İki devletli çözüm mü tek devletli kriz mi?

Arap-İsrail barışını sağlamanın önündeki engel Tel Aviv'in politikalarıydı

23 Şubat 2017 tarihinde çekilen, Batı Şeria'nın Ramallah kentine giden ana yoldaki reklam panosunda kimin astığı bilinmeyen üzerinde ‘eğer iki devlet mi yoksa tek devlet mi diye seçecek olsaydım benim seçimim tek devletten yana olurdu’ yazışı bir afiş (AFP)
23 Şubat 2017 tarihinde çekilen, Batı Şeria'nın Ramallah kentine giden ana yoldaki reklam panosunda kimin astığı bilinmeyen üzerinde ‘eğer iki devlet mi yoksa tek devlet mi diye seçecek olsaydım benim seçimim tek devletten yana olurdu’ yazışı bir afiş (AFP)
TT

İki devletli çözüm mü tek devletli kriz mi?

23 Şubat 2017 tarihinde çekilen, Batı Şeria'nın Ramallah kentine giden ana yoldaki reklam panosunda kimin astığı bilinmeyen üzerinde ‘eğer iki devlet mi yoksa tek devlet mi diye seçecek olsaydım benim seçimim tek devletten yana olurdu’ yazışı bir afiş (AFP)
23 Şubat 2017 tarihinde çekilen, Batı Şeria'nın Ramallah kentine giden ana yoldaki reklam panosunda kimin astığı bilinmeyen üzerinde ‘eğer iki devlet mi yoksa tek devlet mi diye seçecek olsaydım benim seçimim tek devletten yana olurdu’ yazışı bir afiş (AFP)

Nebil Fehmi
Filistinliler ve İsrailliler, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararları ve 1991 Madrid Barış Konferansı sonuçları çerçevesinde Filistinlilere başkenti Doğu Kudüs olan, 4 Haziran 1967 sınırlarında bağımsız bir devlet kurmaları fırsatı veren iki devletli bir çözüme yakın bir tarihte ulaşmanın imkansız olduğu konusunda hemfikirler.
İsrail’in Batı Şeria'da devam eden devasa yerleşim çalışmalarıyla iki devletli çözümün başarıya ulaşması şansının yıldan yıla azaldığını herkes biliyor.
Farklı alanlardaki bazı düşünürler, Filistinlilerin ve İsraillileri tek bir kara parçasında ve ortak bir kimlikle bir araya getiren ‘tek devletli bir çözüme’ ulaşmanın daha muhtemel olduğunu öne sürüyorlar.
Burada, bu fikrin savunucuları arasında tek devletin anlamı, önemi, biçimi ve bileşenleriyle ilgili tutumlar, görüşler ve hedefler noktasında bir tutarsızlık olduğunu görüyoruz. Bu alternatifi bir ‘çözüm’ olarak tanımlamayı zorlaştıran en önemli anlaşmazlıklardan biri, her iki tarafta da tek devletli çözümü kullanmaya çalışan çok az kişinin olması. Taraflar, iki halkı ortak bir kimlik etrafında birleştirmeye değil, diğer ulusal kimlik yerine kendi ulusal kimliğine öncelik vermeye çalışıyor. İsrail, yerinden etme ve güvenlik ablukasıyla Filistin ise kademeli demografik üstünlüğüyle kendi kimliğinin üstünlüğü için çabalıyor.
Bu şaşırtıcı bir durum değil. Çünkü Filistin-İsrail çatışması, her ikisinin de tartışmalı bir toprak üzerinde kendi ulusal kimliklerinin dayatılmasına bağlı kalmaları etrafında yaşanıyor. Bazıları Filistinlilerin meşru amacının başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devleti kurmak olduğunda ısrar ediyor. Ki ben de bu konuda onlara katılıyorum, ancak sadece haklı oldukları için bunun gerçeğe dönüşeceğini düşünenler yanılıyorlar.
Bunun en büyük kanıtı, İsrail’in onlarca yıldır yerleşim birimleri ile yayılmacı politikasına devam etmesidir. Oysa Batı Şeria ve Gazze Şeridi'nde bir Filistin devleti kurulmasını öngören BM’nin 29 Kasım 1947 tarihli 181 sayılı Bölünme Kararı uyarınca İsrail tahsis edilen toprak Filistin topraklarının yüzde 22'si ile sınırlıydı. Bir Yahudi ve bir Filistin devletinin kurulması çağrısı, gerçeğe dönüştürülmek için hiçbir çaba gösterilmezse zaman tek başına gerçeği tatmin edemez ve hatta hukuki temelleri bile korumaz.
Diğerleri ise tek devletli çözümü kabul etmelerini savunmak amacıyla sadece Filistinlilerin bir oldu-bittiyi reddederek bir çözüme ulaşma fırsatlarını kaçırdıklarını iddia ediyorlar. Ayrıca İsrail'in eski Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın açıklamasını aktararak Filistinlilerden öneriyi siyasi gerçekçilik perspektifinden, hukuka ve haklara tamamen aykırı da olsa kabul etmelerini istiyorlar. Ancak bunu istemeye hakları yok. Çünkü öne sürdükleri örnekler daha çok Filistinlilerin topraklarının ellerinden alındığı feci koşullar bağlamında olduğundan bunu kabul etmemeleri son derece doğal.
Filistinlilerin ve Arapların hatası, o sırada haksız ve gayri meşru oldu-bittileri reddetmek değil, fırsat buldukça topraklarını geri almamak, daha fazlasını kaybetmek ve bağımsız bir Filistin Devleti’nin kurulmasına yönelik haklarını kullanmak için farklı yollardan çabalarını sürdürmemekti. İsrail, ulusal kimliğin korunması ve sağlamlaştırılmasının yanı sıra toprakların geri kazanılması bağlamında kaldığı sürece dış temaslarında ve sahaya yasadışı bir oldu-bitti dayatmada her zaman adım atma ve fırsat yakalama konusunda iyi oldu.
Filistin’in merhum Devlet Başkanı Yaser Arafat'ın 1970'lerde Filistin devletinin kurulmasını, davalarını ve İsrail'in Arap topraklarından çekilmesini barış çabalarının merkezine koyup Filistin'in barışa olan bağlılığını vurgulayarak BMGK’nın 242 sayılı kararını kabul ederek sergilediği tutumu takdir ettiğimi belirtmek isterim. Bu, bilgeliğini, uluslararası gerçekliğe dair sağlam bir okuma yaptığını, Filistinlilerin haklarına zarar vermeyen, aksine onu destekleyen zor kararlar almadaki siyasi cesaretini yansıtan bir tutumdu.
Ayrıca Ebu Mazen’i de (Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın künyesi) çatışmanın var olduğunu, ancak çatışma araçlarının ve yollarının çok olduğunu değerlendiren ve İsrail'in bir oldu-bittiyi hiçbir karşılık bulmadan dayatmasının Filistin’in çıkarları için bir tehlike olduğunu tahmin eden siyasi okuması ve birinci intifadanın ardından 1993 yılında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasıyla sona eren Filistin-İsrail müzakere sürecini zorlama konusundaki cesareti için takdir ediyorum.
Elbette bu, Filistin tarafının hedeflerine ilerlemesinde önemli bir manevra alan sağlayacak bazı önerilerde eksik kaldığı ve yanılmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin Arafat'ın 2000 yılında ABD’nin eski Başkanı Bill Clinton'ın öne sürdüğü maddeleri çekinceli de olsa kabul etmesi ve Filistin devletini bunların üzerine inşa etmesi daha iyi olurdu. Aynı şekilde İsrail’in eski Başbakanı Ehud Olmert'in Ebu Mazen'e Kudüs ve diğer şehirler hakkındaki önerileri, Filistin'in Doğu Kudüs'te bir başkent kurma arzusunu netleştirecek, ele geçirilmesi ve yatırım yapılması gereken tarihi ve olumlu bir fırsattı.
Arap-İsrail barışını sağlamanın önündeki engel Tel Aviv'in politikalarıydı. Bu politikaların çoğu, 1967 sınırlarında bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını desteklemezken bazı politikaları tek devletli çözümü, tek devlet çerçevesinde ortak bir ulusal kimlik sağlayan bir çözüm olarak değil, bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına yönelik umutları söndürmenin bir yolu olarak görüyor. Bu politikalar, İsrail kimliğinden vazgeçme fikrinin yanından dahi geçmiyor.
Merkez sağcı İsrail Savunma Bakanı Benny Gantz, geçtiğimiz günlerde İsrail Devleti'nin ‘iki uluslu’ bir devlet olmayacağını ve ‘iki devletli çözümün bir yanılsama olduğunu’ belirterek yukarıdaki politikaları teyit etti. Gantz’a göre bunların yerine Filistinlilerin işlerini daha iyi yürütebilmeleri için Filistin Yönetimi’nin güçlendirilmesini önerdi.
Bağımsız bir Filistin devletinin yanında ya da Arapların olmadığı bir İsrail devletinde yaşam algısının ‘İsrail solu ve sağının bir yanılsamasından’ başka bir şey olmadığını vurgulayan Gantz, aynı zamanda Kudüs'ün banliyölerinde Filistinlilerin ilişkili oldukları köyler olduğunu belirterek anlayışlarının Filistinlilere bir tür yerellik kazandırmaya doğru evirildiğini gösterdi.
Eğer İsrail’in eski Başbakanı Binyamin Netanyahu seçimlerde yeniden seçilirse ve sağcı bir koalisyon hükümeti kurarsa İran'la nükleer anlaşmanın ‘tehlikelerini’ bu amaçlar için kullanırken, sağcıların yaklaşan ABD seçimlerinden önce vizyonlarını sağlamlaştırma adımlarını hızlandırdıklarına tanık olacağız.
Bence hiçbir çözüm olmayacak tek devletli krize doğru yaklaşıyoruz. Umarım Filistinliler, iki devletli çözüme bağlı olarak uluslararası toplumu harekete geçirerek, Filistinlilerin acılarını ve İsrail’in Filistinlilere yönelik uluslararası alanda giderek artan bir yankı uyandıran ihlallerini vurgulayarak ve barışın yararlarının altını çizmek ve barışı sağlamayan, gelecekte olası çatışmaları ve krizleri körükleyen kötü niyetli önerilere ve çatışmanın devam edebileceğine karşı uyarmak için İsrail'in iç kesimlerine hitap ederek bu tehlikeli gerçeğe karşı hızlı adımlar atarlar. Aynı zamanda Filistin’in ulusal mesajının etkin bir şekilde yerine getirilmesini ve herkese ulaşmasını sağlamak için izledikleri eylem yolunu yeniden birleştirmelerini ve düzeltmelerini de umuyorum.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.



Ürdün: Biz Saddam sonrası Irak’ta Haşimi hanedanının bir rol üstlenmesini önermedik

Tony Blair, belgede bahsedilen görüşmelerinden önce 25 Şubat 2003'te Londra'da Kral II. Abdullah'ı kabul ediyor (AFP)
Tony Blair, belgede bahsedilen görüşmelerinden önce 25 Şubat 2003'te Londra'da Kral II. Abdullah'ı kabul ediyor (AFP)
TT

Ürdün: Biz Saddam sonrası Irak’ta Haşimi hanedanının bir rol üstlenmesini önermedik

Tony Blair, belgede bahsedilen görüşmelerinden önce 25 Şubat 2003'te Londra'da Kral II. Abdullah'ı kabul ediyor (AFP)
Tony Blair, belgede bahsedilen görüşmelerinden önce 25 Şubat 2003'te Londra'da Kral II. Abdullah'ı kabul ediyor (AFP)

Ürdünlü bir yetkili, Kral Abdullah II ile eski İngiliz Başbakanı Tony Blair arasında 2003 Irak işgalinden önce Londra'da gerçekleşen görüşmede, Haşimi Hanedanlığı'nın Saddam Hüseyin sonrası Irak düzenlemelerinde rol almasına dair herhangi bir ima bulunduğunu yalanladı.

Yetkilinin Şarku’l Avsat’a yaptığı açıklamalar, "görüşmeyle ilgili sızdırılan İngiliz belgelerine" dayanarak Ürdün hükümdarının bu fikri Blair ile gündeme getirdiğini iddia eden haberlere yanıt olarak geldi. Yetkili, bu haberlerin "Ürdün hükümdarına atfedilen eksiklikler ve yanlış iddialar içerdiğini" vurguladı.

Şarku’l Avsat’ın elinde 25 Şubat 2003'te gerçekleşen toplantının Ürdün tutanaklarının bir kopyası bulunuyor ve bu tutanaklarda Ürdün hükümdarının Haşimi hanedanının Irak'taki rolüne dair herhangi bir öneride bulunduğuna dair bir şey yok. Aksine, tutanaklarda Saddam Hüseyin'in sürgüne gitmesi önerisinden bahsedildiği ve "bu öneriyi Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri sunmalı" denildiği belirtiliyor.


Mısır, İsrail'in baskısı üzerine Sina'daki askeri varlığını azalttı mı?

İsrail sınırına yakın bir noktada incelemelerde bulunan Mısır Genelkurmay Başkanı (Mısır Genelkurmay Başkanlığı Sözcüsü)
İsrail sınırına yakın bir noktada incelemelerde bulunan Mısır Genelkurmay Başkanı (Mısır Genelkurmay Başkanlığı Sözcüsü)
TT

Mısır, İsrail'in baskısı üzerine Sina'daki askeri varlığını azalttı mı?

İsrail sınırına yakın bir noktada incelemelerde bulunan Mısır Genelkurmay Başkanı (Mısır Genelkurmay Başkanlığı Sözcüsü)
İsrail sınırına yakın bir noktada incelemelerde bulunan Mısır Genelkurmay Başkanı (Mısır Genelkurmay Başkanlığı Sözcüsü)

Bilgi sahibi bir Mısırlı kaynak, Şarku’l Avsat'a yaptığı açıklamada, “Mısır güçlerinin Sina’daki varlığının, Mısır’ın ulusal güvenliğini korumaya yönelik olduğunu ve Kahire’nin bu konuda ne pazarlık ne de teşvik kabul edeceğini” söyledi. Kaynak, “Bu dönemde, söylentilerin aksine, herhangi bir baskı altında Sina’dan tek bir askerin bile çekilmediğini” vurguladı.

Kaynak, söz konusu meselenin ülkenin güvenliği ve iki yıldır şiddetli bir savaşa sahne olan bölgeyle olan sınırların korunmasıyla ilgili olduğunu belirtti. İsrail’in bu savaşı Mısır topraklarına doğru genişletme girişimlerine işaret eden kaynak, konunun başka dosyalarla ya da herhangi bir anlaşma ve pazarlıkla bağlantılı olmadığını ifade etti.

Kaynak ayrıca, Sina’daki Mısır askeri varlığının azaltıldığına dair İsrail basınında yer alan haberlerin, bu bölgede Mısır’ın askeri varlığının arttığından şikâyet eden ve uyarılarda bulunan raporlarla çeliştiğine dikkat çekti. Kaynak, iki ülke arasındaki barış anlaşmasında, ‘Mısır'ın ihtiyaç duyduğu zamanlarda güvenliğini korumak için bu varlığı sürdürmesine izin veren yeni hükümler olduğunu’ belirtti.

İsrail merkezli Bhol haber sitesi, Enerji Bakanı Eli Cohen’in, Mısır’la yapılan büyük doğal gaz anlaşması ile Mısır güçlerinin Sina’daki yeniden konuşlanması arasında doğrudan bir bağ bulunduğuna işaret ettiğini yazdı. Site, İsrail Ordu Radyosu’nun, anlaşmada Mısır ordusunun Sina’daki hareketlerini düzenleyen açık bir maddenin neden yer almadığını sorması üzerine Cohen’in, “Geçen hafta Mısır güçlerinin Sina Yarımadası’ndan çekildiğine dair yayımlanan haberleri okuduysanız, bunun sebepsiz olmadığını bilin” dediğini aktardı.

İsrail basınında yer alan haberlerde, Cohen’in anlaşmanın dört ay ertelenmesinin nedenlerinden birinin ‘Mısır’la barış meselesi’ olarak tanımladığı konuya bağlı olduğunu söylediği ifade edildi. Bu ifadenin, İsrail’in, Mısır’ın Sina’daki askeri varlığa ilişkin Camp David Anlaşması hükümlerine bağlılığı konusundaki endişesini yansıttığı değerlendirmesi yapıldı.

Söz konusu haberler, Mısır hükümetine muhalif bazı blog yazarları tarafından dolaşıma sokularak, İsrail baskısıyla Sina’daki Mısır askerî varlığının azaltıldığı iddiaları dile getirildi. Buna karşılık, Mısır yönetimine yakın isimler ise tüm göstergelerin Sina’da askerî tahkimatın artırılmasına yönelik bir planı işaret ettiğini savundu.

frgty
Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi, 2017 yılındaki Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu toplantısının oturum aralarında İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile bir araya geldi. (Reuters)

Mısır Basın Enformasyon Kurumu Başkanı Ziya Raşvan, söz konusu iddialara, medyaya yaptığı açıklamalarla yanıt vererek, ‘Sina’daki Mısır güçlerinin sayısının azaltılmadığını ve gaz anlaşmasının tamamen ticari bir konu olduğunu, siyasi hiçbir boyutunun bulunmadığını’ vurguladı. Anlaşmanın hükümetler arasında değil şirketler arasında yapıldığını belirten Raşvan, “İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu anlaşma hakkında konuşurken, Mısır tarafından herhangi bir açıklama yapılmadı. Bu durum, Mısır’ın üzerinde herhangi bir baskı olmadığını gösteriyor. İsrail’den gelen tüm söylentiler çelişkilidir ve kamuoyuna karşı sahte bir zafer yaratmaya yönelik bir çabadır” dedi.

Geçtiğimiz eylül ayında Axios internet sitesi, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, ABD Başkanı Donald Trump’tan, Mısır’a Sina’daki mevcut ‘askeri yığınağı’ azaltması için baskı yapmasını istediğini bildirmişti.

Şarku’l Avsat’ın Axios’tan aktardığına göre, bu bilgilere sahip Amerikalı ve İsrailli yetkililer, Mısır’ın ‘yalnızca hafif silahların bulunduğu bölgelerde, bazıları saldırgan amaçlar için kullanılabilecek askeri altyapı inşa ettiğini’ iddia etmişti. Bu iddialar, 1979’daki barış anlaşmasına atıfta bulunarak, Mısır’ın anlaşmaya aykırı hareket ettiğini öne sürüyordu.

Mısırlı askeri strateji uzmanı Tümgeneral Semir Ferec, Şarku’l Avsat’a yaptığı açıklamada, ‘Mısır’ın barış anlaşmasına tamamen sadık olduğunu ve herhangi bir ihlal yapmadığını, aksine İsrail’in Mısır sınırında yasa dışı varlık gösterdiğini’ belirtti. Ferec, “Mısır’ın Sina’daki askeri varlığı, ulusal güvenliği korumak ve sınırları güvence altına almak amacıyla gerçekleşiyor” dedi.

Ferec ayrıca, ‘gaz anlaşması nedeniyle Mısır’ın Sina’daki asker sayısını azaltma gibi bir durumun söz konusu olmadığını, bu tür iddiaların Netanyahu hükümetinin, kamuoyuna karşı kendisini güvenlik sağlıyormuş gibi göstermek amacıyla yaydığı asılsız söylentiler olduğunu’ ifade etti.

Ferec, Mısır’ın henüz ABD'nin Netanyahu ile Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi arasında bir anlaşma yapılmasına yönelik taleplerine dair resmi bir açıklama yapmadığını belirtti. Mısır’ın bu talepleri kabul ettiği iddialarına da tepki göstererek, ‘görüşme talebinde bulunan tarafın Netanyahu ve ekibi olduğunu’ vurguladı. Ferec, “Mısır, gaz anlaşmasının her iki ülkenin çıkarına hizmet edeceğini biliyordu. Bu anlaşma hükümetler arasında değil şirketler arasında yapılmış bir ticari anlaşmadır” ifadelerini kullandı.

Netanyahu, geçtiğimiz çarşamba akşamı, Mısır’a doğal gaz ihracatıyla ilgili 112 milyar şekel (yaklaşık 35 milyar dolar) değerinde bir anlaşmanın resmi olarak onaylandığını duyurdu. Netanyahu, ‘İsrail enerji sektöründeki en büyük gaz anlaşması’ olarak nitelendirilen anlaşmanın ‘İsrail için büyük bir başarı’ olduğunu söyledi.

Netanyahu ayrıca, anlaşmanın onaylanmasının ardından İsrail’in güvenlik çıkarlarının korunmasını sağlamak için yoğun müzakereler yapıldığını, ancak güvenlik nedenleriyle anlaşmanın detaylarına girmeyeceğini belirterek, sadece anlaşmanın onaylandığını duyurdu.


Washington, SDG ile Suriye güvenlik güçleri arasındaki çatışmaları yatıştırmak için müdahale etti

Suriye Demokratik Güçleri'ne (SDG) bağlı silahlı milisler, geçtiğimiz hafta çarşamba günü Suriye'nin Kamışlı kentinde ‘İrademizle devrimimizi koruyacağız’ sloganıyla düzenlenen gösteriye katıldı. (Reuters)
Suriye Demokratik Güçleri'ne (SDG) bağlı silahlı milisler, geçtiğimiz hafta çarşamba günü Suriye'nin Kamışlı kentinde ‘İrademizle devrimimizi koruyacağız’ sloganıyla düzenlenen gösteriye katıldı. (Reuters)
TT

Washington, SDG ile Suriye güvenlik güçleri arasındaki çatışmaları yatıştırmak için müdahale etti

Suriye Demokratik Güçleri'ne (SDG) bağlı silahlı milisler, geçtiğimiz hafta çarşamba günü Suriye'nin Kamışlı kentinde ‘İrademizle devrimimizi koruyacağız’ sloganıyla düzenlenen gösteriye katıldı. (Reuters)
Suriye Demokratik Güçleri'ne (SDG) bağlı silahlı milisler, geçtiğimiz hafta çarşamba günü Suriye'nin Kamışlı kentinde ‘İrademizle devrimimizi koruyacağız’ sloganıyla düzenlenen gösteriye katıldı. (Reuters)

Washington’daki kaynaklar, Şarku’l Avsat’a yaptıkları açıklamada, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack ile ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) Komutanı Brad Cooper’ın, Halep’in kuzeyindeki Şeyh Maksud ve Eşrefiye mahallelerinde dün yeniden patlak veren Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile Suriye ordusu arasındaki çatışmaları yatıştırmak amacıyla temaslar yürüttüğünü bildirdi. Kaynaklar, bu girişimlerin, DEAŞ’ın ve düşman bölgesel güçlerin faydalanabileceği bir gerilimin önlenmesini hedeflediğini belirtti.

Çatışmaların, SDG keskin nişancılarının Suriye hükümetinin kontrolündeki bölgelere ateş açmasının ardından başladığı aktarıldı. Bu durumun, iki taraf arasında imzalanmış ateşkes anlaşmasının ihlali anlamına geldiği kaydedildi. ABD destekli Kürt güçlerin, Suriye’nin kuzeydoğusundaki özerk yönetimi kaybetme endişesiyle Şam’daki geçiş hükümetine entegrasyon planlarına karşı çıktığı ifade edildi.

Bu çatışmaların üzerinde, yeni Suriye hükümetinin kontrolünü zayıflatmayı amaçlayan İran müdahalelerinin gölgesinin dolaştığı belirtildi. ABD istihbarat raporlarına göre İran, Suriye’ye ve bölgedeki milislerine yönelik silah akışını sürdürmek için çabalarını yoğunlaştırıyor ve Şam yönetiminin yasa dışı silah kaçakçılığı güzergâhlarını dağıtmaya yönelik aldığı önlemlere uyum sağlamaya çalışıyor.

cdfrgt
Diplomatlar, Lübnan Ordusu eşliğinde Lübnan'ın güneyinde gerçekleştirdikleri bir tur sırasında, Lübnan Ordusu tarafından güney Litani bölgesinde ele geçirilen bir Hizbullah tünelini inceledi. (Lübnan Ordusu)

Öte yandan çeşitli raporlar, SDG’nin Lübnan’daki Hizbullah ile ilişkilerini güçlendirdiğine işaret etti. Bu kapsamda SDG’nin, Hizbullah adına Ammar el-Musavi başkanlığındaki temsilcilerle Beyrut’ta gizli bir toplantı gerçekleştirdiği aktarıldı. Toplantının, SDG ile Ahmed eş-Şera hükümeti arasındaki anlaşmazlıklar ve iki taraf arasında yeniden başlayan askeri çatışmalar ışığında, Suriye’deki güvenlik sorunlarının değerlendirilmesi amacıyla yapıldığı kaydedildi.

Üç kaçakçılık koridoru

Savaş Araştırmaları Enstitüsü’nün (ISW) yayımladığı bir raporda, İran’ın kaçakçılık hatlarını yeniden canlandırdığı ve DEAŞ’a ülke içinde saldırılar düzenlemesi için destek verdiği belirtildi. Raporda, Suriye’nin geçiş sürecinde yaşadığı istikrarsızlık ortamında vekâlet çatışmalarının tırmanabileceği ve kaçakçılık ağlarının yayılabileceği uyarısında bulunuldu.

Raporlara göre, İran’ın Suriye’ye silah kaçakçılığı geleneksel ve yeni güzergâhların bir bileşimini içeriyor. Kara yolları ve kamyon taşımacılığı, Tahran’ın silah sevkiyatında başlıca yöntem olmaya devam ediyor. Bu kapsamda üç ana koridor öne çıkıyor: İlki Bağdat’tan er-Ramadi, Elbukemal, Deyrizor ve Tedmür üzerinden Şam’a uzanan hat; ikincisi Tahran’dan Basra ve Bağdat üzerinden et-Tanf’a, oradan da Şam’a giden güzergâh; daha az kullanılan üçüncü yol ise İran’dan Musul ve Haseke üzerinden Lazkiye’ye uzanıyor. Bu hatların, silahların daha sonra Lübnan’daki Hizbullah’a aktarılmasını kolaylaştırdığı ifade edildi. Raporda ayrıca İran’ın, SDG’nin kontrolünde bulunan Suriye’nin kuzeydoğusuna özel önem atfettiği vurgulandı.

dfrgt
Suriye'nin doğusundaki Elbukamal'da, ülke dışına kaçırılmak üzere hazırlanan SAM-7 füzeleri ele geçirildi. (SANA)

Raporlarda, sevkiyatların el yapımı patlayıcılar, havan mermileri, tanksavar mayınları, plastik patlayıcılar, uçaksavar füzeleri, hava savunma sistemleri, el bombası fırlatıcıları ve insansız hava araçlarını (İHA) kapsadığı belirtildi. Ayrıca Irak-Suriye sınırı yakınındaki Elbukemal bölgesinde, İran Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) tarafından 2018’den bu yana inşa edildiği tahmin edilen ve silahların Suriye üzerinden Lübnan’daki Hizbullah’a aktarılmasında kullanılan bir yer altı tünel ağının bulunduğuna dair bilgiler sızdı.

Raporlar, yeni Suriye hükümetinin ülkenin tüm topraklarında denetimi sağlayacak açık ve yeterli kapasitelere sahip olmadığını, sınırları kontrol altına alabilmesi ve toprakları üzerinden yapılan kaçakçılığı engelleyebilmesi için uzun yıllara ihtiyaç duyacağını ortaya koydu.

Engelleme girişimleri

Suriye makamları, İran kaynaklı kaçakçılık girişimlerine karşı koymak için yoğun çaba harcıyor. CENTCOM, içinde bulunduğumuz aralık ayında Şam’daki yönetimi, Hizbullah’a gönderilmek üzere olan sevkiyatları engellemesi nedeniyle övdü.

Ortadoğu uzmanı Ata Muhammed Tebriz ise İran’ın faaliyetlerine ilişkin doğrulanmış raporlar bulunmadığını, ancak farklı medya kuruluşlarının Tahran’ın Suriye’de kendisine bağlı güçleri yeniden inşa etmeye yönelik çabalarına dair haberler yayımladığını söyledi. Tebriz, İran’ın Ahmed eş-Şera hükümetine karşı olan güçlerle iş birliği yapmaya ve bu çevrelerin sesini yükseltmeye çalıştığını savunarak, İran nüfuzunun Suriye’de yeniden kabul edilmesinin mümkün olmadığını vurguladı.

dfrg
DEAŞ saldırısında hayatını kaybeden Amerikan askerlerinin cenazelerinin ülkelerine geri gönderilmesi töreni (AP)

Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı olan Michael Knights, Beşşar Esed rejiminin çöküşünün teşvik edici bir gelişme olduğunu, ancak bunun İran’ın, Esed rejiminin eski destekçisi olarak, Suriye’yi Lübnan’daki Hizbullah’ı yeniden yapılandırmak için kullanmaktan kolayca vazgeçeceği anlamına gelmediğini söyledi.

Knights, Suriye’ye yönelik yaptırımların kaldırılmasıyla birlikte ülkeye araçlar, mali kaynaklar, insani yardımlar, yeniden imar malzemeleri ve tüketim mallarından oluşan bir akışın yaşanmasının beklendiğini, bunların büyük bölümünün komşu ülkelerden kamyon taşımacılığı yoluyla ulaştırılacağını belirtti. İran’ın bu akışı, Suriye, Irak ve Lübnan’daki uzantılarını silahla beslemek için kolaylıkla kullanabileceğine dikkat çekti.

Knights ayrıca İran’ın, geçmişte El Kaide ve Taliban örneklerinde olduğu gibi, Sünni cihatçı gruplarla taktik düzenlemeler yapma konusunda herhangi bir çekince göstermediği uyarısında bulundu. Bu yaklaşımın, Suriye sahasında DEAŞ ile de benimsenebileceğini ifade etti.