Tarihçi Raşid bin Asakir Suudi Arabistan Kuruluş Günü hakkında Şarku'l Avsat'a konuştu: Birinci Suudi Devleti’nin kuruluşunun dini boyutu abartılıyor

Bin Asakir, Birinci Suudi Devleti’nin kuruluşuyla ilgili gizemi açıklığa kavuşturdu

Hanife Vadisi'nden 1917'ne yılına ait bir kare
Hanife Vadisi'nden 1917'ne yılına ait bir kare
TT

Tarihçi Raşid bin Asakir Suudi Arabistan Kuruluş Günü hakkında Şarku'l Avsat'a konuştu: Birinci Suudi Devleti’nin kuruluşunun dini boyutu abartılıyor

Hanife Vadisi'nden 1917'ne yılına ait bir kare
Hanife Vadisi'nden 1917'ne yılına ait bir kare

Arap Yarımadası'nın özellikle merkezinin (Necid ya da diğer adıyla Yemame) tarihini, İslam'ın ilk dönemlerinden son dört asra kadar kayıt altına alan bazı kitaplarda yazılanları okuyanlar, halk arasında cahilliğin, sapkınlığın ve şirkin (çok tanrıcılık) ne kadar yaygın olduğuna atıfta bulunulduğunu hatta dini, kültürel ve bilimsel bilincin hiçbir şekilde tezahür etmediğinin vurgulandığını görecekler. Bu durum, ünlü Hanife Vadisi'nin kıyı bölgesine dağılan ve her biri kendilerine ait siyasi yapılara sahip emirliklerden biri olan Diriye Emirliği için de geçerliydi. Mahalle büyüklüğündeki topraklara sahip bu emirliklerin her biri diğerinin pahasına topraklarını genişletmeyi hayal ediyordu. Aralarında güvenliğin olmadığı ve yoksulluğun yayıldığı çatışmalar, savaşlar ve anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Tüm bunların üzerine bir de bu küçük emirliklerin egemenliklerine son vermek ya da en azından onları kendi hamiyetleri altına almak için bekleyen bölge dışındaki düşmanların varlığı söz konusuydu. Bu emirliklerin bazıları hayatta kalmayı başarırken bazıları başaramadı. Sonuç olarak çoğu haritadan silindi.
Mani' ibn Rabi'a el-Muraydi’nin soyundan gelen yöneticilerin Diriye’den diğer bölgelere yayılan Diriye Emirliği merkezli bir devlet kurma fikrine sahip oldukları iyi bilinen bir gerçektir. Bu fikir, tam üç yüzyıl sonra Muhammed bin Suud'un ‘Birinci Suudi Devleti’ adını taşıyan devletin kurulduğunu ilan etmesiyle gerçekleşti. Bazı tarihçiler, Birinci Suudi Devleti’nin duyurulmasıyla ilgili olarak Muhammed bin Suud'un reformist çağrıyı savunmasına odaklanan tezler ortaya koymuşlar ve bunu devletin kuruluşunun temeli olarak görmüşlerdir. Ancak devletin kuruluşunun dini boyutlarını abartmışlardır. İmam Muhammed bin Suud'un reformist çağrıyı savunmasını, içeriden ve dışarıdan gelen müdahalelerle iki kez düşen, ancak üçüncü kez kurulan, modern bir devlet olarak kabul gören ve uluslararası dengelerde önemli bir yer edinen yeni devletin kuruluşunun baş motivasyonlarından biri olarak nitelemişlerdir.
Tarihçi ve Ortadoğu tarihi araştırmacısı yazar Dr. Raşid bin Asakir, Şarku’l Avsat’a verdiği röportajda, o dönemin şartlarından ve Birinci Suudi Devleti’nin hangi koşullarda kurulduğundan bahsetti. Bin Asakir röportajının tam metni:

Siyasi ve sosyal sözleşme
Tarihçilerin Birinci Suudi Devleti’nin kurulmasından önceki son dört asırdan başlayarak Arap Yarımadası tarihi üzerine kaleme aldıkları kitaplarda ve tezlerde bilhassa Necid Bölgesi’nin ve cahilliğin ve sapkınlıkların yayıldığına yönelik aktardıklarını nasıl görüyorsunuz? İmam Muhammed bin Suud'un Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab’ın (kendisine bağlı olan ve Vahhabilik olarak adlandırılan) savunduğu çağrıya verdiği destekten öncesi Necid'deki mevcut durum doğru bir şekilde aktarılıyor mu?
Orta Arabistan tarihini, özellikle Necid Bölgesi’nde kültür ve bilincin henüz tezahür etmediği ve İslam'ın ilk dönemlerinden İmam Muhammed ibn Suud'un desteğiyle Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab arasındaki ‘reformist dava’ olarak adlandırılan davanın doğuşuna kadar sapkınlıkların yayıldığı aktarılmış ve bazı kitaplarda kaydedilmiştir. Ancak tarihi araştırmalar bu tezin hatalı ve yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü bölge siyasi açıdan bir bütünlükten yoksun olsa da her şeyden önce dini öğretilere, Kuran’a ve Sünnet'e dayalı, Hanbeli Mezhebi’ne bağlı dini bir bütünlük vardı.
İmam Muhammed bin Suud, siyasi ve askeri ittifakların yanı sıra Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab da dahil olmak üzere önde gelen din adamlarının desteğini alma arayışı içerisindeydi. Bu arayış, yaklaşık üç yüzyıl önce bu yeni siyasi ve sosyal sözleşmenin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Halen toplumdaki dönüşüme ve bu sözleşmenin üzerine inşa edildiği temellerin ve koşulların değişmesine rağmen bu sözleşme çerçevesinde hareket ediyoruz
Bölgenin o dönemdeki tarihi ile ilgilenen tarihçiler, özellikle resmi tarihçiler ve bilim insanları herhangi bir kültürel tezahürün yahut bilimsel bir gelişimin varlığına dair herhangi bir bulguya işaret edemezken söz konusu tarihçilerin bir bölümü, bölgede cahilliğin, İslam'ın ruhuna aykırı tezahürlerin ve şirkin yaygın olduğunu söylemişlerdir. Hatta bölgede, toplumun dizginlerini emniyete alacak, İslam'la çelişen uygulamaları ortadan kaldıracak yeterli sayıda ilim insanı ve fıkıhçının (İslam hukukçusu) olmadığına işaret etmişlerdir.

Ne cahillik, ne sapkınlık ne de şirk vardı
Bir tarihçi ve araştırmacı yazar olarak, o dönemde bölgenin durumu hakkında bazı tarihçilerin anlattıklarından farklı bir durum olduğunu söyleyebilir misiniz?
El yazmaları, belgeler, şiirler, eski eserler, kitabeler ve diğer veriler, herhangi bir ulusun tarihini incelemenin, düşünce ve eğilimlerini okumanın ve varlığının doğasının ve uygarlığının inşasına ne denli katkı sağladığı hakkında bir yargıya varmanın en büyük ve en güvenilir kaynakları olduğuna şüphe yok. Birçok el yazması, belge ve şiir, Birinci Suudi Devleti’nin kurulmasından önce Necid'de cahillik ve sapkınlıkların yaygınlaştığı ve şirkin çeşitli tezahürlerinin bulunduğu döneme ilişkin yazılanlardan farklı şeyler söylüyor. Örneğin ‘Reform çağrısı’ olarak bilinen dönemde ve öncesinde yaşamış olan şair Humeydan el-Şuveyir, Ramazan ayında kılınan teravih namazının Ramazan’ın son on gününde gecenin başında ve ortasında olmak üzere ikiye bölünmesine atıfta bulunur.
Şair “Helal kazançtan zekat vermeyen ahlaksız bir tüccar, on gün bozmadan oruç tutsa bile orucu sayılmaz” şeklindeki bir başka şiirinde (İslam'ın beş şartından biri olan) zekâtın verilmesine yöneticilerin ve toplumun ne denli önem verdiğine işaret etmesi, Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab'ın reform çağrısı öncesi Necid'deki dini duruma ilişkin başka bir göstergedir.
Şam bölgesinin önde gelen fıkıh ve hadis âlimi Evzai’nin ilim arayışıyla Riyad'a (o zamanlar Hacrulyemame deniyordu) doğru yola çıktığını, benzer şekilde, ünlü alim ve rüya tabircisi İbn Şirin’in Basra bölgesine daha iyi hizmet edebilmek amacıyla Hacrulyemame âlimlerinden ilim öğrenmek için Riyad’a gittiğini söylemek yeterli olacaktır. Aynı şekilde İshak bin el-İsrail ve İshan bin Rahveyh de hadis ilmi tahsil etmişlerdir. Hacrulyemame alimlerinden İmam Yahya bin Ebi Kesir, o dönemin hadis-i şeriflerde rivayet zinciri bilgisinin alındığı altı kişiden biri sayılmaktadır. Hacrulyemame’deki bazı ilim talebelerinin isimleri, hicri üçüncü asırda iki yüz elliden fazla âlim ve ilim talebesine ulaşmıştır. Örneğin 960 yıl önce yaşamış tarihçi ve gezgin Yakut el-Hamavi, Necidli bir şairin “Necid ne hoş, toprağı ne temiz, Necid halkının dünyası ve dini ne sağlam!” şeklindeki dizelerini aktararak Necidlilerin dinlerine olan bağlılığına işaret etmiştir.
Özetleyecek olursak Abdullah el-Bessam'ın Necid Alimleri kitabını okuyan bir kişi, 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar olan dönemde yaşamış 800'den fazla Necidli âlimle tanışmış olur. Kitapta, Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab'ın çağrısı öncesi dönemde yaşamış âlimleri saydığında sayılarının 200'den fazla olduğunu görür. İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren Necid âlimlerinin sayılarına bakanlar hicri birinci asırdan dördüncü asra kadar 250'den fazla ilim ve hadis âlimi olduğunu göreceklerdir. Hicri beşinci asırdan yedinci asra kadar olan kesintili dönemlerde ise Necidli alimlerden bazılarının isimlerinin Müslüman ülkelerin konuştukları dillere tercüme edilen bazı kaynaklarda zikredildiğini ve bu sancakların bazılarına tercüme edildiğini görüyoruz.
Hicri yedinci asırdan sonra ise, sayılarının bin 500’ü aştığına işaret edildiğine görebiliriz. Necid illerinde ve köylerinde ise ismi duyulmamış belki de nice alimlerin olabileceği de unutulmamalı. Elime Necid Bölgesi’ndeki ailelerden birine ait çeşitli dönemlere dair sayıları bini aşan belgeler ve el yazmalar geçti. Bu belgeler ve el yazmalarında, zengin ve refah içindeki bu bölgede İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren ilmî, sosyal ve fikri hayat hakkında toplanan faydalı bilgiler yer alıyor. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu'nun altı asırdan fazla İslam dünyasına hükmettiği göz önüne alındığında ülke dışında özellikle Türkiye kütüphanelerinde korunan birçok belge bize bu konuda faydalı bilgiler sunuyor.
Hicri 10. asra ait belgeleri tesadüfen bulmamız belki de en büyük avantajımız olabilir. Bunlar arasında Suudi kraliyet ailesinin (Âl-i Suud) dedesi İbrahim bin Musa el-Muraydi ed-Dari el-Hanefi'nin İslam'dan önce ve sonra bu bölgeyi yöneten Hanife kabilesine mensup olduğunu gösteren belge de yer alıyor. Hicri 981 yılına tarihli belgeye göre İbrahim bin Musa el-Muraydi ed-Dari el-Hanefi,  Kral Abdulaziz bin Abdurrahman el-Faysal'ın onuncu kuşaktaki dedesidir. Belgede, dönemin bölgedeki diğer yerel emirleriyle birlikte Emir İbrahim bin Musa el-Muraydi ed-Dari el-Hanefi'nin Arap Yarımadası’nın doğusundan batısına doğru yol alırken Necid'den geçen hacıları koruduğuna işaret ediliyor.

Zengin bir medeniyet ve miras
Bu alanda çalışmalar yaptığınız kitabınızı tamamladınız mı?

Baş tarihçi, okuyucu, bilgin ve bilge bir eleştirmen olarak kabul edilen Kral Selman, benim ve birçok araştırmacının özelde Suudi Arabistan Krallığı'nın ve genel olarak Arap Yarımadası'nın tarihiyle ilgili araştırmalarını kolaylaştırdı. Kral Selman, çeşitli bilim, tarih, edebiyat ve soy ağacı alanlarında kaleme alınanların birçoğunu iyi bilir. Aynı şekilde Veliaht Prens Muhammed bin Selman, sağduyulu bir okuyucudur. Birinci, ikinci ve üçüncü Suudi Devleti dönemleri ile ilgili tarih okumaları yapıyor. Başka kimsenin erişemeyeceği bilgi ve araştırmalara sahiptir ve bu konuda bilgi ve tarihsel inceleme açısından uzun sohbetler yapabilir.  Veliaht Prens, ülkemizin mirası olan tarihi belgelere ve Suudi Arabistan Krallığı'na gösterilen özen de dahil olmak üzere şu an tanık olduğumuz kapsamlı gelişim süreçlerini yönetiyor.
Bu alanda yaptığım çalışmalarla ilgili sorunuza gelince bir süre önce, el-Uyayna, ed-Diriye, Irka, el-Masani’, Riyad, Menfuha’yı kapsayan Necid Bölgesi’ni oluşturan bölgelerden biri olan el-Arid bölgesi ile ilgili çalışmaya başladım. Kraliyet ailesine ait Necid Bölgesi’ndeki ilmî hayat, bu bölgenin alimleri, aileleri, mekanları, sosyal hayatı ve mirası ile ilgili belgelerden oluşan bir koleksiyonun yanı sıra topladığım birçok belgeyi ve el yazmasını inceledim. Bu ülkenin tarihi, medeniyeti ve mirası açısından zengin olduğunu gösteren sonuçlar çıkardım.

Tarihçi Hüseyin Bin Ganem Kurucu Kral’dan bahsetmeyi ihmal etti
Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab'ı eleştirenlerin belki de en önemlileri tarihçi Hüseyin Bin Ganem olmak üzere bazı tarihçilerin anlattıklarına dayanarak geçmişte ve günümüzde ‘Vahhabilik’ olarak adlandırılan mesele hakkında ortaya attıklarının tamamını olumsuz olarak görüyor musunuz?
Miladi 1810 yılında vefat eden tarihçi Hüseyin bin Ganem, 1727 yılında Birinci Suudi Devleti’nin kuruluşunda henüz doğmamıştı. İmam Muhammed bin Suud ile Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab’ın 1744’teki görüşmeleri sırasında dahi henüz üç yaşında olduğu ve El-Ahsa bölgesinde doğduğu biliniyor. Hüseyin Bin Ganem’in yazdıklarını okuyanlar, Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab'ın kişiliğine, geçmişine ve yöntemine yönelik bahsettiği olaylarda abartılı ve kafiyeli bir dil kullandığını göreceklerdir. Bu da insanlara Şeyh’in sanki ondan bunu yazmasını istemiş olduğunu düşündürüyor. Bunun yanında Bin Ganem’in kitabını okuyan bir kişi, kitapta Suudi Arabistan devletinin ilk kurucusu Muhammed bin Suud'un ve Suud ailesinin önde gelen isimlerinin beşeri ve fikri yönlerinden bahsedilmediğini hemen fark eder. Bin Ganem ‘Fikir Bahçesi’ adlı kitabında, örneğin Necid Bölgesi’nde şirkin yaygın olduğunu ileri sürerken, kendisiyle aynı fikirde olmadığımız bir takım görüşlere de yer vermiştir. Onu takip eden hem Batılı hem de yerel tarihçiler, o dönemi ele alırken doğru olduklarını düşündükleri bu görüşleri aktardılar.
Büyük fetih ve güvenlik ihtiyacı

Bu konuda uzman olmanız nedeniyle dönemin gerçek tablosunu nasıl özetliyorsunuz?
Bölge tarihindeki en büyük olay ya da diğer bir deyişle en büyük fetih veya büyük dönüşüm, hicri 1139 yılında Arap Yarımadası'ndaki ilk merkezi devlet olan Suudi Devleti’nin kurulmasıdır. Savaşların ve çatışmaların yaşandığı bu bölgede, bölge sakinlerinin güvenliğini sağlamak için böyle bir devletin kurulması gerekiyordu. Bu da ancak önde gelen askeri, fikri ve idari yeteneklere sahip bir şahsiyetin yapabileceği bir iştir. Koşulların, güvenliği sağlayacak, zalimi caydıracak ve umut vaat edecek bir devletin kurulması için uygun olduğu bir zamanda bunu yaptı. Muhammed bin Suud ve ondan sonraki yöneticiler, dışarıdan bir müdahale ile düşen Birinci Suudi Devleti’nin ardından İkinci Suudi Devleti’nin kurulmasına ve ardından Kral Abdulaziz tarafından da Üçüncü Suudi Devleti’nin kurulmasına kadar birçok başarıya imza attılar. Suudi Devleti, bugün adı dünya haritasında önemli bir yeri olan bir ülke haline gelmiştir.
Muhammed bin Suud ve onun çabaları ve fikirleri hakkında halen daha fazla araştırma yapılması, çabalarının konferanslar, araştırmalar ve belgeseller aracılığıyla, ülkesinin birliğine ve bağımsızlığına, adaletin tecellisine ve kendisinden sonraki nesillere olan samimi inancına karşı bir hak ve görev olarak öne çıkarılması gerekiyor.



 Fransız yazar Jelloun, İsrail'in Gazze'deki saldırıları ve İslamofobi'ye ilişkin AA'ya konuştu

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA
TT

 Fransız yazar Jelloun, İsrail'in Gazze'deki saldırıları ve İslamofobi'ye ilişkin AA'ya konuştu

Fotoğraf: AA
Fotoğraf: AA

Birçok ülke ve Türkiye'de kitapları sevilerek okunan Fas asıllı Fransız yazar Tahar Ben Jelloun, İsrail'in Gazze'ye yönelik katliamlarının bir soykırım olduğunu belirterek, "Netanyahu'ya mektup yazdım. 'Savaşı kaybettiğini, çünkü herkesi öldürse bile Filistin'in orada kalacağını, Filistin halkının her zaman var olacağını' söyledim." ifadesini kullandı.

"Kum Çocuk", "Kutsal Gece", "Yoksullar Hanı", "Bay Ahlak'ın Çöküşü", "Kızıma Irkçılığı Anlatıyorum" gibi Türkçeye çevrilenlerin yanı sıra "Çocuklara İslam'ı Anlattım" ve "Kazablanka Aşıkları"nın da aralarında bulunduğu kitapların yazarı, Fransa'nın prestijli edebiyat ödüllerinden Goncourt Ödülü sahibi Tahar Ben Jelloun, Institut Français organizasyonuyla Ankara'ya geldi.

Fas'ta 1944'te doğan, ortaöğrenimi­ni Tanca şehrinde tamamlayan Ben Jelloun, 1971'de Fransa'ya göç ederek sosyoloji ve sosyal psikiyatri alanında öğrenim gördü.

30'dan fazla kitap kaleme alan Ben Jelloun, 1987'de "Kut­­sal Gece" romanıyla Gon­court Ödülü'nü alarak Fransa'da bu ödüle layık görülen ilk Faslı yazar oldu.

Eserlerinde ülkesinin sıkıntılarını, ırkçılık, göçmen soruları ve İslam karşıtlığını konu edinen Ben Jelloun, 1970'lerde başladığı gazeteciliği, Fransa'nın Le Monde gazetesinde sosyal ve siyasal konuları ele aldığı yazılarıyla sürdürüyor.

Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necdet Ünüvar'ın ev sahipliğinde öğrenciler ve akademisyenlerle söyleşide bir araya gelen Ben Jelloun, öncesinde, yazarlık serüveni, kitaplarına konu aldığı Filistin ve Gazze'deki katliamlar ile dünyada artan İslamofobi'ye ilişkin Anadolu Ajansı (AA) muhabirinin sorularını yanıtladı.

Soru: Türkiye'yi gezme şansınız oldu mu?

Tahar Ben Jelloun: Ne yazık ki Türkiye'yi gezme şansım olmadı. İstanbul'a kitaplarımı tanıtmak için 20 sene önce geldim ve çok hızlı bir gezi olmuştu.

Soru: Şu an üzerinde çalıştığınız bir roman var mı? Edebiyatçılar hakkında merak edilen bir şeydir, eski romanlarınızı dönüp okuyor musunuz, "Bugün yazsam farklı yazardım." diyor musunuz?

Tahar Ben Jelloun: Geçen yıl çıkan "Kazablanka Aşıkları" adlı romanımın devamı üzerinde çalışıyorum. Günümüz Fas'ında, Kazablanka'nın orta sınıfında evlilik üzerine bir hikaye. Şu anda ikinci cildi üzerinde çalışıyorum. Kitaplarımı geriye dönüp okumuyorum. Kitaplarımı asla tekrar okumam ve sonra onları unuturum.

Soru: Fransa'da yaşıyorsunuz ve ana vatanınız Fas ile bağlantınızı asla kesmemişsiniz, öyle değil mi?

Tahar Ben Jelloun: Evet, tabii ki yılda 4-5 ay oraya gidiyorum. Fas'a ihtiyacım var çünkü kitaplarımın çoğu Fas hakkında. Balzac'ın bir romancının ne olduğuna dair tanımını ele alırsak, "Bir romancı kendi çağının tanığıdır." der ve benim çağım Fas. Ülkemden kopamam.

Soru: Edebiyatçılık yaş aldıkça farklı bir çehreye bürünüyor mu? Edebiyata başladığınız ilk dönem ile bugünü kıyasladığınızda değerlendirmeniz nasıl olur?

Tahar Ben Jelloun: Yazmaya ilk başladığımda çok zorlandım. Romanı beni eleştirmeyecek, "İyi, bu güzel." diyecek bir yayıncıya teslim etmek istiyordum. Bugün de aynı zorluğu yaşıyorum ancak buna alıştım ve bir romanın yayımlanmasından bir gün önce, 50 yıl önce hissettiğim kaygıyı, heyecanı hissediyorum. Her yaşta hata yapabilirsin, her yaşta kötü bir kitap yazabilirsin. Bir yazar kendinden çok şey talep etmelidir.

- "Sinemacılardan ilham aldım"

Soru: Kitaplarınız akıcı ve betimlemeyi çok seviyorsunuz. Gençliğinizde hangi edebiyatçılardan etkilendiniz? Yazın hayatınıza etki eden, besleyen unsurlar neler oldu?

Tahar Ben Jelloun: Gençliğimde Tanca'da olduğumuz için dikkatimizi dağıtacak çok az şey vardı. Haftada iki kitap ödünç alıp okuduğum bir Fransız kütüphanesi vardı. Balzac, Victor Hugo, Jules Verne ve farklı şairleri okudum. Yazmaya başladığımda, beni en çok etkileyen kişiler yazarlar değil, film yapımcıları, sinemacılardı. Hikaye anlatma tekniği, okuyucuyu ya da izleyiciyi sıkmamak için dikkatli olmanızı gerektirir. Alfred Hitchcock, Fritz Lang ve John Ford gibi büyük sinemacılardan, ülkelerini ve hikayelerini film aracılığıyla anlatmayı seven insanlardan ilham aldım. Yazarların da üzerimde etkisi vardı elbette çünkü sürekli okurdum.

- "İnsanoğluna güvenmiyorum"

Soru: İnsanı merkeze alan kitaplar yazıyorsunuz. 1970'lerden bu yana gittiğiniz ülkelerdeki gözlemlerinize göre toplumların ve insanların davranış modelleri değişti mi, değerlendirmeniz nedir?

Tahar Ben Jelloun: Her zaman bir hümanist oldum. Ülkem Fas'ta kadın haklarından başlayarak insan hakları için kampanya yürüttüm. İlk romanım kadınların durumuyla ilgiliydi ve sonra devam ettim. Şu anda dünyada neler olduğunu görüyoruz. Ukrayna, Gazze, Afrika'nın daha karmaşık hale gelmesi, bazı coğrafyalarda diktatörlerin iktidara gelmesi... Hepsi çok korkutucu çünkü hukuka ve adalete saygısı olmayan insanlarla uğraşıyoruz. Bu yüzden insanlığa, insanoğluna güvenmiyorum. Ancak sade bir vatandaş olarak yazmaya ve politikacılardaki bu insanlık yoksunluğunu kınamaya devam ediyorum.

- "Göçmenlik, edebiyatımda her zaman konu olmuştur"

Soru: Dünyanın her yerinde göçmen sorunu var. Siz de 27 yaşında Fas'tan Fransa'ya göç etmişsiniz ve belki de bir süre Fransa sizi göçmen olarak kabul etti. Kitaplarınızda da bu konuyu irdeliyorsunuz. Son 40-50 yılda göçmenlerin durumu nasıl bir hal aldı?

Tahar Ben Jelloun: Göçmenlerin her yerde olduğu bir zamanda yaşıyoruz ve bunlar önceki dönemin politikaları olan sömürge politikaları, az gelişmişlik ve ırkçı politikalardan kaynaklandı. Şimdi bu nedenlere bir de iklim sorununu ekliyoruz. Fransa'da göç, sömürgeciliğin doğrudan bir sonucuydu. 40'lı, 50'li ve 60'lı yıllarda Fransızlar fabrikalarında çalıştırmak ve insan gücü edinmek için Cezayir, Fas ve Tunus'a gitti. Fransız hükümeti 70'li ve 75'li yıllardan itibaren insani bir bakış açısıyla göçmenler ve ailelerini bir araya getirmeye karar verdi. Fransa'da çalışan erkekler, eşlerini ve çocuklarını ülkeye getirme hakkına sahip oldu. O andan itibaren yeni doğumlar başlayacak ve göçmenlerden değil ama göçmenlerin çocuklarından oluşan yeni bir nesil ortaya çıkacaktı. Bu çocuklar bunu çok ağır yaşadı. Tanınmadıklarını, düzgün bir şekilde karşılanmadıklarını hissettiler. Kalitesiz okullara devam ettiler ve sonuçta ikinci sınıf Fransızlar oldular.

Ben ekonomik bir göçmen değildim. Bir dönem entelektüeller için Fas'ta yaşamak çok zordu, bu yüzden Fransa'ya geldim çünkü bazı arkadaşlarım fikirleri yüzünden çeşitli sıkıntılar çekiyordu. Fransa'da göçmenlere okuma yazma dersleri verdim. Göçmenlik, edebiyatımda her zaman konu olmuştur. Günümüze kadar onların neler yaşadığına tanıklık etmenin ve buna yönelik yazmanın önemli olduğunu düşünüyorum çünkü pek de iyi şeyler yaşamıyorlar.

- "Gazze'de yaşananlar bir trajedidir, soykırımdır"

Soru: İslam'ı anlatmak için kitaplar yazdınız ve Fransa'da İslam'ı anlatıyorsunuz. Bugün artan bir şekilde İslamofobi var. Gazze'de 14 bin çocuk İsrail'in katliamlarıyla hayatını kaybetti. Bu katliam nasıl son bulacak, dünyanın her yerinde kaygı uyandıran bu sıkıntı için değerlendirmeniz nedir?

Tahar Ben Jelloun: Ben edebiyatçı, yazar ve sosyolog olarak değil, sıradan bir vatandaş, bir aile babası olarak, tıpkı "Kızıma Irkçılığı Anlattım" kitabını yazdığım gibi, "Çocuklara İslam'ı Anlattım" kitabını da Fransız çocukların İslam'ın ne olduğunu anlamalarını teşvik etmek için yazdım. Bu bir eğitim ve pedagoji meselesi. Ancak başörtüsüyle ilgili yaşanan olaylar, İslamcılığın bir ideoloji haline gelmesi, terörizm, pek çok konu var. İslam dininin kötüye kullanılmasını İslam devleti ideolojisiyle birbirine karıştırıyoruz. Batı'da İslam'ın ne olduğu konusunda bir bilgi eksikliği var, İslam farklı gösteriliyor. İslam hakkında doğru bir şekilde konuşabilen çok az insan var.

Gazze'de yaşananlar bizim için bir acıdır. Hamas'ın 7 Ekim'deki saldırısını bir makale yayımlayarak alenen kınadığım doğrudur. Ancak korkunç olan İsrail'in 6 aydır sivilleri bilerek katletmek, çocukları öldürmek ve her şeyden önemlisi Filistin halkını aç bırakmak için gıda yardımının gelmesini engellemesi. Gazze'de yaşananlar bir trajedidir ve dünyada suçu tersine çevirmek için çok fazla baskı var. Netanyahu ve ordusunun planı tüm Filistinlileri yok etmek. Bu kesinlikle onun saplantısı, mümkün olduğunca çok Filistinliyi öldürmek ve böylece yeryüzünde hiç Filistinli bırakmamak... İsrailliler, soykırım kelimesinin Yahudilerin soykırımından başka bir şey için kullanılmasını istemiyor. Ancak bir hastaneyi, bir okulu ya da sadece uyuyan ailelerin olduğu bir köyü bombaladığınızda ve herkesi katlettiğinizde, bu soykırımdır. Trajedi şu ki diyalog ve müzakere olabilmesi için herhangi bir uzlaşma göremiyoruz. Bunu istemiyorlar, İsrailliler barışla ilgilenmiyor. Dolayısıyla bu trajedinin olumlu bir sonuca ulaşacağını düşünmüyorum.

- Netanyahu'ya yazdığı mektupla BM'den arandı

Soru: Gazze'de yaşananları romanlaştırma düşünceniz var mı?

Tahar Ben Jelloun: Filistin hakkında şiirler, tiyatro piyesleri yazdım. Gazze'de olanlar için İtalya'da "Çığlık" adında küçük bir kitap yayımladım. Çünkü Fransa'da yayımlamak için ortam müsait değildi. Hem 7 Ekim'in dehşetini hem de İsrail ordusunun dehşetini anlattım. Bir yandan Hamas'ın saldırılarını yazdığım için Arap arkadaşlarım tarafından hakarete uğradım, diğer yandan da İsrail ordusuyla ilgili metinlerimi yayımladığımda Yahudi arkadaşlarım tarafından antisemitik olduğum söylenerek saldırıya uğradım. Düşündüğünü söyleyen özgür bir entelektüelim ve kimseyi memnun etmeye çalışmıyorum. Bir insan olarak her gün gördüklerimi kınıyorum. Ve yazıyorum, yapmam gereken tek şey bu. Ayrıca Netanyahu'ya bir ay önce açık bir mektup yazdım ve bu mektup birkaç gazetede yayımlandı, Netanyahu'ya 'savaşı kaybettiğini çünkü herkesi öldürse bile Filistin'in orada kalacağını, Filistin halkının her zaman var olacağını' söyledim. Bir gazete beni Yahudi karşıtı olarak suçladı. Le Point'te genç bir Yahudi kadın tarafından yayımlanan, bana hakaret eden ve beni karalayan bir yazı yazıldı. İsrail'den bana karşı çok fazla tepki geldi. Bu mektup BM'ye kadar ulaşan ve oradaki pek çok yetkili tarafından okunan bir mektuptu. BM'den bu konuda beni aradılar. Mektup hala sosyal ağlarda dolaşıyor.

- "Batı'daki entelektüeller İslam'a ve Müslüman nüfusa pek ilgi duymuyor"

Soru: Faslı Fransız yazar olarak İslamofobi'nin çözümleneceğini düşünüyor musunuz? Edebiyat ve edebiyatçılar bu soruna kulak tıkıyor mu?

Tahar Ben Jelloun: Fransa'da bir din olarak İslam'ın çok kötü bir imajı var. Hem İslam'ı ve Müslümanları sevmeyenler hem de İslamofobi olarak adlandırılan İslam karşıtı ırkçılığı savunanlar var. İslam'dan korkan pek çok kişi var. Batı'daki entelektüeller, sanatçılar ve yazarlar, İslam'a ve Müslüman nüfusa pek ilgi duymuyor.

İslam'ı nefret konusu haline getiren aşırı sağcı siyasi partilerimiz var. Örneğin Eric Zemmour adında, partisi olmayan ama seçimlere katılmış eski bir gazeteci, aşırı sağa çok bağlı bir politikacı, İslam'ın Fransa için bir tehlike olduğunu söylüyor. Ayrıca "Tesettürlü bir kadın hareket halindeki bir camidir." demiş ve bunu sık sık tekrarlamıştır. Irkçı nefreti kışkırtmaktan hüküm giydi. Ancak bu durum Müslüman karşıtı duyguların yayılmasını engellemedi.

- Fransız yazar, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve Nedim Gürsel okumuş

Soru: Türkiye, Fransa'nın prestijli ödüllerinden Goncourt'ta ödül alacak eserlerin seçimine dahil oldu. Pek çok ülke bu seçimi yapıyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk edebiyatını ve kitaplarını okuma fırsatınız oldu mu?

Tahar Ben Jelloun: Gençken Yaşar Kemal'i okurdum, Fransa'da en çok tanınan Türk yazardı. Orhan Pamuk'un eserleri ile Fransızca ve Türkçe yazan arkadaşım Nedim Gürsel'i okudum. Türk kültürüne ve Türk sinemasına çok sempati duyuyorum. Fas ve Türkiye arasında pek çok benzerlik var. Fas'ta Türkiye'ye büyük saygı duyuluyor. Türkiye, Fas'ta endüstriyel, ticari ve zanaat düzeyinde varlık gösteriyor. İki ülke arasında büyük ilişkiler var. Bu da memnuniyet verici. Sizi şaşırtabilir belki ama yaklaşık 10 yıl önce Fas'ta Arapça yayımlanan bir Türk dizisi büyük beğeni kazandı. Dolayısıyla Türkiye bizim için çok tanıdık ve dost bir ülke.

Türkiye'nin Goncourt seçimini lanse etmek için Ankara'ya geldim ve perşembe günü İstanbul'a gidiyorum. Dünyada yaklaşık 42 ülkede öğrenciler bizim hazırladığımız kısa listedeki kitapları okuyor, bir araya gelip bir kitap için oy kullanıyor ve o kitap, prensip olarak Goncourt seçiminin yapıldığı ülkenin diline çevriliyor. Brezilya, Yunanistan ve Fas'tan Cezayir, Polonya ve Romanya'ya kadar, Goncourt seçimini yapan 42 ülke var ve bu Fransızca konuşulan ülkelerdeki gençlerin daha çok okumasını sağlıyor, bu yüzden önemli bir proje.

Yazar Ben Jelloun, röportaj sonrasında, Anadolu Ajansının, İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarında beyaz fosfor kullanması başta olmak üzere işlediği savaş suçlarına yönelik belge niteliğindeki fotoğrafların yer aldığı "Kanıt" kitabını inceleyerek, AA'ya tebrik ve çalışmadan dolayı teşekkürlerini iletti.