Anneler ve korona mücadelesi... Hayatta kalma savaşıhttps://turkish.aawsat.com/home/article/2847146/anneler-ve-korona-m%C3%BCcadelesi-hayatta-kalma-sava%C5%9F%C4%B1
Anneler ve korona mücadelesi... Hayatta kalma savaşı
Anneler koronavirüs salgını sırasında olağanüstü ve benzeri olmayan bir deneyim yaşadı (UNICEF Mısır)
Kahire/Mona Ebu el Nasr
TT
TT
Anneler ve korona mücadelesi... Hayatta kalma savaşı
Anneler koronavirüs salgını sırasında olağanüstü ve benzeri olmayan bir deneyim yaşadı (UNICEF Mısır)
Yaklaşık bir yıl önce, 38 yaşındaki Yasemin Yahya yeni bir annelik sınavı ile karşı karşıya kaldı. Yasemin, okul çağındaki iki çocuğunu sabahları okula götürmeye, hemen ardından yeni bir ofis gününe başlamaya, sonrasında ise okul saatlerinin bitmesi ile, spor, etüd ve uyku öncesi hazırlıkları dahil olmak üzere çocukların diğer programlarına geri dönmeye alışkındı. “Günlük rutin” olarak adlandırdığı bu düzene alışkın olan Yasemin, Mısır’da koronavirüs ile mücadelenin başlaması ile Mart ayından bu yana bu rutin, “daha endişe verici” olarak nitelendirdiği yeni şekiller aldı.
Kahire’nin batısındaki Şeyh Zayid şehrinde bir gıda şirketinde çalışan Yasemin, pandeminin başlangıcından bu yana uzaktan eğitim koşulları ve “özel sektörün annelere çalışma saatleriyle ilgili kolaylık sağlamaması” nedeniyle zorluk çektiğini belirtiyor. Yasemin “Pandeminin ilk aylarında, bazı kolaylıklar vardı ancak daha sonra giderek azaldı. İşe devam etmek ve daha önce adını bile duymadığımız uzaktan eğitim için evi sabah okuluna çevirmek arasında bir denge kurabilmek için izin günlerimi kullanmak zorunda kaldım” diyor.
Mısır hükümeti, koronavirüsün yayılmasının etkileri ile mücadele kapsamında ilk yarıyıl bitene kadar derslerin uzaktan eğitim sistemi ile tamamlanmasına yönelik kararını duyurmuştu. Yasemin için bu dönem, ilkokul ve ortaokul çağındaki çocuklarını takip edilebilmek -kendi sözleri ile- “Haftada en az iki gün evde kalmak için yıllık izninin büyük bir kısmını kullanmak” zorunda kaldığı dönemdi.
Çocukları 10 ve 13 yaşlarında olan Yasemin, eğer çocukları nispeten büyük yaşlarda olmasaydı, belki de bazı meslektaşları için söz konusu olduğu gibi koronavirüs baskıları sebebiyle işini bırakmak zorunda kalabileceğini söylüyor.
Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, geçtiğimiz Eylül ayında, Mısır hükümetinden yeni okul yılı başlamadan, uzun süre çocuklarını bırakamayacakları için koronavirüs sebebiyle annelerin çalışma günlerini azaltmaya katkıda bulunacak bir sistem kurma imkanını ele alınmasını istemişti.
Bir devlet üniversitesinde çalışan 31 yaşındaki Hibe es-Seyyid, geçen yıl boyunca, çalışanların dönüşümlü olarak iş yerine gitmesine yönelik bir uygulama ile işinin kendisine sağladığı bazı kolaylıklardan nispeten yararlanmış. Buna rağmen, annesinin, kendisi ve 7 yaşındaki kızıyla yaşamasının “koronavirüs döneminin baskılarına dayanmasının” önemli bir faktörü olduğunu düşünüyor. Hibe “Benim ve annemin en büyük görevi, resim çizmek gibi etkileşimli ve yaratıcı etkinliklerle, sosyal izolasyonun ve uzun süre evde kalmanın çocuğum üzerindeki psikolojik yükünü hafifletmeye çalışmaktı” dedi. Sözlerine “Koronavirüs pandemisinin başlangıcından bu yana anneler olarak aile ve iş alanlarında yaşadığımız kaygı ve istikrarsızlığın gölgesinde, ikinci eğitim yılının başlaması ile işlerin nasıl gelişeceğini bilmiyorum” ifadelerini de ekledi.
Mısır Parlamentosu Milletvekili Hale Ebu es-Saad “Kısıtlı alanlar dışında ailenin (Anneye) sorumlulukları paylaşmadığı doğu kültüründe, sürekli olarak evde kalan aile üyeleri sebebiyle karantina günlerinde pandeminin zorluklarına daha fazla katlananların anneler olduğunu” belirtiyor.Milletvekili Şarku’l Avsat’a yaptığı açıklamalarda “Uzaktan eğitim aşamasının başlamasıyla birlikte, özellikle de annelerin, elektronik cihazlar üzerinden eğitim almak için uzun süre derste kalmaya ikna edilmesi zor olan küçük çocukları takip etmeleri yükleri daha da arttı. Bu nedenle annelerin yaşadığı zorluklar bu yeni öğretim süreci ile yeni bir hal aldı” ifadelerini kullandı.
Milletvekili “Çalışan annelerin koşullarının anlaşılması için, başta pandemiden büyük ölçüde etkilendiğini söyleyen özel sektör olmak üzere, daha geniş bir topluluk tarafından ele alınması gerekiyor. Bununla birlikte, özellikle k pandeminin gölgesinde yaşadığımız olağanüstü zamanlarda, toplumun kendi rolünü üstlenmesi ve annelerin karşılaştığı baskılar için bir çözüm olabilecek uzaktan çalışma kültürünü benimsemesi gerekiyor” diyor.
Demografik yapının siyasi olduğu Lübnan'da 1,2 milyondan fazla insanın yer değiştirmesi, etkileri uzun sürmeyecek bir olaydır. Daha önceki deneyimler, İsrail’in 1970'li yılların başlarında saldırılarına başlamasından bu yana devam eden yerinden edilme ve göç dalgalarının Lübnan'ın istikrarsızlaşmasına ve ardından iç savaşın patlak vermesine katkıda bulunduğunu ve bunun sonuçlarının iç savaşın sona ermesinden sonra yeniden inşa projesini engellediğine işaret ediyor.
İsrail'in geçtiğimiz eylül ayının ortalarında binlerce Hizbullah üyesinin çağrı cihazlarını patlatarak ilk darbeyi indirdiği mevcut savaşın başlamasından bu yana Hizbullah'ın kontrolündeki bölgelerde yaşayan çok sayıda insan buraları terk etmeye ve Lübnan içinde ve dışında başka sığınaklar aramaya başladı. Hizbullah'ın 8 Ekim 2023 tarihinde Gazze Şeridi'yle dayanışma amacıyla başlattığı ‘destek savaşı’ ve bölgeyi bir dizi dramatik değişime sürükleyen Hamas Hareketi’nin düzenlediği Aksa Tufanı Operasyonu'nun ardından güney Lübnan'ın dış köylerindeki kasabalarını terk eden yaklaşık 100 bin kişiye katıldılar.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği'nin (UNHCR) verilerine göre 15 Ekim'de 1,2 milyona ulaşan yerinden edilmiş insan sayısı giderek artıyor. Bu sayıya on yılı aşkın bir süredir Lübnan'da yaşayan yaklaşık 1 milyon Suriyeli mülteci ve aynı şekilde Filistinli mültecilerin de eklenmesi durumu daha da trajik hale getiriyor.
Lübnan’ın küçük bir yüzölçümüne sahip olması, kalabalık nüfusu ve kaynakların kıtlığı nedeniyle yaşanan demografik değişimlere, mezhepsel gerilimlerin tırmanması ve bunların silahlı çatışmalara dönüşme riski eşlik ediyor. Beş yıldır kamusal ve özel yaşamın tüm yönlerini etkileyen tam bir ekonomik çöküş yaşayan bir ülkenin, son mülteci dalgası büyüklüğünde yeni bir felaketle başa çıkması hiç kolay değil.
Bir yılı aşkın süredir artan mültecilere, daha önce ülkelerindeki savaştan kaçıp Lübnan’a sığınan Suriyeliler ve 1948 yılında İsrail tarafından topraklarından sürülen Filistinliler de dahil.
Çok sayıda Lübnanlının farklı mezheplerin çoğunlukta olduğu bölgelere yerleştirilmesinin, yerinden edilenler arasında geniş bir desteğe sahip olan Hizbullah'ın geçmiş yıllarda körüklediği kin ve nefret göz önüne alındığında bunun kolay bir iş olmadığı vurgulanmalı. Hizbullah ile İsrail arasında 2006 yılında yaşanan savaştan sonra tırmanan olayların detaylarına girmeden, Hizbullah'ın kontrolünün genişlemesinden ve etkisinden etkilendiklerini düşünen mezheplerin en katı isimleri, bir önceki savaşta olduğu gibi yeniden yerlerinden edilmeleri halinde güneylilerin kendi aralarında ikamet etmelerine izin vermeyeceklerini sık sık dile getirdiler. Lübnanlıların çoğu, İsrail ile yeni bir savaşın Hizbullah'ın güneydeki silahlı varlığı nedeniyle kaçınılmaz olduğunu düşünüyor. Bununla ilgili herkesçe bilinen sebepler, son yıllarda ‘meydanların birliği’ argümanıyla daha da güçlendi.
Neyse ki bu tehditler gerçekleşmedi ve yerinden edilen kişiler sığındıkları bölgelerin çoğunda kalacakları yerler buldular. Yine de bu, bazı sorunların, çatışmaların ve olayların yaşanmadığı anlamına gelmiyor. Ancak olayların sayısı, eski hesaplaşmalar çerçevesinde Şiilere kapıları kapatılacağına dair tehditlerden daha azdı.
Lübnan'da geçmişteki göç dalgalarına dönecek olursak örneğin, başkent Beyrut'un güney banliyösünün 1970'li yıllarda Lübnan solundan Emel Hareketi ve Hizbullah'a kadar Şiilerin ittifak kurduğu siyasi güçlerin kalesi haline gelmesinin iç savaş olmadan gerçekleşemeyeceğini söyleyebiliriz. İç savaş aynı zamanda başkentin ‘sefalet kuşağı’ olarak adlandırılan doğu ve kuzey banliyölerinde yaşayanları güney banliyölerine göç etmeye zorladı. İsrail'in Lübnan’ın güney köylerine yönelik saldırılarının artması ve Bekaa Vadisi bölgesinde iş imkanlarının olmaması üzerine iş ve konut arayışıyla bu kuşağa geldiler. Bu iki Şii bölgesi, silahlı Filistinli grupların 1960'lı yılların sonlarından itibaren güneye gelmeye başlamasından önce ‘mahrumiyet bölgesi’ olarak tanımlanan ve resmi makamlarca ihmale uğrayan bölgelerdi.
Örneğin, 1983 yılındaki Harbu’l-Cebel (Dağ Savaşı) sırasında Hıristiyanların yerlerinden edilmesi doğu bölgelerindeki siyasi tabloyu değiştirmiş ve Hıristiyanların büyük bir kısmının dağdan sürülmelerinden ve (Dürzi) İlerici Sosyalist Parti (İSP) tarafından askeri yenilgiye uğratılmalarından kendilerini sorumlu tutmalarına rağmen (Maruni Hristiyan) Lübnan Kuvvetleri Partisi (LK) saflarını güçlendirdi.
Bu iki olay, iç savaş sırasında meydana gelen ve tüm bölgelerde bir tür mezhepsel temizlik oluşturan, daha zayıf mezheplerden sakinleri kendi mezheplerinin çoğunlukta olduğu yerlere taşınmaya zorlayan birçok olaydan sadece birkaçı. Herkes bu tür etnik temizliklerin yanında sosyal ve ekonomik değişimlerin ve etkileşimlerin bir sonucu olarak siyasi temsil düzeyinde derin etkileri olacağını bilir. Bugün herkesin gözü önünde toplumsal ve demografik mühendislik gerçekleşiyor. Bunun sonuçlarının Lübnanlı siyasi güçler arasında daha fazla mezhepsel gerilim ve kargaşa olacağı aşikar.
Bir yılı aşkın bir süredir artan mülteci sayısına daha önce ülkelerindeki savaştan kaçıp Lübnan'a sığınan Suriyeliler ve 1948 yılında İsrail tarafından topraklarından sürülen Filistinliler de dahil. Lübnan’da nüfusun çoğunluğunu Şiilerin oluştursa da Hıristiyanlar ve Sünniler de bulunuyor. Yerinden edilmenin zorluğunu ve acımasızlığını en fazla hisseden Şiiler aynı zamanda İsrail'in bu savaştaki birincil hedefi olan Hizbullah'ı da kucaklayan kesim.
İsrail'in bu denli yoğun bir tempoda saldırıya geçmesi, Lübnan’ın zaten felç haldeki siyasi ortamında kaçınılmaz olarak büyük bir kaosa yol açtı.
Hizbullah’ın etrafında toplanan ‘destekleyici çevre’ Lübnan'ın dört bir yanında, Akkar'ın kuzeyine ve hatta Lübnan'ın ötesinde Suriye ve Irak'a gitmek zorunda kaldı. Dürzi ve Maruni mahallelerinde bulunan Ba’deran, el-Maasira ve İtu köylerinde olduğu gibi birçok yerde İsrail’in onların gittikleri yerlere de hava saldırıları düzenleyeceği korkusuyla kuşku ve şüpheyle karşılandılar. İçerideki bu şüpheci yaklaşımın yanında 2006 yılındakinin aksine yurt dışından yardım gelmemesi de Arap ülkelerinin yardıma ihtiyaç duyanlara sempatisinin derecesinde yaşanan değişime işaret etti. Hizbullah, Arap ülkeleriyle savaşlarına ve çatışmalarına o kadar daldı ki, 2000 yılında Lübnan'ın kurtuluşuna katkıda bulunan bir direniş hareketi olma özelliğini kaybetti ve birçoklarının uzun uzun anlattığı ve analiz ettiği gibi İran’ın bölgesel projesinin bir aracı haline geldi.
Bir yandan İsrail’in güneydeki banliyölere düzenlediği hava saldırılarının yol açtığı yıkım ve yeniden inşa için ya da 2006 yılında olduğu gibi mültecilere yıllık kira yardımı fonlarının olmaması, diğer yandan Litani Nehri'nin güneyindeki köylerin zorla boşaltılması ve İsrail'in bu kişilerin geri dönüşünü engellemeyi planlaması, başka mülteci dalgalarına da yol açacaktır. Hizbullah, 2006 yılında evlerinin yeniden inşasını bekleyen binlerce ailenin aylık kirasını ağırlıklı olarak Arap ülkeleri tarafından sağlanan fonlarla ödemiş, ayni ve gıda yardımları da kesintisiz devam etmişti.
Ancak mevcut savaşta tablo çok farklı. Dost ve kardeş ülkelerden gelen insani yardımlar yerlerinden edilenlere dağıtılsa da yerinden edilenlerin bir kısmı ihtiyaçlarını karşılayacak kadar yardım alamadıklarını söylüyor. Fakat ‘el-Vaat es-Sadık’ savaşında (2006 Lübnan Savaşı) yaşananların çok ötesine geçen yıkımın ardından yeniden inşadan söz edilmeye hala başlanamadı.
Mevcut savaş, bankacılık sektörünün çöktüğü ve siyasi sınıfın reform için hiçbir adım atamadığı 2019 yılından bu yana Lübnan'ın başına art arda gelen felaketlerden ayrı tutulamaz. Ardından 2020 yılının ağustos ayında Beyrut Limanı’nda büyük bir patlama meydana geldi. Patlamanın ardından ülke genelinde başlayan protesto gösterilerinde protestoculara ve patlamada ölenlerin yakınlarına karşı aldıkları katı önlemler alan yetkililer, Hizbullah'ın tehditlerine boyun eğip patlamayla ilgili soruşturmaları askıya aldılar ve doğrudan olaya karışanları serbest bıraktılar. Bu durum, kendisine sadık olamayan ve emirlerini yerine getirmeyen bir cumhurbaşkanının seçilmesini engelleyen Şii ikilisinin (Emel Hareketi ve Hizbullah) diktalarına boyun eğilmesine yol açtı.
Tüm bu karmakarışık olaylar arasında belki de en önemli gelişme, İsrail’in Hizbullah'ın nefes almasını, üyelerinin ve üst düzey liderlerinin hayatta kalmaktan ötesini düşünmesini engellemeyi ve askeri planlarını karıştırmayı amaçlayan bu yüksek tempodaki yoğun saldırılarıydı. Bu saldırılar, Lübnan’ın zaten felç haldeki siyasi ortamında kaçınılmaz olarak büyük bir kaosa sebep oldu. Ekonomik, maddi ve kentsel alanlardaki muazzam hasara ve İsrail'in sistematik yıkımının Nebatiye, Tire, Bint Cubeyl ve diğerleri gibi Şiilerin yoğun olduğu şehirlere odaklandığına dikkat çekilmeli. Bu durum Şii vatandaşları kalıcı bir yerinden edilme ve yeniden inşa edilse bile bu barbarca bombardımanlardan sonra özellikleri değişecek olan bölgeye kendilerini ait hissedememelerine neden olacaktır.
Hizbullah’ın bilinen muhalifleri ve düşmanları bir yana onunla yakın ilişkilere sahip olan (Maruni Hristiyan) Özgür Yurtsever Hareket (ÖYH) lideri Cibran Bassil gibi bir zamanlar kendilerini Hizbullah'ın müttefiki olarak görenlerin Hizbullah’tan uzaklaşıp onu katı bir şekilde eleştirmeleri kimseyi şaşırtmadı.
Şii nüfusun yoğun olduğu köylerdeki ve kasabalarındaki büyük yıkım, bazı öfkeli kişilerin diğer Lübnanlıları Şiileri ‘Birinci Cumhuriyet’ döneminde içinde bulundukları sefil koşullara geri döndürmeye çalışmakla suçlamalarına yol açtı.
ÖYH’nin tutumunun, Hizbullah'ın 2006 şubatında kendileriyle o meşhur anlaşmayı imzalamasından bu yana eski Cumhurbaşkanı Mişel Avn’ın taraftarlarına yaptığı iyilikler karşısında fırsatçılık ve nankörlük olup olmadığı tartışması bir kenara ÖYH'nin Hizbullah'a Hıristiyanların desteğini sağlaması karşılığında cumhurbaşkanı seçmelerini ve kamu fonlarının yağmalanmasında önemli bir ortak olmalarını sağlayan bu anlaşma, Lübnanlı siyasetçilerin düşünme ve hareket etme biçimlerini anlamamıza yardım ediyor. Lübnan siyasetinde ihanet, zayıflık anında terk etme ve arkadan bıçaklama, siyasi pratiğin meşru araçları olarak görülüyor.
Öte yandan Şii İkilisi’ni destekleyen Şii kamuoyunun nasıl tepki vereceği henüz bilinmiyor. Hizbullah ve yakın çevresinin ilk tutumları, sadece İsrail'e değil diğer Lübnanlılara da meydan okuma içeriyor. Şii köylerinin ve kasabalarının büyük ölçüde tahrip edilmesi ve bunun sonucunda bu bölgelerdeki nüfusun büyük bir kısmının geçim kaynaklarını kaybetmesi, bazı öfkeli kişilerin diğer Lübnanlıları, Şiileri Lübnan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonraki ‘Birinci Cumhuriyet’ döneminde içinde bulundukları sefil koşullara geri döndürmeye çalışmakla ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'ın 27 Eylül'de öldürülmesinin ardından Şiilerin içinde bulunduğu zayıflıktan faydalanmakla suçlamalarına yol açtı.
İsrail, Hizbullah’ın ekosistemini hedef alarak sadece onu İsrail’in kuzeyindeki yerleşim birimlerine saldırmaktan uzak tutup burada ikamet eden İsraillilerin geri dönmelerini sağlamaya çalışmıyor, aynı zamanda Lübnan siyasi haritasını değiştirerek onu daha kırılgan hale getirip yeni tehlike kapıları açıyor ve kaosun daha da uzamasına katkıda bulunuyor.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.