Elysee gazetecisi 3 Fransız cumhurbaşkanının sırlarını yayınladı

Giesbert ‘Beşinci Cumhuriyetin Mahrem Tarihi’nin ikinci cildinde; Mitterrand bir çapkındı, Chirac her şeye karşı açgözlüydü, Giscard d'Estaing çok cimriydi diyor

François Mitterrand (en solda), Jacques Chirac (orta) ve Valéry Giscard d'Estaing, 1986 yılının Aralık ayında Paris'te iken (Getty Images)
François Mitterrand (en solda), Jacques Chirac (orta) ve Valéry Giscard d'Estaing, 1986 yılının Aralık ayında Paris'te iken (Getty Images)
TT

Elysee gazetecisi 3 Fransız cumhurbaşkanının sırlarını yayınladı

François Mitterrand (en solda), Jacques Chirac (orta) ve Valéry Giscard d'Estaing, 1986 yılının Aralık ayında Paris'te iken (Getty Images)
François Mitterrand (en solda), Jacques Chirac (orta) ve Valéry Giscard d'Estaing, 1986 yılının Aralık ayında Paris'te iken (Getty Images)

Fransız gazeteci Franz Olivier Giesbert, onlarca yıldır Paris medyasında sıradan bir figür değil. ABD-Fransa’dan çifte vatandaşlığına sahip olan gazetecinin uzun bir geçmişi var. Sahip olduğu pozisyonlar ve yönettiği medya organları sayesinde olağanüstü bir deneyim yaşıyor. Sol görüşten sağ görüşe geçiş yapan Giesbert, şu anda Le Point dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini yapıyor. Giesbert, bir gazeteci ve Fransa'daki siyasi hayatın dikkatli bir gözlemcisi olmakla yetinmedi, aynı zamanda yapımcılarından biri olmak istedi. Bu nedenle, çok ciddiye alınan başyazıları ve analizlerinde, Özgür Fransa'nın kahramanı General Charles de Gaulle'den siyasi farklılığa rağmen hayranlığını değil, ona duyduğu sevgisini gizlemediği Sosyalist Cumhurbaşkanı François Mitterrand'a kadar Fransız cumhurbaşkanlarının hikayelerini anlatan birçok biyografik kitaptan alıntılara yer verdi. Ancak Giesbert, yalnızca siyaset ve kamusal yaşamda kalmayıp Beşinci Cumhuriyet'in başlangıcından bu yana Fransa'yı Başkan de Gaulle'ün sonra art arda yöneten cumhurbaşkanlarının özelliklerini araştırmak istedi.
‘Beşinci Cumhuriyetin Mahrem Tarihi’ isimli kitabının (Histoire intime de la Ve République) ikinci cildinde, birinci ciltte olduğu gibi genelle özeli harmanlayıp tamamı hayatını kaybetmiş olan üç Fransız Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d'Estaing, François Mitterrand ve Jacques Chirac’ın sırlarını ortaya çıkarıyor.


Eski Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d'Estaing (Arşiv-AFP)

Giesbert, söz konusu üç kişiden, özellikle de Mitterrand’a karşı duyduğu derin sevgiyi dile getirmekten çekinmiyor. Kitabında, “Mitterrand hayatımda en çok sevgi duyduğum insanlardan biriydi. 1980'lerde onun en sert eleştirmeniyken bile benim için ikinci bir baba gibiydi. Bir politikacının ötesinde gördüğüm adamı her zaman seveceğim. Onu bize hayatı, sevgiyi ve yaşamayı öğreten bir öğretmenini sevdiğimiz gibi sevdim” ifadelerine yer verdi.
Le Figaro gazetesi, Giesbert'in kitabının dağıtımından önce, 1970’li yıllardan bu yana Fransa'daki siyasi yaşam gözlemcisinin kulaklarına ulaşmayan sırlar içermeyen alıntılar yayınladı. Ama Giesbert, olayları içeriden biliyor çünkü o, bunları yaşadı, deneyimledi ve hakkında yazdığı insanları tanıdı. Dostlarıydı. Onlarla konuştu, tartıştı, onlarla çelişti ve onları eleştirdi. Özellikle de son iki Cumhurbaşkanı’nın Mitterrand ve Chirac'ın sadık bir dostuydu.
Giesbert, Mitterrad’ın tam bir çapkın olduğunu, Chirac’ın da her şeye karşı açgözlü olduğunu düşünüyor. Giscard d'Estaing'e gelince, onda aşırı zeki bir aristokrat adam görüyor. General De Gaulle'ün, oğlu Amidral Philip'e hitaben yazdığı bir mektuptan bahseden Giesbert, bu mektupta, “Giscard herkesin çok önünde. Ancak dezavantajı, bunu göstermesidir. Gerçek şu ki, bu kadar önemli olduğumuzda, insanları her zaman onların da akıllı olduklarına inandırmalıyız” ifadelerinin yer aldığını ifade etti. Zekâ, Giscard'ın kusuru değil. Zekası sayesinde meclise, bakanlığa ve cumhurbaşkanlığına ulaşan en genç siyasetçi oldu. (Mevcut Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hariç). Ama onun kusuru, çok cimri olmasıydı. Giesbert, bu konuda, “Giscard, Elysee Sarayı'nın yönetimi de dahil olmak üzere en yüksek mevkilerdeyken bile oldukça cimriydi. Bu, yardımcıları arasında alay konusu olmuştu. Avlanma tutkusu dışında elini cebine nadiren atardı. O zaman tüm hesaplar ortadan kalkardı” dedi.
Giesbert, Fransız gazeteci Jean Coe'nun Some Memories, (Bazı Anılar) kitabından aktardığı bir pasajda, “Giscard mükemmeldi, onun kadar temiz bir adamla hiç tanışmadım. Her konuda. Elleri, tırnakları, gömlekleri, kafası, kulakları, çenesi: her şeyiyle mükemmeldi” ifadelerine yer verdi. Giscard aristokrat bir aileden geldiği için bu sürpriz değil. En iyi Fransız kolejlerine ve üniversitelerine gitti. Ailesinden bir isim, bir saray ve bir seçmen kitlesi miras aldı. Her konuda güncel ve gelişmişti. 1970’li yıllardan bu yana kadınlar için kürtaj hakkının kabul edilmesi de dahil olmak üzere her şeyde güncellendi ve geliştirildi. Öte yandan bu konu, ABD toplumu içinde taraftarlar ve muhalifler arasında dikey bir bölünmeye neden oluyor. Ancak Elysee Sarayı'nda yedi yıllık yeni bir dönem isteyen Giscard, bu konuda başarısızlığa uğradı. Başarısızlığının nedenleri sadece ekonomik gerçeklik, yüksek işsizlik rakamları ve sosyal politikası değil, aynı zamanda ilk Fransız eşi Anemon'un Orta Afrika İmparatoru Jean Badil Bokassa'dan aldığı elmaslarla ilgili skandaldı. Bokassa, Giscard’ın hem arkadaşı hem de sık sık ağırladığı misafiriydi. Ormanlarda birlikte fil avlarlardı.
Mitterrand, Elysee Sarayı'ndayken, kamuoyunun görmemesi ve duymaması için aldığı önlem ve prosedürlerle, olaylar açığa çıkana kadar uzun yıllar hayatının gizemli kısmını gizledi.
Sosyalist Cumhurbaşkanı gerçek bir çapkındı. Onu diğerlerinden ayıran, sadece onları cezbetme yeteneği değil, aynı zamanda Fransa'da özgürlükleri ve ülkede Irak Kürtleri de dahil olmak üzere ülkede yoksun bırakılan ve işkence görenleri savunmasıyla tanınan Danielle Mitterrand adında yasal bir eşinin olmasıydı.


Eski Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand (Arşiv - AFP)

Danielle ona Pascal, Jean-Christophe ve Gilbert olmak üzere üç oğul verdi. Bunun yanı sıra Mitterrand'ın ikinci bir ‘eşi’ vardı: Anne Bisingou. Mitterand, evinde ya da Elysee Sarayı'nda değil, onunla birlikte devlete ait bir apartman dairesinde yaşıyordu. Daha da önemlisi, Mitterrand ve Anne Bingoon’un Mazarin isminde gayri meşru bir kızları bulunuyordu. Mazarin yıllar önce yetenekli ve saygın bir yazar oldu. Daniel ve Anne Bingon'un yanı sıra Mitterrand'ın çevresinde toplanmış bir grup kadın vardı.
Giesbert, Mitterrand hakkında şöyle diyor: "Bütün bu kadınların Mitterrand'ı bu kırıcı davranışından dolayı bağışlaması ne kadar şaşırtıcı. Onlarla anlaşmazlıktan kaçınmasını, daha sonra onları yardımcıya dönüştürmesini ve başarısını elde etmek için onlara güvenmesini sağlayan sırrı nedir? Etrafı hep kadınlarla çevriliydi. Tedbirli ve sağduyuluydu, yalan söylerdi, hatta kendi yalanlarına bile inanabilirdi. Hiç kimse (tanıdığı) kadın asistanların, bakanların ve gazetecilerin sayısını bilmiyor: tesadüfen, sokakta ya da trende tanıştığı her türden kadın. Yıldızlarla yaşadı. Bir noktada onu Şanzelize'de bir sinemanın önünde yoldan geçenlerin gözleri önünde öpen şarkıcı Dalida ile skandal bir aşk yaşadı. Ancak romantik maceraları onu yasal karısından koparmadı. Daniel yanındayken onu sinirlendiriyordu. Ancak ondan uzaktayken yokluğunu hissediyordu. Cumhurbaşkanlığına ulaştıktan sonra Mitterrand, postalarını kontrol etme bahanesiyle günlük olarak Daniel ile paylaştığı evine gitme hikayesini çıkardı. Aslında Daniel ile geceyi birlikte geçirdikleri Anne Bingon'ın evine gitmeden önce biraz sohbet etmek için gidiyordu.”
Şarku’l Avsat’ın edindiği bilgilere göre yazar, Mitterrand'ın iki kadın için yeterli olmadığı ve ömrünün sonuna kadar hepsini bir arada istediği sonucuna vardı.


Eski Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac (Arşiv - AFP)

Chirac da az obur değildi. Giesbert, Fransızların alay konusu olan “Chirac’ın kadınlarla ilişkisi beş dakikayı geçmezdi” ifadesine dikkat çekiyor. Chirac hakkında, “Chirac'ın her zaman doldurması gereken açık bir ağzı vardı. Dudağının kenarındaki sigarası, yakası açık gömleği ile bir Yunan tanrısı kadar güzeldi. Hiç kimsenin olmadığı kadar zindeydi, insanları severdi, sağdan soldan engelleri aşardı, içmeyi severdi, her zaman aceleci, kötü niyetli bakışları vardı. Kendi bölgesindeki La Courez (orta Fransa) bölgesindeki Gaullistleri, sosyalistleri, merkezcileri ve hatta komünistleri arkasına çekmeyi başardı. Bu seçim bölgesindeki seçmenlerin şöyle dediğini duyardım: ‘Ben fanatik bir komünistim ama Chirac'a oy veriyorum’” ifadelerine yer veriyor.
Giesbert’in kitabı zihinlerdeki imajları yıkıp yerine yenilerini inşa eder. Ayrıntılar, haberler ve analizlerle dolu. Kahramanlarının özel hayatlarının ayrıntılarına dalmak isteyen bir kitap. Yukarıdaki satırlar buzdağının sadece görünen kısmıdır.



Devlet dışı aktörler ve işlevsel rolün sonu

Görsel: Sebastien Thibault
Görsel: Sebastien Thibault
TT

Devlet dışı aktörler ve işlevsel rolün sonu

Görsel: Sebastien Thibault
Görsel: Sebastien Thibault

Makram Rabah

Onlarca ve yüzlerce yıl boyunca siyaset ve uluslararası ilişkiler sahasında çeşitli terimler, kavramlar ve kurumlar icat edildi. Amaç, hedeflenen veya gereken çalışmayı ekonomik, toplumsal ya da siyasi olarak geliştirmekti. Zamanla bu terimlerin ve kavramların rolü ve işlevi değiştirildi, hatta bazıları çarpıtıldı ve dil, biçim ve içerikle üzerine kazındığı ana fikrin tam tersi haline geldi.  

Son on yıllarda devlet dışı aktörlerin (non-state actors) yanı sıra öne çıkan bir terimle sivil toplum kuruluşları (non-governmental organizations) ortaya çıktı ve doğrudan bir eylem iken toplumda etkin ve dönüştürücü bir rol haline geldi. Kabul görmüş sivil toplum kuruluşları (STK), özellikle Arap dünyasındaki toplumlarımızda yoğun bir şekilde varlık gösteriyor. İlkesel bakımdan bu kuruluşlar; resmî devlet kurumlarının iyi yönetimin merkezinde yer alan teknik meseleler üzerinde çalışmak için gerekli tecrübeden ve enerjiden yoksun olduğuna dair bir öneri olarak geliyor.

Devlet dışı aktörlerin ise resmî tanımı ile gerçek rolü arasında ciddi bir farklılık var. Bilimsel tanımına göre bu aktörler, ülkelerin sınırlarını aşan uluslararası yapılardır ve (zenginliği ve siyasi etkisi dolayısıyla) ‘Vestfalya devletinin’ geleneksel rolünü kontrol edebilirler.

Bu aktörlerin belki de en büyük etkisi, içinden geçtiği toplumları büyük zorluklarla karşı karşıya bırakan dar siyasi, dinî ve mezhepçi ideolojileri desteklerken ordu ve şiddet gibi hükümet dışı ya da barışçıl olmayan yollar benimseyen yapılar üzerinde olmuştur. Özel olarak Arap dünyasının ve genel olarak Ortadoğu’nun yaşadığı tecrübe bunun bir örneğidir. Nitekim bölge, 1979’da İran’da Humeyni Devrimi yapıldığından beri on yıllardır sıra dışı bir zorluk yaşıyor. Zira İran, bölgeye ve dünya çapında pek çok ülkeye yayılan ve kendisine bağlı olan bir milisler ağı oluşturdu. Bu milisler, 2003 yılında Irak’ın ABD tarafından işgalinden sonra olduğu gibi diğer ülkelerin egemenliğini gasp edebiliyor. Irak’ın işgaliyle birlikte Tahran’dan Akdeniz’e uzanan ‘Şii Hilali’ adlı şey de ortaya atıldı. İran Devrim Muhafızları önderliğindeki projede, bu eksenin en önemli unsuru olarak görülen etkin ve şiddet yanlısı bir ana odak var: Hizbullah.

Meşruiyet arayışı

Şiddet yanlısı aktörlerin rolü, Soğuk Savaş stratejisinin bir parçası olarak ortaya çıktı. Bu, Sovyetler Birliği’nin devrimi ihraç etme ve küresel kapitalist sisteme karşı ezilmiş hakları destekleme gerekçesiyle benimsediği bir adımdı. O on yıllar boyunca Sovyetler Birliği, ülkelerindeki mevcut rejimlerin meşruiyetine karşı çıkan birçok grubu finanse etti. Bu gruplar ve örgütler, isyan ve militarizm yoluyla ortaya çıktı ve teorik olarak halk demokrasisine geçiş başlığı altında ‘Arap ve Uluslararası Kurtuluş Hareketi’ olarak adlandırılan oluşuma öncülük etti. Bu süreç, çeşitli sebeplerden ötürü başarısız oldu. Ama en önemli sebep, Doğu Bloku’nun dünyadaki birçok baskıcı rejimle ittifak kurmasıydı.

İran’ın şiddet yanlısı aktörler oluşturma modeli, bu aktörlerin modern çağdaki olumsuz anlamının en etkili örneği olmaya devam ediyor

Yukarıda belirtilen örnekte aktörler, Sovyet Marksist düşüncenin yayılmasının ileri temelleri olan komünist ve Marksist partilerin ötesine geçmektedir. Bu, birçok Arap komünist partiyi merkeze, yani Moskova’ya dost diktatör rejimlere ‘vergi ödemeye’ mecbur bıraktı. Bu ‘vergi ödeme’ durumunun en iyi örneği, ‘Arap’ milliyetçisi Mısırlı diktatör Cemal Abdunnasır’ın ve Baas’çı Hafız Esed’in Mısır’da ve Suriye’deki komünistleri bastırmasıdır.

Bu aktörlerin ya da Arap ve Uluslararası Kurtuluş Hareketi’nin odak düşüncesi, mevcut rejimlerin meşruiyetini tanımayı reddederek, kendilerini doğal ve popüler bir ‘alternatif’ olarak sunmaktır. Bu hareketler, 1968 yılında Batı Avrupa’daki öğrenci hareketlerinden başlayarak yeni solun ortaya çıkışıyla aynı zamana denk geldi. Bu öğrenci hareketleri, filozof Karl Marks ve siyasetçi Vladimir Lenin’in ‘sembollerinin’ yerine, Arjantinli devrimci Ernesto Che Guevara, Kongo Başbakanı Patrice Lumumba ve soyut bir kavram olarak otoritenin meşruiyetinden şüpheli genç nesillere hitap eden diğerlerinin görüntülerini benimsedi.

Cemal Abdunnasır’ın 1967 Savaşı’ndaki hezimeti ve Filistin’in geleneksel ordular ve Arap rejimler aracılığıyla kurtarılması seçeneğinin reddedilmesi, Filistin devriminin yükselişinin yolunu açtı. Ardından bu toprakların kurtuluşu için silahlı mücadeleyi bir yol olarak benimseyen Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), aktör haline geldi ve böylece Cemal Abdunnasır’ın Filistin davası üzerindeki hegemonyasını ve tekelini kırdı. FKÖ ve Yaser Arafat, davalarının Araplar tarafından tanınmasını sağladıktan sonra, Filistin halkının haklarının uluslararası düzeyde tanınması için de çabalarını sürdürdü. Yaser Arafat, barışa ve Oslo Anlaşması’na güvenmek gibi zorlu bir tercih yaptı ve tam bir Filistin devletine doğru atılmış ilk adımla FKÖ’nün rolü aktörlükten otorite saflarına taşındı.  

İran versiyonunda aktörler

İran’ın şiddet yanlısı aktörler oluşturma modeli, modern çağda bu aktörlerin olumsuz anlamının en etkili örneği olmaya devam ediyor. Lübnan İç Savaşı’nın (1975-1990) ortalarında meydana çıkan ‘basit’ Şii milislerken İran Devrim Muhafızları ve Veliyy-i Fakih projesinde ‘mızrağın ucu’ olmayı başaran Hizbullah’ın ortaya çıkışı özellikle önemli.

Daha sonra ‘Hizbullah’ adıyla anılacak olan örgütün kuruluş fikri, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesinden sonra Şii ‘direnişçilerden’ oluşan bir heyetin askerî destek talebiyle Tahran’ı ziyaret etmesiyle olgunlaştı. O gün İranlı yetkililer, onlara kuruluş fikrini önerdi. Bununla birlikte İmam Humeyni’nin Fransa’daki sürgün yerinden 1979 yılında dönüşünden ve devrimdeki komünist ortaklarına darbe yapışından önce, 1970’li yıllarda Lübnan’daki Şah karşıtı birkaç İranlı sürgün, İmam Musa Sadr’ın şahsiyeti ve FKÖ’nün etrafında bir siyasi ve askerî aktivist halkası oluşturdu. Bunlara entelektüel ve lojistik bir kucak sağlandı ve bu kucak daha sonra İran’a taşınarak, devlet dışı aktörler aracılığıyla ‘devrimi ihraç etme’ fikrini de beraber getirdi. Bunlar, Tahran’ı ziyaret eden heyetin hazırlanmasına katkı sağladı. Daha sonra İran Devrim Muhafızları’nın ilk dalgası Lübnan’ın Bika ilindeki Baalbek bölgesine ulaştı ve burada o genç Şiileri, Humeyni düşüncesi konusunda aşıladı ve eğitti. Humeyni düşüncesi, Lübnan Şii geleneğinde ‘alışılmışın dışında, sapkın’ bir düşünce olarak görülüyordu.

İlk aşamasında Hizbullah’ın siyasi literatürü, 1943 formülüyle kurulan Lübnan devletinin meşruiyetini tanımayı reddetti

Hizbullah’ın 1985’te bir kuruluş beyanıyla sahneye çıkışından önce Batılı hedeflere yönelik bir dizi intihar saldırısı gerçekleşti ve bunu Lübnan’daki Batılı rehinelerin kaçırılması izledi. Hizbullah’ın bu çıkışı, Maruni Hıristiyan formülüyle mevcut Lübnan rejiminin meşruiyetinin tamamen reddedilmesine odaklanıyor. Hizbullah’a göre bu formül, Batı ve İsrail kibrinin bir ortağıydı. Bu yüzden Hizbullah, ana söyleminde ve sokaklara yazdığı sloganlarında ‘Siyonist düşmanla ittifak kuran siyasi Marunilerin kökünü kazımak ve meşru bir İslam devleti kurmak’ için çalışacağını duyurdu. “Bu topraklar Siyonistlerin değil, Allah’ındır. Hâkimiyet Marunilerin değil, Hizbullah’ındır” sözü de sloganlardan biriydi.

rgtbnyjt6m
Fotoğraf: Sebastien Thibault

İlk aşamasında Hizbullah’ın siyasi literatürü, 1943 formülüyle kurulan Lübnan devletinin meşruiyetini, tanımayı reddetti. Daha sonra da gayri meşru ve adaletsiz bir sistemi yerleştirdiği gerekçesiyle 1990 Lübnan İç Savaşı’nı bitiren Taif Anlaşması’nın meşruiyetini kabul etmedi. O dönemde (merhum Irak Cumhurbaşkanı Saddam Hüseyin’e karşı Birinci Körfez Savaşı’ndaki iş birliğine karşılık kendisine memnuniyet ödülü olarak Lübnan’ın verildiği) Suriye Devlet Başkanı Hafız Esed, Hizbullah’ı ehlileştirdi ve onu meclise katılmaya zorladı. Ancak Hizbullah daha sonra 13 Eylül 1993’te Beyaz Saray’da Filistin Yönetimi ile İsrail arasında ‘barış anlaşması’ imzalandığı sırada havalimanı yolu katliamını gerçekleştirdi. Öncesinde de havalimanı köprüsünde 9 üyesinin ölümüyle sonuçlanan bir protesto gösterisi düzenlemişti. Böylece asıl anlaşmazlığın Tahran ile Şam arasında olduğu ve bu anlaşmazlığın Beyrut’ta ‘dışa vurduğu’ anlaşıldı.

Devlet dışı aktörler ya da ‘işlevsel rol

İran-Suriye anlaşmazlığının Hizbullah üzerindeki etkisi çok büyük oldu. Beyrut Havalimanı köprüsünde dokuz kişinin ölümü de Hizbullah’ın hayatta kalmasında ve iki taraf açısından işlevsel bir role dönüşmesinde bir dönüm noktasıydı. Nitekim Hizbullah, İran Devrim Muhafızları’na bağlı devlet dışı bir aktörken, Tahran ile Şam arasında ortak bir askerî güce dönüştü. Tahran; bu askerî gücü Amerikalılarla müzakereler sırasında harekete geçirmek için eğitir, finanse eder ve askerî eylemleri yönetirken, Şam da Hizbullah’ı Golan ve Taberiye Gölü müzakereleri üzerinde etki sahibi olmak için İsraillilere karşı bir vurucu güç olarak kullanıyordu.

Suriye rejiminin onu Lübnan siyasetinin koridorlarına girmekten kesin bir şekilde alıkoyması sebebiyle Hizbullah, Lübnan’ın güneyindeki askerî operasyona odaklandı. Ardından Lübnan’daki kayırmacı sistemle ilişkilerini düzenledi ve Başbakan Refik Hariri yönetiminde Lübnanlı mezheplerin liderleri ve siyasi ve ekonomik sistem ile bir ilişkiler ağı kurdu. Hizbullah’ın iktidar koltuklarına uzaklığı ona, hırsızlıktan ve yolsuzluktan uzak olduğunu ve tek ve ‘kutsal’ görevinin bu toprakları Lübnan’ın güneyindeki İsrail işgalinden kurtarmak olduğunu iddia etmesi için bir fırsattı.

Geçtiğimiz on yıl boyunca Hizbullah; Suriye’de, Irak’ta ve Yemen’de İran yanlısı milislerin eğitilmesine ve yeteneklerinin geliştirilmesine yönelik bir kampanya yürütmeyi başardı

Hizbullah’ın 14 Şubat 2005’te Hariri’ye düzenlediği suikast, onun işlevsel rolüne ilişkin önceki denklemi bozdu ve ona ilk kez ‘Lübnanlı olma’ imkânı tanıdı. Bu, onun artık Lübnanlı olduğu anlamına gelmiyor. O, daha ziyade Esed rejiminin Lübnan’dan kovulmasının oluşturduğu boşluğu doldurmak için bir rol üstlendi. Hizbullah, 2005 yılında Bakanlar Kurulu’na dahil olunca ‘Lübnan’ın meşruiyetini reddeden’ rolü prensipte ortadan kalktı ve rejimin bir parçası haline geldi. Meclisteki temsilcilerin yanı sıra artık, siyasi kota masalarında oturan ve ana Hıristiyan müttefikleri Mişel Avn ile damadı Cibran Basil’in yaptığı anlaşmalardan yararlanan bakanları ve bürokratları da vardı.

Refik Hariri suikastı, 2006 yazında İsrail’e karşı cephenin açılışı, 7 Mayıs 2008’deki darbe operasyonu ve sonrasında Hizbullah’ın Suriye’de Beşşar Esed’in yanında savaşması, Hizbullah için ‘ezilenler safından’ ‘ezenler safına’ bariz bir geçişi temsil ediyordu. Sonra daha önceki olaylar ve İran’ın finansmanı, eğitimi ve bakımı sayesinde şiddet yanlısı aktörlerden biri olmaktan çıkıp, Eksenin stratejik danışmanına dönüştü. Savaşçıları da küresel danışmanlık şirketlerinin çalışanları gibi oldu; bir laptop, pratik ve teorik tecrübeler ve bir PowerPoint sunumu ile donanmış olarak ‘cihat yurduna’ gidiyorlar ve bu İran eksenine mensup etkili odakların savaş yeteneklerini geliştiriyorlardı.

Geçtiğimiz on yıl boyunca Hizbullah; Suriye’de, Irak’ta ve Yemen’deki İran yanlısı milislerin ve Hamas ve İslami Cihad gibi en önemli Filistinli grupların eğitilmesine ve yeteneklerinin geliştirilmesine yönelik bir kampanya yürütmeyi başardı. İran inkâr etse de Aksa Tufanı operasyonu ve Hamas’ın bariz askerî gelişimi, Hizbullah’ın denetimi, planlaması ve eğitimi ile İran’ın gözetiminin bir özetidir.

Aslında Hizbullah ile onun Ortadoğu’ya yayılmış İran yanlısı gruplar arasındaki kardeşleri, devlet dışı aktörler sıfatını almaya layık değiller; sonuçta örgütsel ve dinî açıdan İran Devrim Muhafızları’nın ve Veliyy-i Fakih’in otoritesine tâbiler. Mensupları, İranlı olmasa da projeleri İran rejiminin iradesiyle tam olarak örtüşüyor.

Üstelik ‘devlet dışı’ olarak etiketlenen tüm bu gruplar, bulundukları ülkelerin kontrolünü tamamen ele geçirmiş durumda. Mesela Mişel Avn 2016 yılında cumhurbaşkanı seçilmeden önce Hizbullah, yıpranmış Lübnan devletinin gölgesindeki ‘devletçiğini’ korumak istiyordu. Ancak Lübnan yapısının çöküşü ve Hizbullah’ın 17 Ekim 2019 ayaklanmasını bastırması, onu bir devlet haline getirdi. Aynı durum, İranlı kısmıyla Haşd-i Şabi (Halk Seferberlik Güçleri) için de geçerli. Artık Irak devletini kontrol eden Haşd-i Şabi’nin üyeleri, İran’a bağlılıklarını sürdürme karşılığında maaşlarını Bağdat hükümetinden alıyorlar. Yemen’de Husi Ensarullah hareketi ve Gazze Şeridi’nde Hamas hareketi için de aynı şeyi söyleyebiliriz; bu iki hareket darbe yoluyla iktidara geldi.

Ama bu güçler halen muhalefet saflarındaymış gibi hareket ediyor ve otoritenin sorumluluğunu taşımayı, en önemlisi de hesap verebilir olmayı reddediyor.

Hizbullah ve STK kültürü

Uluslararası toplumun ve İran politikasına ve hegemonyasına karşı çıkan pek çok muhalifin, Hizbullah’ı ve kardeşlerini devlet dışı aktörler olarak sınıflandırmaya devam etmesi, toplumlara karşı işlenen bir suç mesabesindedir. Lübnan örneğinde Hizbullah’ın silahlanmasını kabul etmek ve bunun Lübnan adına savunma ve direniş için meşru bir silah olarak kabul ettirilmesine izin vermek, korkunun ötesine geçiyor ve Arap ülkelerinin enkazı üzerinde gelse de siyasi kazançlar uğruna İran’la bir nevi normalleşme haline geliyor.

Batı, İran’ın milislerinin ‘aktörler’ olarak sınıflandırılmasında olumsuz bir rol oynadı ve onlara dolaylı olarak bir tür dokunulmazlık kazandırdı

Lübnan’da korkuya dayalı normalleşmeden belki de daha kötü olan şey, teorik olarak muhalif güçler arasında yer alan ve STK alanında uzun tecrübelere sahip bazı siyasi aktivistlerin, Hizbullah’a karşı durmaktan kaçınmak için gerekçeler arama ve bu milisleri (kendi analizlerine göre) mevcut siyasi ve ekonomik çöküşün tek nedeni olan mezhepçi yolsuzluk sisteminin dışında tutmaya devam etme yoluna başvurmalarıdır. Bu aktivistlerin bir kısmı, bir şekilde meclise girmeyi başardı. Ancak bu gerçeğe rağmen onlar da Hizbullah gibi bu sistemin bir parçası haline geldiklerini kabul etmek istemiyorlar.

Belki de bu insanların hatası, ‘çocukça’ inançları ya da bazı durumlarda Hizbullah’ın İran’dan bağımsız bir iradeye, belki anavatana dönme arzusuna sahip olduğu ve onu silahsızlandırıp devlete entegre etme düşüncesiyle suç ortaklığı yapmalarıdır. Ancak ironik bir şekilde Hizbullah, bu aktivistlerin çoğuna karşı bir sevgi ya da saygı beslemiyor. Aksine onları, büyükelçiliklerden ve uluslararası kuruluşlardan sağlanan fonlar karşılığında Batılı gündemleri uygulamakla suçluyor.

Aksa Tufanı savaşı ve onun ürettiği çılgın ölüm partisi, birçok anlayışı değiştirecek ve yok edecek. Bu bağlamda başta Hizbullah olmak üzere İran’a bağlı devlet dışı aktörlerin sözde anlatısı da bu aktörlerin Filistin’i kurtarma ve halkına destek olma çabasında açığa çıktı. Hal böyle olunca kendisine kucak açan yapılar ve özellikle de İran rejimi için doğrudan sonuçlar doğurmaksızın, yıkıcı eylemlerini sürdüremedi.

Bu bağlamda Batı, İran milislerinin ‘aktörler’ olarak sınıflandırılmasında olumsuz bir rol oynadı ve onlara dolaylı olarak bir tür hayali halk koruması verdi. Bu da onların iktidara gelmek için şiddet kullanmalarına ve Arap Doğusu ülkelerini cinayet ve yıkım platformlarına dönüştürmelerine imkân sağladı.

Batı’nın hatasına rağmen bu milislerin faturasını ödeyen ülkelerin halkları, her şeyi olduğu gibi adlandıracak ahlaki cesarete sahip olmalı, siyasi projeler sunmalı ve kendilerine ait hükümet sistemlerini korumalı. Böylece her şeyi kendi ismiyle adlandırabilir ve ‘işlevsel rolü’ sonlandırabilirler.  

Her şeyden önce cinayet ve şiddet eylemi, yalnızca şiddet doğurur. Barış ve istikrar ise insan onurunun gerçek teminatıdır.

* Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden tercüme edilmiştir.