Myanmar’daki darbe, bölgesel ve uluslararası ‘niyetleri’ test ediyor

Myanmar ordusu ile ülkenin seçilmiş lideri Ang San Suu Çii arasındaki zoraki iş birliği, Suu Çii’nin Rohingya meselesindeki tavizlerine rağmen çöktü

Ang San Suu Çii
Ang San Suu Çii
TT

Myanmar’daki darbe, bölgesel ve uluslararası ‘niyetleri’ test ediyor

Ang San Suu Çii
Ang San Suu Çii

Dünya, 1 Şubat'a, ‘yeşim ülkesi’ olarak bilinen Myanmar’ın (Burma) bir kez daha siyasi kaosa sürüklendiği haberiyle uyandı.
Yerel olarak ‘Tatmadaw’ adıyla da bilinen Myanmar ordusu, 1 Şubat pazartesi günü sabaha karşı saat 03.00’da ülkenin yönetimine el koyduğunu duyurdu. Ülke lideri Aung San Suu Çii ve Devlet Başkanı Win Myint’in seçimlere hile karıştırmakla suçlanarak görevden alınmasının ardından 65 yaşındaki Genelkurmay Başkanı General Min Aung Hlaing’in, devlet başkanlığı görevini üstlendiği açıklandı. Bu gelişmeleri, Myanmar'da orduyu eleştiren birçok gazeteci, aktivist ve sanatçının gözaltına alınmaları takip etti.
Myanmar ordusu, Vietnam Halk Ordusu’ndan sonra Güneydoğu Asya'daki en büyük ikinci aktif askeri güç olarak biliniyor.
Ordu, Myanmar’daki mevcut siyaset sahnesini şekillendirmek için büyük bir özveriyle çalıştı. Öyle ki, bazı gözlemciler başlangıçta bunun bir darbe olmadığını düşündüler. Daha sonra sokaklarda askerler konuşlandırıldı. Yerel ve uluslararası medyanın haber akışı kesintiye uğradı, başkent Naypyidaw'daki iletişim tamamen koptu. Reuters, ülke yönetiminin Yangon Uluslararası Havaalanı'nın önümüzdeki Mayıs ayına kadar hava trafiğine kapalı kalacağını açıkladığını bildirdi. Ordu yönetimi, ülkede bir yıl boyunca olağanüstü hal (OHAL) ilan ederken Ulusal Seçim Komisyonu’nu yeniden kurma ve yeni özgür ve adil çok partili seçimler düzenleme sözü verdi.
2017 yılının Ağustos ayından itibaren, General Min Aung Hlaing komutasındaki Myanmar ordusunun son yıllarda ülkedeki Arakanlı Müslümanlara (Rohingyalar) karşı kanlı ve korkunç bir kampanya sürdürdüğü biliniyor. Arakanlı Müslümanlar ordunun kendilerine karşı sürdürdüğü bu zulümlerden kurtulmak için gerek deniz yoluyla gerek yaya olarak hayatlarını tehlikeye attılar. Birleşmiş Milletler (BM), Myanmar ordusunun bu saldırılarını ‘sistematik bir etnik temizlik kampanyası’ olarak tanımladı.
Myanmar'da 2017'nin başlarında sayısı bir milyona yaklaşan Rohingyalar, ülkede yaşayan diğer etnik azınlıklarından sadece biridir. Arakanlı Müslümanlar, Myanmar'daki en kalabalık Müslüman topluluktur ve çoğunluğu Arakan Eyaleti’nde yaşarlar. Arakanlı Müslümanların kendi kimlikleri, dilleri ve kültürleri olması dikkat çekicidir. Kendilerinin, geçmişte bu ülkeyi ziyaret eden eski Arap tüccarların ve nesiller boyu bölgede yaşayan diğer etnik grupların soyundan geldiklerini söylüyorlar.
Nüfusunun çoğunluğu Budizm'i kabul eden bir ülke olan Myanmar’da devlet, Arakanlı Müslümanları vatandaş olarak tanımayı reddediyor. Rohingyaların, Myanmar hükümeti tarafından ülkedeki bir azınlık grubu olarak kabul edilmemenin yanı sıra, komşu ülke Bangladeş'ten yasadışı yollarla gelen göçmenler olarak görülüyorlar. Ayrıca 2014 yılında yapılan nüfus sayımına da dahil edilmediler.
Uluslararası Adalet Divanı (UAD) Ocak 2020'de, Arakanlı Müslümanların korunması için Myanmar yönetiminin ve ordusunun gerekli önlemleri hızla almaya yükümlü olduğuna hükmetti.
Myanmar ordusu Rohingya militanlarıyla savaştığını iddia edip sivilleri hedef aldığını reddetse de BM müfettişleri, saldırıların büyük ölçüde toplu cinayetler, toplu tecavüzler ve kundaklama olaylarıyla birlikte gerçekleştirildiğinden söz konusu suçların sistematik suçların soykırım şemsiyesi altında işlendiği sonucuna vardılar. Ancak ordu BM müfettişlerinin bu yöndeki raporunu da yalanlayarak reddetti.

General Min Aung Hlaing, ordusu ve darbesi
Öte yandan ABD, bu zulümlere tepki olarak 2019 yılında General Min Aung Hlaing ile üst rütbeli üç komutana yaptırım uyguladı. Bu konuda UAD dahil olmak üzere uluslararası mahkemelerde bekleyen birkaç dava bulunuyor. Ülkesinde ‘ufak tefek biri’ olarak tanımlanan General Min Aung Hlaing, bölgedeki her an darbe yapabilecek en büyük ordulardan birinin komutanı gibi görünmek yerine her zaman kendisine bir hükümet yetkilisi görünümü veren çerçevesiz yuvarlak gözlükler takıyor.
Bu arada 1 Şubat’taki darbe Myanmar’ın siyasi tarihinde yapılan üçüncü darbe olma özelliği taşıyor. İlk darbe 1962 yılında, ikincisi 1990 yılında gerçekleşti. Ordunun desteklediği Dayanışma ve Kalkınma Birliği Partisi (USDP), geçtiğimiz Kasım ayında yapılan seçimlerde Suu Çii'nin lideri olduğu Ulusal Demokrasi Birliği (NLD) partisi tarafından ağır bir yenilgiye uğradı.
Görev süresi 2016'da dolmasına karşın 5 yıl daha ordunun başında kalma kararı alan General Min Aung Hlaing’in emekli olmasına sadece birkaç ay kalmıştı. Yeni Devlet Başkan Yardımcısı Myint Swe de asker kökenli bir isim. Diğer yandan Suu Çii ve hükümetindeki bakanlar görevlerinden alınarak yerlerine ordu tarafından 10 yeni bakan atandı. Hükümete bağlı resmi televizyon kanalından, Wunna Maung Lwin’in dışişleri bakanlığına getirildiği duyuruldu.
Darbe, Kasım 2020'deki son seçimleri gözden düşürmek için seçimlerde hile yapıldığına dair temelsiz iddialara dayanarak bir aydır devam eden karalama kampanyasının ardından gerçekleşti. Suu Çii'nin lideri olduğu NLD, geçtiğimiz Kasım ayında yapılan seçimlerde kazandığı zafer,ordunun seçimler yoluyla ülkede yeniden iktidara dönme imkanının olmadığını gösterdi. Ordunun son seçimlerin sonuçlarını kabul etmeyi reddetmesi, ülkede büyük bir siyasi krizin başlangıcının ilk kıvılcımıydı. Askeri müttefikler, sivil hükümetteki yetkililere karşı Myanmar'daki Yüksek Mahkeme'ye şikayette bulundu. Parlamentoyu boykot etmekle tehdit ederek, seçimlerin yeniden yapılmasını talep ettiler.
Peki, ordu neden darbe yaptı?
Myanmar ordusunun ülke siyasetinde büyük ve geniş bir etkiye sahip olduğu bir dönemde darbe yapması birçok kişide şaşkınlık yaratırken darbenin sebebi ile ilgi soru işareti zihinleri meşgul ediyor. Burada, genelkurmay başkanlarının parlamentodaki sandalyelerinin yüzde 25'ini garanti altına aldığını ve 2008 tarihli Myanmar Anayasası’nın parlamentoda yüzde 75’lik çoğunluk sağlanmadan Anayasada değişiklik yapılmasına izin vermediğini belirtmekte fayda var. Bu durum, seçilmiş sivil milletvekilleri, son birkaç yıldır Suu Çii iktidarında görüldüğü üzere yerel ve bölgesel alandaki meseleler hakkında bir takım kararlar alabilseler de pratikte ordunun ülkedeki yasaları çıkarma veya değiştirme süreçleri üzerinde neredeyse tam kontrol sağlamasına izin veriyor.
Myanmar’daki darbe ile ilgili değerlendirmelerde bulunan Hint siyaset analisti Avinash Paliwal, Myanmar'daki darbenin yeni parlamentonun açıklanmasına sadece birkaç saat kala yapıldığına dikkati çekerek, darbenin zamanlamasının herhangi bir açıklamaya ihtiyacı olmadığını söyledi. Eğer darbe yapılmasaydı, son seçimlerin sonuçlarının parlamentonun ilanıyla anayasal olarak onaylanacak olduğunu söyleyen Paliwal, geçtiğimiz Kasım ayında yapılan seçimlerden bu yana LND ile ordu arasında yaşanan gerginliklere işaret etti. Paliwal, “2015 ve 2020 seçimlerinin sonuçları, ülkede ordunun popülaritesindeki gözle görülür düşüşe karşın, Bayan Suu Çii’nin popülaritesindeki önemli artışı gözler önüne serdi. Daha sonra, anayasa değişiklikleri yapmak için gereken parlamento yüzdesini düşürmek için sürekli talepler vardı. Bu talepler, ordu yönetiminin, Suu Çii’nin ikinci kez iktidara gelmesinin ardından Myanmar'da sivil-asker dengesini değiştirmeye yönelik girişimleri olduğuna dair şüphelerini derinleştirdi” yorumunda bulundu.
Paliwal açıklamalarına şöyle devam etti:
“Askerlerin kaygıları ve Bayan Suu Çii’nin hırsları ile ortaya çıkan karışım, ordu destekli USDP ile Suu Çii’nin lideri olduğu NLD arasında bir sürtüşmeye neden oldu. Ordu içinde, Myanmar'daki birçok önemli siyasi dosyada nüfuzunu ve karar bağımsızlığını kaybetme riskiyle karşı karşıya olduğu endişesi baş gösterdi.”
Kimliğinin açıklanmasını istemeyen Yeni Delhili siyaset analistlerinden biri, ‘Myanmar’ın kendine has demokrasisi içinde birçok koşulun geçerli olduğuna’ inanıyor. Suu Çii’nin ikinci kez iktidara geldiğinde bunun farkında olduğunu söyleyen analist, bu nedenle Suu Çii’nin partisinin beş yıllık iktidarı boyunca ordu ile arasını iyi tutmaya çalıştığını belirtti. Analist, “Bu yüzden de generaller, üst düzey bakanlıklar, yani Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Sınır İşleri Bakanlığı üzerinde mutlak kontrole sahip olmaya devam ettiler. Nobel Barış Ödülü sahibi Suu Çii, Rohingyalara yönelik etnik temizlik karşısında tamamen sessiz kaldı. Bu konuyu gündeme getirerek orduyu kışkırtmak istemedi. Yine de generaller, onun iktidarında pek memnun değildiler” değerlendirmesinde bulundu.

Darbenin başarı şansı ve uluslararası tepkiler
Darbe ile ilgili sorulan kaçınılmaz sorulardan biri de “Myanmar ordusunun yaptığı darbe başarılı olabilir mi?” sorusudur.
Hint gazeteci Giotto Malhotra, bu soruya, “Myanmar ordusu, büyük bir askeri güce sahip olmasına rağmen bu, siyasi meşruiyet savaşında zafer kazanacağını garanti etmez. Yapılan seçimler, Bayan Suu Çii’nin popülaritesinin arttığını ve orduya sadık siyasi tabanın sanıldığı kadar geniş bir desteğe sahip olmadığını gösterdi. On yıldır yapılan seçimler sonucu Myanmar’da kısmen sivil yönetimin yerleşmesini sağladıktan sonra yapılan son askeri darbe, ülkede kitlesel protesto hareketinin fitilini ateşleyebilir. Bu durum, geçmişte Myanmar'daki politikaların istikrarsızlaşmasına neden olmuştu. Ancak ordu, darbeyi uzun süredir planlamıştı. Halkın öfkeli tepkiler vermesi halinde buna karşı koyacaktır” yanıtını verdi.
Öte yandan uluslararası toplumdan Myanmar darbesine hızlı ve sert bir tepki verildiğine şüphe yok. Başta ABD ve Avustralya olmak üzere birçok ülke, derhal tutukluların serbest bırakılması ve 2020'deki son seçimlerin sonuçlarına saygı duyulması için çağrı yaptılar.
BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, ordunun Myanmar'da seçilmiş sivil liderleri tutuklamasını şiddetle kınadığını ifade eden bir açıklama yaptı. Bu arada dünya basını Myanmar'daki son gelişmeleri, yeni ABD yönetimi için ilk büyük dış politika sınavı olarak nitelendirdi. ABD, Myanmar politikasındaki en büyük başarılarını eski ABD Başkanı Barack Obama döneminde elde etmişti. Başkan Obama, birçok Batılı demokratik ülke ile Myanmar arasındaki ilişkilerin yoğunlaşması ve bunun karşılığında Çin'in boğucu etkisinin azalması için çalışmıştı. Obama 2012 yılında ABD'nin açıkça desteklediği ülkedeki yeni demokratik açılımla aynı dönemde Myanmar'ı ziyaret etmişti.
ABD’nin Myanmar’a uyguladığı yaptırımlar, hükümetin son on yıldır demokrasi yolunda kaydettiği ilerleme nedeniyle kaldırıldı. Yeni ABD Başkan Biden ise Myanmar’daki mevcut durumla ilgili son açıklamasında, söz konusu ilerlemenin tersine dönmesi halinde, yaptırım yasalarını ve yetkileri derhal gözden geçireceklerini ve ardından uygun eylemlerde bulunacaklarını söyledi. Ne var ki Biden’ın açıklamaları, bazı değişikliklerle de olsa diğer demokratik ülkelerde yankı buldu. Ayrıca Biden’ın açıklamalarının, özellikle eski Başkan Donald Trump'ın iktidarı yıllarında yaşanan siyasi kargaşadan sonra, ABD yönetiminin demokratik yolu teyit etme taahhüdüyle aynı döneme denk geldiğini belirtmekte fayda var.

Çin’in başı Myanmar ordusunun darbesiyle belaya girdi
Myanmar darbesini ‘büyük ölçekli kabine değişikliği’ olarak nitelendiren hükümet kontrolündeki medya başta olmak üzere Çin’den Myanmar’daki darbeyi kınayan veya destekleyen herhangi bir resmi açıklama yapılmaması dikkat çekti. Çin hükümeti şimdilik Myanmar darbesi karşısında sessiz kalmayı tercih ederken Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in 2020'de ziyaret ettiği son ülkenin Myanmar olduğu hatırlanmalı.
Konuyu yakından takip eden uzmanlar, Myanmar’ın Çin’in jeo-stratejik planları için özel bir önemi olduğunu ve önümüzdeki birkaç gün içinde Çin'in duruma ilişkin tepkisine tanık olmanın ilginç olacağını söylüyorlar. Bunun yanı sıra Pekin'in Myanmar ordusuyla yakın ve güçlü ilişkilerini sürdürmesine rağmen, son yıllarda Çin hükümeti ile Suu Çii arasındaki ilişkilerin güçlendiği göz önüne alındığında, son darbenin Çin'i siyasi bir çıkmaza sokacağı düşünülüyor.
Burada Çin’in büyük ticari çıkarlarına bakmakta fayda var. Myanmar'da Çin’in Bir Kuşak Bir Yol Girişimi çerçevesinde hayata geçirilmesi düşünülen bir takım projeler var. Ayrıca Çin’in, ülkedeki demokratik güçlerin yerlerini sağlamlaştırması ve Çin hükümeti ile dostane ilişkiler kurmalarıyla birlikte Myanmar'ı Arakanlı Müslümanları komşu sınır bölgelerine insani bir şekilde yerleştirmeye zorlamaya yönelik bir desteği de var. Peki, Çin, BM Güvenlik Konseyi'nde (BMGK) askeri darbeye yönelik kınamaya karşı ‘veto’ hakkını kullanabilir mi? Eğer Çin bunu yaparsa, Pekin'den demokrasiye karşı sadece yurt içinde değil, yurt dışındaki komşuları arasında da demokrasiye karşı ideolojik militanlığa giden yolda atılan yeni bir adım olarak tanımlanabilir.
Asya’nın önde gelen iki ülkesi Hindistan ve Japonya da Myanmar'daki darbeyi kınama konusunda tamamen sessiz kaldılar. Yeni Delhi, darbe karşısında derin bir endişe duyduğunu ifade etmekle yetinirken Tokyo, tarafların, sorunları barışçıl yollarla demokratik sürece uygun diyalog yoluyla çözmesinin önemli olduğunu vurguladı. Yeni Delhi şu an Myanmar'daki gelişmeleri dikkatle ve yakından takip ediyor. Ne orduyu ne de Suu Çii iktidarını desteklemezken çekimser bir tutum sergiliyor. Yeni Delhi’nin bu tutumunu anlatmak için Hindistan Dışişleri Bakanı'nın Hindistan Genelkurmay Başkanı ile Myanmar'a yaptıkları ortak ziyaretinin gözden geçirilmesi yeterli olacaktır. Olağanüstü bir ziyaretti ve olağanüstü hedefleri ve sonuçları vardı. Hindistan'ın Myanmar ile askeri ve diplomatik bağlarının, ‘doğuya gitme’ politikasının ana direği olduğu biliniyor. Hatırlanacağı üzere Myanmar hükümeti, geçtiğimiz Ekim ayında, sınırın ötesinde sorun çıkaran 22 Hint isyancıyı Yeni Delhi’ye teslim etmişti. İki ülke arasındaki ilişkiler, özellikle Hindistan'ın Myanmar'a savunma sanayi alanındaki satışları artırma kararı almasının ardından 2015 yılında Ortak İkili Komisyon’un kurulmasıyla fiilen güçlendi.
Hint gazeteci Manish Shibar bu konuda yaptığı değerlendirmede şunları söyledi:
“Hindistan ve Japonya'nın darbeye yönelik zayıf tepkileri, Myanmar'da iktidara geçen herhangi bir tarafı kendilerine düşman etmek istememelerinden kaynaklandığı şeklinde yorumlanabilir. Çünkü böyle bir adım, Myanmar'ı bölgedeki nüfuzla ilgili büyük bir ortak rakibin, yani Çin'in kucağına itecektir.”
Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN) ülkelerine gelince Myanmar’daki darbe ile ilgili çeşitli çağrılarda bulundular. Singapur ve Endonezya tüm tarafları sağduyulu olmaya çağırırken, Kamboçya darbeyi Myanmar'ın ‘iç meselesi’ olarak gördü. Malezya ise orduya ve Myanmar'daki çeşitli taraflara ülkede ‘barış ve güvenliğin korunmasına öncelik vermeleri’ çağrısında bulundu.



Hindistan ve Pakistan nükleer silahlarının hikayesi

Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)
Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)
TT

Hindistan ve Pakistan nükleer silahlarının hikayesi

Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)
Hindistan-Pakistan çatışması (Shutterstock)

Muhammed Mansur

Hindistan ve Pakistan'ın 1947 yılında ayrılmasından bu yana iki ülke arasındaki ilişkiler gerginliğini korurken, geçici bir ateşkes ile kalıcı çatışma arasında gidip gelmeye devam etti. Keşmir meselesi başından beri sönmeyen bir kıvılcım olurken, defalarca çatışmaya ve ciddi diplomatik krize yol açtı. Ancak bugünkü gerilimi benzersiz ve tehlikeli kılan, uzun bir geçmişi olan bu çatışmanın her iki tarafın da nükleer silahlara sahip olduğu gerçeğiyle birleşmesi. Bunun da işlerin kontrolden çıkması halinde nereye varabileceği sorusunu beraberinde getirmesidir.

Çeyrek asrı aşkın bir süre önce, 1998 yılının mayıs ayında Racistan'daki Pokhran Test Sahası yakınlarındaki sıcak ve kuru Tar Çölü'nün derinliklerinde Hindistan, 'güç' anlamına gelen 'Operasyon Shakti’ kod adıyla nükleer silah sahibi ülkeler kulübüne resmen girdi.

Hindistan, Güney Asya'daki güvenlik dengelerini sarsan ve uluslararası tepkilere yol açan bir hamleyle beş nükleer bomba patlattı.

Hindistan'ın nükleer programının kökleri, genç bir fizikçi olan Homi K. Bhabha'nın Tata Sanayi Grubu'nun yardımıyla Tata Temel Araştırma Enstitüsü'nü (Tata Institute of Fundamental Research/TIFR) kurduğu 1945 yılına kadar uzanıyor. Pakistan-Hindistan bölünmesinden sonra hükümet, 1948 yılında Atom Enerjisi Yasası ile nükleer programın ilk yasal adımlarını attı ve ardından Hindistan Atom Enerjisi Komisyonu'nu (AECI) kurdu.

Hindistan 1974 yılında ‘Gülümseyen Buda’ kod adlı ilk yeraltı nükleer denemesini gerçekleştirdi. Bu testin her ne kadar ‘barışçıl’ olduğu söylense de uluslararası endişelere ve Yeni Delhi ile nükleer iş birliğine kısıtlamalar getiren Nükleer Tedarikçiler Grubu'nun (NSG) kurulmasına yol açtı.

Uluslararası baskı

Takip eden on yıllar boyunca Hindistan'ın nükleer programı, özellikle Homi K. Bhabha'nın ölümüyle birlikte uluslararası baskı ve yaptırımlardan ve iç siyasi istikrarsızlıktan zarar gördü. Yine de Hindistan nükleer altyapısını inşa etmeye devam etti ve 1980'li yıllarda Ebubekir Zeynelabidin Abdulkelam ve Rajagopala Chidambaram gibi bilim adamlarının çabaları sayesinde füze geliştirme ve uranyum zenginleştirme için paralel programlar başlattı.

Hindistan 1990'lı yıllarda çok sayıda nükleer bomba yapmak için yeterli malzeme ve bileşene sahipti, ancak yeni bir deneme yapmadı. 1998 yılında Atal Bihari Vajpayee’nin lideri olduğu Hindistan Halk Partisi’nin (Bharatiya Janata Partisi/BJP) iktidara gelmesiyle her şey değişti. Vajpayee, Hindistan'ı nükleer silahlarla donatma niyetini açıkça ifade ederek bunu bir ‘egemen hak’ ve ‘savunma ihtiyacı’ olarak değerlendirdi.

1990'lar kararlı bir tutumun hâkim olduğu yıllardı. 1998 yılında Hindistan nükleer denemelerini gerçekleştirdikten sonra Pakistan'ın cevabı gecikmedi.

Ancak uluslararası tepki gecikmedi. ABD, Japonya ve diğer ülkeler, vakit kaybetmeden Hindistan’a ekonomik yaptırımlar uyguladı. Çin bölgede bir nükleer silahlanma yarışından duyduğu endişeyi dile getirdi.

Hindistan'ın komşusu ve geleneksel rakibi Pakistan, 28 Mayıs 1998 tarihinde Chagai Tepeleri'nde birkaç deneme yaparak komşusunun bu hamlesine hemen karşılık verdi ve nükleer güçler kulübüne girdiğini resmen ilan etti. Bu sadece bir güç gösterisi değil, 1971 yılında Bangladeş'in ayrılmasıyla başlayan ve ülke tarihinin en büyük yenilgilerinden birinin ardından gelen uzun bir sürecin zirve noktasıydı.

Sind eyaletinin Haydarabad kentinde toplanan ve Hindistan karşıtı bir protesto gösterisi sırasında Hindistan Başbakanı Narendra Modi'nin kuklasını yakan protestocular, 9 Mayıs 2025 (AFP)Sind eyaletinin Haydarabad kentinde toplanan ve Hindistan karşıtı bir protesto gösterisi sırasında Hindistan Başbakanı Narendra Modi'nin kuklasını yakan protestocular, 9 Mayıs 2025 (AFP)

Pakistan’ın nükleer silahlarla olan hikayesi 20 Ocak 1972'de Başbakan Zulfikar Ali Butto’nun Multan şehrinde üst düzey bilim adamları ve mühendisleri bir araya getirmesiyle başlar. Pakistan'ın Hindistan ile bir “caydırıcılık dengesi” olmadan hayatta kalamayacağını ilan etti. Butto, açık sözlülükle “Gerekirse ot yeriz ama bomba yapacağız” ifadelerini kullandı. Böylece Pakistan'ın nükleer programı resmen doğmuş oldu.

Nükleer fizikçi Munir Ahmed Han, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'ndaki (UAEA) görevinden döndükten sonra, Pakistan Atom Enerjisi Komisyonu'nu (PAEC) yönetmekle görevlendirildi, ancak PAEC çok geçmeden özellikle gerekli bölünebilir malzemenin üretilmesi konusunda büyük teknik zorluklarla karşılaştı. Hollanda'daki uranyum zenginleştirme tesislerinde çalışmış bir metalürji mühendisi olan Abdulkadir Han'ın ismi burada ortaya çıktı. Han, ülkesine santrifüj uranyum zenginleştirme alanında önemli bilgiler ve teknikleri kazandırdı.

Hükümetin tam desteğiyle daha sonra Pakistan'ın ana nükleer araştırma kurumu haline gelecek olan Kahuta tesisini kuran Han, PAEC ile birlikte nükleer programın geliştirilmesinde iki paralel hat oluşturdu. Han'ın, dönemin Cumhurbaşkanı General Muhammed Ziya-ül Hak'a gönderdiği bir mektuba göre Pakistan 1984 yılında geniş, ağır gözetime ve Batı ülkelerinin uyguladığı yaptırımlara rağmen yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum üretmeyi başararak nükleer silaha sahip oldu.

1990'lar kararlı bir tutumun hâkim olduğu yıllardı. 1998 yılında Hindistan nükleer denemelerini gerçekleştirdikten sonra Pakistan'ın cevabı gecikmedi. Aynı ay içinde Pakistan ülkenin batısındaki Chagai Çölü'nde beş nükleer bomba denemesini aynı anda yaptı. İki gün sonra da Haran Çölü'nde altıncı denemeyi gerçekleştirdi. Bu, Pakistan'ı dünyada nükleer silah geliştiren ve deneyen yedinci ülke haline getirerek bölgesel gerilimi arttırdı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) 1172 sayılı kararla kınamasına yol açtı.

Hindistan'ın plütonyumu, Pakistan'ın uranyumu

Hindistan ve Pakistan’ın nükleer devletler kulübüne girmelerinden sonra bu iki ülkenin kapasiteleri ve hangi ülkenin daha üstün olduğu konusundaki tartışmalar hiç bitmedi. Her iki ülke de nükleer denemelerini aynı yılın aynı ayında gerçekleştirmiş olsa da iki program arasındaki teknolojik farklılıklar başından beri vardı ve bugün de devam ediyor.

Hindistan orta ve uzun menzilli balistik füzelerin yanı sıra nükleer füze fırlatabilen denizaltılardan oluşan geniş bir cephanelik geliştirerek kara, deniz ve havayı kapsayan üç boyutlu bir caydırıcılık kabiliyetine sahip oldu.

Hindistan, nükleer programını, nükleer silah tasarımında daha yüksek teknik kabiliyet ve hassasiyeti yansıtan bir seçim olarak nükleer araştırma reaktörlerinden elde edilen plütonyum temelinde geliştirdi. Buna karşın Pakistan, Kahuta Santrifüj Tesisi’nde üretilen yüksek oranda zenginleştirilmiş uranyum kullandı. Teknik olarak, plütonyum savaş başlıkları için boyut ve ağırlık açısından daha verimli, ancak teknik olarak işlenmesi daha zor.

Kanıtlar, Hindistan'ın hidrojen termobarik bomba tasarımına odaklandığını gösteriyor. Hindistan, 1998 yılında yapılan bir testte bu bombanın kullanıldığını duyurmuş olsa da tam ölçekli testin başarısı konusunda şüpheler söz konusu. Termonükleer bomba fisyondan sonra nükleer füzyona dayanır ve Pakistan'da olduğu gibi muazzam bir patlama gücü sağlar. Pakistan sadece fisyon bombalarını ve bazı geliştirilmiş bombaları test etti, ancak henüz termal bir silaha sahip olduğunu ilan etmedi.

Plütonyum ve uranyum bombaları arasında bölünebilir maddenin türünde ve kullanılan patlatma yönteminde farklar söz konusu. Hiroşima'ya atılan bomba gibi uranyum bombaları uranyum-235 adlı madde temelinde geliştirilmiştir ve ‘top’ olarak bilinen nispeten daha basit bir tasarıma sahiptir. Burada iki kritik altı kütle hızla birbirine itilerek bir patlama meydana getirilir. Uygulanması nispeten kolay olsa da büyük miktarda saf zenginleştirilmiş uranyuma ihtiyaç duyulur.

Buna karşılık Nagazaki'ye atılan ‘Fat Man’ (Şişman Adam) bombası gibi plütonyum bombaları, plütonyum-239 maddesi temelinde geliştirilir ve plütonyumun son derece koordineli patlayıcılar kullanılarak kritik kütleye sıkıştırıldığı ‘patlama’ olarak bilinen daha karmaşık bir tasarım gerektirir. Bu da daha küçük boyutta daha güçlü ve verimli bombaların yapılmasına olanak sağlar. Ancak son derece gelişmiş mühendislik teknolojisine ihtiyaç duyar. Plütonyum ayrıca daha radyoaktif bir maddedir. Kalıplanması ve depolanması daha zor. Bu da onu fiziksel ve güvenlik açısından zor bir maddeye dönüştürüyor. Şarku’l Avsat’ın al Majalla’dan aktardığı analize göre bununla birlikte, yüksek yoğunluğu ve daha küçük boyutlarda daha büyük patlamalar üretme kabiliyeti nedeniyle modern silah tasarımlarında tercih ediliyor.

İslamabad, kısa menzilli Nasr füzesi gibi taktik nükleer silahların kullanılmasının, özellikle Hindistan'ın sayısal ve lojistik üstünlüğüne ayak uyduramaması çerçevesinde konvansiyonel bir savaş durumunda Hindistan'ın olası bir ilerlemesini durdurmanın tek yolu olabileceğine inanıyor.

Hindistan orta ve uzun menzilli balistik füzelerden oluşan geniş bir cephaneliğin yanı sıra nükleer füze fırlatabilen denizaltılar geliştirerek kara, deniz ve havayı kapsayan üç boyutlu bir caydırıcılık kabiliyetine sahip oldu. Buna karşılık Pakistan, Şahin ve Ghauri gibi etkili, ancak daha kısa menzilli, daha az çok yönlü bir füze sistemine sahip. Bu da uzun menzilli caydırıcılıktan ziyade hız ve anında karşılık verme yaklaşımını ön plana çıkarıyor.

Hindistan’ın üstünlüğü

BM Silahsızlanma İşleri Ofisi’ne (UNODA) göre Hindistan yaklaşık 172, Pakistan ise yaklaşık 170 nükleer savaş başlığına sahip. Bu sayısal yakınlığa rağmen, her iki tarafın nükleer doktrini, kullandığı teknoloji ve stratejik yönelimleri önemli ölçüde farklılık gösteriyor. Bu da aralarındaki dengeyi kırılgan hale getiriyor.

Hindistan kamuoyu önünde ‘ilk adımı atmama’ politikasını benimsiyor. Yani nükleer bir saldırıya karşılık vermedikçe nükleer silah kullanmayacağını taahhüt ediyor. Ancak Yeni Delhi hükümetinin üst düzey bazı isimleri son zamanlarda bu doktrinin gözden geçirilebileceğinin sinyallerini verdi. Pakistan ise böyle bir politikayı benimsemeyi kategorik olarak reddederken, varoluşsal bir tehdit algılaması halinde nükleer silahları önleyici olarak kullanma hakkını savunuyor.

İslamabad, kısa menzilli Nasr füzesi gibi taktik nükleer silahların kullanılmasının, özellikle Hindistan'ın sayısal ve lojistik üstünlüğüne ayak uyduramaması çerçevesinde konvansiyonel bir savaş durumunda Hindistan'ın olası bir ilerlemesini durdurmanın tek yolu olabileceğine inanıyor.

Nükleer silahlar dışında, Pakistan sadece 560 bin askere sahipken Hindistan, 1,24 milyondan fazla askeriyle konvansiyonel kabiliyetlerde askeri üstünlüğe sahip.

İslamabad'da düzenlenen Pakistan Milli Günü geçit töreni sırasında Nasr (sağda) ve Babur (solda) füzelerini taşıyan askeri araçların üstünden selam veren Pakistan askerleri, 23 Mart 2022 (AFP)İslamabad'da düzenlenen Pakistan Milli Günü geçit töreni sırasında Nasr (sağda) ve Babur (solda) füzelerini taşıyan askeri araçların üstünden selam veren Pakistan askerleri, 23 Mart 2022 (AFP)

Hindistan, ithalata bağımlılığın azaltılmasına ve modernizasyona odaklanarak 2025-2029 yılları için 415,9 milyar dolarlık devasa bir savunma bütçesi ayırdı. Buna karşın Pakistan, içerideki ve sınır güvenliği alanındaki zorunluluklar nedeniyle 2028 yılında sadece 10 milyar dolara ulaşması beklenen savunma bütçesiyle daha mütevazı ilerliyor.

Hindistan 220'den fazla Rus yapımı Suhoy Su-30 MKI çok amaçlı savaş uçağı ve 36 gelişmiş Fransız yapımı Rafale savaş uçağı ile sayısal ve niteliksel olarak Pakistan karşısında üstün bir konuma sahip. Pakistan ise Pekin ile ortaklık kurarak Hindistan'ın üstünlüğünü dengelemek amacıyla JF-17 ve J-10C gibi Çin yapımı savaş uçaklarına ve bazı eski Amerikan yapımı F-16'larına güveniyor.

Hindistan, başta Rus yapımı T-90 tankı ve kendi yapımı Arjun tankı olmak üzere çok çeşitli bir tank filosunun yanı sıra, K9A1 gibi modern obüslere sahip. Öte yandan Pakistan, neredeyse tamamen Khalid ve VT-4 gibi Çin tanklarından oluşan bir tank filosuna sahip ve Amerikan M109 silahlarını kullanıyor. Hindistan ise Rus yapımı S-400 ve İsrail yapımı Barak-8’den oluşan ikili hava savunma sistemine sahip. Buna karşın Pakistan’ın aradaki teknolojik farkı azaltmak amacıyla edindiği uzun menzilli HQ-9 ve orta menzilli LLY-80 gibi Çin yapımı hava savunma sistemleri var.

Hindistan iki uçak gemisi, nükleer ve hücum denizaltıları ile çok sayıda destroyer ve fırkateynden oluşan güçlü bir donanmaya sahipken, Pakistan’ın uçak gemisi olmayan sınırlı bir donanması var. Donanmanın envanterinde eski Fransız Agusta denizaltıları ile bazı Çin yapımı fırkateynler bulunuyor.

Hindistan’ın hava ve deniz kuvvetlerindeki üstünlüğüne ve daha geniş bir askeri üs ve tesis ağına sahip olmasının yanında bu üstünlüğü, paradoksal bir şekilde, Pakistan'ın erken nükleer saldırı seçeneğini sürdürmesinin ana nedenlerinden biri. Çünkü İslamabad, kısa menzilli Nasr füzesi gibi taktik nükleer silahların kullanılmasının, özellikle Hindistan'ın sayısal ve lojistik üstünlüğüne ayak uyduramaması nedeniyle konvansiyonel bir savaş durumunda Hindistan'ın olası bir ilerlemesini durdurmanın tek yolu olabileceğine inanıyor.