subhi et-Tufeyli, Süleymani’nin öldürülmesi hakkında “Süleymani’yi şahsen tanımıyorum. Suikast, ABD Başkanı Donald Trump’ın yaklaşmakta olan başkanlık seçimlerinde elini güçlendirmek için yapılmış olabilir. Bir ABD’linin öldürülmesinin bu abartılı yanıtı haklı çıkarmayacağı göz önüne alındığında Süleymani’nin bu zamanda öldürülmesi, Irak’ta gerçekleşen sahnenin bir yansıması değil” değerlendirmesinde bulundu.
Medyada yer alan, suikastın İran’ın bilgisi ve koordinasyonuyla gerçekleştiği iddiaları hakkında ise Tufeyli, “İranlıların, Süleymani’nin suikastına katıldığını düşünmenin delilik olduğunu düşünüyorum. Çünkü Süleymani en önemli generallerinden biri ve onunla gurur duyuyorlar. Bölgede yaptıklarını destekleyip desteklememize bakılmaksızın İran'a birçok hizmet verdi” dedi.
Tufeyli, “ABD ve İran arasındaki hiçbir koşulun, örtülü anlaşmaları yok etme düzeyine ulaşacağına inanmıyorum” dedi.
İran ve ABD birbirlerinden faydalandılar
Hizbullah’ın eski genel sekreteri, olayların yankıları ve Lübnan’ın İran’ın yanıtı için bir arena olması olasılığı hakkında ise “Lübnan’dan yanıt hususunda, İran’ın bölgedeki genişlemesinin, ABD uyumu nedeniyle geliştiğini ve karşılıklı hizmet alışverişinde bulunulduğunu düşünüyorum. ABD ve İran arasındaki hiçbir koşulun, örtülü anlaşmaları yok etme düzeyine ulaşacağına inanmıyorum. Kaçınılmaz olarak, ABD’liler ile uygun bir yöntem ve çıkış yolu hakkında bir uzlaşıya ulaşarak İran’ın içindeki ve dışındaki takipçilerinin önünde yüzünü kurtarmaya çalışacaklar. Bir süre önce Beyrut’ta Siyonistler Hizbullah Genel Merkezi'ne saldırdığında, o dönemde İsraillilerle bir yanıt tiyatrosu hususunda anlaşma sağlandı. Yanıt, bu minvalde olacaktı. Süleymani’nin öldürülmesinin, ABD kibri ve İran paranoyası altındaki yoksul ve ezilmiş halklara kurtuluş getirmesini umuyoruz” ifadelerini kullandı.
Hizbullah, yolsuzluğun bir parçası
Şeyh Subhi el-Tufeyli, Lübnan’daki halk intifadasına dair Hizbullah’ın rolü ve konumu hakkında da dikkate değer bir görüşe sahip. Öyle ki Tufeyli, “Hizbullah, Lübnan'daki kota rejiminin bir parçasıdır. Bu nedenle yolsuzluğun da en esas payadasını o yapıyor. Zira özellikle reform konusunda en yetenekli olduğu ve bu konunun en büyük sorumlusu olduğu düşünülüyor. Ama yolsuzluğun bitirilmesi, Hizbullah’ın da bitişi demektir. İntifadanın zaferinden, adaletin zaferinden veya yolsuzluğun zaferinden bahsediyoruz. Bu durum, yolsuzluğun tüm ayaklarını yenmek anlamına geliyor. Bu durumda Hizbullah, kendisini savunamaz ve yolsuzlukların bir parçası olmadığını, aksine bozgunculara karşı ana savunucu olduğunu söyler. 1997 yılında Açlık Devrimi’nin karşısında durdu, İran ve Esed rejimi ile birlikte reform çağrısında bulundu. O dönemde Lübnan devleti, talepleri karşılamaya yakındı. Eğer devrimimiz başarılı olsaydı, tanık olduğumuz bu duruma düşmezdik. Hizbullah, isimleri diğerleri kadar parlak olmasa da adı yolsuzluklara karışan birçok ismi barındırıyor. Bu sebeple de bu yozlaşmış sistemi koruyor. Bu yüzden de Kota rejimine bağlı kaldığını ve onu beslediğini görüyoruz. Hükümetin hayatta kalması ve istifasının önlenmesi hususunda önemli şekilde ısrarcı. Sonra hükümeti yenilemeye çalıştı. Yaklaşık 2 ay boyunca Başbakan Saad Hariri hususunda ısrar ederek, bir öncekine benzer bir hükümet kurulması söylemine geri döndü. Hükümetin hayatta kalması ve savunulması konusunda kayda değer düzeyde ısrarcı olan tek kişi Haririydi” değerlendirmesinde bulundu.
Tufeyli, Lübnan kota sistemi içerisinde Hizbullah tarafından korunan tüm isimleri zikretmekte de tereddüt etmezken, “Şii liderlik başta olmak üzere Dürzi, Sünni ve Maruni olan parlak isimler, yolsuzluklarda istisnasız şekilde kök salmış haldedir” dedi.
Ülkedeki yolsuzluğun ilk koruyucusu Hizbullah’tır. Hepsi, yolsuzluklarda pay kapmak istiyor. Ancak zayıf yönleri, onları engelliyor.
Mezhepçi lider demek isterken Hizbullah ve Emel ikilisini kastedip etmediği sorusuna ise, “Hayır ikili değil. Yani ülkedeki yolsuzluğun ilk koruyucusu Hizbullah’tır. Hepsi, yolsuzluklarda pay kapmak istiyor. Ancak zayıf yönleri, onları engelliyor. Bazıları, soygunculuk arzularına sahip, ama kılıçları kısa/güçleri yetersiz. Ama bu arzuyu en fazla taşıyanlar ise, Emel Hareketi gibi uzun bir kılıca sahip olanlar” ifadelerini kullandı.
İran, yolsuzluk yapanları koruyor
Şeyh Subhi el-Tufeyli, İran Devrim Rehberi Ali Hamaney’i Irak ve Lübnan’daki en büyük yolsuzluk savunucusu olarak tanımladı. 250’den fazla insanı öldüren ve 11 bin insanı yaralayanların da onun silahlı adamları olduğunu hatırlatan Tufeyli, “Lübnan’daki silahlı adamlarınızı da öldürdük” dedi. Tufeyli, “Hizbullah, İran’ın emirlerini doğrudan ve tamamen uygulamaya koyuyor. Kısacası Hizbullah’ın Lübnan’da izlediği politika, İran tarafından benimsenen bir politikadır. Tahran, Lübnan’da yolsuzluk yapan kişileri korumak istiyor. Başarılı bir devlete veya ekonomiye sahip olmak ya da Lübnan halkını güçlendirmek onun çıkarına değil. Denklem açık. Lübnan ne kadar zayıfsa İran da onu, o kadar elinde tutabilir. Bunun tersi de geçerlidir. Ülke siyasi veya ekonomik olarak iktidardan ne kadar çok memnunsa, dış güçlerin eli zayıflar. Dolayısıyla Lübnan’ın gücünün kalıcı olarak yok olması, İran’ın çıkarınadır” dedi.
Esed'i İran ayakta tutuyor
Tufeyli, “İkinci mesele, hiç kimse Suriye’de yozlaşmış, zalim ve katliamcı bir diktatörlük olduğunu ve Suriye halkının kurtulmaya, iyi bir devlet kurmaya ve adaleti sağlamaya çalıştığını inkâr etmiyor. İran, kendi lisanıyla Suriye rejimi lideri Beşşar Esed’in gitmeyi düşündüğünü açıkladı. Ama ona baskı yaptı ve kalmasını istedi. Suriye’de bir iç savaş hazırlığı yaptı. Daha sonra olanların da tam sorumluluğunu o taşıyor. Suriye savaşında Lübnan Şiilerini, Hizbullah’ın kanatları altına sürükleyen oydu. Suriye halkına ve bölgeye karşı yapılan bu adaletsiz savaş, başarısız olduğunda, ülkeyi bitiren Rusların yardımına başvurmak zorunda kaldı” ifadelerini kullandı.
Yaklaşık 500 Iraklıyı öldüren ve 200 bin eylemciyi yaralayan kim? Onları evlerinin önünden kaçıran ve öldüren kim?
Şeyh Subhi el-Tufayli, sözlerinin devamında ise şunları söyledi:
“Lübnan’a benzeyen Irak hususunda, olasılıklar, tasavvurlar, spekülasyonlar, analizler veya bana söylenenlerden bahsetmiyoruz. Ben bir tanıktım. İranlı yetkililer ABD ile müttefik olmaya çalıştılar. Şii siyasi muhalif hareketleri, o zamanlar, Saddam Hüseyin’e karşı, ABD’ye itaat ve sadakat sunmaya yöneldi. Nitekim ABD’liler, Şiilerin ABD işgalinin hizmetinde olmaları koşuluyla İran’ın anlayışı ve güvencesi dışında Irak’a girmediler. Olan buydu. Bu yüzden ABD, Irak’a İranlılarla işbirliği ve koordinasyon ile girdi ve sahada pratik açıdan müttefik oldular. Irak, çok zengin bir ülke. Bölgedeki ikinci en büyük petrol rezervine sahip. Ekonomik potansiyeli oldukça büyük. Ama tamamen yağmalandı, herkes tarafından. Oğulları ise haksızlıklar içinde korkunç şekilde öldürüldü. Bugün ne ABD ne de İran’da gösteriler var. Bu durum, halkın açlık çığlığıdır. Yaklaşık 500 Iraklıyı öldüren ve 200 bin eylemciyi yaralayan kim? Onları evlerinin önünden kaçıran ve öldüren kim? Meydanlarda katliamlar var. Şu ana kadar Iraklı yetkililer, yolsuzluk rejiminin bir parçası oldukları için neler olup bittiğine dair soruşturmalar yürütmedi. Irak halkı ne talep ediyor, adalet mi, hukuk devleti mi ve yolsuzluk yapmayan bir hükümet mi istiyorlar? İran rejimi, neden Irak'ta intifadaya karşı çıkıyor, neden Iraklı yetkililerin protestoculara müdahale etmesini istiyorlar?"
Tufeyli, sözlerine ABD'nin Ortadoğu politikalarını değerlendirerek devam etti:
"ABD, güçlü ve adil uluslar olmamızla ilgilenmiyor. Ayrıca İran, Lübnan gibi Irak’ı da zayıf tutabilmekle ilgileniyor. Acımız, açlığımız, kahrımız ve aşağılanmamız bu iki ülkenin çıkarınadır. Kerkük’teki füze saldırısına karşılık olarak ABD büyükelçiliğine ve bazı ABD üslerine saldıran İran güçleri ve ABD’liler arasında bir tür ilişki var. İkisi de Irak halkının sırtından geçiniyor.
İran politikasına gelince, ABD işgali başlığı altında açlıklarını ve acılarını unutan Iraklıların işgali onların yararınadır. İran, Irak topraklarında başlattığı şeyleri, ABD ile çatışma başlığı altında takip edebiliyor. ABD de aynı şekilde davranıyor. Her ikisi de ülkenin kötülüğünü istiyor. İranlılar, eylemcileri öldürüyor, ABD’liler Haşdi Şabi’yi öldürüyor. İki şekilde de ezilen taraf Irak halkı oluyor”.
Bölge halkları fedakâr
Hizbullah’ın eski Genel Sekreteri, İran hegemonyasına karşı çıkabilen ve ABD müdahalesini durdurabilen bir Arap projesinin yokluğu dolayısıyla Arap ülkelerine de eleştiri oklarını yöneltti. Şeyh Subhi el-Tufeyli, “Arap ülkeleri ortada yok, Siyonist uşağı işe yaramaz kişiler var. Arkadaşı Binyamin Netanyahu ile gurur duyanlar var. Ülkelerimizdeki iktidarlar, Batı tarafından desteklenen rejimlerdir. Bu yüzden insanlar ayaklandığında bastırılıyor.
Bu rejimler açısından, halklar fedakardırlar ve kanları ucuzdur. Filistin’deki tüm baskılar, tüm adaletsizlik ve tüm zulüm, hapishanelerin içindeki ve dışındaki kadınların, çocukların ve erkeklerin hiçbirini es geçmedi. Bu halk çok fedakar! Suriye halkı, sınır dışı edildikleri her ülkede yok edildi, terk edildi ve küçük düşürüldü. Lübnan’daki statüleri bunun bir kanıtı ve Suriyeliler hala sabrediyor. Lübnan’da ve Irak’ta tüm baskı ve cinayetlerle birlikte sokaktan çekilmeyen halk, öldürüldü ve yaralandı ama ayakta kaldı. Elinde pankart taşıyan Iraklı bir gence ilişkin bir sahne var. Çevresinde kurşunlar uçuşuyor, ama o, yerinden hareket etmiyor. Mermilere karşı kararlı şekilde direniyor. Libya halkı da birçok şeye tahammül ediyor. Sudan’da rejimi devirmek için gösteriler yapılıyor. Ordu müdahale etti, gerçek yönetim ordunun elinde. Halkın yönetimde olması yasak. Bölge halkları, bedel ödeyen güçlü halklardır. Adaletsizlik, zulüm, baskı, saldırganlık ve yolsuzluğa dair bilinçli bir cesaret mevcut” değerlendirmesinde bulundu.
Bazı Afrika ülkeleri de dahil Lübnan, Suriye, Yemen ve Irak’ta görüldüğü üzere İran’ın bölgedeki genişlemesinin, ABD’lilerin gözü önünde gerçekleştiği açıkça anlaşılmalıdır.
Siyasal Şiilik marjinalleşiyor
“Tüm Arap hezimetlerine karşılık İran’ın hırslarını yerine getirebildiğini görüyoruz. Bugünlerde Şii olmak ne anlama geliyor? Bölgedeki siyasi Şiilik, özellikle Hizbullah’ın Suriye savaşına müdahalesi sonrasında marjinalleşirken, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif arasında bir olaydan söz edeceğim. ABD’liler, bölgedeki varlıklarını güçlendirme hususunda hiçbir itirazları olmadığını belirtti. Bazı Afrika ülkeleri de dahil Lübnan, Suriye, Yemen ve Irak’ta görüldüğü üzere İran’ın bölgedeki genişlemesinin, ABD’lilerin gözü önünde gerçekleştiği açıkça anlaşılmalıdır. ABD’lilerin yerinde olsaydık, gözlerimiz ekonomik ve medeniyet açısından zengin bir bölgede olsaydı, ABD politikasının benzerini uygulardık. Yani bölgede geleceği olmayacak tarafı teşvik ederdik. Zira İslam dünyasının ana gövdesi Ehl-i Sünnet olduğundan  Şiilerin bölgede etkin, belirleyici bir geleceği olması mümkün değil. Hiç kimsenin bu düşünceyi savunması mümkün değil. Şii düşüncesi, İslam, Ehl-i Beyt, Hz. Ali ile ya da bir başkasıyla ilişkili değil. Bu düşünce, bölgeye yabancı olan dinlerden geldi ve pazarlanamaz. Dahası biz Şiiler azınlık bir grubuz. Bölgenin geleceğini şekillendiremeyiz. Bölgenin geleceği, Müslümanların genel çoğunluğuyla şekillenir. Bugün Sünni dünyası olarak bilinen şey budur. Şii varlığı ise maalesef sadece bir engeldir. Bu varlık, büyür ve etkili hale gelirse, etkinliği ulus için zararlı olacaktır ve hiçbir yararları dokunmayacaktır. Dolayısıyla ABD’nin Şiileri güçlendirmeye gösterdiği ilgi buradan kaynaklanıyor.”
Ne Sünniyim ne de Şii!
Şeyh Subhi el-Tufeyli, sosyolojik olarak Şii toplumuna bağlı olduğunu ifade ederken, “Evet, ama ben Sünni de değilim Şii de. Kur’an’ın söylediklerini yaparım. Çünkü bugün Sünnilerin yaptıkları, sahabelerle de Resulullah’la da ilişkili değil. Şiilerin yaptıklarının da Resulullah’la, Ehl-i Beyt ile ve Kur’an ile bir ilgisi bulunmuyor. Bunlar diğer projelerle ilgilidir. Biz din ticareti yapmıyoruz, Rabbi ile ilgilenenlerin alkışa da tezahürata da ihtiyacı yoktur. İran, din ticareti yapıyor. Buradan ABD’lilere kapıları açtı ve Lübnan’ı, Suriye’yi ve Yemen’i yıktı” ifadelerini kullandı.
Tufeyli, “Bölgeye girmek isteyen herkes, hedef ve emellerine ulaşmak için mezhepçi İran’ı kullanıyor. Saddam Hüseyin’in bir diktatör ve bozguncu olduğuna bakılmıyor. Ama İran’ın desteği olmasaydı ABD, Irak’a girip, Şiileri susturup, onları ABD askeri aracının hizmetine sokamazdı. Bu da bir gerçektir. Bugün İranlı hiç kimsenin ya da müttefikinin ABD’lilere saldırmaya hakkı yoktur. Bundan siz de sorumlusunuz ve siz de suçlusunuz! Eğer ABD’liler bir Iraklıyı öldürdüyse, buna siz de ortaksınız. ABD’liler bir Filistinliyi istismar ederse, bunun ortağısınız. Eğer ABD’liler bir Suriyeliye saldırırsa, siz de buna ortaksınız. Çünkü onları bölgeye getiren sizdiniz ve bölgeye karşı komplo kurdunuz. Bölgeyi yıkan sizsiniz. Ben ABD’lilerle şiddetli şekilde savaştım. ABD’lilere karşı dururken aynı zamanda İranlılara karşı da durdum” dedi.
İran, direnişi istismar ederek Lübnan’ı sömürdü
Ondan ayrıldıktan sonra Hizbullah’ın politikasını kimin değiştirdiği ve şu anki yolunun nereye doğru olduğu, Hizbullah’ın hala direniş gösterip göstermediği, siyasallaşıp siyasallaşmadığı ve bir iktidar partisi olup olmadığı hakkında da açıklamada bulunan Tufeyli, sözlerini şöyle sürdürdü.
“Hizbullah, ilkeler ışığında kurulmuş bir kurum. Bu dünyada kimse, ne yapacağını planlamadan adım atmaz. Lübnan çöküp İsraillilerin eline geçtikten sonra Lübnan’daki Emel Hareketi Başkanı Nebih Berri başta olmak üzere Lübnan’daki gettolar işgale teslim oldu. Ülkenin işgal edildiğini, Siyonist yörüngenin bir parçası haline geldiğini gördük. Lübnan, İsrail etrafında dönen bir uydu haline geldi. O dönemde zorlandık. Ben dindar bir adamım. General değilim. Ama zorunluluğun hükümleri var. O zamanlarda İmam Humeyni ile iyi bir ilişkimiz vardı ve İran’da devrim yeni olmuştu. Devrimden önce ve sonra İran’daydım. Bu yüzden bize destek sağlamaları adına bu ilişkiden yararlandık. Çünkü askeri eylem ve özgürlük yetenek gerektirir. Ancak tüm ülkeler gibi, dünyevi ve çıkar projelerine sahip olan tüm insanlar gibi İran yönetimi de Lübnan’ı kullanmaya, "Direniş" söylemiyle insanları istismar etmeye başladı. O günlerde farkındaydım, kör değildim. Sadece İsrail düşmanıyla savaşmadığımı biliyordum. Ayrıca Lübnan halkının çıkarlarına hizmet etmeyen tahakküm projelerinden korkuyordum. Bu bağlamda İran devletinin daha o zamanlarda İsrail'e direniş ile ilgisi olmayan askeri projeleri olduğunu hatırlıyorum. Beyrut’taki Zavarib’de mezhep savaşlarına girdiler, suikastlar düzenlediler”.
Tufeyli, İran'ın amaçlarını gerçekleştirmek için kimi hedeflediğine de değinirken Tahran rejiminin Lübnan Şiilerini birbiriyle çatıştırarak nasıl kontrol altına aldığını detaylarıyla açıkladı: “Lübnan halkı olarak, İran askeri kadrolarını ve uzmanlığını kullandık. Bu kadrolar, o zamanlarda bizim gençlerimizle de birlikteydiler. İsrail düşmanıyla savaşmak için planlama, yönetme ve benzeri konularda uzmanlıklarını kullanan bazı memurlarımız vardı. Bulundukları konumlardan yararlandılar. Emel ve Hizbullah arasındaki çatışmanın başlangıcında Lübnan’ın güneyindeki Nebatiye şehrine saldırdılar. İranlılar, Sur şehrinde Emel'e kurtarılmış bölge bırakmak  karşılığında Nebatiye’de bir kurtarılmış bölge kurma projesine sahipti. Böylece Suriye kontrolü dışında bir nüfuza sahip olacaklardı. O zamanlarda Hizbullah olarak Emel ile çatıştık. İranlılar; Hizbullah ve Emel arasında üç yıllık bir fitne oluşturdu. Bunun tüm sorumluluğu İran'a aitti. Askeri liderleri yargıya yönlendirdik. Çünkü çatışmalar, benim emirlerime rağmen yapılmıştı. Ancak İran yönetimini temsilen bir heyet ülkeye gelerek Hizbullah Şura Konseyi üyelerine gitti ve vatandaşlarının yargılanmamasını istedi. Tahran’dan bana, askeri yargılanma istemedikleri hususunda bir mesaj geldi. Ancak yargı konusundaki fikrimde kararlı kaldım. Sonradan ortaya çıktı ki alaycı ve saygısız bir şekilde İranlılar, Hasan Nasrallah’ı benim bilgim olmadan örgütün silahlı kanadına  liderlik etmesi için görevlendirdi. Bu basit bir ayrılık değil örgüt içinde askeri bir darbeydi. Aslında Hasan Nasrallah ve Humeyni’nin liderlik emirlerine uyuyorlardı. İran’ın fitne projesine karşıydık. Evet o zaman, Hizbullah’ın Genel Sekreteri’ydim. Ama öldürenleri, fitne yayanları yargılamak istedim. Emel Hareketi ile fitne tedavisi başlığı altında İran’dan gelen bir komite ile yapılan bir toplantı sırasında, başlangıçta bir polemik oluşturdular ve nihayetinde isteklerini söylediler. İranlılar, tüm yeteneklere sahip. Direniş projesini kim finanse ederse onu durdurmak isterler. Bize de söylediler: Gelecek ay için paramız yok, yani işimiz bitti. O zaman kabul ettim. Ancak bir şartla. Heyet, Emel ve Hizbullah arasındaki çatışmayı durdurarak polis memuru Dr. Beşarti başta olmak üzere Beyrut ve Şam büyükelçilerini, Muhafızlar Bakanlığı’ndan, Güvenlik Bakanlığı’ndan ve Dışişleri Bakanlığı’ndan insanları içerecekti. Çünkü bu çatışmaya girmemizin hiçbir gerekçesi yoktu ve güvence istiyordum. Ama bana güvence vermeyi reddettiler. Nihayetinde de dedim ki, ya iki örgüt arasındaki çatışmayı durdurun ya da heyetin başkanı benimle Nebih Berri arasında bir arabulucu olacak ve Berri'nin mesajlarını müdahaleniz olmadan bana iletecek. Bunu da reddettiler. O zaman da dedim ki, ben Hizbullah’ın Genel Sekreteriyim. Güvencenin sizin elinizde olduğunu biliyorum. Ama bunu istemiyorum. Onların politikalarını o zamandan beri biliyoruz. Onların manipülasyonunu ve hilelerini biliyoruz. Allah’tan korkmuyorlar”
Sonradan ortaya çıktı ki alaycı ve saygısız bir şekilde İranlılar, Hasan Nasrallah’ı benim bilgim olmadan örgütün silahlı kanadına  liderlik etmesi için görevlendirdi. Bu basit bir ayrılık değil örgüt içinde askeri bir darbeydi.
İran’ın hedefinin önce Lübnan Şii toplumunu kendi kontrolü altına almak ardından da tüm Lübnan'ı bu güdümlü örgütle ele geçirmek olduğunu belirtti:
“Şiiler, bu yolla mı iktidara geliyorlar, size sundukları ne? Şu an Irak’ta olduğu gibi? Anlatılanlar açlık, sindirilme, lafı dolandırmaydı. Nebih Berri veya Hasan Nasrallah’ı Lübnan'ın esas patronu yapacak olanlar da ülkeyi talan eden siyasi elitlerdi. Hamaney Irak halkının katledilmesinden ne elde etti? Ölüm, baskı, yağma ve aşağılama. Herkesten önce Şiiler tarafından aşağılanacaklar ve lanetlenecekler. Ülkeler ve medeniyetler, hırsızlarla veya ahlaksızlarla inşa edilmez, onurlu insanlarla ve adaletle inşa edilir. Lübnan'ın rejim şeklini değiştirmek istediklerini düşünmüyorum. Amaçlarının ise bölgeyi zayıflatmak olduğuna inanıyorum. Onlar efendidir. Hz. Muhammed’in ümmetinin, Kur’an’ın ümmetinin, İslam’ın ümmetinin ve 1400 yıldan uzun bir süredir insanlığı yöneten bir ümmetin yok edilmesi o kadar kolay değil.”
Lübnan’ın kanser sorunu
Şarku'l Avsat'ın Independent Arabia'dan aktardığı röportajda Tufeyli, Lübnan'da Ekim ayında başlayan halk hareketi sonrasında ülkenin karşılaştığı zorluklardan da söz etti. Şeyh Subhi et-Tufeyli, ifadelerini şöyle sürdürdü:
“Eğer 1997 yılındaki Açlık Devrimi’nde tek başımıza olmasaydık, bugün ulaştığımız bu acı ve ıstırap yıllarından kendimizi kurtarabilirdik. Lübnan’daki yolsuzluk ve yozlaşma çok büyük, tüm Lübnanlıların düşündüğünden de daha fazla. Normal bir Lübnanlı gerçek yolsuzluğun boyutunun ve bu yöneticilerin Lübnan halkını nasıl gördüklerinin farkında değil. Lübnanlılar, birkaç gösteriyle sorunun üstesinden gelebileceğini düşünebilirler, ancak hayır. Lübnan’ın sorunu kanserli oluşudur. Çaba, sabır ve kararlılığa, karşıt kesimlerin uzlaşısına ihtiyaç var. Mezhep liderleri ise halkı zorla boyunduruk altına almak üzere kendi planlarını uyguluyorlar.
Bence işler şu ana kadar iyiydi. Halk olarak iyi adımlar attık. 17 Ekim'de başlayan İntifada, daha büyük bir ivme, daha fazla farkındalık ve baskı ile devam etmeli. Aziz, cömert, saygılı, adil ve canlı bir ülke inşa etmek için sokaklarda ne kadar kalırsak, gözlerimiz de hatalara o kadar açık kalır, bir adım ilerleriz. Bunlar 10 ya da 20 yılda inşa edilemez. Bilgili ve olgun bir insana ihtiyaç var. İnanıyorum ki, inşallah Lübnanlıların çoğunluğu bu yoldadır”.
İç savaş uzak ihtimal
Tufeyli, Lübnan’da bir iç savaşı uzak bir ihtimal olarak görürken, “Ben rahatım. İç savaş mevcut değil. Çünkü İran rejimi İsrail işgaline karşı teslim etmediklerini öne sürdükleri Hizbullah silahlarını bir iç savaş pahasına boşa harcamaz. Bizi koruduğuna inandığımız silah, gerçekte İsrail sınırını koruyor. ABD’liler de uzun bir süre Lübnan’da bu sınırları korudu, İsrail’i korudukları için onlara destek verdi. Hizbullah’ın, sınırdan uzaklaştığını var sayalım, Hizbullah gibi koruma sağlayacak kim var? Bu yüzden Lübnan’da iç savaş yok, rahat olun. İran, bir iç savaşın kolay bir risk olmadığını da biliyor. Suriye’de İran ekipleri Hizbullah, Irak, Hindistan, Pakistan, Afganistan'dan getirdikleri Şii milisler ve Esed ordusuyla birlikteydi. Kendilerini ölümden kurtarmak için kitle imha silahı olan Rus ordusunu kullanmak zorunda kaldılar. İç savaş, birilerinin karar verebileceği kolay bir durum değildir” dedi.



 Fransız yazar Jelloun, İsrail'in Gazze'deki saldırıları ve İslamofobi'ye ilişkin AA'ya konuştu

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA
TT

 Fransız yazar Jelloun, İsrail'in Gazze'deki saldırıları ve İslamofobi'ye ilişkin AA'ya konuştu

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA

Birçok ülke ve Türkiye'de kitapları sevilerek okunan Fas asıllı Fransız yazar Tahar Ben Jelloun, İsrail'in Gazze'ye yönelik katliamlarının bir soykırım olduğunu belirterek, "Netanyahu'ya mektup yazdım. 'Savaşı kaybettiğini, çünkü herkesi öldürse bile Filistin'in orada kalacağını, Filistin halkının her zaman var olacağını' söyledim." ifadesini kullandı.

"Kum Çocuk", "Kutsal Gece", "Yoksullar Hanı", "Bay Ahlak'ın Çöküşü", "Kızıma Irkçılığı Anlatıyorum" gibi Türkçeye çevrilenlerin yanı sıra "Çocuklara İslam'ı Anlattım" ve "Kazablanka Aşıkları"nın da aralarında bulunduğu kitapların yazarı, Fransa'nın prestijli edebiyat ödüllerinden Goncourt Ödülü sahibi Tahar Ben Jelloun, Institut Français organizasyonuyla Ankara'ya geldi.

Fas'ta 1944'te doğan, ortaöğrenimi­ni Tanca şehrinde tamamlayan Ben Jelloun, 1971'de Fransa'ya göç ederek sosyoloji ve sosyal psikiyatri alanında öğrenim gördü.

30'dan fazla kitap kaleme alan Ben Jelloun, 1987'de "Kut­­sal Gece" romanıyla Gon­court Ödülü'nü alarak Fransa'da bu ödüle layık görülen ilk Faslı yazar oldu.

Eserlerinde ülkesinin sıkıntılarını, ırkçılık, göçmen soruları ve İslam karşıtlığını konu edinen Ben Jelloun, 1970'lerde başladığı gazeteciliği, Fransa'nın Le Monde gazetesinde sosyal ve siyasal konuları ele aldığı yazılarıyla sürdürüyor.

Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necdet Ünüvar'ın ev sahipliğinde öğrenciler ve akademisyenlerle söyleşide bir araya gelen Ben Jelloun, öncesinde, yazarlık serüveni, kitaplarına konu aldığı Filistin ve Gazze'deki katliamlar ile dünyada artan İslamofobi'ye ilişkin Anadolu Ajansı (AA) muhabirinin sorularını yanıtladı.

Soru: Türkiye'yi gezme şansınız oldu mu?

Tahar Ben Jelloun: Ne yazık ki Türkiye'yi gezme şansım olmadı. İstanbul'a kitaplarımı tanıtmak için 20 sene önce geldim ve çok hızlı bir gezi olmuştu.

Soru: Şu an üzerinde çalıştığınız bir roman var mı? Edebiyatçılar hakkında merak edilen bir şeydir, eski romanlarınızı dönüp okuyor musunuz, "Bugün yazsam farklı yazardım." diyor musunuz?

Tahar Ben Jelloun: Geçen yıl çıkan "Kazablanka Aşıkları" adlı romanımın devamı üzerinde çalışıyorum. Günümüz Fas'ında, Kazablanka'nın orta sınıfında evlilik üzerine bir hikaye. Şu anda ikinci cildi üzerinde çalışıyorum. Kitaplarımı geriye dönüp okumuyorum. Kitaplarımı asla tekrar okumam ve sonra onları unuturum.

Soru: Fransa'da yaşıyorsunuz ve ana vatanınız Fas ile bağlantınızı asla kesmemişsiniz, öyle değil mi?

Tahar Ben Jelloun: Evet, tabii ki yılda 4-5 ay oraya gidiyorum. Fas'a ihtiyacım var çünkü kitaplarımın çoğu Fas hakkında. Balzac'ın bir romancının ne olduğuna dair tanımını ele alırsak, "Bir romancı kendi çağının tanığıdır." der ve benim çağım Fas. Ülkemden kopamam.

Soru: Edebiyatçılık yaş aldıkça farklı bir çehreye bürünüyor mu? Edebiyata başladığınız ilk dönem ile bugünü kıyasladığınızda değerlendirmeniz nasıl olur?

Tahar Ben Jelloun: Yazmaya ilk başladığımda çok zorlandım. Romanı beni eleştirmeyecek, "İyi, bu güzel." diyecek bir yayıncıya teslim etmek istiyordum. Bugün de aynı zorluğu yaşıyorum ancak buna alıştım ve bir romanın yayımlanmasından bir gün önce, 50 yıl önce hissettiğim kaygıyı, heyecanı hissediyorum. Her yaşta hata yapabilirsin, her yaşta kötü bir kitap yazabilirsin. Bir yazar kendinden çok şey talep etmelidir.

- "Sinemacılardan ilham aldım"

Soru: Kitaplarınız akıcı ve betimlemeyi çok seviyorsunuz. Gençliğinizde hangi edebiyatçılardan etkilendiniz? Yazın hayatınıza etki eden, besleyen unsurlar neler oldu?

Tahar Ben Jelloun: Gençliğimde Tanca'da olduğumuz için dikkatimizi dağıtacak çok az şey vardı. Haftada iki kitap ödünç alıp okuduğum bir Fransız kütüphanesi vardı. Balzac, Victor Hugo, Jules Verne ve farklı şairleri okudum. Yazmaya başladığımda, beni en çok etkileyen kişiler yazarlar değil, film yapımcıları, sinemacılardı. Hikaye anlatma tekniği, okuyucuyu ya da izleyiciyi sıkmamak için dikkatli olmanızı gerektirir. Alfred Hitchcock, Fritz Lang ve John Ford gibi büyük sinemacılardan, ülkelerini ve hikayelerini film aracılığıyla anlatmayı seven insanlardan ilham aldım. Yazarların da üzerimde etkisi vardı elbette çünkü sürekli okurdum.

- "İnsanoğluna güvenmiyorum"

Soru: İnsanı merkeze alan kitaplar yazıyorsunuz. 1970'lerden bu yana gittiğiniz ülkelerdeki gözlemlerinize göre toplumların ve insanların davranış modelleri değişti mi, değerlendirmeniz nedir?

Tahar Ben Jelloun: Her zaman bir hümanist oldum. Ülkem Fas'ta kadın haklarından başlayarak insan hakları için kampanya yürüttüm. İlk romanım kadınların durumuyla ilgiliydi ve sonra devam ettim. Şu anda dünyada neler olduğunu görüyoruz. Ukrayna, Gazze, Afrika'nın daha karmaşık hale gelmesi, bazı coğrafyalarda diktatörlerin iktidara gelmesi... Hepsi çok korkutucu çünkü hukuka ve adalete saygısı olmayan insanlarla uğraşıyoruz. Bu yüzden insanlığa, insanoğluna güvenmiyorum. Ancak sade bir vatandaş olarak yazmaya ve politikacılardaki bu insanlık yoksunluğunu kınamaya devam ediyorum.

- "Göçmenlik, edebiyatımda her zaman konu olmuştur"

Soru: Dünyanın her yerinde göçmen sorunu var. Siz de 27 yaşında Fas'tan Fransa'ya göç etmişsiniz ve belki de bir süre Fransa sizi göçmen olarak kabul etti. Kitaplarınızda da bu konuyu irdeliyorsunuz. Son 40-50 yılda göçmenlerin durumu nasıl bir hal aldı?

Tahar Ben Jelloun: Göçmenlerin her yerde olduğu bir zamanda yaşıyoruz ve bunlar önceki dönemin politikaları olan sömürge politikaları, az gelişmişlik ve ırkçı politikalardan kaynaklandı. Şimdi bu nedenlere bir de iklim sorununu ekliyoruz. Fransa'da göç, sömürgeciliğin doğrudan bir sonucuydu. 40'lı, 50'li ve 60'lı yıllarda Fransızlar fabrikalarında çalıştırmak ve insan gücü edinmek için Cezayir, Fas ve Tunus'a gitti. Fransız hükümeti 70'li ve 75'li yıllardan itibaren insani bir bakış açısıyla göçmenler ve ailelerini bir araya getirmeye karar verdi. Fransa'da çalışan erkekler, eşlerini ve çocuklarını ülkeye getirme hakkına sahip oldu. O andan itibaren yeni doğumlar başlayacak ve göçmenlerden değil ama göçmenlerin çocuklarından oluşan yeni bir nesil ortaya çıkacaktı. Bu çocuklar bunu çok ağır yaşadı. Tanınmadıklarını, düzgün bir şekilde karşılanmadıklarını hissettiler. Kalitesiz okullara devam ettiler ve sonuçta ikinci sınıf Fransızlar oldular.

Ben ekonomik bir göçmen değildim. Bir dönem entelektüeller için Fas'ta yaşamak çok zordu, bu yüzden Fransa'ya geldim çünkü bazı arkadaşlarım fikirleri yüzünden çeşitli sıkıntılar çekiyordu. Fransa'da göçmenlere okuma yazma dersleri verdim. Göçmenlik, edebiyatımda her zaman konu olmuştur. Günümüze kadar onların neler yaşadığına tanıklık etmenin ve buna yönelik yazmanın önemli olduğunu düşünüyorum çünkü pek de iyi şeyler yaşamıyorlar.

- "Gazze'de yaşananlar bir trajedidir, soykırımdır"

Soru: İslam'ı anlatmak için kitaplar yazdınız ve Fransa'da İslam'ı anlatıyorsunuz. Bugün artan bir şekilde İslamofobi var. Gazze'de 14 bin çocuk İsrail'in katliamlarıyla hayatını kaybetti. Bu katliam nasıl son bulacak, dünyanın her yerinde kaygı uyandıran bu sıkıntı için değerlendirmeniz nedir?

Tahar Ben Jelloun: Ben edebiyatçı, yazar ve sosyolog olarak değil, sıradan bir vatandaş, bir aile babası olarak, tıpkı "Kızıma Irkçılığı Anlattım" kitabını yazdığım gibi, "Çocuklara İslam'ı Anlattım" kitabını da Fransız çocukların İslam'ın ne olduğunu anlamalarını teşvik etmek için yazdım. Bu bir eğitim ve pedagoji meselesi. Ancak başörtüsüyle ilgili yaşanan olaylar, İslamcılığın bir ideoloji haline gelmesi, terörizm, pek çok konu var. İslam dininin kötüye kullanılmasını İslam devleti ideolojisiyle birbirine karıştırıyoruz. Batı'da İslam'ın ne olduğu konusunda bir bilgi eksikliği var, İslam farklı gösteriliyor. İslam hakkında doğru bir şekilde konuşabilen çok az insan var.

Gazze'de yaşananlar bizim için bir acıdır. Hamas'ın 7 Ekim'deki saldırısını bir makale yayımlayarak alenen kınadığım doğrudur. Ancak korkunç olan İsrail'in 6 aydır sivilleri bilerek katletmek, çocukları öldürmek ve her şeyden önemlisi Filistin halkını aç bırakmak için gıda yardımının gelmesini engellemesi. Gazze'de yaşananlar bir trajedidir ve dünyada suçu tersine çevirmek için çok fazla baskı var. Netanyahu ve ordusunun planı tüm Filistinlileri yok etmek. Bu kesinlikle onun saplantısı, mümkün olduğunca çok Filistinliyi öldürmek ve böylece yeryüzünde hiç Filistinli bırakmamak... İsrailliler, soykırım kelimesinin Yahudilerin soykırımından başka bir şey için kullanılmasını istemiyor. Ancak bir hastaneyi, bir okulu ya da sadece uyuyan ailelerin olduğu bir köyü bombaladığınızda ve herkesi katlettiğinizde, bu soykırımdır. Trajedi şu ki diyalog ve müzakere olabilmesi için herhangi bir uzlaşma göremiyoruz. Bunu istemiyorlar, İsrailliler barışla ilgilenmiyor. Dolayısıyla bu trajedinin olumlu bir sonuca ulaşacağını düşünmüyorum.

- Netanyahu'ya yazdığı mektupla BM'den arandı

Soru: Gazze'de yaşananları romanlaştırma düşünceniz var mı?

Tahar Ben Jelloun: Filistin hakkında şiirler, tiyatro piyesleri yazdım. Gazze'de olanlar için İtalya'da "Çığlık" adında küçük bir kitap yayımladım. Çünkü Fransa'da yayımlamak için ortam müsait değildi. Hem 7 Ekim'in dehşetini hem de İsrail ordusunun dehşetini anlattım. Bir yandan Hamas'ın saldırılarını yazdığım için Arap arkadaşlarım tarafından hakarete uğradım, diğer yandan da İsrail ordusuyla ilgili metinlerimi yayımladığımda Yahudi arkadaşlarım tarafından antisemitik olduğum söylenerek saldırıya uğradım. Düşündüğünü söyleyen özgür bir entelektüelim ve kimseyi memnun etmeye çalışmıyorum. Bir insan olarak her gün gördüklerimi kınıyorum. Ve yazıyorum, yapmam gereken tek şey bu. Ayrıca Netanyahu'ya bir ay önce açık bir mektup yazdım ve bu mektup birkaç gazetede yayımlandı, Netanyahu'ya 'savaşı kaybettiğini çünkü herkesi öldürse bile Filistin'in orada kalacağını, Filistin halkının her zaman var olacağını' söyledim. Bir gazete beni Yahudi karşıtı olarak suçladı. Le Point'te genç bir Yahudi kadın tarafından yayımlanan, bana hakaret eden ve beni karalayan bir yazı yazıldı. İsrail'den bana karşı çok fazla tepki geldi. Bu mektup BM'ye kadar ulaşan ve oradaki pek çok yetkili tarafından okunan bir mektuptu. BM'den bu konuda beni aradılar. Mektup hala sosyal ağlarda dolaşıyor.

- "Batı'daki entelektüeller İslam'a ve Müslüman nüfusa pek ilgi duymuyor"

Soru: Faslı Fransız yazar olarak İslamofobi'nin çözümleneceğini düşünüyor musunuz? Edebiyat ve edebiyatçılar bu soruna kulak tıkıyor mu?

Tahar Ben Jelloun: Fransa'da bir din olarak İslam'ın çok kötü bir imajı var. Hem İslam'ı ve Müslümanları sevmeyenler hem de İslamofobi olarak adlandırılan İslam karşıtı ırkçılığı savunanlar var. İslam'dan korkan pek çok kişi var. Batı'daki entelektüeller, sanatçılar ve yazarlar, İslam'a ve Müslüman nüfusa pek ilgi duymuyor.

İslam'ı nefret konusu haline getiren aşırı sağcı siyasi partilerimiz var. Örneğin Eric Zemmour adında, partisi olmayan ama seçimlere katılmış eski bir gazeteci, aşırı sağa çok bağlı bir politikacı, İslam'ın Fransa için bir tehlike olduğunu söylüyor. Ayrıca "Tesettürlü bir kadın hareket halindeki bir camidir." demiş ve bunu sık sık tekrarlamıştır. Irkçı nefreti kışkırtmaktan hüküm giydi. Ancak bu durum Müslüman karşıtı duyguların yayılmasını engellemedi.

- Fransız yazar, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve Nedim Gürsel okumuş

Soru: Türkiye, Fransa'nın prestijli ödüllerinden Goncourt'ta ödül alacak eserlerin seçimine dahil oldu. Pek çok ülke bu seçimi yapıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk edebiyatını ve kitaplarını okuma fırsatınız oldu mu?

Tahar Ben Jelloun: Gençken Yaşar Kemal'i okurdum, Fransa'da en çok tanınan Türk yazardı. Orhan Pamuk'un eserleri ile Fransızca ve Türkçe yazan arkadaşım Nedim Gürsel'i okudum. Türk kültürüne ve Türk sinemasına çok sempati duyuyorum. Fas ve Türkiye arasında pek çok benzerlik var. Fas'ta Türkiye'ye büyük saygı duyuluyor. Türkiye, Fas'ta endüstriyel, ticari ve zanaat düzeyinde varlık gösteriyor. İki ülke arasında büyük ilişkiler var. Bu da memnuniyet verici. Sizi şaşırtabilir belki ama yaklaşık 10 yıl önce Fas'ta Arapça yayımlanan bir Türk dizisi büyük beğeni kazandı. Dolayısıyla Türkiye bizim için çok tanıdık ve dost bir ülke.

Türkiye'nin Goncourt seçimini lanse etmek için Ankara'ya geldim ve perşembe günü İstanbul'a gidiyorum. Dünyada yaklaşık 42 ülkede öğrenciler bizim hazırladığımız kısa listedeki kitapları okuyor, bir araya gelip bir kitap için oy kullanıyor ve o kitap, prensip olarak Goncourt seçiminin yapıldığı ülkenin diline çevriliyor. Brezilya, Yunanistan ve Fas'tan Cezayir, Polonya ve Romanya'ya kadar, Goncourt seçimini yapan 42 ülke var ve bu Fransızca konuşulan ülkelerdeki gençlerin daha çok okumasını sağlıyor, bu yüzden önemli bir proje.

Yazar Ben Jelloun, röportaj sonrasında, Anadolu Ajansının, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarında beyaz fosfor kullanması başta olmak üzere işlediği savaş suçlarına yönelik belge niteliğindeki fotoğrafların yer aldığı "Kanıt" kitabını inceleyerek, AA'ya tebrik ve çalışmadan dolayı teşekkürlerini iletti.