Tunus Cumhurbaşkanlığı tek adamdan nasıl sembolik makama dönüştü?

Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, Kartaca Sarayı’nda konuşma yaparken (AFP)
Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, Kartaca Sarayı’nda konuşma yaparken (AFP)
TT

Tunus Cumhurbaşkanlığı tek adamdan nasıl sembolik makama dönüştü?

Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, Kartaca Sarayı’nda konuşma yaparken (AFP)
Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, Kartaca Sarayı’nda konuşma yaparken (AFP)

Hüda et-Trablusi
Yarım asırdan fazla bir süredir Tunus devletindeki tüm otoriteler tek adamın tekelindeydi. Tıpkı Habib el-Burgiba gibi Zeynelabidin bin Ali de iktidar koltuğuna yapışıp vazgeçmemişti. Ancak altı yıl önce 26 Ocak 2014 tarihinde Ulusal Kurucu Meclis’in anayasa değişikliğini onaylamasının ardından siyasi sahne değişti. Söz konusu değişiklik sonucunda cumhurbaşkanının yetkilerini sınırlayan yarı parlamenter bir sistem kabul edildi.
Tunus'taki mevcut siyasi sisteme göre, siyasi güç, doğrudan halk tarafından seçilen Halk Meclisi ve parlamento tarafından güvenoyu verilen bir hükümete ek olarak vatandaşlar tarafından da seçilen Cumhurbaşkanı olmak üzere üç kuruma ayrılıyor. Başbakan ise Cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor.

Pasif bir konum
Devrim sonrası kurulan yeni sistemin uygulamaya konmasından yaklaşık altı yıl sonra, Cumhurbaşkanı makamı, devlet hiyerarşisinin tepesindeki tek adamdan, sınırlı yetkilere sahip bir konuma dönüştürüldü. Tüm Tunus tarafından bilinen en önemli dosyalar üzerinde hiçbir gücü yok. Tunus'ta siyasi sahnenin özgüllüğüne uygun olmaması nedeniyle, bu sistemi değiştirmek için birçok çevreden çağrılar yükseldi.  Bunun yanısıra otoritenin üç başkanlık arasındaki ayrımı ışığında sorumluluklar tanımlanamadığı ifade ediliyor.
Tunus'taki siyasi sistemin değiştirilmesi sorunu, parlamentonun sallantılı performansı ışığında 2016'dan beri gündeme getirilmişti. Bu sistemi değiştirmek isteyen sesler, Tunus’ta son yapılan seçimlerden sonra parlamentonun yapısının dağılması sonrasında yükseldi. Bu durum ülkede siyasi istikrarı önlüyor.
‘Halk Hareketi’ temsilcisi Hatem el-Bubekri, Independent Arabia’ya yaptığı açıklamada, cumhurbaşkanları ve başbakanlar arasındaki yetkileri yeniden düzenlemenin vaktinin geldiğini düşündüğünü söyledi. Rolünün daha etkili olması için Cumhurbaşkanı lehine yeniden bir güç dağılımı çağrısında bulundu.
Parlamenter sistemin diğer demokratik ülkelerde başarılı olduğunu ifade eden Bubekri, Tunus'ta siyasi irade ve kamu çıkarları konusunda fikir birliği olmayan başkanlarla başa çıkma yolunun temel sorunu oluşturduğunu söyledi.
Bubekri, cumhurbaşkanının rolünü, ülke çıkarlarını bir kenara atan ve kendi lehine zayıflatmaya çalışan Nahda Hareketi’ni eleştirdi.

Yorum farklılığı
Cumhurbaşkanına ek yetkiler verilmesini içeren anayasa değişikliği çağrıları, Tunus’un eski Cumhurbaşkanı Baci Kaid es-Sibsi döneminde başladı. Sibsi, o dönemde, cumhurbaşkanı yetkileri de dahil olmak üzere siyasi sistemi değiştirilmiş parlamenter sistemden değiştirilmiş başkanlık sistemine değiştirmeye yönelik hiçbir girişime karşı çıkmayacağının altını çizmişti.
Çağrı, Sibsi’nin 2019 yılının Mart ayında ‘bağımsızlık günü’ münasebetiyle Kartaca Sarayı’nda yaptığı bir konuşmada çok daha açıktı. Sibsi konuşmada, anayasanın bazı kısımlarında ‘yorum farklılığının’ söz konusu olduğunu söylemişti.  Anayasa değişiklik tekliflerinin hazır bir kopyasına sahip olduğunu ifade etmişti. Ancak dönemin parlamentosunun gecikmesi Sibsi’nin iradesini engellemişti.
Tunus’ta Cumhurbaşkanı’nın yetkileri kısıtlanmış olmasına rağmen, pozisyon Tunus halkı için en önemli makam olmaya devam ediyor. Eski Bakan ve Siyasi Aktivist Fevzi Abdurrahman, Independent Arabia’ya yaptığı açıklamada anayasanın öngördüğü siyasal sistemin bir vadide ve siyasi uygulamanın başka bir vadide olduğunu söyledi.
Abdurrahman, “Kamuoyuna nezdinde Cumhurbaşkanı siyasi yaşamın en önemli aktörüdür ve ikincil aktör olmak kabul edilemez. Ancak bugünkü sistemimiz, uygulama açısından parlamenter değil, partisel bir yapıdadır ve bu partiler,  özellikle de Nahda, ülkenin tüm işlerini merkezi ve yerel bir yürütme otoritesinden, yasama, uygulama ve izleme organları, organizasyonlar, toplumlar ve sivil toplumdan kontrol etmek istiyor” dedi. Performansını eleştirerek, "Bu partiler totaliter olmayan rasyonel partiler düzeyinde gelişemediler" ifadelerini kullandı.
Baci Kaid es-Sibsi’den ya da Kays Said’den miras kalan cumhurbaşkanı pozisyonunun, siyasi hayatta etkili bir aktör olmayacağını söyleyen Abdurrahman, bu seçim, konumun sembolizmi ve genel seçimlerin sembolizmi göz önüne alındığında kabul edilebilir olacağını düşünüyor.

Kötü iletişim performansı
Tunus Üniversitesi Siyasal İletişim Bölümü’nden Prof. Dr. Muhammed Fahri Şelbi, cumhurbaşkanının rolünü yansıtan bir olaya değinerek, “Fransa’dan talep edilen özür listesi konusunda medya, politikacılar ve halk sosyal medyada bazen coşkuyla bazen de stres içerisinde tartışırken Cumhurbaşkanı bu konuda derin bir sessizliğe büründü. Aslında özür listesi, yetkilerinin yani diplomatik alanın tam da merkezinde yer alıyor” dedi.
Prof. Dr. Şelbi, “Bu sahne Tunus siyasi yaşamında iki önemli şeyi, yani Başkanlığın azalan siyasi rolünü ve zayıf iletişim performansını vurgular” ifadelerini kullandı.
Azalan siyasi role gelince Şelbi, "2014 anayasasının getirdiği hükümet sistemi, cumhurbaşkanına açık olmayan güvenlik güçleriyle birlikte, diplomasi ve savunma olmak üzere sadece iki rol kazandırdı. Ülkedeki kamu yaşamı üzerindeki etkisi ise geriledi. Yönetim üç başlı bir hal aldı. Bunlardan en büyüğü Parlamento, ki aslında bir parti meclisi. Bu partilerin bir kısmı hükümeti oluşturuyor, bu durum da iktidarı mutlaklaştırıyor” dedi.
Şelbi, sözlerine şöyle devam etti: “Ancak cumhurbaşkanlığının rolü, Sibsi döneminde bugünden çok daha fazlaydı. Çünkü parlamentodaki çoğunluğu oluşturan Nida Tunus partisine dayanıyordu. Sonra partisinin ortadan kaybolmasıyla rolü zayıfladı. Herhangi bir partiye mensup olmayan Kays Said için ise durum çok farklı bir hal aldı.”
Prof. Dr. Şelbi ayrıca "Bu siyasi sistem cumhurbaşkanının pozisyonunu zayıflatır ve onu aynı anda parlamento, başbakan veya her ikisi ile çatışmaya sokar" dedi.

Said’in mizacı ketum
Şelbi, kötü iletişim performansı konusunda ise bu durumun üç nedenden kaynaklandığı ifade etti. Tunus Üniversitesi Profesörü, “Bunlardan birincisi, cumhurbaşkanının yetkilerinin yetim kalan iki alanla sınırlandırılması, ki bu durum onun veya faaliyetlerinin ortaya çıkma şansını azaltır. Bunun yanısıra bu alanlar, Libya gibi nadir durumlar dışında halkı doğrudan ilgilendirmiyor. Halkı ilgilendiren sosyo-ekonomik alandaki vurucu konular, hükümet ve parlamentonun elinde” şeklinde konuştu.
“İkinci neden ise faaliyetleri cumhurbaşkanlığının web sitesi veya ‘Facebook’ sayfasında yayınlamakla sınırlı olan iletişim bölümünün körelmişliğidir” diyen Şelbi, bunun iletişim merdivenin en alt ve en zayıf basamağı olduğuna işaret etti.
Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı haberde Şelbi, sözlerini “Kays Said, çoğunluğun anlamadığını söylediği Arapçası nedeniyle iletişiminin zayıf olmasının yanısıra ketum bir mizaca sahip. Konu fasih dil ile ilgili değil, tonunu, akışını ve yoğunluğunu kelimelerini gölgede bırakan monotonluk ile ilgili. Bu, ne makamın ne de söylemin değişimiyle değişebilir” ifadeleriyle sonlandırdı.



Bölgesel güç dengeleri

 İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
TT

Bölgesel güç dengeleri

 İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP

Mustafa Feki

Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Arap Körfezi, son zamanlarda karşılaştıkları krizlerin büyüklüğünü önemli ölçüde vurgulayan benzeri görülmemiş ve zor koşullar yaşadı. Bu krizler, yalnızca sınırlı bir bölgesel sorun olmaktan çıkıp büyük bir uluslararası sorun haline geldiler.

Bölgedeki kanlı diziyle başlarsak, ki bu nihayetinde Filistin topraklarının İsrail tarafından vahşice işgal edilmesinin beklenen bir sonucu gibi görünüyor, 7 Ekim 2023 tarihinin işgalin dirençli Filistin halkına her düzeyde uyguladığı baskının otomatik ve doğal bir sonucu olduğunu hemen fark ederiz. Söz konusu baskı, şiddet döngüsünün genişlemesine ve Gazze'nin mevcut koşulları altında yaşanmaz bir alana dönüşmesine yol açtı. Öldürülmemesi gereken on binlerce çocuk, kadın ve sivili içeren şehit kafileleri her gün birbirini takip ediyor. Karşı karşıya kaldıkları katliamlar hem kardeşlerinden hem de dostlarından hiçbir insani yardım veya destek alamadan katlandıkları zor yaşam koşulları unutulamaz.

Son İran-İsrail çatışmasındaki ateşkesin, Gazze'deki acı verici duruma olumlu bir yansıması olabilir, ne var ki İsrail'in uzlaşmazlığı ve Netanyahu modelinin sabah akşam yaydığı nefret dolu söylemlerin temsil ettiği güç despotluğu, acıların devam edeceğinin, güven ve barış kıyısından hâlâ uzak olunduğunun en iyi kanıtı.

Belki okuyucuyla birlikte ülkelerin ağırlıklarını, gerçekleşen dönüşümlerin doğasını ve bazı tarafların ağırlıkları açısından bölgesel borsa üzerindeki etkilerini düşünebilir ve aşağıdaki kanıtları gözlemleyebiliriz:

İlk olarak, bir yandan Lübnan'da Hizbullah'ın başına gelenlere, diğer yandan Suriye'de yaşananlara bakıldığında, İran toplamda kaybeden gibi görünüyor. Tahran, Esed ailesinin yönetimi boyunca sadakatini sürdüren itaatkar bir müttefikini kaybetti. Buna ilaveten, ABD'nin tam desteğiyle İsrail, İran'ın nükleer projesinin temellerini büyük ölçüde yok etti. İran ayrıca siyasi yaşamının, askeri mevkilerinin ve bilimsel uzmanlıklarının en ön saflarından onlarca şehit verdi.

Burada, İran'ın direndiğini ve inkar edilmesi zor birçok güçlü karşılık verdiğini dolaylı olarak kabul etmeliyiz. İsrail'e gönderdiği füze ve insansız hava araçlarının, on binlerce sakinini İran saldırılarından kaçmak için sığınaklara yönelmeye zorladığını itiraf etmeliyiz. Ancak, bu elbette, İsrail Hava Kuvvetleri'nin İran'ın kalelerini vurması, İran içindeki bir dizi önemli ekonomik ve askeri konumda hayati öneme sahip arterleri hedef almasıyla kıyaslanamaz.

ABD Başkanı Donald Trump, başlangıcından itibaren İran-İsrail çatışmasının baş vaftiz babası rolünü oynadı. Gelişmelerin ayrıntılarına doğrudan kişisel olarak müdahale etti. Öyle ki hem İran hem de İsrail tarafı kazandıklarını iddia ettikleri bir zafer veya rakiplerine karşı sağladıklarını iddia ettikleri bir üstünlükle gururlanarak savaştan çıktılar. Her halükarda durum ve medyatik gelişmeler alanı yorumlara açık, tüm tarafların bakış açılarının kabul edilmesine olanak tanıyor. Zira silahlı çatışmalar geride bir kazanan bırakmaz, aksine kayıp ve zararları tüm taraflara dağıtır.

Burada, İran nükleer programının geçici bir süreliğine de olsa çökertilmesinin, Netanyahu için gurur duyacağı yanıltıcı bir zafer olduğuna dikkat etmeliyiz. Bu zafer, onu siyasi durumunu ve İsrail hükümetinin başkanı olarak konumunu güçlendirebilecek bir erken genel seçim çağrısında bulunmaya itebilir. Tahran ve Tel Aviv arasında yaklaşık iki hafta süren bu askeri çatışma hakkında ne söylenirse söylensin, İsrail'in imajına bir çizik atıldığını, her koşulda etkilendiğini dürüstçe belirtmeliyiz. İran, bölgedeki en büyük askeri cephaneliğe karşı mücadelede kahramanlıktan veya cesaretten yoksun olmayan bir duruş sergiledi. İsrail'e verilen Amerikan desteği, o savaşta gerçek belirleyici faktördü, kimsenin itiraz edemeyeceği ve olaylar tarafından gölgede bırakılmış gibi görünen bir kriterdi. Zira İsrail ilk kez içeride derin bir darbe aldı, iç hedefler benzeri görülmemiş bir şekilde vuruldu. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre bu da yenilmez ordu efsanesinin ve son on yıllarda yarattığımız büyük putun ne sandığımız kadar sağlam ne de hayal ettiğimiz kadar güçlü olmadığını teyit etti.

İkincisi; eğer şimdi uzun bir geçmişe ve geniş topraklara sahip bir İslam devleti olarak İran'dan bahsedeceksek, kendisinin üstünden atlanması zor birkaç hatasını kaydetmeliyiz. Bunların ilki, arenalar birliği dediğimiz şey ve son kırk yıldır komşu ülkelerde onlar aracılığıyla savaştığı çeşitli kollardır. Lübnan'daki Hizbullah ile başlayıp Suriye ve Irak'tan geçerek Yemen'deki Ensarullah-Husi grubuna kadar uzanan bu kollar, kanlı çatışmaların ve tekrarlanan çekişmelerin bir tarafı olarak kendini dayattı. Böylece İran Batı'nın, Batı Asya, Arap Yarımadası, Arap Körfez bölgesi ve hatta Kuzey Afrika'daki Araplar, Türkler, Kürtler ve diğer etnik gruplara karşı kullandığı bir korkuluğa dönüştü.

İran'ın benimsediği kollar inşa etme politikası, İran'da İslam Devrimi'nin patlak vermesi ve Şah'ın Şubat 1979'da devrilmesi ile başlayan geniş çaplı bir kaosa yol açtı. Ama iş bununla bitmedi. İran, Arap Körfez bölgesindeki Amerikan hedeflerini vurmaya çalışarak ve Katar hava sahasını ihlal ederek de büyük bir hata yaptı. İlave olarak, İran'ın hatalarına sık sık tahammül eden, işlerine karışmasını ve yanlışlarını görmezden gelen Körfez'de de tahribat yaratmaya çalıştı. İşleri daha da kötüleştiren ise İran parlamentosunun, bu hayati bölgede dünya petrol nakliyatının yüzde 20'sinin geçtiği, büyük öneme sahip bir ticaret ve deniz yolu olan Hürmüz Boğazı'nı kapatma kararı almasıydı.

İran'ın son eylemleriyle Körfez’in duygularını geçici de olsa kendisine karşı yabancılaştırarak kaybettiğine şüphe yok. Oysa Körfez ülkeleri, Maşrık (Levant) ülkeleri, Mısır ve diğerleri, İsrail'in İran'a yönelik saldırganlığını en başından kınadılar. Tahran, düşman listesine geçici de olsa başka ülkeler eklemek yerine dostlarının desteğini almaya çalışmalıydı.

Bu nedenle, İran'ın çok şey kaybettiğine, yalnızca Beyaz Saray'daki güçlü adamın, Tahran ve Tel Aviv arasındaki savaşı sona erdirme başarısını kendisine nispet etmeye çalışan Donald Trump'ın göreceli, geçici memnuniyetini elde ettiğine inanıyorum. Trump daha önce de Pakistan ve Hindistan arasındaki ateşkesi kendisine mal etmişti. Buna bir de ABD’nin Tahran'daki rejimi devirmeye çalışmadığını, bunun yerine yalnızca İran nükleer projesini yok etmeyi ve onu en azından gelecekte aciz hale getirmeyi amaçladığını defalarca dile getirenin de o olduğunu eklemeliyiz.

Üçüncüsü; nükleer programını kaybeden İran'ın, siyasi rejiminin devamı ve onu zayıflatma girişimlerini durdurma konusunda geçici bir kabul kazandığı açıkça ortaya çıktı. İran’ın artık sona eren bu çatışmada en önemli ve en öne çıkan devlet olduğuna şüphe yok. Ancak, Trump'ın gözdesi Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türk tarafını da göz ardı etmemeliyiz. Türkiye'nin bir Avrupa-Asya, Akdeniz ve Ortadoğu ülkesi, NATO'nun aktif bir üyesi, bölgede ve genel olarak güç denkleminde hem İsrail hem de İran ile birlikte hesaba katılması gereken bir güç olduğunu aklımızda tutmalıyız. Türkiye de Suriye'de yaptıkları ve Körfez'de elde ettikleri sayesinde ve ayrıca ABD’nin bölgedeki politikalarından duyduğu memnuniyet sayesinde yaşananlardan kazançlı çıktı.

Güç dengesinin, Körfez ülkelerinin de şu ana kadar kazandığını gösterdiğine inanıyorum, çünkü İran tarihsel olarak dost bir ülke ancak onlarla ilişkileri varlığı inkar edilemez veya görmezden gelinemez endişelerden yoksun değil. Biz Araplar olarak, İranlı ve Türk komşularımızın, akıllardan hiç çıkmayan adil Arap davası, yani tüm sonuçları, tarihsel gelişmeleri ve onu çevreleyen koşullarıyla Filistin davası için kalıcı bir çözüme ulaşmada aktif oyuncular olmalarını umut ediyoruz.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.