ABD, El-Fahuri'nin serbest bırakılması için Lübnanlı yetkililerle anlaşma mı yaptı?

TT

ABD, El-Fahuri'nin serbest bırakılması için Lübnanlı yetkililerle anlaşma mı yaptı?

Lübnan’daki askeri mahkeme dün sürpriz bir kararla, ülkenin güneyinin işgali sırasında İsrail tarafından kurulan el-Hayam gözaltı merkezi eski yöneticisi Amir el-Fahuri’yi serbest bıraktı. Karar ülkede yaşanan siyasi bir tartışmanın tam ortasında gelirken Hizbullah kararı ‘ABD baskısı’ sonucu alınmış ‘yanlış’ bir karar olarak niteledi. Bununla birlikte kararın, ABD ile ‘siyasi bir anlaşma’ çerçevesinde alındığı iddia edildi.
Washington ile ‘anlaşma’ yapıldığı imaları, siyasiler ve yetkililer tarafından yapılan açıklamalardan çıkarılırken özellikle (Dürzi) İlerici Sosyalist Parti (İSP) Genel Başkanı Velid Canbolat’ın Twitter hesabından yaptığı şu açıklama dikkatleri çekti;
“(Ülkede) sağlık sektörü ve ekonomide yaşanan kriz zirveye ulaşırken, karar merkezinde olan ve çifte vatandaşlığı bulunan şeytanın avukatı, ajan Amir el-Fahuri'nin serbest bırakılması için uygun fetvayı bulur. Yargı kurumlarının ve yargının bağımsızlığı hakkında konuşmanın ne faydası var. Yüksek Yargı Konseyi Başkanı’na ve ajanı yargılayan hakimlere teşekkür ederim. Bu Başkanlık için zehirli bir iksirdir.”
Öte yandan (Maruni Hristiyan) Özgür Yurtsever Hareket (ÖYH) lideri Cibran Basil’in ofisinden basında çıkan haberlerle karşı yapılan açıklamada, “Yargıya olan saygısından dolayı milletvekili Basil, Fahuri’nin ne tutuklandığında ne de serbest bırakıldığında ucu yargıya dokunan yanlış eleştiriler ve iftiralarda bulunmamıştır” ifadeleri yer aldı. Lübnan merkezli bir gazetede yer alan habere işaret edilen açıklamada, “Bu iğrenç bir iftira ve tahammül edilemeyen gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Bunun amacı, ajanın Basil’in Dışişleri Bakanlığı döneminde Lübnan'a dönmesi ve tutuklanmasından dolayı tüm siyasi ve medyatik yükün milletvekili Basil’in omuzlarına yüklenmesidir. Basil Fahuri’yi hiç tanımıyor ve onunla serbest bırakılmasıyla hiçbir bağlantısı yok. Basil’in Fahuri’ye yardım etme sözü verdiğine dair söylenenler önyargı ve yalandır. Bu yüzden gazeteye dava açılmasına karar verildi” denildi.
Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen eski Bakan Viam Vahhab ise “Lübnan, ABD’nin talebini reddedemez” çıkışında bulunurken milletvekili Cemil es-Seyyid Twitter hesabından yaptığı açıklamada, “Bu mahkeme tek başına Fahuri’yi temize çıkarmaya cesaret edemez. Lübnan lehine yapılmış bir anlaşma sonucu serbest bırakılmış olmasını ve bunun da halka duyurulmasını umuyorum. Fakat eğer karşılıksız bırakıldıysa kafalar yuvarlanmalı” dedi.
Muhalif siyasi kaynaklar Şarku’l Avsat aracılığıyla Fahuri’nin serbest bırakılmasının Şii İkilisi’nin (Hizbullah-Emel Hareketi) dışında Hizbullah’ın müttefiklerini de etkileyecek olan ABD yaptırımlarıyla ilişkili olup olmadığını sordular. Kaynaklar ayrıca Washington ile Lübnan hükümeti arasında pamuk ipliğine bağlı ABD-Lübnan ilişkilerinin normalleştirilmesi ve ABD'nin Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) Lübnan'a nakit para yardımı yapılmasına yeşil ışık yakmasını kolaylaştırması’ karşılığında Fahuri hakkındaki takipsizlik kararı nedeniyle Lübnan’ın bir bedel ödeyip ödemeyeceğini de sorarken bu bedelin yerel mi yoksa bölgesel mi olacağını da sorguladılar.
Kaynaklar ABD’nin talebi üzerinde geçtiğimiz aylarda aralarında ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı David Hill ve ABD'nin eski Beyrut Büyükelçisi Elizabeth Richard ve yeni Büyükelçisi Dorothy Shea’nın da bulunduğu ABD’li bazı yetkililer ile Lübnanlı yetkililer arasında birkaç görüşme yapıldığının altını çizdiler.
Öte yandan karara karşı siyasi bir çıkış yapan Hizbullah “Ne yazık ki ABD baskısı bugün karşılık buldu” şeklinde bir açıklama yaptı. Bugünün Lübnan ve yargısı için üzücü bir gün olduğu belirtilen açıklamada, kararın pişmanlık, öfke ve kınama gerektiren bir karar olduğu vurgulandı. Açıklamada ayrıca askeri mahkeme başkanının ve üyelerinin, bu kararı almaları için yapılan baskılara boyun eğmek yerine istifa etselerdi, daha onurlu ve daha faydalı bir davranış sergilemiş olacakları belirtildi. Açıklamada yargıya saygınlık ve onur sınavında itibar ve dürüstlüğünü geri kazanmak ve işkence gören, ezilen ve topraklarının kurtarılması uğruna fedakarlık yapan tüm Lübnanlılar için bu durumu düzeltme çağırısı yapıldı.
Hizbullah’a bağlı Avukatlar Topluluğu yaptığı açıklamada, “Askeri Mahkeme tarafından, el-Hayam Kasabı olarak adlandırılan ajan Amir Fahuri'nin serbest bırakılması kararı Lübnan halkı adına alınmış bir karar değildir. Bu skandal karar, Lübnan adaletinin ve askeri yargının tarihinde kara bir gündür. Ancak Fahuri’nin serbest kalma işlemleri durdurulması ve ardından adil bir şekilde cezalandırılması halinde bu kara leke silinebilir” ifadeleri yer aldı.
Muhalefet kanadından siyasi kaynaklar, yaşanan siyasi tartışmalarla ilgili olarak,  hükümetin, ABD ile ilişkilerdeki tıkanıklığı hafifletmeye yardımcı olacak, mevcut durumu sona erdirecek ve Washington ile ilişkilerde krizi ağırlaştıran ana meselelerle karıştırılmayacak benzer bir karar verip veremeyeceğini sorguladılar. Kaynaklar, tepkileri ve tıkanıklığı püskürtebilecek tutumlar sergilemek yerine, Fahruri’yi serbest bırakma kararıyla Washington'la gerginliği hafifletmeye ve uyuşmazlığı gidermeye yönelik davranışlar sergilendiği söylediler. Yine aynı kaynaklar, bu olayın Saad Hariri hükümeti zamanında gerçekleşseydi ne gibi sonuçları olacağını ve bugün hükümette yer alan partilerin buna karşı nasıl bir tutum sergileyebileceklerini sorguladılar.
Hakkında İsrail'in Lübnan’ın güneyini işgali sırasında el-Hayam kasabasında eski bir kampta işkence yaptığı iddiaları bulunan Amir el-Fahuri'nin geçtiğimiz Eylül ayında uzun yıllar kaldığı ABD’den dönmesi ülkede büyük bir öfke patlamasına neden olmuştu.
Mahkeme, 16 Mart Pazartesi öğleden sonra yayınladığı kararda şu ifadelere yer verdi:
“Güney Lübnan’ın 2000 yılında kurtuluşundan önce İsrail tarafından kontrol edilen el-Hayam Hapishanesi’nde 1998 yılında mahkumlara işkence yapıldığı yönünde Fahuri’ye atfedilen suçlar, zaman aşımına uğrayarak (yani iddia edilen suçun gerçekleşmesinden bu yana 10 yılı aşkın bir süre geçti) düştü.”
Ancak Askerî Yargıtay’daki Hükümet Komiseri dün, Pazartesi günü Askeri Mahkeme’de hakim Gassan el-Huri’nin verdiği kararı temyiz etti. Lübnan Ulusal Bilgi Ajansı, hakim el-Huri’nin Askeri Yargıtay'dan kararı temyiz etmesini, Fahuri için tutuklama emri çıkarılmasını ve yeniden yargılamasını istediğini belirtti. Ajans, temyiz başvurusunun dün sabah Askeri Yargıtay tarafından işleme alındığını aktardı.
Fahuri hakkındaki takipsizlik kararının yayınlanmasından bu yana, siyasi çevreler ve halktan yapılan yoğun eleştiriler devam ederken Hizbullah ve diğer solcu güçlerin destekçileri yargı ve siyasi müdahale konusundaki öfkelerini dile getirdiler. Bazıları Tuğgeneral Hüseyin Abdullah başkanlığındaki Askeri Mahkeme’yi eleştirirken siyasi kaynaklar Abdullah'a yönelik eleştirileri ‘haksız’ olarak nitelediler.
Şarku’l Avsat’a yapılan açıklamalarda,  1980'lerde İsrail'le beraber hareket eden ‘Güney Lübnan Ordusu’ milisleri tarafından yönetilen el-Hayam gözaltı merkezinde çıkan isyanın zorla bastırılması davasına ilişkin ‘beraat’ değil, ‘takipsizlik’ kararı alındığı vurgulandı. Olayda iki mahkum ölmüştü. Kaynaklar, Güney Lübnan'ın 2000 yılında işgalden kurtulmasından iki yıl sonra 2003'te Fahuri hakkında başka bir dava açıldığını, ancak zaman aşımı nedeniyle serbest bırakıldığını belirttiler.
Şarku’l Avsat’a konuşan yargı kaynaklarına göre Fahuri, gözaltı merkezindeki ayaklanmayı zorla bastırmak, iki mahkumun ölümüne neden olmak, 1986 yılında mahkum Ali Abdullah Hamza'nın cesedine işkence yapmak, ölen mahkumların cesetlerinin bilinmeyen bir yere taşımak ve saklamakla suçlandı. Ancak 30 yıllık zaman aşımı nedeniyle Fahuri kanunlar uyarınca serbest bırakıldı. Kaynaklar ayrıca Fahuri’nin avukatının 2016 yılında Lübnan'a gelip suçlamaların zaman aşımına uğraması nedeniyle Lübnan güvenlik makamlarından müvekkilinin adının hakkında ajanlık ve terörle suçlamaları bulunanlar için oluşturduğu ‘303’ listesinden çıkarılması için bir takım adımlar attığına dikkat çektiler. Fahuri'nin adının listeden çıkarılmasının ardından Lübnan'a döndüğünü belirten kaynaklar, geçtiğimiz Eylül ayında tutuklanmadan önce Lübnan topraklarına girmesine izin verildiğini söylediler.
Fahuri, Beyrut’ta soruşturma hakimi olan Bilal Halavi tarafından el-Hayam Hapishanesi’ndeki iki eski tutuklunun kendisine karşı açtığı davada da ‘söz konusu tutukluları göz altına almak, özgürlüklerine el koymak ve işkence yapmak’ ile yargılanıyor. Fakat Halavi’nin Fahuri hakkında tutuklama emri çıkarmamış olması halkın yargıya yönelik öfkesini körüklüyor. Siyasi kaynaklar, Fahuri’nin şuan bir güvenlik merkezinde olmadığını, yoğun güvenlik önlemleri altında bir hastanede tedavi gördüğünü söylediler.



Kürt liderler Türkiye'yi Suriye'ye yönelik politikasını gözden geçirmeye çağırıyor

Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)
Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)
TT

Kürt liderler Türkiye'yi Suriye'ye yönelik politikasını gözden geçirmeye çağırıyor

Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)
Halep'teki hareketlilik sırasında SDG mensupları (AFP)

Kürt liderler, Türkiye'nin Suriye'ye yönelik politikasını ve "Suriye Demokratik Güçleri"ne (SDG) karşı tekrarlanan askeri müdahale tehditlerini eleştirerek, Suriye Kürtlerinin ülkeyi bölmeyi amaçlamadığını vurguladı.

Bu durum, Suriye'deki Kürdistan İşçi Partisi'nin (PKK) bir kolu olarak kabul edilen Kürt Halk Koruma Birimleri (YPG) liderliğindeki SDG ile Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahalleleri arasında son haftalarda yaşanan çatışmalarla gerilimin yeniden arttığı bir dönemde ortaya çıkıyor. Ayrıca, SDG'nin 10 Mart'ta Şam ile imzaladığı, Suriye ordusu ve devlet kurumlarına entegrasyonuyla ilgili anlaşmayı uygulamaya koyacağına dair hiçbir işaret de bulunmuyor.

PKK’nın önde gelen liderlerinden ve Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) Yürütme Kurulu üyesi Mustafa Karasu, "Türk devletinin Suriye'ye yaklaşımı yanlıştır. Türkiye Gazze'deki savaşa ve İsrail'in Lübnan ve Suriye'ye yönelik saldırılarına karşı çıkıyor, yani savaşa karşı ve barış istiyor, ancak aynı zamanda SDG entegrasyon anlaşmasını uygulamadığı takdirde Suriye'ye müdahale edeceğini söylüyor... Bu mantık nasıl makul olabilir?" dedi.

Suçlamalar ve uyarılar

Karasu, bugün Türk gazetelerinde de yer alan Kürt medya kuruluşlarına yaptığı açıklamalarda, Türkiye'nin tüm bölgelerde barış istediğini ancak Kürtlere karşı savaş istediğini belirterek, "Kürtler ve Şam hükümeti sorunlarını kendi aralarında görüşüp çözebilirler, çünkü bu iç meseledir ve Kürtler 'Suriye'yi bölelim' demiyor, böyle bir yaklaşım söz konusu değil" diye vurguladı.

PKK liderlerinden Mustafa Karasu (Türk medyası)PKK liderlerinden Mustafa Karasu (Türk medyası)

Türkiye'nin Suriye'ye yönelik, baskı ve tehdit yoluyla adımlarını dayatmaya dayalı politikasını değiştirmesi gerektiğini vurgulayan Karasu, şunları ekledi: “Mesele birden fazla gücün elinde. Evet, farklı güçler söz konusu. Sadece Türkiye ile sınırlı değil; diğer güçler de Suriye'de karışıklık çıkarıyor. Yapılabilecek en iyi şey Suriye'de istikrarı sağlamaktır, ancak istikrar, Şam ile Kuzey ve Doğu Suriye yönetimleri arasında çatışma ve anlaşmazlık çıkararak sağlanamaz.”

Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, geçtiğimiz günlerde yaptığı açıklamada, SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonu konusunda anlaşmaya varan Türkiye ve diğer tarafların sabrının tükendiğini belirterek, anlaşmanın uygulanması yönünde herhangi adım atıldığına dair bir işaret olmadığını vurguladı.

El-Şara, 22 Aralık'ta Şam'da Türk heyetiyle yaptığı görüşmede (Türkiye Savunma Bakanlığı - X)El-Şara, 22 Aralık'ta Şam'da Türk heyetiyle yaptığı görüşmede (Türkiye Savunma Bakanlığı - X)

Geçtiğimiz pazartesi günü Şam'da Suriye Dışişleri Bakanı Esad el-Şeybani ve Türk mevkidaşı Hakan Fidan'ın düzenlediği ortak basın toplantısında Ankara ve Şam, SDG'yi lideri Mazlum Abdi ile Cumhurbaşkanı Ahmed el-Şara arasında imzalanan anlaşmanın uygulanmasını geciktirmekle suçladı ve Suriye'nin birliğini ve istikrarını baltalamaya yönelik her türlü girişimi reddettiklerini yineledi.

Fidan, Savunma Bakanı Yaşar Güler ve İstihbarat Başkanı İbrahim Kalın'ın da aralarında bulunduğu bir Türk heyeti Şam'da El-Şara ile görüşmeler yaparken, SDG ateşkes anlaşmasını ihlal ederek Halep'in kuzeyindeki El-Şeyhan ve El-Layramun kavşaklarına yakın noktalara saldırdı. Bu saldırı, Şam ve Ankara'ya yönelik mesaj olarak değerlendirildi.

Halep'te Gerilim artıyor

Dün gece Halep'in kuzeyinde SDG ile Suriye hükümet güçlerine bağlı gruplar arasında çatışmalar yeniden başladı.

 Halep'in Şeyh Maksud mahallesindeki bir kontrol noktasında SDG unsurları (X)Halep'in Şeyh Maksud mahallesindeki bir kontrol noktasında SDG unsurları (X)

SDG'ye bağlı İç Güvenlik Kuvvetleri (Asayiş), hükümete bağlı grupların Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerine ağır makineli tüfek ve topçu ateşiyle şiddetli bir saldırı düzenlediğini, Şeyh Maksud kavşağı yakınlarındaki kontrol noktalarından birine iki RPG mermisi isabet ettirdiklerini ve bu saldırıya karşılık verdiklerini açıkladı.

Bu gerilim, SDG ile Şam arasında 10 Mart anlaşmasının uygulanmasına ilişkin müzakereler için bir tehdit oluşturuyor.

Suriye Dışişleri Bakanlığı'ndan bir kaynak, dün resmi haber ajansı SANA'ya verdiği demeçte, SDG liderliğinin entegrasyon ve Suriye'nin birliğiyle ilgili yaptığı açıklamaların pratik adımlara veya net zaman çizelgelerine dönüşmediğini, bu durumun anlaşmaya olan bağlılıklarının ciddiyeti konusunda soru işaretleri yarattığını söyledi.

10 Mart'ta SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonuna ilişkin anlaşmanın imzalanması sırasında El-Şara ve Abdi (EPA)10 Mart'ta SDG'nin Suriye ordusuna entegrasyonuna ilişkin anlaşmanın imzalanması sırasında El-Şara ve Abdi (EPA)

Kaynak, Suriye ordusu çerçevesi dışında, bağımsız liderliğe ve yabancı bağlantılara sahip silahlı grupların varlığının devam etmesinin ulusal egemenliği zayıflattığını ve istikrarı engellediğini vurguladı. Aynı durum, sınır geçişlerinin tek taraflı kontrolü ve bunların pazarlık kozu olarak kullanılması için de geçerlidir.

Geçtiğimiz hafta, Türkiye Savunma Bakanı Yaşar Güler, Türkiye'nin her türlü olasılığa hazır olduğunu belirterek, SDG’den anlaşmanın uygulanması için net bir yol haritası açıklamasını istemişti.

Türk müdahaleleri

Suriye'deki Kürt Demokratik Birlik Partisi başkanlık kurulu üyesi Salih Müslim, Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerini kuşatan hükümete bağlı grupların emirleri Şam'dan değil, doğrudan Türkiye'den aldığını belirtti.

Salih Müslim (Suriye Kürt Demokratik Birlik Partisi)Salih Müslim (Suriye Kürt Demokratik Birlik Partisi)

Müslim, Türkiye'nin bu gerilimle Suriye arenasını alevlendirmeyi ve SDG entegrasyon anlaşmasını engellemeyi amaçladığını, Türk politikasının ise "Suriye'deki Kürt ve demokratik iradeyi" kırmayı hedeflediğini iddia etti.

Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerinin Genel Konseyi ile Suriye hükümeti arasında 1 Nisan'da imzalanan anlaşmanın, Halep şehrinde birlikte yaşamı pekiştirmeyi ve sivil barışı teşvik etmeyi amaçladığını, iki mahallenin özel statüsünü teyit ettiğini ve Suriye hükümetindeki İçişleri Bakanlığına bağlı İç Güvenlik Güçlerinin (Asayiş) iki mahallenin korunmasından sorumlu olacağını belirtti; ancak "asi" silahlı kişilerin bu anlaşmayı tehlikeye attığını vurguladı.


Halep'te meydana gelen silahlı saldırıda Suriye "Savunma Güçleri" mensubu bir kişi öldürüldü

Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
TT

Halep'te meydana gelen silahlı saldırıda Suriye "Savunma Güçleri" mensubu bir kişi öldürüldü

Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).
Geçtiğimiz hafta SDG'nin gerilimi azaltma konusunda anlaşmasının ardından Halep'te yürüyen insanlar, (Reuters).

Suriye devlet televizyonu bugün, Halep'te kimliği belirsiz kişiler tarafından düzenlenen silahlı saldırıda Savunma Bakanlığı mensubunun öldürüldüğünü bildirdi.

Bu olay, Suriye Demokratik Güçleri'nin (SDG) Halep'in Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahalleleri yakınlarındaki bir İçişleri Bakanlığı kontrol noktasına düzenlediği saldırıda Suriye İç Güvenlik Güçleri mensubunun yaralanmasından bir gün sonra gerçekleşti.

Halep vilayetindeki iç güvenlikten sorumlu Albay Muhammed Abdülgani, SDG tarafından anlaşmaların yeni bir ihlalinin gerçekleştiğini duyurdu. Şarku’l Avsat’ın Suriye TV internet sitesinden aktardığına göre saldırının Şeyh Maksud ve Eşrefiye bölgelerinde sivil hareketini düzenleme görevini yerine getiren kontrol noktası personelinin bulunduğu sırada meydana geldiğini ve personelden birinin yaralandığını vurguladı.

Abdulgani, ateşin kaynaklarının onaylanmış askeri kurallara göre etkisiz hale getirildiğini, yaralıya ilk yardım yapıldığını ve tedavi için hastaneye sevk edildiğini belirtti.

İç güvenlik başkanı, iki mahalledeki SDG güçlerine uyarıda bulunarak, ateşkesi ihlal etmeye ve güvenlik kontrol noktalarına saldırılarını sürdürmeleri durumunda "gerekli önlemlerle karşılanacaklarını" vurguladı ve bu ihlallerden kaynaklanacak herhangi bir gerilim veya sonuçtan tamamen sorumlu olduklarını belirtti.

Abdulgani, Suriye devletinin, ildeki güvenliği sağlama sorumlulukları çerçevesinde, sükuneti koruma ve sivilleri koruma çabalarına devam ettiğini teyit etti.


ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara
TT

ABD'nin Ortadoğu'daki politikasını çeyrek yüzyıl boyunca böyle takip ettim

Andre Kojokara
Andre Kojokara

Robert Ford

2000 yılında, Bill Clinton'ın başkanlığının ikinci dönemi sona eriyordu ve İsrail Başbakanı Ehud Barak ile Filistin Ulusal Otoritesi Başkanı Yaser Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamak için hummalı bir şekilde çalışıyordu. Clinton ekibi önceki yönetimler gibi, iki devletli çözümün İsrail ile Arap devletleri arasında kapsamlı bir anlaşmanın önünü açacağına ve bölgede kalıcı istikrarı sağlayacağına inanıyordu. Son Camp David zirvelerinde Clinton, haritalar ve sınırlarla ilgili ayrıntılara bizzat daldı, Kudüs'teki belirli mahalleleri ve sokakları inceledi, Barak ve Arafat arasında nihai bir anlaşma sağlamaya çalıştı. Daha sonra Clinton, başarısızlığın sorumluluğunu Arafat'a yükledi, ancak yardımcısı Robert Malley'nin yeni bir kitabı bu değerlendirmeyi sorguluyor.

Bill Clinton iki devletli çözüm için çabalıyor

Clinton, iki devletli çözüm için çabalarken aynı zamanda Saddam Hüseyin'e Irak'ın kitle imha silahları programına ilişkin BM soruşturmalarıyla iş birliği yapması için baskı yapıyordu. Birkaç füze saldırısı düzenledi ancak bölgeye yönelik herhangi bir ABD kara müdahalesinden kaçındı. Selefi Başkan baba George Bush gibi, Clinton da bir rejim değişikliğine veya Irak'ın iç siyasetine müdahale etmeye istekli değildi. Bunun yerine, Bağdat'ın iş birliği yapmasını sağlamak için füze saldırıları ve sert yaptırımları tercih etti. Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Iraklı siviller, özellikle de çocuklar üzerindeki yıkıcı etkisine rağmen, Irak'a uygulanan yaptırımları savundu.

11 Eylül 2001 saldırılarının ardından Başkan oğul George Bush, Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi

Bu arada, Clinton ve Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, İran'a karşı uzun süredir devam eden Amerikan düşmanlığını sürdürdüler. Bu düşmanlık, İran'ın Hizbullah ve Filistinli muhalif fraksiyonlara verdiği destek ile Tahran'ın kitle imha silahları programlarına olan ilgisine dair endişelerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle Clinton, 1995 yılında İran ile Amerikan petrol şirketi Conoco arasında imzalanması planlanan 1 milyar dolarlık anlaşmayı engelledi; dönemin İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani bu anlaşmanın ikili ilişkileri geliştireceğini umuyordu. Bunun yerine, Clinton yönetimi hem Irak hem de İran'a karşı “çift yönlü çevreleme” politikası kapsamında İran'a yönelik yaptırımları sıkılaştırdı.

ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)ABD Başkanı Bill Clinton, Camp David'de İsrail Başbakanı Ehud Barak ve Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yapıyor, 11 Temmuz 2000 (Reuters)

Clinton, bölge ülkelerinde siyasi reformu desteklemekle ilgilenmiyordu. Nitekim 1994-1997 yılları arasında Cezayir'deki ABD Büyükelçiliği'nde çalışırken, teröristlerin ve güvenlik güçlerinin katliamlar işlediği dehşetli iç savaşın ortasında, Washington'daki hiçbir üst düzey yetkili Cezayirli yetkililerle temaslarında hükümetin suistimalleri konusunu gündeme getirmedi. Aynı durum Saddam Hüseyin'in Irakı gibi baskıcı rejimler için de geçerliydi. Daha sonra, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore ile Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek arasındaki özel ikili girişimi yöneten Amerikan ekibinin bir parçası olduğumda da ABD’nin odak noktası insan hakları değil, Mısır ekonomisinin liberalleştirilmesiydi. Washington'daki hakim görüş, bölgede kapsamlı bir barışın, sivil ve insan haklarına saygıdan ziyade ekonomik büyümeye bağlı olduğu ve bunun istenen istikrarı sağlayacağı yönündeydi.

11 Eylül her şeyi değiştiriyor

11 Eylül 2001'de yaklaşık 3 bin kişinin ölümüne yol açan terör saldırılarından sonra, Başkan George W. Bush Afganistan ve Irak'a karşı tam ölçekli bir işgal harekatı başlattı. İki devletli çözüm çalışmaları, terörle savaş lehine süresiz olarak ertelendi. Beyaz Saray'ın Saddam Hüseyin'in el-Kaide ile ilişkisine dair güçlü bir kanıtı olmamasına rağmen, Saddam'ın bir gün el-Kaide ile iş birliği yapabileceği gerekçesiyle işgali haklı çıkarması dikkat çekicidir. Ortadoğu konusunda uzman iki kıdemli Amerikalı diplomat, William Burns ve Ryan Crocker, Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı Irak'ı işgal etmenin tehlikeleri konusunda ikna etmeyi başardılar, ancak Powell Bush'u ikna edemedi. Bush'un Amerikan askeri üstünlüğü sayesinde Irak ve Afganistan'da beklediği hızlı zafer ise bir yanılsamaydı.

Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi

Daha geniş bir bölgesel ölçekte, Bush yönetimi, baskıcı ve yolsuz hükümetlere karşı Arap sokaklarına hakim olan hayal kırıklığını terörün kaynağı olarak görüyordu. Clinton yönetiminin yaklaşımından önemli bir sapmayla Bush yönetimi, uzun süredir müttefik olanlar da dahil olmak üzere birçok hükümet üzerinde siyasi baskıyı yoğunlaştırdı. 2005 yılında, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'in Kahire'de bir insan hakları konferansına ev sahipliği yapmayı reddetmesi ve siyasi muhalif Eyman Nur'u tutuklamasının ardından Mısır ziyaretini iptal etti. 2002 yılında Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bürosu bünyesinde Ortadoğu Ortaklık Girişimi'ni başlattı ve bölgede insan haklarını teşvik etme amacıyla başına Cumhuriyetçi Parti’ye sadık bir kişiyi atadı.

 ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)ABD 2. Tabur askerleri, Bağdat'ta devriye gezmeden önce üstlerinden direktif alıyor, 14 Ağustos 2007 (Reuters)

2006 yılında büyükelçi olarak Cezayir'e döndüğümde, Washington ilk görevimden farklı olarak, Cezayirli yetkililerle temaslarında insan hakları ve sivil özgürlükler konularını gündeme getirmeye hazırdı. Bu girişim ayrıca, bağımsız gazeteler gibi Cezayir sivil toplum üyelerine işletme yönetimi ve örgütlenme konusunda eğitim verilmesini de sağladı. Ardından, 2008'de Bağdat'taki ABD Büyükelçiliğine döndüğümde, Irak'ta insan haklarını ve sivil toplumu teşvik etmeye yönelik yıllık bütçemiz 70 milyon dolara ulaşmıştı ve bu şaşırtıcı bir rakamdı. Ama ne yazık ki, bu paranın büyük bir kısmı bu konuda asla ciddi olmayan gruplara harcandı.

Obama, Bush'un politikasını değiştirdi

Barack Obama, Beyaz Saray’a girdiğinde Ortadoğu'daki savaşları sona erdirmeye kararlıydı. Bölgenin, ABD'nin yeniden şekillendiremeyeceği bölünmüş toplumlardan ibaret olduğu inancıyla hareket etti. Selefi Demokrat Başkan Bill Clinton'ın aksine, Obama İsrail-Filistin çatışmasını çözmekle pek ilgilenmedi. 2013 yılında ikinci Dışişleri Bakanı John Kerry'nin başlattığı girişime hiçbir destek sunmadı.

 Eski ABD Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters) ABD Eski Başkanı Barack Obama, Florida, 26 Haziran 2012 (Reuters)

Buna karşılık, Obama ve ilk Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bölgedeki zayıf yönetimi doğrudan istikrarsızlıkla ilişkilendirdiler. 12 Ocak 2011'de Clinton, Tunus Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin Bin Ali'nin ülkeyi terk etmesinden bir gün sonra ve Mısır ordusunun Kahire’deki ayaklanma sırasında Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'i devirmesinden bir ay önce, Doha'da hükümet yolsuzluğunu ve baskısını eleştiren sert bir konuşma yaptı. Arap Baharı'nın başlangıcında Obama, askeri müdahalede bulunma niyeti olmamasına rağmen, Oval Ofis'ten gösterileri alenen güçlü bir şekilde destekledi. Yıllar sonra, Oval Ofis'te onunla, bir ABD başkanının askeri müdahale niyeti olmamasına rağmen bir liderin istifa etmesini kamuoyu önünde talep etmesinin ne kadar akıllıca olduğu konusunu tartışmış, istifası istenen liderin böyle bir talebi görmezden gelmesinin başkanı nasıl zayıf göstereceğini ve iç muhalefete sahte bir umut vereceğini söylemiştim. Ancak Obama, bir ABD başkanının müdahale sözü vermeden insan haklarına saygı gösterilmesini kamuoyu önünde talep etmesi gerektiğinde ısrar etti. Ocak 2011'de Mübarek'ten istifa etmesini istemişti, ancak onu deviren Washington değil, Mısır sokağı ve Mısır ordusuydu.

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor

Arap Baharı Libya'ya uzandığında, Obama Mart 2011'de Muammer Kaddafi'ye karşı uluslararası müdahaleyi destekleyen bir lojistik ve istihbari rol oynamayı isteksizce kabul etti. Obama yönetimi yetkililerinden biri, ABD'nin Avrupalıları ve Arap müttefiklerini perde arkasından yönlendirdiğini söyledi. Hillary Clinton da 2012'de bana, askeri uzmanların Libya ordusunun birkaç hafta içinde çökeceğini tahmin ettiğini, ancak Kaddafi'nin isyancılar tarafından öldürülmesine kadar yedi ay süren bir mücadele yaşandığını söylemişti. Libya’da durumun yanlış yorumlanması, Irak Savaşı'nın anıları ve Beşşar Esed'e karşı herhangi bir müdahaleye yönelik iç siyasi desteğin yokluğu, Obama'yı 2013'te Esed'in kimyasal silah kullanımına karşı çizdiği kırmızı çizgiyi savunmaktan kaçınmaya yöneltti.

Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)Sınırın İsrail tarafından görüldüğü gibi, Kuzey Gazze üzerinde gün batımı, 28 Temmuz 2025 (Reuters)

Obama, sadece DEAŞ’a karşı güçlü bir şekilde müdahale etme konusunda istekli görünüyordu. Ancak yanlış yönlendirilmiş bir Amerikan politikasının örgüte ilk aşamalarında yardımcı olduğunu hatırlamakta fayda var. Başkan Yardımcısı Joe Biden, 2010 seçimlerinden sonra Washington'un Irak Başbakanı Nuri el-Maliki'yi yeni bir dönem için güçlü bir şekilde desteklemesi gerektiğine karar verdi, çünkü Biden ve danışmanları, yalnızca Maliki'nin hızlı bir şekilde hükümeti kurabileceğine, istikrarı sağlayabileceğine ve Irak'taki Amerikan güçlerinin geleceği hakkında Washington ile müzakerelere olanak tanıyabileceğine inanıyordu. Ancak Maliki'nin Irak'taki Sünni topluluklara yönelik yenilenen baskısı, DEAŞ'ın üye kazanmasına ve 2013 ve 2014 yılları arasında batı Irak ve doğu Suriye'yi ele geçirmesine yardımcı oldu. 2014 ve 2016 yılları arasındaki Paris ve Brüksel saldırıları, Washington ve Avrupa başkentlerinde endişeyi artırdı. Libya'nın aksine, Obama, DEAŞ'a karşı uluslararası bir koalisyonu ön saflardan yönetmeye hazırdı.

Clinton'ın Doha konuşmasından ve Washington'un Libya'daki “arka plandan liderlik etme” yaklaşımından dört yıl sonra, Obama otoriter rejimlerle iş birliğine daha meyilli hale geldi ve Washington'dan gelen ciddi reform talepleri sona erdi. Yine de Obama, bu savaşta büyük kara birliklerini kullanma konusunda tereddüt ediyordu. Bu sebeple bu birlikler yerine, Amerikalılar Suriye'de Kürt liderliğinde kurulan bir milis gücüne ve Irak'taki Şii milislerle dolaylı koordinasyona güvendiler. Bu iş birliği, her iki ülkede de daha sonraki siyasi ve güvenlik sorunlarının doğrudan sebebi oldu.

Trump'ın politikası, Clinton'ın yaklaşımını yeniden şekillendiriyor

Trump, küçük ABD özel operasyon güçlerine güvenmeyi tercih ediyor, ancak Ortadoğu'da başka bir büyük ölçekli kara savaşına girmekten kaçınıyor. Bu konuda Clinton, Obama ve Biden'a benziyor. Haziran ayında İran nükleer hedeflerine yönelik saldırıları güçlü ve hızlıydı ve hemen ardından müzakerelere geri dönmeye hazır olduğunu açıkladı. Trump, askeri güç dengesi zayıf bir devlet aleyhine olduğunda, anlaşmayı güvence altına almak için önemli tavizler vermek zorunda kalacağına inanıyor. Bu algı, Ukrayna'nın yanı sıra nükleer mesele konusunda İran için de geçerli. Ancak Trump'ın kavrayamadığı şey, daha zayıf tarafın dış destek arayışıyla veya rakiplerinin zayıflaması umuduyla beklemeyi tercih edebileceğidir. İran rejimi devrilmedikçe, Trump ne İran ile nükleer bir anlaşma imzalayacak ne de çok istediği Nobel Ödülü'nü kazanacaktır.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok

Aynı zamanda Trump, özellikle Körfez ülkeleri başta olmak üzere, bölgedeki ülkelerle ticaret anlaşmaları yapmaya büyük bir gayret gösteriyor. Kendi girişimleri ve ortak ticari çıkarlar vizyonu, kalkınmaya odaklanan Gore-Mübarek Girişimi gibi ekonomik programların yerini aldı.

Ticari kazançlara odaklanma, küresel ölçekte insan haklarına yönelik sözlü desteği bile bir kenara itti. 2019'da Trump, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi'yi en sevdiği cumhurbaşkanı olarak tanımladı ki bu, ne George Bush, ne Obama, ne de Biden'ın yapacağı bir açıklama değildi.

Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ve ABD Başkanı Donald Trump, Washington'da düzenlenen ABD-Suudi Yatırım Forumu'nda katılımcılarla birlikte fotoğraf çektiriyor, 19 Kasım 2025 (Reuters)

Geçen yıl Riyad'da düzenlenen bir konferansta Trump, bölgedeki ilerlemenin arkasında Batı müdahalesi, devlet kurucular veya Amerikalı neo-muhafazakarlar değil, bölge halkları olduğunu söyledi.

Trump yönetimi altında Washington, İsrail ve Filistinliler arasında bir barış anlaşmasına varma çabalarına yeniden başladı, ancak bu çabalar Gazze ile sınırlı kaldı. İki devletli çözüme inandığına dair hiçbir işaret yok. Bunun yerine, Gazze'de ateşkesin, dış denetim altında bir Filistin yönetimine doğru atılan küçük adımların ve oradaki yabancı ticari kalkınmanın Arap devletlerini İbrahim Anlaşmalarına katılmaya ve İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye ikna edeceğini umuyor. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre Trump, diğer Arap devletlerinin, özellikle Körfez'dekilerin, hızla Suudi Arabistan'ın izinden gideceğini ve böylece kendisine Nobel Ödülü kazandıracağını varsayarak yanlış düşünüyor. Zira on yıllardır devam eden Amerikan mali ve askeri desteğinden sonra, İsrail bölgedeki baskın askeri güç haline geldi ve 1979'da olduğu gibi kendisini barış karşılığında toprak vermeye teşvik edecek hiçbir şey olmadığını düşünüyor. Keza bazı Arap devletlerinin İsrail'in askeri tehditlerinden İran'dan korktukları kadar korktuğunu gösteren işaretler var. Yine de Trump ve ekibi, Arap devletlerinin İsrail ile normalleşme karşılığında toprak tavizlerini kabul edeceğine inanıyor. Bu, iyi düşünülmüş bir analiz değil, sadece bir umuttur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.