ABD: Beyazlar için başka, siyahiler için bambaşka bir ülke

ABD: Beyazlar için başka, siyahiler için bambaşka bir ülke
TT

ABD: Beyazlar için başka, siyahiler için bambaşka bir ülke

ABD: Beyazlar için başka, siyahiler için bambaşka bir ülke

“Nefrete nefretle karşılık vermek, nefretin katlanarak çoğalmasına neden olur; zaten yıldızsız olan bir gecenin karanlığını yoğunlaştırır. Zirâ nefreti, nefret def edemez; bunu sadece sevgi yapabilir.”
Bu sözler, ABD’li meşhur siyahi mücadeleci Dr. Martin Luther King'in son günlerde ABD'de patlak veren, ırkçı şiddetin etkisi altına aldığı vaziyetin gerçekliğini ifade eden birçok cümlesinden yalnızca biri.
Hayatını yasaların kökten reformunu talep ederek geçiren, şiddet karşıtı ve barışçıl direniş ilkesini benimseyen Afro-Amerikan bir rahip olan Martin Luther King, radikal bir beyaz tarafından öldürülmüştü. Bugün ise George Floyd'un öldürülmesinin ardından Minneapolis'te patlak verip diğer büyük ABD şehirlerine sıçrayan şiddet, ABD'deki uzun ve tarihi ırkçı isyanlar listesindeki son halkayı oluşturuyor.
Afro-Amerikan George Floyd'un, tutuklandığı sırada beyaz bir polisin dizi altında nefessiz ve aciz bırakılarak öldürülmesi, çok boyutlu siyasi meseleye ışık tuttu.
ABD Başkanı Donald Trump'ın güvenlik görevlilerinin yaptıkları bu tür eylemlerden muaf hissetmelerine neden olmakla suçlanması ışığında, meselenin ABD'deki polis tarafından azınlık gruplarına uygulanan şiddet ile sistematik bağlantısı arttı. Nitekim Trump, göreve ilk başladığında polislerin de katıldığı bir konuşmada “Tutuklulara karşı çok kibar olmayın! Polis aracına bindirdiğiniz kişiyi başı çarpmasın diye korumaya çalışıyorsunuz. Adam belki de az önce birini öldürmüş, siz ‘Aman kafası çarpmasın’ diyorsunuz. Size söylüyorum, elinizi koymayabilirsiniz!” demişti.

İki farklı ABD
Bazıları, ABD’de aslında iki farklı ülkenin olduğunu söylüyor: Birinde insanlar evleri ve resmi kurumları basıp görevlileri silahlarıyla hatta makineli tüfekleriyle tehdit edebiliyor ya da polise bağırabiliyor. En son Michigan’da da böyle bir şey yaşanmış ve suçlular herhangi bir itirazla karşılaşmadan olay yerinden ayrılmıştı. Diğeri ise insanların sakin bir şekilde yürürken ya da evlerinin balkonlarında otururken tutuklandıkları, kameralar önünde plastik mermilerin atıldığı, gaz bombalarının patlatıldığı bir yer.
Bu iki ülkenin birindeki insanlar maske takma emirlerini rahat bir şekilde reddederken diğerindeler ise umutsuzca gaz maskesi peşinde koşuyor. Kısacası ve net bir şekilde söylemek gerekirse: Vatandaşların hizmet ve koruma bekleme haklarının olduğu beyazların ABD’si ve siyahilerin böyle bir hakkının olmadığı siyahi bir ABD var.
“Daha fazla ırkçılığa hayır” çağrısının, bir gecede uygulanabilecek bir değişiklik olmadığı anlaşılıyor. Zirâ eşitsizlik, ABD devleti ve milletinin temellerinde yatıyor, siyasi sınıf ise radikal çözümler sunmuyor. Irksal farklılıkların ABD yaşamını yasaların kapsamı dışında kontrol eden bir sisteme dönüşmesi kaçınılmaz hale geliyor. Hiç şüphesiz, ekonomik, kültürel ve toplumsal düzeyde sistematik bir değişiklik gerekiyor. Meselenin çözümünde devleti hareket ettirmek ve kullanmak için; yasal eksiklikleri ve etik suiistimali ele almak üzere onlarca yıl alabilecek bir projede kullanılacak karmaşık araçlar gerekiyor. Ancak, belirli bir ırkı hedef alan şiddet de dahil olmak üzere polis şiddetini azaltmak diğerlerinden daha kolay olabilir.

Güvenlik ihlalleriyle mücadele
ABD hariç pek çok gelişmiş ülke -etnik çeşitliliğe ön yargıyla bakılan ülkeler dahil-, yasalar uygulandığı sırada polis memurlarının öldürme sayısını azaltmayı sağlayacak bir ‘denklem’ bulabildi. ABD polisi, sadece geçen yıl bin kişiyi ateş ederek öldürürken İngiltere’de ise bu sayı son 20 yıl toplamına bakıldığında 100’ün altında. ABD’de polis memurlarının kullandığı ateşli silahlar nedeniyle hayatını kaybedenlerin kişi başına düşen oranı ise pek iç açıcı görünmüyor. Belki de sorunun önemli bir kısmı, hem polis hem de vatandaşların elindeki silahların bolluğudur. Örneğin, her İngiliz polis memuru ateşli silah taşımıyor. ABD polisinin silahsızlanma olasılığı düşük olsa da, bazıları başka yolların ve politikaların bulunabileceğine inanıyor.

Cumhuriyetçilerin ve Demokratların sorumluluğu
Önemli bir seçim yılı sırasında bölünmeyi körüklemekle sorumlu tutulanlar yalnızca Başkan Trump, Cumhuriyetçi yandaşları, radikaller ve muhafazakarlar değil. Bilhassa Demokratlar olmak üzere muhalifler de sabotaj, sivil şiddet ve hırsızlık eylemleri karşısında seyirci kalmakla suçlanıyor. Çözüm sunmayan, vandalları durdurmayan söylemlerle yetiniyor gibi görünüyorlar. Polisle ilgili yasaları değiştirmek üzerine Kongredeki girişimleri dahi yeterli görünmüyor. Zirâ bu girişimler için Cumhuriyetçilerin işbirliği ve Trump’ın imzası gerekiyor. Nitekim Demokratlar; şehirler tutuşmuş ve çalışmalar durmuş olmasına rağmen, sadece Trump'ı yenmek için uğraşmakla, Kovid-19’un ABD’lilere verdiği zararı katlamak için güncel olayları suiistimal etmekle suçlanıyor.
Bazı Cumhuriyetçiler ise, ekonominin yeniden açılmasından korkulması halini korumak amacıyla Kovid-19’un neden olduğu can kayıplarının ‘sahte olarak şişirilmesinden’ bahsediyor. Normalliğe geçmek Trump ve Cumhuriyetçilere hizmet edecek olsa da, söylemleri ırkçı şiddete herhangi bir çözüm getirmiyor.
Trump, George Floyd’un öldürülmesinin ardından, ABD şehirlerinde ordunun şiddetli gösterilere son vermesine izin veren 1807 Ayaklanma Yasası’nı yürürlüğe sokmakla tehdit etmişti. Beyaz Saray’ın bahçesinde yaptığı açıklamada, “Bir şehir ya da eyalet, vatandaşların canları ve mallarını koruyacak önlemler almadığı taktirde oraya ordu gönderip sorunu hızla çözeceğim” demişti. Başkan’ın bu açıklamaları, orduyu iç anlaşmazlıklara dahil ettiği gerekçesiyle yoğun eleştirilerle karşı karşıya kaldı. Önceki Savunma Bakanı Jim Mattis ise Trump’ı ‘ABD’lileri birleştirmek yerine bölmekle’ suçladı.
Ordunun konuşlandırılmasına izin verilen 1807 Ayaklanma Yasası, 1950'lerde ırk ayrımcılığını ortadan kaldırmak, 1960’larda ise Detroit'teki ayaklanmalarla başa çıkmak için yürürlüğe konmuştu. En son ise siyahi Rodney King’e karşı şiddet kullanan dört beyaz polis memurunun aklanmasının ardından 1992 yılında patlak veren ‘Los Angeles olayları’nda etkinleştirilmişti. Irkçılık haricinde ise 1989 yılında gerçekleşen Hugo Kasırgası’nın ardından Karayip Denizi’ndeki Virjin Adaları’ndan Santa Cruz’da meydana gelen geniş yağmalar sırasında yürürlüğe girmişti. Trump, yasanın etkinleştirilmesinin yağmalamaların yapıldığı sabotaj eylemlerinin arkasında olmakla suçlanan Antifa örgütü protestocularına karşı koymayı hedeflediğine inanıyor.
Bu; üyelerinin kendilerini kaotik olarak tanımladığı, toplumdaki hiyerarşiyi reddeden, şiddet saçan araçları kullanarak fiziksel yüzleşmeye hevesli olan ve aşırı sağcı olarak gördüklerini alt etmek isteyen örgüt tarafından da doğrulanıyor. Cumhuriyetçi ve Demokrat yetkililer ise ülkede ikinci bir iç savaşı ateşlemek istemekle suçlanan aşırı sağcı Boogaloo örgütüne işaret ediyor. Cumhuriyetçi Senatör Marco Rubio, “Unutulan bir hikaye var, Antifa, Boogaloo gibi şiddete teşvik eden ve bunu uygulayan terörist gruplar her şehirde mevcut. Aynı ideolojiye sahip olmayabilirler; ancak polis ve hükümete karşı nefret besliyor ve protestolardan faydalanıyorlar. Bu bireyler, yeni bir iç savaş gerektirse dahi sistemi tamamen yok etme niyetinde” ifadelerini kullanmıştı. 
1950'lerin başından bu yana herkes için tam eşitlik sağlamayı amaçlayan ve 200 kadar kuruluşu kapsamına alan Sivil ve İnsan Hakları Liderlik Konferansı (LCCHR) ve ‘Zero’ kampanyası, ABD toplumunun silahsızlandırılmasına yönelik önerilerde bulundu; diğer kuruluşlarla birlikte bir dizi politika aracı, model yasalar ve polis kanunları hazırladı. LCCHR, bu politikaların yalnızca kontrole dayanmadığını, nitekim polis memurlarının taktığı sabit kameraların oynadığı rolün tartışıldığını vurguladı. Zirâ polisler, bu kameraları istedikleri an devre dışı bırakabiliyor. Geçen hafta Kentucky'nin en büyük şehri Louisville'deki gösteriler sırasında David McAtee adlı bir siyahinin öldürülmesi sırasında bu kameraların etkinleştirilmediği ortaya çıkmıştı.
Araştırmalar; toplum gözetiminin artması, polisin görevi kötüye kullanmasının bildirilmesi veya soruşturulması önündeki engellerin azaltılması, polis memurlarını suiistimalin akıbetinden koruyan iş sözleşmelerinin değiştirilmesi gibi hususlar sayesinde sonuçların iyiye gittiğini gösteriyor.

Aşırı sağ ve aşırı sol
Polis ve azınlıklar -bilhassa siyahiler- arasında neredeyse günlük çatışmaların yaşandığı son yıllardaki ırkçı şiddetin tarihi, birkaç asır öncesine, ABD’nin temelinde yatan siyahi köleliğin bir sistem olarak kabul edildiği yıllara dayanıyor.  
Adaletsizlik karşıtı siyahi isyanlar karşısında ise ırkçı beyaz örgütler baş gösteriyor. Bunlardan en eski ve önde geleni ise siyahilere baskı uygulayan ve kitlesel katliamlar yürüten Ku Klux Klan (KKK) örgütü. KKK, şiddet faaliyetlerini azaltmış olsa da mevcudiyetini sürdürüyor. 
Son yıllarda, “Black lives matter” (siyahilerin hayatı değerlidir) sloganı altında siyahileri savunan örgütler ile beraber, Antifa ve anarşistler ya da beyaz üstünlüğünü savunan sağcı aşırılık yanlısı örgütler gittikçe büyümeye başladı. Bazıları ise aşırı sağ dalgaları, neo-Nazi hareketi ve faşistlerin yükseltmesiyle hem ABD hem de Avrupa’da varlığı belirgin hale gelen Nazi fikirlerini savunuyor.

Irkçı olaylar takvimi
Bugün Minneapolis’ta yaşanan olaylar, aslında modern ABD tarihinde en az yarım asırdır tekrarlanan olayların bir kopyası niteliğinde.
1965’te Los Angeles’ta Marquette Frye adlı bir siyahinin trafik ihlaliyle ilgili bir tetkik sırasında beyaz bir polis tarafından tutuklanması, akrabalarıyla polisler arasında kavga çıkmasına neden olmuş, ardından bu olaylar bir gettoda ayaklanmaya evrilmişti. Bunun sonucunda ise Watts adlı yoksul mahalle altı gün içerisinde, ağır silahlarla donatılmış Ulusal Muhafız devriyelerinin askeri araçlarda devriye gezdiği ve şiddeti kontrol altına almak için sokağa çıkma yasağı uyguladığı bir savaş alanına dönüşmüştü. Bu olaylarda 34 kişi hayatını kaybetmiş, 4 bin kişi tutuklanmış, on milyonlarca dolar zarar kaydedilmişti.  
1967’de, New Jersey’de beyaz iki polis ve siyahi bir taksi şoförü arasında geçen tartışma, beş gün süren isyan ve yağma olayları ile sonuçlanmıştı. Olaylarda 26 kişi hayatını kaybederken bin 500 kişi ise yaralanmıştı.
Yine 1967’de Detriot’da polisin çoğunlukla siyahilerin kaldığı 12. sokağa müdahale etmesiyle patlak veren olaylar dört gün sürmüş, 43 kişinin ölümüne ve yaklaşık 2 bin kişinin yaralanmasına neden olmuştu. Şiddet olayları Illinois, Kuzey Carolina, Tennessee ve Maryland gibi eyaletlere de yayılmıştı.
1968’de Tennessee’nin Memphis şehrinde gerçekleşen Martin Luther King suikastının ardından 125 farklı şehirde şiddet olayları patlak vermiş, Washington’da yangın ve yağma olayları yaşanmıştı. Bunun sonucunda 46 kişi hayatını kaybederken 2 bin 600 kişi ise yaralanmıştı. Olayların ikinci gününde ticari merkezlere sıçrayan çatışmalar, Beyaz Saray’ın 500 metre yakınına kadar gelmişti. O zamanın ABD Başkanı Lyndon Johnson; Newark, Chicago, Boston ve Cincinnati şehirlerinde ordunun konuşlandırılması emrini vermişti.
1980’de, Florida’daki Tampa şehrinde kırmızı ışıkta geçen bir siyahinin öldürülmesiyle suçlanan dört beyaz polis memuru beraat etmiş, bunun sonucunda yine şiddet olayları patlak vermişti. Miami’de siyahilerin yoğunlukta olduğu Liberty City’de üç gün süren şiddet olayları sonucunda 18 kişi ölmüş, en az 400 kişi ise yaralanmıştı.
3 Mart 1991’de Los Angeles’ta dört beyaz polis memurunun siyahi bir şoför olan Rodney King’in öldürülmesi hakkındaki duruşmalarda beraat etmesi sonrasında şehir alev almıştı. Ayaklanmaların San Francisco, Las Vegas, Atlanta ve New York’a yayılması sonucunda 59 kişi hayatını kaybederken 2 bin 328 kişi ise yaralanmıştı.
2001’de polisin Timothy Thomas adında 19 yaşındaki bir siyahiyi Ohio’daki Cincinatti’de kovalandığı sırada öldürmesi, yaklaşık 70 kişinin yaralandığı dört günlük şiddet ve isyan olaylarına sebebiyet vermişti. Şehir, olağanüstü hal ve sokağa çıkma yasağı uygulamaya konuncaya kadar sakinleşmemişti.
2014’te, 18 yaşındaki siyahi Michael Brown’un Missouri’deki Ferguson’da beyaz bir polis memurunun ateş etmesi sonucunda hayatını kaybetmesi, siyahiler ile tüfek ve zırhlı araç kullanan güvenlik güçleri arasında 10 gün süren şiddete yol açmıştı. Kasım ayında polis aleyhindeki davanın düşürülmesi ise ikinci bir şiddet dalgasına neden olmuştu.
2015’te Baltimore’da 25 yaşındaki Freddie Gray’in polis karakoluna götürülmek için araca sürüklendiği sırada vücudunda kırıklar oluşması nedeniyle hayatını kaybetmesi sonucunda, üçte ikisini siyahilerin teşkil ettiği 620 bin nüfuslu şehirde yağma ve isyanlar patlak vermişti. Olağanüstü hal ilan edilmiş, ordu ve Ulusal Muhafızlar ekonomik vaziyeti kötü olan şehirdeki güvenliği yeniden tesis etmeye çağrılmıştı. O sırada Trump ise Demokratları şehrin vaziyetini düzeltmemekle suçlamıştı.
2016’da Kuzey Carolina'nın Charlotte şehrinde yaşayan 43 yaşındaki Keith Lamont Scott, kendisini kordona alan polisler tarafından öldürülmüş, Scott’un elinde silah bulunduğu ve dur komutuna uymadığı öne sürülmüştü. Akrabaları ise Scott’un elinde silah değil kitap bulunduğunu öne sürmüştü. Olayın ardından alevlenen şiddetli protestoların birkaç gece sürmesi sonrasında eyalet valisi olağanüstü hal ilan etmiş ve Ulusal Muhafızlar'dan takviye istenmişti.
2017’de ise Virginia’daki Charlottesville şehrinde sağ ve beyaz ‘üstün’ güçlerinin birleştirilmesini çağrısında bulunan öfkeli protestocuların düzenlediği yürüyüşlerin ardından, beyaz bir sürücü arabasıyla siyahi bir kadını ezerek öldürmüştü. Nitekim gösterilerde ‘alternatif sağ’, ‘neokonfedere’, ‘neofaşizm’, ‘aşırı beyaz milliyetçiliği’, Neonazizm ve KKK kesimlerinden çeşitli milisler bulunuyordu. Gösteriler sırasında ırkçı ve antisemitik sloganlar atan protestocular; aynı zamanda yarı otomatik tüfekler, Nazi sembolleri ve Amerikan İç Savaşı’ndan kalma konfederasyon bayrakları taşıyordu. Amaçlarından biri ise iç savaşın sembollerinden biri olan General Robert Lee heykelinin Lee Parkı’ndan kaldırılmasına karşı çıkmaktı. “İki tarafta da iyi insanlar var” yorumunda bulunan Trump ise gösteriyi kınamayı reddettiği için ağır eleştirilerle karşı karşıya kalmıştı.



Emperyal proje uğruna ulus devletlerin içeriden işgali

Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)
Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)
TT

Emperyal proje uğruna ulus devletlerin içeriden işgali

Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)
Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı? (Reuters)

Refik Huri
Irak'ta ulus devlet projesi dışında bir çözüm yok. Bu projenin karşısında büyük engeller duruyor. Geleneksel yapı ve bunun devlet seviyesinin altında projelerde istihdam edilmesi, Irak’ı emperyal projesinin bir parçası haline getirmek isteyen bölgesel planla bağlantılı engeller.
Ulus devlete inanan ve onun için çalışan Başbakan Mustafa el-Kazimi'nin zorlanmadan, zaman ve emek vermeden, yeni nesle, “Ekim Devrimi” nesline güvenmeden bu engelleri aşması kolay değil.
Durum epey kompleksli ve yargı üzerinde bile baskı var. Nitekim Haşdi Şabi’nin askeri geçit törenleri ortasında yargı, Kerbela’da aktivistlere suikast düzenlemekle itham edilen Haşdi Şabi’nin Enbar Operasyonlar Komutanı Kasım Muslih’i serbest bıraktı. Kazimi’nin dediği gibi, Musul’un DEAŞ’ın eline düşmesinin arkasında nasıl ki “yanlış gidişat” yer alıyorsa, DEAŞ’ın coğrafi kontrolü sonrası evreyi organize eden negatif gidişat da Irak’ın çöküşüne yol açabilir.
Devlete meydan okuyan ve devletin güvenliğine karşı tehlikeli uygulamaları olan Haşdi Şabi ile mücadelede Kazimi'nin sonuna kadar gitmesini neyin engellediği kimsenin meçhulü değil. Yine Başbakan'ın, Şii dini mercii Ayetullah Ali es-Sistani'nin Musul'dan Bağdat'a yönelmeye hazırlanan DEAŞ'a karşı koymak için verdiği "Cihad Fetvası”nın 7’inci yıldönümünde yaptığı konuşmada, resmin tamamını çizmesi beklenmiyordu.
Kazimi, Haşdi Şabi’nin “canavarı durdurmak” için harcadığı çabaları övdü ve dini merciinin; “Fetvanın ulusal olmayan projeler çıkarına siyasi ve ekonomik olarak istismar edilmesine” yönelik uyarılarını tekrar etmekle yetindi. Kazimi’nin; “Silahlı kuvvetleri destekleyerek ve performansını ulusal askeri kurallara göre kontrol ederek yanlış gidişatı düzeltmeye ve ülkeyi doğru çizgiye getirmeye” çalışmanın altını çizmesi de doğaldı.
DEAŞ Hilafeti’ne karşı mücadelede bir “gereklilik” olan Haşdi Şabi, DEAŞ’a karşı zaferin  ardından Irak için “zararlı” olmaya başladı.
Bağdat’taki Yeşil Bölge ve havalimanlarının yanı sıra ABD kuvvetlerini içeren askeri üslere roketler ve insansız hava araçları ile saldırılar düzenlemeye devam ediyor. Son olarak Asaib Ehli'l Hak örgütünün lideri, roket saldırıları ortasında ABD kuvvetlerine karşı savaş kararının alındığını deklare etti.
Bu, elbette eğitim ve bilgi alanları başta olmak üzere ihtiyaç duyulan hizmetlerin yanı sıra kuvvetlerin çekilmesi konularını ABD ile müzakere eden hükümetin kararı değil. ABD’nin nükleer dosyayla ilgili müzakereler sırasında kendisinden bölgesel etkisini sınırlama ve “istikrar bozucu davranışlarını” durdurma talebine karşılık, ABD'yi güçlerini “Batı Asya”dan çekmeye zorlayarak denklemi tersine çevirmek isteyen İran'ın kararı.
Bu karar, Arap ülkelerini kontrol etmek, ulus devlet projelerini fıkhi bir ad taşıyan emperyal bir proje lehine sona erdirmek amacıyla bu ülkelerin ordularına alternatif askeri kuvvetler oluşturmaya dönük geniş stratejinin bir parçası.
Gerçekler konuşuyor; Cihad Fetvası’ndan 7 yıl sonraki sahne, Haşdi Şabi’nin Necef'e bağlı "dini mercii Haşdi Şabisi" ve Velayet-i Fakih'e bağlı "Velayet Haşdi Şabisi" olarak ikiye bölünmüş olduğunu gösteriyor.
Velayet-i Fakih’e bağlı Haşdi Şabi, Hizbullah Tugaylarının öldürülen lideri Mehdi Mühendis’in belirttiği gibi bir “ümmet ve mercii projesi”.
Bir diğer lider de; “Biz Velayet-i Fakih’e bağlıyız ve onun dışında hiç kimseden emir almayız” demişti.
Haşdi Şabi’nin meşru ve kanunen silahlı kuvvetler başkomutanlığına, bir komuta zincirine bağlı olması, kadrolu ve maaşlı olması durumu değiştirmiyor. Bu durum, Lübnan’daki Hizbullah ve Suriye’deki birçok milis grubu gibi İran’ın tesis ettiği, finanse ettiği ve silahlandırdığı milisler, Yemen’de desteklediği ve silahlandırdığı Husi Ensarullah örgütü için de geçerli.
Bu grupların tamamı bulundukları ülkelerde iktidarı kontrol ediyor ve sadece Devrim Muhafızlarının direktiflerine uyuyorlar. Yemen’de Husilerin yaptığı gibi meşruiyete karşı darbeler gerçekleştiriyorlar. Bunlar her şeyden önce, bir dini grubun tamamını arkasında toplamaya çalışan mezhepçi milis gruplar.
Uluslararası ve bölgesel güçler arasında, Mollalar Cumhuriyeti gibi projesi için savaşacak ve onu savunacak milis grupları olan kimse yok. ABD, Rusya, Türkiye ve İsrail işgal için ordularını, içeriden ve dışarıdan paralı askerler kullanıyorlar. İran’a gelince, Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan'ı bu ülkelerin evlatlarından oluşan milis gruplarla "işgal ediyor".
Milisler Velayet-i Fakih’e inanıyor ve bunu ümmetin kaderi olarak görüyorlar. Ancak bu emperyal proje birçok zorluk ve engelle karşı karşıya. Bunlar bir kısmıyla, İran'ın jeopolitik çatışmadaki emellerini sınırlayan bölgesel ve uluslararası güçlerin çıkarlarıyla çatışmasından kaynaklanıyor. Bir kısmını da çok mezhepli ülkeler üzerinde tek bir mezhep veya dini grubun hegemonyasını reddeden yerel güçlerle mücadele oluşturuyor.
Bu noktada şu basit soruyu sormalıyız; Irak’ın 1 buçuk milyondan oluşan eğitimli bir askeri kuvveti varken Haşdi Şabi’ye ihtiyacı var mı?
Cevap daha da basit; katiyen yok.
Gelgelelim, Haşdi Şabi ve milisleri yaratan emperyal proje hala bunu empoze etme gücüne sahip, ama nihayetinde gelecek yalnızca ulus devletlerindir.