ABD: Beyazlar için başka, siyahiler için bambaşka bir ülke

ABD: Beyazlar için başka, siyahiler için bambaşka bir ülke
TT

ABD: Beyazlar için başka, siyahiler için bambaşka bir ülke

ABD: Beyazlar için başka, siyahiler için bambaşka bir ülke

“Nefrete nefretle karşılık vermek, nefretin katlanarak çoğalmasına neden olur; zaten yıldızsız olan bir gecenin karanlığını yoğunlaştırır. Zirâ nefreti, nefret def edemez; bunu sadece sevgi yapabilir.”
Bu sözler, ABD’li meşhur siyahi mücadeleci Dr. Martin Luther King'in son günlerde ABD'de patlak veren, ırkçı şiddetin etkisi altına aldığı vaziyetin gerçekliğini ifade eden birçok cümlesinden yalnızca biri.
Hayatını yasaların kökten reformunu talep ederek geçiren, şiddet karşıtı ve barışçıl direniş ilkesini benimseyen Afro-Amerikan bir rahip olan Martin Luther King, radikal bir beyaz tarafından öldürülmüştü. Bugün ise George Floyd'un öldürülmesinin ardından Minneapolis'te patlak verip diğer büyük ABD şehirlerine sıçrayan şiddet, ABD'deki uzun ve tarihi ırkçı isyanlar listesindeki son halkayı oluşturuyor.
Afro-Amerikan George Floyd'un, tutuklandığı sırada beyaz bir polisin dizi altında nefessiz ve aciz bırakılarak öldürülmesi, çok boyutlu siyasi meseleye ışık tuttu.
ABD Başkanı Donald Trump'ın güvenlik görevlilerinin yaptıkları bu tür eylemlerden muaf hissetmelerine neden olmakla suçlanması ışığında, meselenin ABD'deki polis tarafından azınlık gruplarına uygulanan şiddet ile sistematik bağlantısı arttı. Nitekim Trump, göreve ilk başladığında polislerin de katıldığı bir konuşmada “Tutuklulara karşı çok kibar olmayın! Polis aracına bindirdiğiniz kişiyi başı çarpmasın diye korumaya çalışıyorsunuz. Adam belki de az önce birini öldürmüş, siz ‘Aman kafası çarpmasın’ diyorsunuz. Size söylüyorum, elinizi koymayabilirsiniz!” demişti.

İki farklı ABD
Bazıları, ABD’de aslında iki farklı ülkenin olduğunu söylüyor: Birinde insanlar evleri ve resmi kurumları basıp görevlileri silahlarıyla hatta makineli tüfekleriyle tehdit edebiliyor ya da polise bağırabiliyor. En son Michigan’da da böyle bir şey yaşanmış ve suçlular herhangi bir itirazla karşılaşmadan olay yerinden ayrılmıştı. Diğeri ise insanların sakin bir şekilde yürürken ya da evlerinin balkonlarında otururken tutuklandıkları, kameralar önünde plastik mermilerin atıldığı, gaz bombalarının patlatıldığı bir yer.
Bu iki ülkenin birindeki insanlar maske takma emirlerini rahat bir şekilde reddederken diğerindeler ise umutsuzca gaz maskesi peşinde koşuyor. Kısacası ve net bir şekilde söylemek gerekirse: Vatandaşların hizmet ve koruma bekleme haklarının olduğu beyazların ABD’si ve siyahilerin böyle bir hakkının olmadığı siyahi bir ABD var.
“Daha fazla ırkçılığa hayır” çağrısının, bir gecede uygulanabilecek bir değişiklik olmadığı anlaşılıyor. Zirâ eşitsizlik, ABD devleti ve milletinin temellerinde yatıyor, siyasi sınıf ise radikal çözümler sunmuyor. Irksal farklılıkların ABD yaşamını yasaların kapsamı dışında kontrol eden bir sisteme dönüşmesi kaçınılmaz hale geliyor. Hiç şüphesiz, ekonomik, kültürel ve toplumsal düzeyde sistematik bir değişiklik gerekiyor. Meselenin çözümünde devleti hareket ettirmek ve kullanmak için; yasal eksiklikleri ve etik suiistimali ele almak üzere onlarca yıl alabilecek bir projede kullanılacak karmaşık araçlar gerekiyor. Ancak, belirli bir ırkı hedef alan şiddet de dahil olmak üzere polis şiddetini azaltmak diğerlerinden daha kolay olabilir.

Güvenlik ihlalleriyle mücadele
ABD hariç pek çok gelişmiş ülke -etnik çeşitliliğe ön yargıyla bakılan ülkeler dahil-, yasalar uygulandığı sırada polis memurlarının öldürme sayısını azaltmayı sağlayacak bir ‘denklem’ bulabildi. ABD polisi, sadece geçen yıl bin kişiyi ateş ederek öldürürken İngiltere’de ise bu sayı son 20 yıl toplamına bakıldığında 100’ün altında. ABD’de polis memurlarının kullandığı ateşli silahlar nedeniyle hayatını kaybedenlerin kişi başına düşen oranı ise pek iç açıcı görünmüyor. Belki de sorunun önemli bir kısmı, hem polis hem de vatandaşların elindeki silahların bolluğudur. Örneğin, her İngiliz polis memuru ateşli silah taşımıyor. ABD polisinin silahsızlanma olasılığı düşük olsa da, bazıları başka yolların ve politikaların bulunabileceğine inanıyor.

Cumhuriyetçilerin ve Demokratların sorumluluğu
Önemli bir seçim yılı sırasında bölünmeyi körüklemekle sorumlu tutulanlar yalnızca Başkan Trump, Cumhuriyetçi yandaşları, radikaller ve muhafazakarlar değil. Bilhassa Demokratlar olmak üzere muhalifler de sabotaj, sivil şiddet ve hırsızlık eylemleri karşısında seyirci kalmakla suçlanıyor. Çözüm sunmayan, vandalları durdurmayan söylemlerle yetiniyor gibi görünüyorlar. Polisle ilgili yasaları değiştirmek üzerine Kongredeki girişimleri dahi yeterli görünmüyor. Zirâ bu girişimler için Cumhuriyetçilerin işbirliği ve Trump’ın imzası gerekiyor. Nitekim Demokratlar; şehirler tutuşmuş ve çalışmalar durmuş olmasına rağmen, sadece Trump'ı yenmek için uğraşmakla, Kovid-19’un ABD’lilere verdiği zararı katlamak için güncel olayları suiistimal etmekle suçlanıyor.
Bazı Cumhuriyetçiler ise, ekonominin yeniden açılmasından korkulması halini korumak amacıyla Kovid-19’un neden olduğu can kayıplarının ‘sahte olarak şişirilmesinden’ bahsediyor. Normalliğe geçmek Trump ve Cumhuriyetçilere hizmet edecek olsa da, söylemleri ırkçı şiddete herhangi bir çözüm getirmiyor.
Trump, George Floyd’un öldürülmesinin ardından, ABD şehirlerinde ordunun şiddetli gösterilere son vermesine izin veren 1807 Ayaklanma Yasası’nı yürürlüğe sokmakla tehdit etmişti. Beyaz Saray’ın bahçesinde yaptığı açıklamada, “Bir şehir ya da eyalet, vatandaşların canları ve mallarını koruyacak önlemler almadığı taktirde oraya ordu gönderip sorunu hızla çözeceğim” demişti. Başkan’ın bu açıklamaları, orduyu iç anlaşmazlıklara dahil ettiği gerekçesiyle yoğun eleştirilerle karşı karşıya kaldı. Önceki Savunma Bakanı Jim Mattis ise Trump’ı ‘ABD’lileri birleştirmek yerine bölmekle’ suçladı.
Ordunun konuşlandırılmasına izin verilen 1807 Ayaklanma Yasası, 1950'lerde ırk ayrımcılığını ortadan kaldırmak, 1960’larda ise Detroit'teki ayaklanmalarla başa çıkmak için yürürlüğe konmuştu. En son ise siyahi Rodney King’e karşı şiddet kullanan dört beyaz polis memurunun aklanmasının ardından 1992 yılında patlak veren ‘Los Angeles olayları’nda etkinleştirilmişti. Irkçılık haricinde ise 1989 yılında gerçekleşen Hugo Kasırgası’nın ardından Karayip Denizi’ndeki Virjin Adaları’ndan Santa Cruz’da meydana gelen geniş yağmalar sırasında yürürlüğe girmişti. Trump, yasanın etkinleştirilmesinin yağmalamaların yapıldığı sabotaj eylemlerinin arkasında olmakla suçlanan Antifa örgütü protestocularına karşı koymayı hedeflediğine inanıyor.
Bu; üyelerinin kendilerini kaotik olarak tanımladığı, toplumdaki hiyerarşiyi reddeden, şiddet saçan araçları kullanarak fiziksel yüzleşmeye hevesli olan ve aşırı sağcı olarak gördüklerini alt etmek isteyen örgüt tarafından da doğrulanıyor. Cumhuriyetçi ve Demokrat yetkililer ise ülkede ikinci bir iç savaşı ateşlemek istemekle suçlanan aşırı sağcı Boogaloo örgütüne işaret ediyor. Cumhuriyetçi Senatör Marco Rubio, “Unutulan bir hikaye var, Antifa, Boogaloo gibi şiddete teşvik eden ve bunu uygulayan terörist gruplar her şehirde mevcut. Aynı ideolojiye sahip olmayabilirler; ancak polis ve hükümete karşı nefret besliyor ve protestolardan faydalanıyorlar. Bu bireyler, yeni bir iç savaş gerektirse dahi sistemi tamamen yok etme niyetinde” ifadelerini kullanmıştı. 
1950'lerin başından bu yana herkes için tam eşitlik sağlamayı amaçlayan ve 200 kadar kuruluşu kapsamına alan Sivil ve İnsan Hakları Liderlik Konferansı (LCCHR) ve ‘Zero’ kampanyası, ABD toplumunun silahsızlandırılmasına yönelik önerilerde bulundu; diğer kuruluşlarla birlikte bir dizi politika aracı, model yasalar ve polis kanunları hazırladı. LCCHR, bu politikaların yalnızca kontrole dayanmadığını, nitekim polis memurlarının taktığı sabit kameraların oynadığı rolün tartışıldığını vurguladı. Zirâ polisler, bu kameraları istedikleri an devre dışı bırakabiliyor. Geçen hafta Kentucky'nin en büyük şehri Louisville'deki gösteriler sırasında David McAtee adlı bir siyahinin öldürülmesi sırasında bu kameraların etkinleştirilmediği ortaya çıkmıştı.
Araştırmalar; toplum gözetiminin artması, polisin görevi kötüye kullanmasının bildirilmesi veya soruşturulması önündeki engellerin azaltılması, polis memurlarını suiistimalin akıbetinden koruyan iş sözleşmelerinin değiştirilmesi gibi hususlar sayesinde sonuçların iyiye gittiğini gösteriyor.

Aşırı sağ ve aşırı sol
Polis ve azınlıklar -bilhassa siyahiler- arasında neredeyse günlük çatışmaların yaşandığı son yıllardaki ırkçı şiddetin tarihi, birkaç asır öncesine, ABD’nin temelinde yatan siyahi köleliğin bir sistem olarak kabul edildiği yıllara dayanıyor.  
Adaletsizlik karşıtı siyahi isyanlar karşısında ise ırkçı beyaz örgütler baş gösteriyor. Bunlardan en eski ve önde geleni ise siyahilere baskı uygulayan ve kitlesel katliamlar yürüten Ku Klux Klan (KKK) örgütü. KKK, şiddet faaliyetlerini azaltmış olsa da mevcudiyetini sürdürüyor. 
Son yıllarda, “Black lives matter” (siyahilerin hayatı değerlidir) sloganı altında siyahileri savunan örgütler ile beraber, Antifa ve anarşistler ya da beyaz üstünlüğünü savunan sağcı aşırılık yanlısı örgütler gittikçe büyümeye başladı. Bazıları ise aşırı sağ dalgaları, neo-Nazi hareketi ve faşistlerin yükseltmesiyle hem ABD hem de Avrupa’da varlığı belirgin hale gelen Nazi fikirlerini savunuyor.

Irkçı olaylar takvimi
Bugün Minneapolis’ta yaşanan olaylar, aslında modern ABD tarihinde en az yarım asırdır tekrarlanan olayların bir kopyası niteliğinde.
1965’te Los Angeles’ta Marquette Frye adlı bir siyahinin trafik ihlaliyle ilgili bir tetkik sırasında beyaz bir polis tarafından tutuklanması, akrabalarıyla polisler arasında kavga çıkmasına neden olmuş, ardından bu olaylar bir gettoda ayaklanmaya evrilmişti. Bunun sonucunda ise Watts adlı yoksul mahalle altı gün içerisinde, ağır silahlarla donatılmış Ulusal Muhafız devriyelerinin askeri araçlarda devriye gezdiği ve şiddeti kontrol altına almak için sokağa çıkma yasağı uyguladığı bir savaş alanına dönüşmüştü. Bu olaylarda 34 kişi hayatını kaybetmiş, 4 bin kişi tutuklanmış, on milyonlarca dolar zarar kaydedilmişti.  
1967’de, New Jersey’de beyaz iki polis ve siyahi bir taksi şoförü arasında geçen tartışma, beş gün süren isyan ve yağma olayları ile sonuçlanmıştı. Olaylarda 26 kişi hayatını kaybederken bin 500 kişi ise yaralanmıştı.
Yine 1967’de Detriot’da polisin çoğunlukla siyahilerin kaldığı 12. sokağa müdahale etmesiyle patlak veren olaylar dört gün sürmüş, 43 kişinin ölümüne ve yaklaşık 2 bin kişinin yaralanmasına neden olmuştu. Şiddet olayları Illinois, Kuzey Carolina, Tennessee ve Maryland gibi eyaletlere de yayılmıştı.
1968’de Tennessee’nin Memphis şehrinde gerçekleşen Martin Luther King suikastının ardından 125 farklı şehirde şiddet olayları patlak vermiş, Washington’da yangın ve yağma olayları yaşanmıştı. Bunun sonucunda 46 kişi hayatını kaybederken 2 bin 600 kişi ise yaralanmıştı. Olayların ikinci gününde ticari merkezlere sıçrayan çatışmalar, Beyaz Saray’ın 500 metre yakınına kadar gelmişti. O zamanın ABD Başkanı Lyndon Johnson; Newark, Chicago, Boston ve Cincinnati şehirlerinde ordunun konuşlandırılması emrini vermişti.
1980’de, Florida’daki Tampa şehrinde kırmızı ışıkta geçen bir siyahinin öldürülmesiyle suçlanan dört beyaz polis memuru beraat etmiş, bunun sonucunda yine şiddet olayları patlak vermişti. Miami’de siyahilerin yoğunlukta olduğu Liberty City’de üç gün süren şiddet olayları sonucunda 18 kişi ölmüş, en az 400 kişi ise yaralanmıştı.
3 Mart 1991’de Los Angeles’ta dört beyaz polis memurunun siyahi bir şoför olan Rodney King’in öldürülmesi hakkındaki duruşmalarda beraat etmesi sonrasında şehir alev almıştı. Ayaklanmaların San Francisco, Las Vegas, Atlanta ve New York’a yayılması sonucunda 59 kişi hayatını kaybederken 2 bin 328 kişi ise yaralanmıştı.
2001’de polisin Timothy Thomas adında 19 yaşındaki bir siyahiyi Ohio’daki Cincinatti’de kovalandığı sırada öldürmesi, yaklaşık 70 kişinin yaralandığı dört günlük şiddet ve isyan olaylarına sebebiyet vermişti. Şehir, olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasağı uygulamaya konuncaya kadar sakinleşmemişti.
2014’te, 18 yaşındaki siyahi Michael Brown’un Missouri’deki Ferguson’da beyaz bir polis memurunun ateş etmesi sonucunda hayatını kaybetmesi, siyahiler ile tüfek ve zırhlı araç kullanan güvenlik güçleri arasında 10 gün süren şiddete yol açmıştı. Kasım ayında polis aleyhindeki davanın düşürülmesi ise ikinci bir şiddet dalgasına neden olmuştu.
2015’te Baltimore’da 25 yaşındaki Freddie Gray’in polis karakoluna götürülmek için araca sürüklendiği sırada vücudunda kırıklar oluşması nedeniyle hayatını kaybetmesi sonucunda, üçte ikisini siyahilerin teşkil ettiği 620 bin nüfuslu şehirde yağma ve isyanlar patlak vermişti. Olağanüstü hal ilan edilmiş, ordu ve Ulusal Muhafızlar ekonomik vaziyeti kötü olan şehirdeki güvenliği yeniden tesis etmeye çağrılmıştı. O sırada Trump ise Demokratları şehrin vaziyetini düzeltmemekle suçlamıştı.
2016’da Kuzey Carolina'nın Charlotte şehrinde yaşayan 43 yaşındaki Keith Lamont Scott, kendisini kordona alan polisler tarafından öldürülmüş, Scott’un elinde silah bulunduğu ve dur komutuna uymadığı öne sürülmüştü. Akrabaları ise Scott’un elinde silah değil kitap bulunduğunu öne sürmüştü. Olayın ardından alevlenen şiddetli protestoların birkaç gece sürmesi sonrasında eyalet valisi olağanüstü hal ilan etmiş ve Ulusal Muhafızlar'dan takviye istenmişti.
2017’de ise Virginia’daki Charlottesville şehrinde sağ ve beyaz ‘üstün’ güçlerinin birleştirilmesini çağrısında bulunan öfkeli protestocuların düzenlediği yürüyüşlerin ardından, beyaz bir sürücü arabasıyla siyahi bir kadını ezerek öldürmüştü. Nitekim gösterilerde ‘alternatif sağ’, ‘neokonfedere’, ‘neofaşizm’, ‘aşırı beyaz milliyetçiliği’, Neonazizm ve KKK kesimlerinden çeşitli milisler bulunuyordu. Gösteriler sırasında ırkçı ve antisemitik sloganlar atan protestocular; aynı zamanda yarı otomatik tüfekler, Nazi sembolleri ve Amerikan İç Savaşı’ndan kalma konfederasyon bayrakları taşıyordu. Amaçlarından biri ise iç savaşın sembollerinden biri olan General Robert Lee heykelinin Lee Parkı’ndan kaldırılmasına karşı çıkmaktı. “İki tarafta da iyi insanlar var” yorumunda bulunan Trump ise gösteriyi kınamayı reddettiği için ağır eleştirilerle karşı karşıya kalmıştı.



Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  
TT

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi Arabistanlı bir yazar olarak, uzun yıllar, birçok sanatçı, yazar, akademisyen ve aydını barındıran bir entelektüel grubun içinde yer aldım. Kahire, Beyrut, Tunus ve Kazablanka gibi Arap başkentlerindeki konferanslara, festivallere ve kültürel organizasyonlara iştirak ediyorduk. O zamanlar kardeş ülkelerde olan kültür bakanlıklarının bir benzerinin ülkemiz Suudi Arabistan’da da olması için özlem duyuyorduk. Daha sonra enformasyon bakanlığı altında bir kültür komitesi kurulması kararlaştırıldı. Bu haberi yarım yamalak bir tebessümle karşılamak durumunda kaldık. Çünkü bu, hayallerimizin ve beklentimizin altında bir karardı. Biz daha çok yazar, sanatçı ve her alandaki düşünüre ciddi destekler verecek bağımsız bir kültür bakanlığı hayal ediyorduk.  
Suudi Arabistan’daki kültürel sahne oldukça zengin ve çok çeşitlidir.  Suudi kültür ortamı hakkında pek bir şey bilmeyenler için şöyle özetleyebilirim.  Birincisi kamu desteği, ikincisi; özel sektör ve üçüncüsü bağımsız olmak üzere, kültür dünyamız üç alanda değerlendirilebilir. Kamu desteği, devletin kültürel etkinliklere doğrudan veya dolaylı olarak sunduğu desteklerdir. Özel sektörün hizmetleri ise, yayınevleri, edebiyat merkezleri ve sanat galerileri ile sınırlıdır. Bağımsız sanat ise, edebiyat kulüpleri, sivil kültür sanat dernekleri ve geleneksel medya tarafından desteklenen faaliyetleri içerir.  
Bağımsız addedebileceğimiz bu kültürel alanda, ülke genelinde 17 edebiyat kulübü ve 16 kültür sanat derneği faaliyet göstermektedir. Bağımsız alan, yetmişli yıllardan bu yana Krallıktaki kültürel yaşamın gelişiminde çok önemli bir rol oynadı ve oynamaya da devam ediyor. Ülkedeki en önemli kültürel ve düşünsel ürünlerin ortaya çıkmasına olanak sağlayan bağımsız kültürel alan, sınırlı kamu desteği, sınırlı özel sektör desteği ve bağışçıların desteği ile ayakta kalmaktadır.  
2018 yılında yayınlanan kraliyet kararnamesi ile, kültür bakanlığı enformasyon bakanlığından ayrılarak bağımsız bir kuruluş haline geldi. Ülkede kültürel faaliyetleri yakından takip edenler artık farklı bir gelecek tahayyül edebiliyordu. Nitekim takip eden üç yıl içinde kültürel alanlarda önemli atılımlar yapıldı.  
Artık karamsarlığın yerini iyimserlik alabilirdi. Çünkü Suudi Arabistan’ın yeni kültür bakanlığı, Arap ülkelerindeki muadillerinden farklı olarak, aydınların arzu ettiğinden daha olumlu bir vizyon taşımaktaydı. Kültür bakanlığı, bölgedeki ve Arap ülkelerindeki benzerlerinden farklı bir örgütlenmeye gitmişti. Bu örgütlenmenin şekillenmesinde UNESCO aktif rol aldı. Bakanlık süreç içinde faaliyetlerini çeşitli kültürel sektörleri kapsayan 11 başlık altında organize etti. Bu başlıklar altında edebiyat, çeviri, tiyatro, müzik ve resim sanatlarının yanı sıra moda ve yemek pişirme gibi aşina olunmayan kültürel üretim alanları da kendisine yer buldu. Bakanlık nezdinde 16 komisyon oluşturuldu. Dikkat çekici husus ise, bu komisyonların bürokratik ataletten uzak olarak tamamen bağımsız bir şekilde yönetilmeleridir. Bahsi geçen komisyonların yönetim kurulları ve icra komiteleri, kültür aracılığı yapan dernekleri denetlemekte ve desteklemektedir.  Kültürel bir etkinlik yapmak, konferans veya sempozyum düzenlemek isteyenlerin, bakanlık destekli bir dernekle anlaşması gerekiyor. Kitap telif etmek veya yabancı dildeki bir eserin çevirisini yapmak isteyenlerin ise bir yayınevi ile anlaşmaları yeterli oluyor. Komisyonların doğrudan değil de bağımsız dernekler aracılığıyla vatandaşla muhatap olması nedeniyle, bürokratik zorluklar ve idari yolsuzlukların önüne geçilmesi hedefleniyor.  

Bütün bunlar gülümseten olumlu gelişmelerdir. İşlerin gidişatını yakından takip eden biri olarak bu pozitif yargılarda bulunabiliyorum. Sayın kültür bakanının başkanlığını yaptığı, edebiyat ve tercüme komisyonunun içinde yer almaktayım. Kadın çalışanların da yoğunlukta olduğu bu komisyonun çalışma ortamı, daha önce devlet kurumlarında alışık olmadığımız kadar rahat ve özgürlükçü.   
Ancak, bilindiği üzere kültür, ne kadar çeşitli ve gelişmiş olsa da kurumlar tarafından üretilemez. Kurumlar kültürel üretimi teşvik eder ya da sekteye uğratır fakat kültürün üretimini üstlenemez. İster edebiyat olsun ister felsefe veya sanat, tekil ya da çoğul olarak bireyler tarafından üretilir. Kral Abdülaziz tarafından kurulduğu ilk yıllardan itibaren ülkemizin kültürel birikimi, bireysel çabalarla oluşmuştur.  
Sayın Veliaht Prens Muhammed bin Selman liderliğindeki 2030 vizyonunu kültürel alanda yakalayabilmemiz için, kültür üreticisi bireylere uygun koşulların sağlanması bir zorunluluktur. Kültür bakanlığının artan ve çeşitlenen maddi manevi destekleri, bu yolda güçlü bir şekilde ilerlediğimizin güçlü bir göstergesidir. Ancak bu eğilimin sürdürülebilir olması için dikkat edilmesi gereken hususlar var: 
Birincisi: kültürün, entelektüel ve yaratıcı bir doruk noktası olarak görülmesidir. Doruk noktası derken, insanın kültürel faaliyeti ile kendisini gerçekleştirebileceği en üst sınırlara ulaşabilmesini kastediyoruz. Popülizmin cazibesine kapılmadan, üretici ve alıcıları tatmin etmek için nitelikten ödün verilmemesi gerekir. Bunun elitist, üstenci bir yaklaşım olduğunu ve kültürün geniş kitlelere yayılmasına mâni olacağını iddia edenler olabilir.  Ancak niteliğin niceliğe feda edilmesi, kültürel seviyenin ve kalitenin düşmesiyle sonuçlanacaktır. Asıl hedeflenmesi gereken, kitlelerin seviyesinin yukarıya çekilmesi olmalıdır.  Kültürün en yüksek ürünlerinden biri olan felsefe, kimileri için hayata dair basit fikirlere dönüşebilir veya insan hayatındaki en önemli konuların tartışılarak, sorunlarına çözüm bulunmasına katkı sağlayabilir. Tabi ki yüksek standartlar dayatılamaz, bununla birlikte olumlu yönlendirmeler ve hatırlatmaların yapılması gerekir.   
İkincisi: Kültürel üretimin aracı olan Arap diline azami özenin gösterilmesidir. Arapçanın kültürel üretimdeki temel rolü teşvik edilmelidir. Başta eğitim alanında iyileştirmeler olmak üzere, akademi, medya ve ticari alanlarda Arapça dilinin doğru kullanımı yaygınlaştırılmalıdır. Özellikle ticaret alanlarında İngilizcenin Arapçanın yerini almaya başladığı görülüyor. Gençlerin kullandığı dil itibariyle Arapçalarının geliştirilmesi için gerekli adımların atılması zorunludur. Arapça, kültürümüzün geleceğidir, çünkü sahip olduğumuz kültür Arap kültürüdür.   
Üçüncüsü: İfade ve üretim özgürlüğü alanlarının genişletilmesidir. Toplumsal baskı ve muhafazakâr yaklaşım, üretilenlerin kalitesini olumsuz etkiler. Geçmişte, bu korkular ve hassasiyetler nedeniyle, nice kültürel içerik üreticisi yurt dışında yaşamak zorunda kalmıştır. Çok şükür bu yönde olumlu değişikliklerin olduğuna dair birçok işaret var, ancak Suudi Arabistan’ı, kendi çocuklarının ürettikleri için bir merkez haline dönüştürebilmemiz için daha fazla çaba sarf etmeliyiz.  
Dördüncüsü: Kültürün, geniş anlamıyla bir milli servet olduğunun bilincinde olmalıyız.  Veliaht Prens, Cidde şehrinde Suudi aydınlarla yaptığı ilk görüşmede, bu hususu vurgulamıştı. Suudi Arabistan’ın Arap, Müslüman ve dünya düzeyindeki entelektüeller için bir cazibe merkezi olması için bireysel ve toplu olarak daha fazla çaba sarf etmemiz gerekir. Bunun için de ülkemizde kitap dağıtımı, konferans ve festivallerin düzenlenmesi için mevcut prosedürlerin kolaylaştırılması lazımdır. Yakın zamanda ülkemizde geniş katılımlı Arapça kitap fuarının düzenlenmesi ile felsefe ve çeviri alanlarında iki önemli konferansın yapılmış olması, sürdürülmesi gereken doğru yolda atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir.  
Beşincisi: Kültürel faaliyette tarihsel olarak önemli bir yeri olan, edebiyat kulüplerinin ve kültür sanat derneklerinin verimliliğinin arttırılması için girişimlerde bulunulmasıdır. Bu kültürel tarihi mirasa yeterli özeni göstermeliyiz.  
 Altıncısı: Akademik ve araştırma kurumlarının, kültürel üretime daha fazla katkıda bulunmaya teşvik edilmesidir. Akademi yaygın olduğu üzere halktan uzak olmamalı, halkla daha fazla etkileşim kurmalıdır. Üniversiteler, yirminci yüzyılın başlangıcından bu yana Arap kalkınmasında önemli roller üstlenmiştir. Suudi Arabistan’ın kültürel tarihinde de üniversitelerin önemli bir yeri olmuştur. Ancak son yıllarda bu rolün azaldığına dair emareler bulunmakta. Üniversitelerin aktif katılımı olmadan gerçek nitelikli bir kültürel canlanma tasavvur edilemez. Zira üniversiteler, aydınlanma, gelişim ve bilinçlenme için en önemli merkezlerdir.  
 Bana göre, ülkemizde kültürel atılım gerçekleşmesi için dikkate alınması gereken hususlar bunlardır. Bu alanlarda şimdiye değin atılmış önemli adımlara ek olarak, bu hususlara da odaklanılırsa yüksek kültür seviyelerine çıkmamız kaçınılmazdır.