Cumhurbaşkanı Danışmanı: Tunus’un siyasi sistemini değiştirme eğilimimiz var

Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said (AP Arşiv)
Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said (AP Arşiv)
TT

Cumhurbaşkanı Danışmanı: Tunus’un siyasi sistemini değiştirme eğilimimiz var

Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said (AP Arşiv)
Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said (AP Arşiv)

Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said’in Danışmanı Velid el-Haccam, Tunus’taki siyasi sistemin bir referandum ile değiştirilebileceğini açıkladı.
El-Haccam, Reuters’e verdiği demeçte mevcut Tunus anayasasının bir engel teşkil ettiğini ve geçici hükümet sisteminin kurulması gerektiğini vurguladı.
El- Haccam, “Cumhurbaşkanının programı artık uzak değil, yakında açıklanması bekleniyor” dedi.
Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, 25 Temmuz tarihinde Tunus Parlamentosu’nu 30 gün süreyle dondurmuş, başbakanı görevden alarak yürütme yetkisini üstlenmişti. Said, bir tehlike karşısında kendisine yetki veren 2014 anayasasının 80. maddesini kullanmıştı.
30 günlük süre dolmadan Tunus Cumhurbaşkanlığı, Said tarafından alınan kararların süresini bir sonraki duyuruya kadar uzatıldığını açıklamıştı.



Jerusalem Post: Batı Şeria’nın el-Auja kasabasında açılan ateş sonucu 3 kişi yaralandı

İsrail askerleri, Batı Şeria’daki Migdal Oz yerleşimi yakınlarında silahlı saldırının gerçekleştiği ormanlık alanın girişini güvenlik altına alıyor (AP)
İsrail askerleri, Batı Şeria’daki Migdal Oz yerleşimi yakınlarında silahlı saldırının gerçekleştiği ormanlık alanın girişini güvenlik altına alıyor (AP)
TT

Jerusalem Post: Batı Şeria’nın el-Auja kasabasında açılan ateş sonucu 3 kişi yaralandı

İsrail askerleri, Batı Şeria’daki Migdal Oz yerleşimi yakınlarında silahlı saldırının gerçekleştiği ormanlık alanın girişini güvenlik altına alıyor (AP)
İsrail askerleri, Batı Şeria’daki Migdal Oz yerleşimi yakınlarında silahlı saldırının gerçekleştiği ormanlık alanın girişini güvenlik altına alıyor (AP)

Jerusalem Post gazetesi, Batı Şeria’nın el-Auja kasabası yakınlarında meydana gelen silahlı saldırıda üç kişinin yaralandığını bildirdi.

İsrail ordusu tarafından bugün yapılan açıklamada, el-Auja kasabası yakınlarındaki bir yolda ateş açıldığı duyuruldu.

Açıklamada askerlerinin olay yerine konuşlandığı ve yolu kapattığı bilgisi verilerek, askerlerin saldırganların peşinde olduğu belirtildi.

Cenin’de çatışmalar

Filistin haber ajansı WAFA’da yer alan habere göre Cenin kampındaki silahlı kişiler, özel bir İsrail kuvvetinin sızdığını keşfetti ve iki taraf arasında çatışmalar yaşandı.

İsrail ordusu, özel kuvvetlerin açığa çıkarılmasının ardından buldozerler eşliğinde düzinelerce aracı Cenin’e ve kampa gönderdi.

İsrailli keskin nişancılar binaların çatılarına konuşlandırıldı, askerler ise birçok eve baskın yaptı.

WAFA, çatışmaların niteliğini veya İsrail gücüyle çatışan tarafın kim olduğunu belirtmedi.

Ancak kampta şiddetli çatışmaların yaşandığını ifade etti.

Filistin Şehab haber ajansı da, Filistinlilerin ayrıca Cenin kampındaki Jourat Al-Dhahab’da İsrail kuvvetlerini el yapımı patlayıcılarla hedef aldığını bildirdi.

İsrail özel kuvvetlerinin sızmasının ardından, Cenin kampında sirenlerin devreye girdiğini de ekledi.


İsrail, Refah’ta ‘çatı tıklatma’ taktiğini kullanmaya başladı

İsrail’in dün Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah’ı vurmasının ardından binaların üzerinden duman yükseliyor (AFP)
İsrail’in dün Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah’ı vurmasının ardından binaların üzerinden duman yükseliyor (AFP)
TT

İsrail, Refah’ta ‘çatı tıklatma’ taktiğini kullanmaya başladı

İsrail’in dün Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah’ı vurmasının ardından binaların üzerinden duman yükseliyor (AFP)
İsrail’in dün Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah’ı vurmasının ardından binaların üzerinden duman yükseliyor (AFP)

İsrail, son birkaç gündür Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah’a yönelik saldırılarını hızlandırdı.

Ancak 7 Ekim’de savaşın patlak vermesinden bu yana bu taktiğe başvurmamasına rağmen, yaklaşan bir saldırı öncesinde sakinleri bir binayı veya evi boşaltmaları konusunda uyarmak için ‘çatı tıklatma’ politikasını kullanmaya başladı.

Çatı tıklatma, İsrail ordusunun içinde silah ve mühimmat bulunduğu veya mevzi olarak kullanıldığını düşündüğü sivil evleri hedef almadan önce sivillerin kaçması için Filistin topraklarında 2006 yılından beri kullanılmakta olan bir uyarı yöntemi.

Bu yöntem ile hedef alınacak sivil binanın çatısına önce uyarı niteliğinde bir ses bombası atılıyor, bu ses bombasından 5-10 dakika sonra ise bina gerçek bir mühimmatla vuruluyor.

Şarku’l Avsat’ın Alemu’l Arabi haber ajansından (AWP) aktardığına göre ABD’nin defalarca yaptığı uyarılara rağmen, İsrail’in Mısır sınırındaki Refah’a kara saldırısı düzenleme ihtimaline ilişkin korkuların arttığı bir dönemde, İsrail’in ‘çatı tıklatma’ taktiğine geri dönmesinin nedenleri konusunda sorular ortaya çıktı.

Askeri ve siyasi uzmanlar, İsrail’in bu taktiği kullanmaya geri dönmesini, başta bu hafta başında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde (BMGK) onaylanan, Ramazan ayında Gazze’de derhal ateşkes çağrısında bulunan karar tasarısına karşı veto yetkisini kullanmaktan ilk kez kaçınan ABD olmak üzere, üzerindeki uluslararası baskıya bağladı.

Uzmanlara göre Netanyahu, önümüzdeki dönemde herhangi bir müzakere veya anlaşmazlıkta manevra yapmak için Refah’ savaşın sıcak noktası ve her seferinde ellerinde olacak bir kart olarak tutmak istiyor.

Siyasi analist Süleyman Bisharat, İsrail’in Refah’ı hedef alma politikasının ABD’nin baskısı nedeniyle farklı bir yöne gittiğini gösterdiğini söyledi.

Bu da sınır kasabasında geniş çaplı bir askeri operasyon yapmanın mümkün olmadığını, bunun yerine saldırıları hava bombardımanı yoluyla yoğunlaştırmanın mümkün olduğunu gösteriyor.

Bisharat AWP’ye verdiği demeçte şunları söyledi;

“Eğer karada bir askeri operasyon yürütülürse bu sınırlı olabilir ve esas olarak Philadelphia (Selahaddin) Ekseni ile Refah ile Mısır sınırı arasındaki sınır şeridine odaklanabilir. İsrail ordusu, belki de ABD’nin askeri operasyonlar sırasında sivillerin hedef alınmasından kaçınma talebine yanıt olarak, operasyonları öncesinde çatı tıklatma taktiğini kullandı.”

Siyasi kart

Bisharat, İsrail’in gerek herhangi bir takas anlaşmasında, gerekse Mısır başta olmak üzere bölgesel çevresi ile tek taraflı hiçbir adım atmaması yönünde siyasi baskı uygulamak üzere, birden fazla tarafla olan ilişkilerinde Refah’ı sıcak bir nokta ve siyasi kart olarak tutmaya çalıştığına inandığını söyleyerek, şunları ekledi;

“İsrail’in Refah’ta yoğun bombardıman taktikleri kullanması, ona savaşı uzatmak için bir bahane sağlıyor ve Netanyahu’nun da savaşı mümkün olduğu kadar uzun süre devam ettirmek için istediği şey bu. Dolayısıyla bu şekilde yapılan bu saldırılar, savaşın devamına kılıf ve uluslararası meşruiyet kazandıracaktır.”

Mısırlı askeri uzman Samir Farag ise konuya ilişkin değerlendirmesinde şu ifadeleri kullandı;

“Netanyahu, savaşı ABD seçimlerine kadar uzatmayı ve sorunun çözümünü iki devletli çözümde görmeyen (eski ABD Başkanı Donald) Trump’ın geri dönmesini umuyor. Netanyahu, Refah kartına bahis oynuyor ve istediğini alamazsa bu kartı kullanacağını söylüyor Aynı zamanda yardımların Gazze Şeridi’ne girmesine izin verilmesi için de bu kart üzerinden baskı yapmaya çalışıyor. Dolayısıyla Refah’ın önümüzdeki dönemde önemli bir kart olduğuna inanıyor.”

Beyaz Saray, İsrail’in Refah’ta sivillerin güvenliğini dikkate almadan herhangi bir askeri operasyon gerçekleştirmesinin felaketle sonuçlanabileceği konusunda uyardı.

Ayrıca oradaki bir milyondan fazla Filistinlinin güvenliğini garanti etmeyen geniş çaplı bir askeri operasyonu destekleyemeyeceğini vurguladı.


BM uzmanı Gazze'de ‘soykırımdan’ söz ettikten sonra tehditler aldı

İsrail, BM uzmanının raporunu ‘Yahudi devletinin varlığını baltalama kampanyasının bir parçası’ olarak değerlendirdi. (AFP)
İsrail, BM uzmanının raporunu ‘Yahudi devletinin varlığını baltalama kampanyasının bir parçası’ olarak değerlendirdi. (AFP)
TT

BM uzmanı Gazze'de ‘soykırımdan’ söz ettikten sonra tehditler aldı

İsrail, BM uzmanının raporunu ‘Yahudi devletinin varlığını baltalama kampanyasının bir parçası’ olarak değerlendirdi. (AFP)
İsrail, BM uzmanının raporunu ‘Yahudi devletinin varlığını baltalama kampanyasının bir parçası’ olarak değerlendirdi. (AFP)

Birleşmiş Milletler (BM) uzmanı Francesca Albanese, İsrail 'in Gazze Şeridi'nde ‘soykırım’ gerçekleştirdiğine inanmak için ‘makul gerekçeler’ olduğunu ileri sürdükten sonra ‘tehditler’ aldığını söyledi, ancak istifa etmeyi düşünmediğini açıkça belirtti. BM Filistin Özel Raportörü Albanese, düzenlediği basın toplantısında, “2022'de görevimin başlangıcından bu yana hep saldırıya uğradım” ifadelerini kullamdı.

En son raporu geçtiğimiz pazartesi günü yayınlanan Albanese, “Bazen tehditler alıyorum, ancak şu ana kadar ek önlemler almam gerekmedi” diye ekledi.

Baskı

İsrail, Albanese'nin 7 Ekim'deki Hamas saldırısının ‘antisemitik’ niteliğini reddeden yorumlar yaptığını düşünerek topraklarına girişini yasakladı. Çok sayıda ülkenin desteğine sahip olan Albanese, bazı gözlemcilerin basına yaptığı açıklamaların zaman zaman  çok sert olduğuna inanması nedeniyle tartışmalara da yol açıyor.

BM İnsan Hakları Konseyi tarafından görevlendirilen uzman ayrıca ‘baskı’ altında olduğunu ancak bunun çalışmalarında hiçbir şeyi değiştirmediğini vurguladı. Albanese, “Bu beni elbette kızdırıyor ama vazgeçmemek için daha kararlı olmamı sağlıyor” dedi.

Albanese, “Bir noktada istifa etmeye karar verebilirim. Çünkü benim de bir özel hayatım var, ancak bu şeytanlaştırıldığım ya da kötü muamele gördüğüm için olmayacak” ifadelerini kullandı.

Kampanya

İsrail, uzmanın raporunun ‘Yahudi devletinin varlığını zayıflatma kampanyasının bir parçası’ olduğunu söylerken, ABD ise ‘İsrail'in Gazze Şeridi'nde soykırım yaptığına inanmak için hiçbir neden olmadığını’ söyledi.

“İsrail devletinin varlığını sorgulamıyorum ama ırk ayrımcılığını sona erdirmek isteyen bir hareketin parçasıyım” diyen Albanese, Hamas'ı da kınadığını vurguladı.

Albanese, ekonomik yaptırımlar ve silah ambargosu da dahil olmak üzere İsrail'e karşı harekete geçilmesi çağrısında bulunarak, ‘soykırımın çoktan işlendiğini, ancak halen hayat kurtarabileceğimizi ve uçuruma sürüklenmeyi durdurabileceğimizi’ vurguladı.

“İsrail'in başlıca siyasi ve ekonomik destekçisinin kim olduğunu biliyoruz. Tüm gözler ABD'nin üzerinde. Ancak başka ülkeler de var” ifadelerini kullanan Albanese, gelecekteki bir raporda sorumluluk ve suç ortaklığı sorularını incelemeyi planladığını belirtti.


Suriye: DEAŞ saldırısında 4 Ulusal Savunma Kuvvetleri mensubu öldürüldü

DEAŞ militanları Ulusal Savunma Kuvvetleri’ne ait askeri noktalara hafif ve orta silahlarla sürpriz bir saldırı düzenledi. (Reuters)
DEAŞ militanları Ulusal Savunma Kuvvetleri’ne ait askeri noktalara hafif ve orta silahlarla sürpriz bir saldırı düzenledi. (Reuters)
TT

Suriye: DEAŞ saldırısında 4 Ulusal Savunma Kuvvetleri mensubu öldürüldü

DEAŞ militanları Ulusal Savunma Kuvvetleri’ne ait askeri noktalara hafif ve orta silahlarla sürpriz bir saldırı düzenledi. (Reuters)
DEAŞ militanları Ulusal Savunma Kuvvetleri’ne ait askeri noktalara hafif ve orta silahlarla sürpriz bir saldırı düzenledi. (Reuters)

Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) dün (çarşamba) Rakka çölünde DEAŞ tarafından düzenlenen saldırıda rejim yanlısı Ulusal Savunma Kuvvetleri'nin dört üyesinin öldürüldüğünü bildirdi.

Şarku’l Avsat’ın Arap Dünyası Haber Ajansı'ndan (AWP) aktardığı habere göre  SOHR, DEAŞ unsurlarının Rakka'nın kuzey kırsalındaki Badiye el-Hima yakınlarında Ulusal Savunma Kuvvetleri’ne ait askeri noktalara hafif ve orta silahlarla sürpriz bir saldırı düzenlediğini söyledi.

Saldırıda dört Ulusal Savunma Kuvvetleri mensubunun öldüğü, DEAŞ unsurlarının ise çölün derinliklerinde bilinmeyen bir yere kaçmayı başardığı belirtildi.


İsrail ordusu Batı Şeria'daki Beytüllahim'e saldırdı

Beytüllahim'deki bir kontrol noktasında İsrail askerleriyle konuşan Yaşlı bir Filistinli kadın (AFP)
Beytüllahim'deki bir kontrol noktasında İsrail askerleriyle konuşan Yaşlı bir Filistinli kadın (AFP)
TT

İsrail ordusu Batı Şeria'daki Beytüllahim'e saldırdı

Beytüllahim'deki bir kontrol noktasında İsrail askerleriyle konuşan Yaşlı bir Filistinli kadın (AFP)
Beytüllahim'deki bir kontrol noktasında İsrail askerleriyle konuşan Yaşlı bir Filistinli kadın (AFP)

Filistin televizyonu, İsrail ordu güçlerinin Batı Şeria'daki Beytüllahim kentine baskın düzenlediğini bildirdi.

Filistin TV, Telegram hesabında, İsrail güçlerinin Batı Şeria'daki Selfit Valiliği'ndeki Deyr Ballut kasabasına ve ayrıca Beytüllahim yakınlarındaki Beit Jala kasabasına baskın düzenlediğini bildirdi.

Filistin Sağlık Bakanlığı ise İsrail güçlerinin, Batı Şeria'nın Cenin kentine düzenlediği askeri operasyonda 3 kişinin öldüğünü, 4 kişinin ise yaralandığını açıkladı.


Hamas taktik değiştirirken ed-Dayf sessizliğini bozdu

İsrail'in dün (Çarşamba) Deyr el-Balah'taki el-Aksa Hastanesi önünde düzenlediği bombalı saldırıda öldürülen oğlu Halil Ebu Şemale için ağlayan annesi. (Reuters)
İsrail'in dün (Çarşamba) Deyr el-Balah'taki el-Aksa Hastanesi önünde düzenlediği bombalı saldırıda öldürülen oğlu Halil Ebu Şemale için ağlayan annesi. (Reuters)
TT

Hamas taktik değiştirirken ed-Dayf sessizliğini bozdu

İsrail'in dün (Çarşamba) Deyr el-Balah'taki el-Aksa Hastanesi önünde düzenlediği bombalı saldırıda öldürülen oğlu Halil Ebu Şemale için ağlayan annesi. (Reuters)
İsrail'in dün (Çarşamba) Deyr el-Balah'taki el-Aksa Hastanesi önünde düzenlediği bombalı saldırıda öldürülen oğlu Halil Ebu Şemale için ağlayan annesi. (Reuters)

Görünen o ki Hamas, Gazze Şeridi'ndeki savaşı yönetirken, İsrail'le savaşın sonuna kadar kalan güçlerini ve teçhizatını koruma çabalarının bir parçası olarak taktik değiştiriyor.

Şarku’l Avsat'a bilgi veren Filistinli kaynaklar, Hamas’ın İsrail ordusuna sınırlı ve gerekli saldırılar düzenlemeye ve üyelerini tehlikeye atmamaya dayalı bir politika benimsediğini belirterek, ‘savaşın ertesi günü için gücünün bir kısmını korumak istediğini’ söyledi.

Hamas'ın silahlı kanadı İzzeddin el-Kassam Tugayları Komutanı Muhammed ed-Dayf'ın sessizliğini bozmasıyla birlikte bu gelişme de yaşandı. Hamas, kendisine atfedilen ve ‘Arap ve İslam dünyası halklarını Mescid-i Aksa'nın kurtarılmasına katılmak üzere Filistin'e doğru yürüyüşe’ çağırdığı bir ses kaydı yayınladı.

İsrail ise önceki gün, ed-Dayf'ın yardımcısı Mervan İsa'yı yaklaşık iki hafta önce Nuseyrat Mülteci Kampı’na düzenlediği bir baskında öldürdüğünü bildirdi.

Bu arada ABD'li bir yetkili, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu'nun ofisinin Washington'a, ABD'nin Gazze'de ateşkes çağrısında bulunan Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi kararını veto etmemesini protesto etmek amacıyla İsrail tarafından iptal edilen Refah konulu toplantıyı yeniden planlamak istediklerini bildirdiğini söyledi. Yetkili, ABD'nin daha ileri bir tarih ayarlamak için İsrail’le birlikte çalıştığını da belirtti. Yetkilinin açıklamaları ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin ile İsrailli mevkidaşı Yoav Gallant arasında yapılan ve ABD'li bakanın İsrail'in Gazze Şeridi'nin en güneyindeki Refah'a yönelik planladığı saldırıya ‘alternatifler’ önerdiği görüşmenin ardından geldi.

Netanyahu hükümetindeki çatlağın yeni bir göstergesi olarak iktidardaki Likud Partisi’nden bakan ve milletvekilleri dün (çarşamba) yaptıkları açıklamalarda, müttefikleri Savaş Kabinesi üyesi Benny Gantz'ı, Netanyahu hükümetini devirmek ve yeni seçimlere gitmek için ABD Başkanı Joe Biden ile komplo kurmakla suçladılar.

Diğer yandan Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan bin Abdullah, dün (çarşamba) İngiltere Dışişleri Bakanı David Cameron ile bir telefon görüşmesi yaparak diğer konuların yanı sıra Gazze'deki gelişmeleri ele aldı.


Kutsal metinlerin tercümeleri kültürler arası köprüler mi yoksa ayırma duvarları mı?

Lina Jaradat
Lina Jaradat
TT

Kutsal metinlerin tercümeleri kültürler arası köprüler mi yoksa ayırma duvarları mı?

Lina Jaradat
Lina Jaradat

Samir Ebu Hevaş

Walter Benjamin, 1923 yılında kaleme aldığı ‘The Task of the Translator’ (Çevirmenin Görevi) başlıklı ünlü makalesinde, kötü bir çevirmeni, yalnızca orijinal dilden başka bir dile ‘bilgi aktaran’ kişi, kötü çeviriyi ise ‘temeli olmayan içeriğin yanlış aktarımı’ olarak tanımlar. Bununla orijinal dilin doğasında bulunan ve o dilin ötesine geçen küçük farklılıkları kasteden Benjamin'in Charles Baudelaire'in şiirinin Almancaya çevirisine giriş olarak yazdığı makalesinde bu konunun en çok şiir çevirisinde ortaya çıktığı açıkça görülüyor. Cahiz, Kitab’ul-Hayevan adlı kitabında Arap şiirindeki mucizenin ölçü ve kafiyeler olduğunu belirterek Arap şiirindeki bumucizevi unsur kaybedilmeden Arapçadan Yunancaya aktarılmasının imkansız olduğunu söyler. Cahiz’e göreçevirmen, iki dil hakkında da eşit derece bilgi sahibi olmalı. Bu da çevirmenin her iki dilde de tam bir yeterliliğe sahip olması gerektiği anlamına geliyor. Cahiz ayrıca çevirmenin bir dilden diğerine çevirdiği konu hakkında da bilgi sahibi olmasının önemine işaret eder. Cahiz’e göre çevirdiği konuları ve temel esaslarını anlamayan, inceliklerini bilmeyen birinin tıp, astronomi, mühendislik ve aritmetik konularında tercüme yapması makul değil. Peki ya dini ilimlerde tercüme yapankişinin durumu nedir?

İhanet ve dürüstlük

Cahiz, kitabında şunları söylüyor:

Geometri, astroloji, aritmetik ve fonolojiyle ilgili kitaplar hakkında böyle söylüyoruz. Peki ya bu kitaplar, Allah'a dair, kendisine helal olan ve olmayanla ilgili bilgilerin olduğu, hatta tabiattaki anlamların düzeltilmesinden bahsetmek isteyen dini kitaplarsa ya da hangi bilginin doğru veya hangisinin yanlış olduğunu yahut neye doğru neye yanlış deneceğini, doğruyla yanlışın ismini, hangi anlamlara geldiğini, eş anlamlarını, mana kaybolunca o ismin değişip değişmeyeceğini, mananın manasının bilinmesi, mananın manasının yorumlanması vb. gibi bilgilerden bahseden kitaplarsa?

Yalan (bu durumda geleneksel olarak ihanetle aynı manadadır) ve dürüstlük (doğruluk) sözcüklerinin manaları için Allah’ınkelamını aktarmaktan daha uygun bir yer olabilir mi? Örneğin İngiliz dilbilimci William Tyndale'in 1536 yılında İncil'i Yunancadan İngilizceye çevirdiği için idam edilmesine hükmeden karar cümlesinde geçen ‘sapkınlık’ kelimesi bu duruma en uygun kelimedir. Uğruna binlerce kişinin çarmıha gerildiği ve söz konusu kararda çevirinin inançsızlıkla bir tutulduğu, onu tek bir eylem veya tek bir ‘suç’ haline getiren geniş kapsamlı bir kelime.

Yorum, metinlerin diller ve kültürler arasında aktarılmaya başlanmasından bu yana çeviri sürecinin ayrılmaz bir parçası olmuştur.

Esasında Tyndale, Kutsal İncil'i (Eski Ahit, Eksik Ahit ve Yeni Ahit) tercüme ettiği için idam edilmedi. Sapkınlıkla suçlanmasının asıl nedeni, İncil’in çevirisini yapmak için kilise yetkililerinden izin almamasıydı. Çevirisinde o kadar hata vardı ki ‘hatalarını aramak denizde su aramakla aynı’ görülüyordu. Çağdaşı filozof Thomas More'a göre kilise, önce 1526 yılında Tyndale’in kitabını yasakladı, sonra 1529 yılındaonu sapkınlıkla suçladı. Tyndale’i idama götüren dolaylı neden ise Tyndale’in dönemin İngiltere Kralı VIII. Henry'nin Aragonlu Catherine ile evliliğinin Anne Boylen ile evlenmesi için iptal edilmesini desteklemeyi reddetmesiydi. Bunu siyasi kötü niyetlilik olarak tanımlanabiliriz. Bu sebep, Tyndale’i suikasta uğraması için yeterliydi, ama çarmıha gerilip yakılması için yeterli değildi. Burada da İncil çevirisi bunun için yeterli oldu. İronik olansa More'un da Tyndale'den bir yıl önce aynı ‘siyasi’ nedenden dolayı idam edilmesidir.

Araştırmacılar Kevin Wendell ve Anthony Pym, (Oxford Handbook of European Thinking on Secular Translation, 2011çerçevesinde) yaptıkları çalışmada Tyndale'in idamına benzer bir başka olaya, yani Platon’un diyaloglarını ‘yanlış tercüme etmekle’ de suçlanan Fransız çevirmen Etienne Doulet’nin 1545 yılındaki idamına dikkati çektiler. Metinleri kelimenin tam anlamıyla tercüme edenlerin ‘bilgi eksikliği’ olduğunu düşünen Doulet, Platon'un ‘öldükten sonra bir daha var olmayacaksın’ sözünü yorumlamış ve buna ‘kesinlikle hiçbir şey olmayacaksın’ ifadesini eklemiştir. Bu yorum, o dönemde kilise yetkilileri tarafından ahiret hayatının inkar edilmesi olarak değerlendirildi ve Doulet’nin kılıçtan geçirilmesi gerektiğine hükmedildi.

Değişim süreci

Tüm bu gerçekler ve daha birçokları, yorumun, metinlerin diller ve kültürler arasında aktarılmaya başlanmasından bu yana çeviri sürecinin ayrılmaz bir parçası olduğunu teyit ediyor. Kelimeler bir bağlamda kullanılmadığı ya da bir başka kelimeyle yan yana gelmediği zaman yalındır. Yani herhangi bir kelime barındırdığı her anlama gelebilir, fakat bir dizi kelimenin bir veya daha fazla ifadede birleştiği durumlar, bu kelimelere başka bir hayat verir. Ancak bu hiçbir şekilde o kelimenin nihai anlamı ya da yapılabilecek en son yorumu demek değildir. 

Abdusselam Bin Abdulali, geçtiğimiz şubat ayında Al-Majalla’da yayınlanan ‘Yeniden çeviri neden yapılır?’ başlıklı makalesinde şu ifadelere yer verdi:

“Bazı metinler, yayınlandığında 'bozulmamış' kalsa ve çarpık bir el değmemiş olsa bile, anlayış, yorum ve onlara verilen değer bakımından büyük dönüşümlere uğrar. Hatta bazıları hala yeni okumalara konu olur. Bu yüzden çevirileri düzeltmenin temelde varsa önceki çevirilerdeki hataları gidermeyi amaçladığını söylemeliyiz. Bunu atlayamayız.Belki de çevirilerdeki değişimi anlamak için çevirinin kalitesi ya da kalitesizliğini belirleyen kriter olarak doğru ve yanlışı bir kenara bırakmak gerek. Çünkü hatalı ya da doğru çeviri yoktur. Belki bu konuda uyumsuz çevirilerin ve daha uygun çevirilerin olduğunu söylemekle yetinebiliriz.”

En nihayetinde çeviri, çevirmen ile alıcı arasında bir değişim sürecidir. Tıpkı çeşitli biçimleriyle yazmanın, yazar ile okuyucu arasında bir değişim süreci olması gibi. Metni hiç bitmeyen bir yorum süreci içerisinde bir eser haline getiren de bu özelliktir. Zira okuması, daha doğrusu okumaları bitmez ve değişim süreci olmadan hem orijinal metin hem de çevrilen metin eksik kalır. Metin, bir dilden diğerine, bir kültürden başka kültüre, bir dönemden öteki döneme yolculuğa başladığı andan itibaren, tıpkı orijinal metin gibi, ana dilinde okunabilir hale gelir. Alıcısına ve alınma koşullarına göre değişir. Belki bir çevirinin doğru ya da yanlış olduğunu söylerken dikkat edilmesi gereken de tam olarak budur. İncil'in İbranice, Yunanca ve Latince kaynaklara ya da Avrupa dillerinedayanan ilk tercümeleri hakkındaki kapsamlı tartışmalardakarşımıza çıkan da tam olarak budur. Tartışma, dilbilimsel olmaktan çıkıp teolojik ve bazen de politik boyuta taşınmıştır.

Allah’ın kelamı

Öte yandan dini metinler, Tevrat'ın önce Yunancaya, sonra daLatinceye çevrilmesiyle uzun bir süre boyunca çeviri çalışmalarının ana motivasyon kaynağı oldu. Ardından Yeni Ahit’in, Kur'an-ı Kerim'in ve diğer kutsal kitapların tercümeleri geldi. Burada söz konusu çevirilerin amacınınkutsal metni alışılagelmiş dil sınırlarının dışına taşıyarak, başka dilleri konuşan halklara yaymak, böylece Allah'ınkelamını aktarmak, belki de tebliğde bulunmak olması dikkati çekiyor. Bu tür metinlerin çevirilerinde eylem olarak çeviri, bazen insanlar arasında kurulmak istenen köprülere paralel olarak, dinler arasında sınırlar çizme biçimi olarak da değerlendirilebilir. Konuyu sadece üç İbrahimi din olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dini kapsamında ele aldığımızda mesele daha da içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bazı çevirilerin aynı mantık ve bağlamda olmasından vedolayısıyla bu dinlerle aynı amaca hizmet etmesinden dolayıbenzerlikler bulmak yerine, farklılıklar yarattığını ve var olanfarklılıkları artırdıklarını görüyoruz.

Bazı çevirilerin bu dinlerle aynı amaca hizmet etmesinden dolayı benzerlikler bulmak yerine, farklılıklar yarattığını vevar olan farklılıkları artırdıklarını görüyoruz.

Bu noktada örneğin Tevrat’ın tercümelerinin öncelikle diğer kültürlere yönelik olmaktan ziyade başta Avrupa ülkeleri olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki ülkelere yayılmış Yahudilere yönelik olduğunu belirtmekte fayda var. Yani Yahudi din adamlarının Tevrat’ı Latinceye çevirmelerindeki hedef kitle yine Yahudilerdi. Aynı durum, İslam dini için de geçerli Kur’an-ı Kerim’in çevirileri (mealleri), özellikle resmi olanları, daha doğrusu yarı resmi olanları, çünkü resmi çevirileri yoktu, diğer milletlerden ve kültürlerden Arapça konuşmayan Müslümanlar için yapıldı. Kur’an-ı Kerim mealleri, Yahudiliğin aksine Hıristiyanlıkla paylaşılan aynı amaca yani, Müslüman olmayanlar ya da herhangi bir dine inanmayan halklar arasında İslam dinini yayma ve tebliğ etme amacına da hizmet ediyordu. Biraz da antik dünyadan ve Yunan dünyasından günümüze kadar uzanan Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinin antropolojik, dilsel ve kültürel kökenlerine girmeden, yalnızca Arapçadan İngilizceye çeviri üzerinde duracağım. Bu konudaki en açık örneğin ‘celale’kelimesinin tercümesi olduğunu söyleyebiliriz.

Kur’an-ı Kerim’in çevirileri (mealleri)

Kur'an-ı Kerim’in (Fransızca, İtalyanca, Almanca, Rusça ve İspanyolcaya yapılan önceki tercümelerden sonra) İngilizceye tarihi ilk tercümesi, İskoç Alexander Ross (1590 - 1654) tarafından yapıldı. Ancak bu çeviriyi doğrudan Arapçadan değil, İskenderiye konsolos vekili André Du Ryer’in Fransızcaya çevirisinden yapmıştı. Ross’un veya 12. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar ondan önce ya da sonra Kur’an-ı Kerim’in çevirisini yapanların Kur’an-ı Kerim hakkındaki görüşleri ne olursa olsun bu çevirilerin büyük çoğunluğu ‘düşmanını tanı’ ilkesiyle yapılmıştı. Teolojik argümanlar açısından bakıldığında bunlar köprüler kurmaya yönelik kültürel bir çabadan daha fazlasıdır. Bunun dışında bizi ilgilendiren, Ross’un çevirisinde (Almanca kökenli) İngilizce God ifadesi kullanılan ‘celale’ (büyüklük, ululuk, yücelik) sözcüğünün çevirisidir. Daha sonraki birçok tercümede de gördüğümüz üzere (bir dilin başka bir dile fonetik aktarımı olan harf çevirisi yapılmış ve) Allah lafzı yerine kullanılmamıştır.

Aynı durum, Kur'an-ı Kerim'in bir Müslüman tarafından Arapçadan İngilizceye yapılan tarihteki ilk tercümesi için de geçerli. İnternetteki Kur'an-ı Kerim tercümeleri sözlüğüne göre bu çeviri, Ahmed Abdulhakim Han adında Ahmedilikmezhebinden bir Hint tarafından 1905 yılında yayınlandı. Bu çalışma, Kur'an-ı Kerim'in tamamının tercümesinin içermediğinden gerek kapsamı gerekse boyutu bakımından, tercüme olarak güvenilir bulunmuyor. Ancak Han’ıntercümesinde bizi, üstü kapalı olarak diğer dinlere, özellikle de Hıristiyanlığa yanıt vermeyi amaçlaması ilgilendiriyor. Çevirmen, kısa tuttuğu giriş bölümünde, “Kur'an-ı Kerim’indilinin yüceliğini ve derinliğini, her kelimesine vahiy rehberlik etmedikçe, hiçbir insanın onu hiçbir insan diliyle tam olarak ifade etmesi mümkün değildir” sözleriyle Kur'an-ı Kerimmetnini fiilen tercüme etmenin ‘imkansız oluşuna’ anlamlı bir gönderme yaparak, dil ile kutsal arasındaki bağı ihmal etmiyor. Çevirmen, Fatiha suresinin tercümesinde (daha doğrusu yorumunda) Arapçada isimlerin başına gelen belirleme edatı ‘El’ (elif ve lam harflerinden oluşur/lam-ı tarif) takısı kısmına geçtiğinde bunun ‘God’ kelimesi yerinekullanılan Allah lafzının başında ‘elif ve lam’ harflerinin belirleme edatı El takısı bağlamında değil, daha ziyade birçok güncel argümanda da gördüğümüz gibi İngilizceye ‘All the Praises are for Allah’ olarak çevirdiği ‘Hamd alemlerin Rabbi Allah'adır/Allah’a mahsustur’ şeklindeki ikinci ayete ilişkin genel açıklama bağlamında olduğunu söylüyor. Allah lafzınınelhamdülillah (Hamd Allah’adır) kelimesi gibi lam-ı tarife ihtiyacı olmadığını yineliyor. Han’ın açıklamasına göre hamd, kapsamlılığı ima eder ve ilahlığa dair ve vasıf olarak yalnızca Allah'ın layık olduğu tüm yüce güçlere ve sıfatlara işaret eder. Daha sonra hamd kelimesine neden bu kadar kutsallık verdiğini açıklarken dini bir duruş sergileyen Han, “Yalnızca bozulmuş fıtratta, sapkın vicdanda ve batıl inançlı kültürlerde insana, güneşe, yıldıza, aya veya surete herhangi bir varlığa daha yüksek güçler atfedilebilir” diyerek Hıristiyanlığa ve diğer bu tür inançlara sahip dinlere üstü kapalı göndermede bulunuyor.

Lina Jaradat
Lina Jaradat

Kur’an-ı Kerim’in İngilizceye çevirisini ikinci kez, bazı kaynaklara göre 1911 yılında, bazı kaynaklara göre ise 1912 yılında yapan kişi ise Mirza Ebu’l-Fazl isimli Bengalli (günümüzde Bangladeşli) bir din adamıydı. Arapça ve İngilizceyi akıcı olarak konuşabildiği açık olsa da çevirisi,kendisinden önce Kur'an-ı Kerim tercümesi yapanların çevirilerinde olduğu gibi, çeşitli hatalarla ve zayıflıklarlagölgelenmişti. Çevirmen de çevirisinde hatalar ve zayıflıklar olduğunu kabul ediyor. Fakat bunların bazılarının ‘Hint matbaasının şeytanına’, yani tipografik hatalardan kaynaklandığını söylese de mesele bunun çok ötesine geçiyor. Ancak ‘celale’ kelimesini İngilizceye çevirirken ‘God’kelimesini kullanmaya karar vermesi burada büyük bir önem taşıyor. Ne ondan önce ne de ondan sonra gördüğümüz gibi, bugüne kadar God kelimesi Allah lafzı yerine kullanılmadı. Onu ve ondan öncekileri bu seçimi yapmaya neyin ittiğinibilmiyorum, ama muhtemelen tek rasyonel ve mantıklı seçenek bu gibi görünüyordu.

Arap olmayan Müslümanlar

20. yüzyılın ilk yarısına kadar İngilizceye ondan fazla Kur'an-ı Kerim tercümesi yapıldı. Burada söz konusu tercümelerin özellikle Hindistan, Malezya veya Pakistan'dan gelen Arap olmayan Müslümanlar tarafından yapılması dikkati çekiyor. Biri sonradan Müslüman olan iki İngiliz vatandaşı tarafından tamamlanan iki Kur’an-ı Kerim tercümesi var. Bunlardan ilki 1956 yılında Irak asıllı bir Yahudi ve (kültürel ve coğrafi bakımdan) bir Arap olan Nesim Yusuf Davud (1927 - 2014) tarafından yapılan çeviridir. Halen en çok satan Kur'an-ı Kerim’in İngilizceye çevirisi budur ve bugüne kadar 70 bakı yapmıştır. Davud, 1945 yılında Irak hükümetinin verdiği bursla eğitimini tamamladıktan sonra Londra Üniversitesi'nde İngiliz edebiyatı okurken bu çeviri üzerinde çalıştı. Ardından Penguin Books kurucusu Allen Lane tarafından ‘Binbir Gece Masalları’ kitabını (1954) tercüme etmeye, ardından da Kur'an-ı Kerim çevirmeye davet edildi.

20. yüzyılın ilk yarısına kadar Kur'an-ı Kerim’in İngilizceye çevirilerinin Arap olmayan Müslümanlar tarafından yapılmasıdikkati çekiyor.

Bundan sonra, tümü yukarıda adı geçen coğrafi bölgelerden gelen ve bu ülkelerdeki Müslümanlar (Arap Müslümanlar dünyadaki Müslümanların yüzde 20’sini oluşturuyor) tarafından yapılan Kur’an-ı Kerim’in yaklaşık 17 İngilizceçevirisi daha geldi. Hatta 1980 yılında Lübnan'daki Araplar tarafından Sünni ve Şii meclisler tarafından görevlendirilen ve Prof. Muhammed Yusuf Zayed'in (ö. 1994) katılımı ve liderliğinde Beyrut Amerikan Üniversitesi'ndeki bir grup profesör tarafından Kur’an-ı Kerim’in İngilizce tercümesi yayınlandı. Bazıları bu çalışmanın Nesim Yusuf Davud tarafından yapılan çevirisinin yenilenmiş bir versiyonundan başka bir şey olmadığını, hatta yeni versiyonun da bazı yerlerdeki çeviri ikilemlerini ve belirsizlikleri çözüme kavuşturmadan olduğu gibi aktardığını düşünüyor.

Kur'an-ı Kerim'in tercüme edildiği diller arasında en fazla çevri yapılan dil olan İngilizceye peş peşe 100’den fazla tercümenin yapılmasıyla ilgili tartışma halen devam ederkenArapça konuşmayanlar tarafından yapılan çevirilerin Arapça konuşanlara kıyasla daha fazla olduğuna dikkat çekiliyor. Bir başka dikkat çekilen husus ise Kur'an-ı Kerim’in, büyük bir dini kurum tarafından açıkça arkasında durulması anlamında ‘resmi olarak’ Arapça tercümesinin bulunmamasıdır. Belki debu, her Kur’an tercümesinin sonuçta çevirmen(ler)in kişisel çabasından başka bir şey olmadığı ve metnin Arapça dilindeki orijinaliyle aynı olamayacağı düşüncesinden kaynaklanıyordur. Ne var ki Kur'an-ı Kerim’in çevirilmesinin caiz olup olmadığına dair üst düzey din alimlerinin verdikleri fetvaların olduğunu ve bunların hepsinin bu çekinceyi barındırdığını görüyoruz. 

Bu çevirilerle ilgili ciddi sonuçlara varmak özellikle yorum denilen özet ve açıklayıcı olmayan metin tercümesi de dahil olmak üzere birden fazla çeviri türüyle karşı karşıya olduğumuz için derinlemesine çalışmalar gerektirdiğinden Kur’an-ı Kerim’in İngilizceye tercümesinde ‘el-nakhara’ (harf çevirisi/transliterasyon) ilkesinin hâlâ mevcut olduğunu görüyoruz. Bu tercümelerin ortaya çıkışından günümüze kadar, oryantalist (şarkiyatçı) olarak nitelendirilebilecek kişilerin tercümeleri ile Müslümanların tercümeleri arasındaki çoğu durumda ortak bir faktör bu olmuştur.

El-Celale lafzı

El-Celale kelimesine gelince, Kur’an-ı Kerim’in İngilizce tercümelerinde Allah lafzının God kelimesi yerine kullanılarak diğer dinlerden (özellikle Hıristiyanlıktan) farklı olarak Allah’ın ‘herhangi bir ilah’ değil, tek ilah olduğunun vurgulanması amaçlanıyor. Bu tercümelere göre lam-ı tarifinrolü budur. Bazılarında el-Rab ifadesi de el-nakhara ilkesine göre aynı rolü oynuyor.

Eğer bu olay, İslam dini içinde yaşanmış ve somutlaştırılmışsa, diğer semavi dinler arasında bundan daha azını beklememeliyiz.

Çarpıcı olansa aynı yöntemi benimseyen oryantalistler tarafından yapılan çevirilerin de sanki tersine de olsa bu mantığı benimsiyormuş gibi olmalarıdır. Allah lafzının olduğu gibi kullanılmasının onaylanmasıyla söz konusu ilahın God kelimesinin ifade ettiği gibi herhangi bir ilah değil, Müslümanların ilahı olduğu anlaşılıyor. Bu kullanımın meşruiyetini bizzat Müslümanların kullanmasından alıyor.

Her iki durumda da sonuç, medyada ve sosyal medya aracılığıyla daha incelikli olan, dinleri ve kültürleri birbirine yakınlaştırmaya yönelik tüm çabalara rağmen giderek büyüyen ve çevirileri kimin Allah'a doğru şekilde ibadet ettiği, O'na dua ettiği ve (dini metinler aracılığıyla) O'na doğru şekilde yaklaştığı konusunda bir tartışmaya dönüştüren bir uçurumun yaratılmasına katkıda bulunan bizzat Tanrı'nın önünde olmadığımız yönündeki öneri ya da yanılsamadır. 

Gazze Şeridi’ndeki son savaşta, Gazze’nin şehirlerinden birinde bir cami bombalanmak üzereyken video kaydı yapan İsrailli bir asker, dinleyicilerine İbranice seslenerek bugünden sonra burada İbraniceden başka hiçbir dilde dua edilmeyeceğini, oradaki camilerin minarelerinde ‘Allah-u ekber’ (Allah büyüktür) ifadesi yerine ‘Dinle, ey İsrail! Tanrımız olan rab tek rabdir’ duasının edileceğini söylüyor.‘Çevirideki zayiat’ aşırılık yanlısı İslamcı hareketlerin doğuşuna katkıda bulunmuş olabilir. Zira DEAŞ ya da El Kaide gibi örgütlerde gördüğümüz gibi, takipçileri ve destekçilerinin çoğunluğunu Arapça konuşmayanlar oluşturuyor. Dili, bir anlam ve fikir taşıyıcısı olarak değil, ritüel semboller olarak görürler. Eğer bu gerçeklik İslam dininiçinde yaşanmış ve somutlaşmışsa, o zaman diğer semavi dinler arasında da bundan daha azını beklememeliyiz.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Halid Meşal: Hamas savaşın durdurulması ve askerlerin çekilmesi de dahil İsrail’le müzakere şartlarına bağlı kalıyor

İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah şehrini hedef almasının ardından dumanlar yükseliyor (AFP)
İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah şehrini hedef almasının ardından dumanlar yükseliyor (AFP)
TT

Halid Meşal: Hamas savaşın durdurulması ve askerlerin çekilmesi de dahil İsrail’le müzakere şartlarına bağlı kalıyor

İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah şehrini hedef almasının ardından dumanlar yükseliyor (AFP)
İsrail’in Gazze Şeridi’nin güneyindeki Refah şehrini hedef almasının ardından dumanlar yükseliyor (AFP)

Hamas’ın yurt dışı sorumlusu Halid Meşal, hareketin Gazze’de ateşkes anlaşmasına varmayı amaçlayan müzakerelerde, savaşın durdurulması ve İsrail güçlerinin Gazze Şeridi’nden çekilmesi de dahil olmak üzere şartlarına bağlı kaldığını bildirdi.

Şarku’l Avsat’ın Arap Dünyası Haber Ajansı’ndan (AWP) aktardığı habere göre Meşal bugün yaptığı açıklamada, “Müzakerelerde, saldırıların durdurulması, İsrail güçlerinin Gazze’den çekilmesi, yerinden edilenlerin, özellikle Gazze’nin kuzeyindeki kendi bölgelerine geri dönmesi, gerekli her türlü yardımın, barınmanın, yeniden imarın sağlanması ve kuşatmanın sona erdirilmesi konusunda ısrar ediyoruz” dedi.

Meşal, Hamas’ın bu hedeflere ulaşmadığı sürece İsrailli rehineleri serbest bırakmayacağını dile getirerek, hareketin ‘sahadaki savaştan daha az şiddetli olmayan bir müzakere savaşı yürüttüğü’ vurguladı.

İsrail medyasında bugün yer alan haberlerde, Savaş Konseyi’nin Hamas’la rehine ve tutuklu takası konusunda anlaşmaya varmayı amaçlayan müzakerelerdeki gelişmeleri görüşmek üzere bu gece toplanacağı bilgisi verildi.

Medyada dün yer alan haberlere göre İsrail, Gazze’de ateşkes ve takas konusunda anlaşmaya varılması amacıyla yapılan görüşmelerde Hamas’ın son teklifini reddetmesinin ardından Katar’dan müzakere ekibini çağırmaya karar verdi.


Irak'ta 8 bin idam mahkumunun, cezaevlerindeki yoğunluğun azaltılması için infaz edilmesi istendi

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA
TT

Irak'ta 8 bin idam mahkumunun, cezaevlerindeki yoğunluğun azaltılması için infaz edilmesi istendi

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA

Irak cezaevlerinde yaklaşık 8 bin idam mahkumu tutuklu bulunuyor.

Channel8’de yer alan habere göre; Irak Temsilciler Meclisi İnsan Hakları Komitesi, hapishanelerdeki aşırı kalabalığı azaltmak için idam cezası alanların infaz emirlerinin imzalamasını istedi.

Irak Parlamentosu İnsan Hakları Komitesi Üyesi Zuhayir Fatlavi, yaptığı açıklamada ülkedeki cezaevlerinin aşırı derecede kalabalık olduğunu söyledi.

Fatlavi’ye göre aşırı derecedeki yoğunluk hem hizmetlerin aksamına yol açıyor hem de mahkumlar arasında hastalıkların yayılmasına neden oluyor.

2014’ten bu yana 8 bin kişinin terör suçundan idam cezasına çarptırıldığını hatırlatan Fatlavi, o tarihten bu yana kimsenin idam edilmediğini belirtti.

Zuhayir Fatlaw, Cumhurbaşkanı Abdüllatif Reşid’in 8 bin idam mahkumunun cezasını onaylamasını isteyerek “Onları hapiste tutmak yerine cezalarının infazı için gerekli onayı verin” çağırısında bulundu.

Irak Parlamentosu İnsan Hakları Komitesi Üyesi Zuhayir Fatlavi, af tasarısına da değinerek, “Komite herkesin haklarına kavuşabilmesi için af tasarısının onaylanması hızlandırmak için de çalışmalarını yoğunlaştırdı” diye konuştu.

 

Independent Türkçe


Saddam Hüseyin'in devrilmesi ile 7 Ekim saldırısı arasında İran

İran Dini Lideri Ali Hamaney, 5 Şubat'ta Tahran'da hava kuvvetleri subaylarıyla yaptığı bir toplantı sırasında iki savaş uçağı modeli arasında (AFP)
İran Dini Lideri Ali Hamaney, 5 Şubat'ta Tahran'da hava kuvvetleri subaylarıyla yaptığı bir toplantı sırasında iki savaş uçağı modeli arasında (AFP)
TT

Saddam Hüseyin'in devrilmesi ile 7 Ekim saldırısı arasında İran

İran Dini Lideri Ali Hamaney, 5 Şubat'ta Tahran'da hava kuvvetleri subaylarıyla yaptığı bir toplantı sırasında iki savaş uçağı modeli arasında (AFP)
İran Dini Lideri Ali Hamaney, 5 Şubat'ta Tahran'da hava kuvvetleri subaylarıyla yaptığı bir toplantı sırasında iki savaş uçağı modeli arasında (AFP)

Eli el-Gasifi

Irak'ın işgali ve Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesinin üzerinden 21 yıl geçti ve bölge halen uluslararası ve bölgesel güç mücadeleleri, iç çatışmalar, ekonomik ve sosyal krizlerle boğuşuyor. ABD'nin demokrasi vaadi Irak topraklarına erken düştü ve hatta sadece Bağdat'ta değil, çok az istisna dışında tüm bölgede kaosa dönüştü. Kaosun kapılarını çalmadığı ülkeler bile kendilerini korumak ve bölgesel yangının kendilerine sıçramasını önlemek için büyük çaba sarf etmek zorunda kaldı.

ABD'nin Bağdat'ı işgalinden önce Irak ve bölge istikrarlı değildi. Rejimlerin çoğu gerçek bir meşruiyete sahipti ve halklarına güvenlik ve refah sağlamak için çalışıyordu. Üstüne üstlük, bu rejimlerin birçoğu onlarca yıl boyunca iç ve dış bahanelerle baskıya maruz kalmıştı. Aynı şekilde devam etme kabiliyeti sona ermek üzereydi. Özellikle de güvenlik, gıda, eğitim ve sağlık kalemlerinde toplumun tek parti yönetimine teslim edilmesi bu durumu daha da zorlaştırdı. Tüm bu hizmetlerin kalitesindeki farklılıklarla beraber zorlayıcı sosyal sözleşmeler de işin cabasıydı. Sadece bölgedeki değil küresel ölçekteki sosyal ve ekonomik dönüşümler göz önüne alındığında ciddi zorluklarla karşılaşmaya başlanılmıştı.

Ancak, ABD'nin Irak'ı işgali bölgede yeni zorluklar yarattı ve yıkıcı kaosa ve hatta ‘cehenneme’ doğru gidişi hızlandırdı. Tam da bu noktada ABD’liler, sanki tüm bu yıkım bölgede demokrasi, özgürlük ve sosyal adaletin karanlığıyla sona erecek bir geçiş evresiymiş gibi ‘yaratıcı kaos’ teorisini geliştirmeye çalıştılar.

Yeni muhafazakârlar tarafından desteklenen Amerikan bölge projesi Irak'ta çöktü ve yerini İran projesi aldı.

‘Yeni muhafazakârlar’ tarafından desteklenen Amerikan bölge projesi Irak'ta çöktü ve yerini Irak'tan başlayarak İran projesi aldı. ABD’liler Saddam Hüseyin rejimini, düşüşünden sonraki güne ilişkin net bir vizyona sahip olmadan devirdi. Bu durum İran'ın ABD'nin Irak'ı işgalini değerli ve yeri doldurulamaz bir fırsat olarak görmesi ve sonuna kadar kullanması için yeterli oldu.

İran Bağdat'ta patlak verdi ve oradan Şam, Beyrut ve Yemen'e kadar yayıldı, ta ki artık dört Arap ülkesinin başkentlerini kontrol ettiğini söyleyene kadar. Bu, İran etkisinin 2003'ten önce bu ülkelerde mevcut olmadığı anlamına gelmiyor; aradaki fark bu etkinin son yirmi yılda artmış ve kurumsallaşmış olmasıdır. Daha da önemlisi, Tahran nüfuz alanlarını bir kara koridoruyla Akdeniz'e bağlayabilmiştir ki bu İran için mevcut rejimle sınırlı olmayan stratejik ve tarihi bir hedeftir.

FOTO: Liderlerinden birinin 16 Şubat'ta Güney Lübnan'da düzenlenen cenaze törenine katılan Hizbullah üyeleri (EPA)
Liderlerinden birinin 16 Şubat'ta Güney Lübnan'da düzenlenen cenaze törenine katılan Hizbullah üyeleri (EPA)

İran, Bağdat'tan Beyrut'a uzanan güçlü nüfuzu olmasaydı, Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin gidişatını, özellikle de Suriye'de bu denli etkileyemezdi. Bu iki başkent arasındaki ‘direniş koridoru’, Suriye'deki rejimin ve Suriye savaşının başından beri onun yanında savaşmaya koşan Hizbullah'ın siyasi, askeri ve mali tedarikini güvence altına almak için yeterliydi. Başka bir deyişle, Suriye'deki rejimin koşa koşa gittiği ‘güvenlik çözümü’ İran destekli bir çözümdü. Aksi takdirde rejim İran'ın desteğinden emin olmasaydı bu kadar güçlü ve hızlı bir şekilde bu çözüme gidemezdi. Hamas, Beşşar Esed'in muhaliflerini destekleyerek farklı bir bahse girdi ama sonunda yaklaşık 10 yıllık bir ‘uzaklaşma’ ve yabancılaşmanın ardından İran'ın kucağına geri döndü.

Beyrut'taki bilgi sahibi Filistinli kaynaklara göre, Hamas’ın Tahran ve ‘direniş ekseni’ ile ilişkilerini yeniden kurma nedenlerinden birinin, askeri cephaneliğini geliştirme ihtiyacı olduğu ifade ediliyor. Hamas'ın bu dönüşü 7 Ekim 2023 olayını anlamanın bir yönünü oluşturmaktadır. Elbette bu durum, İran'ın 7 Ekim saldırısında da -her ne kadar bunu bildiğini inkâr etse de- var olduğunu ve en azından 2003'ten bu yana bölgedeki olaylarda yer aldığını ya da bu tarihten sonra bu olaylardaki varlığının daha güçlü ve etkili hale geldiğini söylemeyi mümkün kılıyor.

Saddam'ın devrilmesi ile Hamas saldırısı arasında neredeyse yirmi yıl geçtiğinden, İran'ın bölgeye yönelik stratejisinde saldırıdan savunmaya doğru bir kayma olduğu söylenebilir.

Ancak Tahran'ın bu inkârı, İran'ın 7 Ekim'den sonraki davranışını anlamada tesadüfi ve önemsiz bir mesele değildir. Aksine bu davranışı anlamada kilit bir faktördür ve bu nedenle bölgede yeni bir İran stratejisi oluşturması temelinde ele alınmalıdır. Aksa Tufanı’ndan bu yana İran'ın doğrudan savaşa girmemeye ve aynı zamanda İsrail'e ve ABD'nin bölgedeki çıkarlarına karşı vekaleten saldırıları desteklemeye dayalı ikili bir strateji benimsediği doğrudur. Ancak 7 Ekim'deki Hamas saldırısını desteklememesi onu ABD'nin Irak'ı işgali sırasındaki pozisyonundan farklı olarak savunma pozisyonuna sokmuştur. Bu işgalin arifesinde, ‘Saddam'ı değiştirmek ve yeni rejimin oluşumuna katılmak için muhalefetle birlikte çalışırken, aynı zamanda ABD işgalini engellemek için Şam'la birlikte çalışmaya’ dayanan ikili bir stratejiye dayalı olarak saldırgan bir pozisyonda konumlanmıştı.

FOTO: Bağdat'ın güneybatısındaki Kerbela kentinde bir caminin yakınından geçen ABD Abrams tankı, 7 Nisan 2003. (Reuters)
Bağdat'ın güneybatısındaki Kerbela kentinde bir caminin yakınından geçen ABD Abrams tankı, 7 Nisan 2003. (Reuters)

Dolayısıyla, Saddam'ın devrilmesi ile Hamas saldırısı arasında yaklaşık yirmi yıllık bir boşluk varken, İran'ın bölgedeki stratejisinde saldırıdan savunmaya doğru bir kayma olduğu söylenebilir. Gerçi İran'ın konumlanışının artık yapısöküme uğratılması gerekiyor. Zira bu konumlanma tamamen savunmaya yönelik değil, savunma ve saldırı arasında gidip geliyor. Ancak tüm bunlar Tahran'ın son yirmi yılda inşa ettiği nüfuz mevzilerinin savunulması çerçevesinde gerçekleşiyor. Bu noktada 2003'ten beri olduğu gibi İran'ın saldırgan bir hamlesiyle karşı karşıya değiliz. Bu durum, 7 Ekim'den bu yana İsrail ile topyekûn savaş çatısı altında kontrollü bir çatışmaya giren İranlı milislerin, özellikle de güney Lübnan'daki Hizbullah ve Yemen'deki Husilerin davranışlarından çıkarılabilir. Irak'taki İran yanlısı gruplara gelince, 28 Ocak'ta Ürdün-Suriye sınırında ABD'ye ait Kule 22’ye yaptıkları saldırının ardından, ABD'nin kendilerine yönelik tepkisinin genişlemesinden ve İran'ın bunu sınırlayacak bir saha gerçekliği yaratmamasından korkarak savaştan erken çekildiler.

Bu da bizi İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik savaşı bağlamında ABD'nin İran'a yönelik caydırıcılığına getiriyor. İran’ın bölgedeki vekil güçlerinin devam eden saldırıları göz önüne alındığında, ABD’nin caydırıcılığının mutlak olmadığını söyleyebiliriz. Bu durum Tahran'ın saldırıdan savunmaya geçmesine neden oldu. Gerçi bu dönüşümün göstergeleri savaştan önce ortaya çıkmaya başlamıştı. Ancak savaş bunu hızlandırdı ve İran için kaçınılmaz bir seçim haline getirdi. Bu da Tahran yönetiminin savaşın sona ermesinin ardından yeniden saldırıya geçme ihtimaline ilişkin temel bir soruyu gündeme getirdi.

Kesin olan şu ki Tahran yeni döneme bölge ülkeleriyle arasını soğutmaya çalışarak giriyor.

Böyle bir dönüşümün zor olması ve bunun için bölgesel ve uluslararası koşulların mevcut olmaması muhtemeldir. Bu, İran'ın bölgedeki nüfuzundan herhangi bir şey kaybetmeye razı olacağı anlamına gelmiyor, ancak en azından bölge ülkelerine karşı çatışmacı olmamaya çalışacak ve en önemlisi Tahran ile Beyrut arasındaki ‘direniş koridoru’ olmak üzere stratejik bölgesel kazanımlarını savunmaya devam edecektir. ABD ve İsrail ise bu kordioru, güç kullanarak bozmaya ya da kullanışlılığını sınırlandırmaya çalışıyor. Ancak daha da önemlisi, 7 Ekim ABD'yi bölgedeki varlığını azalttığı izleniminin ardından bölgeye ‘geri döndürdü’ ve bu da ABD’lileri bölgeden uzaklaştırmaya çalışan İran için büyük bir meydan okumadır.

Washington ile Tahran arasında yeni bir ‘birlikte yaşama’ aşamasıyla mı yoksa bir ‘çatışmayla’ mı karşı karşıyayız?

Her iki durumda da, iki taraf arasındaki gelecekteki ‘ilişkinin’ dinamiklerini kristalize etmek, kurallarını ve tavanlarını belirlemek zaman alacaktır. Ancak kesin olan şu ki Tahran, tıpkı 21 yıl önce Irak'ta olduğu gibi Gazze'de de ‘ertesi günün’ belirsizliği göz önüne alındığında hatları henüz netleşmeyen yeni bir döneme bölge ülkeleriyle arasını soğutma çabasıyla giriyor. Bunun işaretleri, rejimin mevcut tutumunun Tahran'ın Arap dünyasına açılmaya çalışırken 7 Ekim saldırısını ‘sahiplenmemesiyle’ uyumlu olduğu Suriye'de ve bir Hizbullah güvenlik yetkilisinin kısa süre önce Birleşik Arap Emirlikleri'ni (BAE) ziyaret ettiği Lübnan'da şimdiden görülebilir.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli AL Majalla dergisinden çevrilmiştir.