ABD tarihinde Müslüman entelektüel bir köle: Ömer bin Said

ABD tarihinde Müslüman entelektüel bir köle: Ömer bin Said
TT

ABD tarihinde Müslüman entelektüel bir köle: Ömer bin Said

ABD tarihinde Müslüman entelektüel bir köle: Ömer bin Said

ABD’de köleler henüz okuma yazma bilmezken, içlerinden Afrikalı bir Müslüman anılarını Arapça kaleme alarak tarihe not düştü.
Köle iken “Morro” ya da “Moreau Amca” diye çağrılıyordu.
Ufak tefek, ağır işlere pek yatkın olmayan 60’lı yaşlarında asil bir adamdı ve neredeyse çeyrek asır boyunca kölelik yaptı. Çok az İngilizce biliyordu.
Asıl adı Ömer bin Said idi. 1807’de kaçırıldığında, Batı Afrika ülkesi Senegal’deki köyünde Müslüman bir âlim olarak yaşıyordu.

Kendi tabiriyle "kötü adamlar ordusu" tarafından alı konularak, 6 hafta boyunca kötü şartlardaki bir gemi seyahati ile ABD’nin Güney Karolina eyaletinin Charleston şehrine getirildi.  
İbn-i Said, köyünden zorla alınarak Yeni Dünyaya getirildiğinde 37 yaşındaydı.  
ABD’de sadece birkaç kölenin okuyup yazabildiği 1830’lu yıllarda, kendisi gibi olan kölelerden hayatta kalan tek kişi olduğu düşünülen bu adam, yaşadığı anılarını 1831 yılında 60lı yaşlarındayken Arapça olarak kaleme almaya başladı.  
Köyündeki pek çok insanın vahşice öldürüldüğünü ve kaçmaya çalışanların ağır şekilde cezalandırıldığı gibi konulara değinen İbn-i Said’in eseri, Amerika'daki Müslüman bir kölenin günlük yaşantısı, hayatı ve toplumdaki yerine dair az bilinen detayları da gün yüzüne çıkarıyor.
Anıların orijinali, İbn-i Said’in anadili olan Arapça dilinde yazılmış. Daha sonra ise İngilizce'ye çevrilmiş.
Belgenin Arapça yazılmış olması, İbn-i Said'in sahibi tarafından değiştirilmemiş olduğu anlamına geliyor ki bu da belgeyi daha kıymetli yapıyor.

“Bilgiyi aradım ve 25 yıl boyunca da aramaya devam ettim”
İbn-iSaid, günümüze kadar kalmayı başaran tek Müslüman-Amerikalı köle otobiyografisi olan eserine, Kur’an-ı Kerim’den, Allah’ın her şeye egemen olduğunu söyleyen 67. sure ile başlıyor.
Arapça harflerle demir pasından mürekkeple kâğıt üzerine yazılmış ve kahverengi bir kâğıt kapağı olan belgede sahiplerinin kendisine “iyi” davrandığını belirten İbn-i Said, Allah tarafından cezalandırılmaya karşı da insanları uyarıyor.
Eserde, “benim adım Ömer bin Said” diye yazan entelektüelin, adını korumuş olmasının kendi içinde bir zafer oluşturduğu ortada.
“Doğum yerim Fut Tur [günümüz Senegal sınırları içinde]. ... Bilgiyi aradım ve 25 yıl boyunca da bilgiyi aramaya devam ettim... [Derken oraya] büyük bir ordu geldi. Pek çok insanı öldürdüler. Beni aldılar ve büyük denizin kıyısına götürdüler. Hristiyan bir adama satıldım ve beni alan adam benimle birlikte yürüdü, büyük denizdeki büyük bir gemiye bindik.”
Eseri geçtiğimiz hafta satın alan ABD Kongre kütüphanesinin Afrika ve Orta Doğu Bölümü şefi Mary-Jane Deeb, bu olayın yaklaşık 1807 yılında gerçekleşmiş olabileceğini söylüyor. Deeb, İbn-i Said’in “felsefe, teoloji, astronomi” alanlarında 25 yıllık bir eğitim aldığını düşündüklerini de belirtti.
İbn-i Said’in eğitimini, “Kur’an’ı gönülden okuma, yazma ve öğrenmenin ötesine geçmiş birinden” beklenecek düzeyde olduğunu ifade eden Deeb, öğrenim dili olan Arapça’nın yanısıra bölgedeki yerel dillerden birini de konuşabildiğini söyledi.  
Kaçırıldıktan sonra, tarihçi Sylviane A. Diouf'a göre, şu anda Senegal’e ait olan Saint-Louis limanına, daha sonra da Güney Karolina’daki Charleston şehrine götürüldü. Muhtemelen, o yıl 385 Afrikalı'yı köle olarak Charleston'a teslim eden Saint-Louis'den yelken açan dört Amerikan köle gemisinden biriydi.
“Charleston adı verilen yere varana dek büyük Deniz’de bir buçuk ay kadar gittik. Ve beni sattılar. Zayıf ufak tefek kötü bir adamdı; Johnson adında imansız, Allah korkusu olmayan bir adam satın aldı” diye anlatıyor İbn-i Said.
Yaşadığı çağda da gazetelere konu oldu
Kaçarak Kuzey Carolina’ya giden İbn-i Said, Fayetville şehrinde yakalandıktan sonra orada hapse atıldı. Daha sonra çiftlik sahibi ve gelecekteki kongre üyesi olacak olan John Owen’a satıldı.  
İbn-i Said’in, hapishane duvarına Arapça yakarmalar yazarken yetkililerin dikkatini çektiği de anlatılmaktadır.
İbn-i Said geriye kalan ömrünü Owen ailesinin Kuzey Karolina eyaletinin Bladen şehrindeki Cape Fear River çiftliklerinde rahat bir şekilde geçirmişti.  
İbn-i Said’in saygınlığı ve çektiği çileler nedeniyle kendi yaşadığı çağda da insanların dikkatini çektiğini söyleyen Deeb, entelektüelin gazetelere konu olduğunu ve hatta “bilim insaları” tarafından ziyaret edildiğini belirtti.
İddiaya göre, İbn-i Said Hristiyanlığı bir derece kabul etmişti ve sahibinin kendisi için edindiği Kutsal Kitap’ın Arapçasını okuduğunu söylemişti.
Sahibi James Owen’dan ve kardeşi John’dan övgüyle söz eden İbn-i Said, “O, iyi bir insan, kendisi ne yerse ve ne giyerse aynısını yemem ve giymem için bana verir” dedi.
İbn-i Said’in bu belgeleri neden ya da kim için yazdığı ise henüz belli değil.  

Deeb, ABD’deki diğer Müslüman Köleler için olabileceğini söylüyor. ABD tarihindeki kölelerin yüzde 10 ile 15’inin Müslüman olduğu biliniyor.
İbn-i Said, “Ömer’den Şeyh Hunter’a” diyerek el yazmasının bir yerinde şöyle yazmıştır:
“Benden hayatımın hikâyesini yazmamı istedin. Büyük ölçüde konuşmayı ve özellikle de Araplarla konuşmayı unuttuğum için hayatımı yazamam”.
Şeyh Hunter’ın kim olduğu tam olarak bilinmemektedir. Bu bir ihtimal rahip Eli Hunter olabilir. Alryyes’e göre, Hunter bir grup siyahî insanı Afrika’ya geri göndermek için çalışan Amerikan Kolonileşme Cemiyeti mensubuydu.  
“Köleliği sürdüğü sırada bir köle tarafından yazılmış otobiyografi”
ABD’ye köle olarak getirilen İbn-i Said’e ait 1831 tarihli nadir el yazması anılar ABD Kongre Kütüphanesi tarafından geçen hafta Derrick Beard isimli Müslüman bir koleksiyoncu’dan satın alınmıştı.
Geçtiğimiz Temmuz ayında 59 yaşında hayatını kaybeden Beard, eseri 20 yıl boyunca ülke çapında sergilemişti.
İnternete koyulan ve böylece tüm kamuoyunun erişimine açılan eser, daha önce Kuzey Carolina eyaletindeki Davidson Üniversitesi'nde muhafaza ediliyordu.
Kütüphaneden Deeb, “(Beard) bunu bizim almamız gerektiğine karar vermişti” dedi.
Deeb, Beard’in, “bunun (İbn-i Said’in eserinin) özel bir koleksiyoncuda kalmayıp tüm Amerikalıların ulaşabileceği bir yerde olması gerektiğine” inandığını söyledi.
Deeb sözlerine şöyle devam etti:
“Çok üzücü… Çok hastaydı… ‘bunu alıyor musunuz? Bunu alacak mısınız’ demişti. Biz satın aldıktan birkaç ay sonra vefat etti. Tek diyebileceğim, mutlu ölmüş olmalı. Çünkü elyazması, istediği gibi, kütüphaneye geldi.
Kur’an’daki tüm bölümler içinden bunu (67.sure) seçmiş. İslam’da her şey Allah’a aittir. Kimse gerçekten bir şeye sahip değildir… Bu ayetin seçilmiş olması son derece önemlidir. Diğer insanların sahip olma hakkına kökten bir eleştiridir bu. Bu, pek çok nedenlerden ötürü çok önemli. Öncelikle… bu köleliği sürdüğü sırada bir köle tarafından yazılmış olan bir otobiyografi. Özgür bir adam değil, köle olarak öldü.”
İbn-i Said, 1864’te 90’lı yaşlarındayken İç Savaş’ın ortasında kölelik henüz kaldırılmamışken ölmüştü.
Afrika’da yıllarca İslamî çalışmalar yapan İbn-i Said’in Arapça kaleme aldığı eserini ABD’de kendi sahibi de dahil, çok az kişi okuyabiliyordu.
Amerika’daki köleler arasında okuma yazmanın tehlikeli addedildiğini ve genellikle yasaklandığını belirten Deeb, İbn-i Said “daha açık yazabilirdi” dedi.  
Deeb, bilindiği kadarıyla bu belgenin, ABD’de esaret altındaki bir köle tarafından yazılan tek Arapça el yazması olduğunu da sözlerine ekledi.
Amerikanın kölecilik tarihine ışık tutacak
Kongre Kütüphanesi'nden yapılan açıklamada belgenin Afrika'nın 18. ve 19. yüzyıllarına ayrıca Amerika'nın kölecilik tarihine önemli ışık tuttuğu ve bu nedenle bu alanlarda yapılacak araştırmalar için paha biçilmez bir kaynak oluşturduğu belirtildi.
28 Mart 1996’da ABD’deki köleler hakkında bir kitap yazmakta olan Diouf,  İbn-i Said koleksiyonunun da içinde olduğu Afrikalı Amerikanlar hakkında basılı ve elyazması eserlerin satışa konduğu ilk özel müzayedeye katılmak üzere New York’taki Swann Galerilerine gitti.
Teklif vermek için gitmiş değildi. “Sadece el yazmalarını görmek istedim” dedi. Orada Beard ile tanıştı.
 “Onu tanımıyordum”, diyen Diouf, Beard’i, “son derece sosyal, daima gülümseyen, çabuk samimiyet kuran bir insan” olarak tanımladı.
Diouf aralarında geçen konuşmayı şöyle anlatıyor:
“Kendisinin Müslüman olduğunu ve koleksiyonu almakla ilgilendiğini söyledi. İlginçti, çünkü tek teklif veren o idi. Başka hiç kimsenin eserle ilgilenmemesi bir tür şok oldu benim için. Çünkü insanların büyüleneceğini düşünmüştüm” dedi.
Diouf, kanser hastası olduğu belirtilen Beard’in, eserlerin ABD tarihinin bir parçası olduğu gerekçesiyle ülkede kalmasını istediğini belirtti.
Koleksiyonun 21.850 dolara satıldığını duyuran Swann galerisi, şu açıklamaya yer vermişti:
 “(Beard) bir Afrika-Amerikalı, bir Müslüman ve Afro-Amerikan sanat ve maddi kültür koleksiyoncusu olarak bu özel parçalar için derin bir sorumluluk hissediyordu. Bunları, onlar üstünden para kazanmak için almış değildi. Bu belge ve hikayeleri paylaşırken son derece hassastı. Eserin, Derrick’le her zaman nerede olduğunu ve ona özen göstereceğini ve paylaşacağını biliyorduk.”

El yazmasının 183 yıllık serüveni
El yazmaları 1836’da, Batı Afrika’dan gelmiş eski bir Müslüman köle olan “Yaşlı Paul” lakaplı Lahman Kebby’ye gönderildi.
Kebby bunları Amerikan Etnoloji Cemiyeti kurucu üyelerinden koleksiyoncu Theodore Dwight’a verdi.   
Dwight, Arapça el yazmaları, bunların tercümeleri, mektupları ve haberlerinin koleksiyonunu topluyordu.
Deeb’in dediğine göre anlatı ve koleksiyon çeşitli kişilerin eline geçti ve 20. yüzyılın büyük bir kısmında gözlerden uzak kaldı.
Gazeteci Jonathan Curiel’e göre koleksiyon, İslamî paralar koleksiyoncusu Howland Wood’un torunları tarafından İskenderiye’deki bir sandıkta bulundu.
Washington Post'dan Independent Türkçe
 



Başka bir dünya için mücadele edenler: Edebiyattan 5 direniş hikayesi

(Chatgpt / Independent Türkçe)
(Chatgpt / Independent Türkçe)
TT

Başka bir dünya için mücadele edenler: Edebiyattan 5 direniş hikayesi

(Chatgpt / Independent Türkçe)
(Chatgpt / Independent Türkçe)

Tarihin dönüm noktalarında baskıya, adaletsizliğe ve umutsuzluğa karşı duranların hikayeleri edebiyatın en güçlü damarlarından birini oluşturuyor.

Direniş, yalnızca sokaklarda atılan sloganlarda ya da meydanlarda toplanan kalabalıklarda değil; bir yazarın karanlık bir dönemde kaleme aldığı cümlelerde, bir karakterin itirazla attığı ilk adımda da hayat bulabiliyor. Baskının, sansürün, yoksulluğun ya da savaşın kıyısında duran insanlar için yazmak, hem bir tanıklık biçimi hem de bir varoluş meselesine dönüşebiliyor. Edebiyat, bu anlamda yalnızca bir anlatı aracı değil, bazen zamanın ruhuna karşı koyabilmenin ya da başka bir dünyanın mümkün olduğunu hayal etmenin yollarından biri olarak anlam kazanıyor.

Minerva’nın Baykuşu bu hafta, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından yurdun dört bir yanına yayılan ve en az 301 kişinin tutuklanmasına yol açan protestolardan ilham alarak tarihteki farklı direniş anlatılarının peşinden gidiyor.

Bu yazıda, dünyanın farklı coğrafyalarından beş yazarın kaleminden çıkan, direnişi konu edinen 5 eseri ele alıyoruz. Her biri, zulme karşı bir duruşun, bireysel ya da toplumsal başkaldırının izlerini taşırken, okuru hem geçmişin acılarına hem de bugünün mücadelelerine ortak ediyor.

İşte dünyaca ünlü yazarların kaleme aldığı 5 direniş anlatısı:

Peter Weiss – Direnmenin Estetiği

1937-1944’teki Nazi karşıtı direnişi ve buna katılan gerçek kişilerin yaşantılarını konu edinen Direnmenin Estetiği, birden fazla türün kesişim noktası niteliğinde. Anti-faşist hareketlerde mücadele edenlerin deneyimlerini tarihsel ve biyografik açıdan ele alan Weiss, kendine özgü üslubuyla bunları “estetikleştirip” kurmaca bir metin oluştururken, ufukta her zaman bir kurtuluş fikrini kerteriz alarak ilerliyor. 

Yer yer gerçeküstücü tekniklere de başvuran yazar, sadece 18'ine kadar yaşadığı Almanya’daki Nazi soykırımlarını değil, tüm Batı kültürünü siyaset ve sanat tarihine göndermelerle okuyarak çok katmanlı bir çalışma yapıyor. 1971-1981’de yazılan ve 10 yıllık bir emeğin ürünü olan üç ciltlik Direnmenin Estetiği, işçi sınıfından öğrencilerin müze ve galerilerde buluşup ettiği sohbetler üzerinden açılarak siyaset ve sanattaki direniş hareketlerini merkezine alıyor. 

sadfrgt
Weiss'ın Direnmenin Estetiği'nden önce 1963'te yayımlanan Marat/Sade oyunu da gözden kaçırılmaması gereken, dikkate değer bir başka çalışma (@literaire20/X)

Berlin’deki Bergama Müzesi’nde başlayan hikayede anlatıcılar, Olimpos tanrılarıyla devler (Gigantlar) arasındaki savaşı ve Bergama’nın kuruluş mitini anlatan Zeus Sunağı önünde sohbet ederler. Sunakta, Grek mitolojisinin ünlü kahramanı Herakles’in olmadığına dikkat çeken arkadaşların gözü, “sebatkar uğraşları ve cesaretiyle canavarları bertaraf edebilecek fani kurtarıcıyı” arar fakat bu figürü “kafalarında yaratmak durumunda kalırlar”. İlerleyen bölümlerde de ortaya çıkacak tarihsel gerçek, okura en baştan sezdirilir: Doğaüstü bir kurtarıcı gelmeyecek, kazanmak isteyen elini taşın altına koyup direnmek zorunda. 

Tapınakların, sarayların, sunakların, tiyatroların ünlü mimarlarının isimleri kuşaktan kuşağa aktarılırken, “mermeri kıran ve koca blokları öküzlerin çektiği arabalara sürükleyen angarya işçilerinin” adlarının unutulup gitmesi de direnişin içsel zorunluluğunu ortaya koyuyor: 

Herakles yeterince silahı ve zırhı olanlara değil, onlara, ezilenlere yardım etmeliydi.

Almancadan çevirenler: Çağlar Tanyeri, Turgay Kurultay, 847 s., 2023, İletişim Yayınları

George Orwell – Selam Olsun Katalonya’ya

1984 ve Hayvan Çiftliği’yle dünya çapında ünlenmeden önce George Orwell, 1936’da 33 yaşındayken tası tarağı toplayıp İspanya’daki iç savaşa katılmaya gider. Pasaport alabilmek için Birleşik Krallık’ta dönemin Bağımsız İşçi Partisi’yle (ILP) iletişime geçer, parti de onu savaş muhabiri olarak ülkeye sokar. Ancak Barselona’ya vardığında ILP’nin Katalonya temsilcisi William McNeil’la iletişime geçer ve ülkeye “asıl gelme sebebinin faşizme karşı savaşmak” olduğunu söyler. 

General Francisco Franco liderliğindeki Milliyetçiler’e karşı verilen mücadele, anti-Stalinist çizgideki Marksist Birleşim İşçi Partisi’nın (POUM) safına katıldıktan sonra cephede yaşadıklarını kaleme aldığı Katalonya’ya Selam, ilk başta ticari açıdan başarısız kalsa da özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde üzerine çokça yazılıp çizilen bir eser oldu. 

csdfgthy
Orwell, distopya türünde ünlü eserlerini vermeden önce İspanya iç savaşında yer almıştı (BBC)

Orwell’ın gerçekçi anlatımına övgüler gelirken, yaşananları taraflı ele aldığına dair de eleştiriler gecikmedi. Kitabının sonlarına doğru da Orwell, böyle bir mücadeleyi tarafsız yazmanın imkansızlığından bahsederek okuru uyarır. Ayrıca katıldığı anti-faşist mücadelede kendisini rahatsız eden yönleri de yazmaktan geri durmaz.

“1930’dan beri Faşistler bütün zaferleri kazanmışlardı, şimdiyse tepelenmelerinin zamanıydı” diyen Orwell, çatışmalarda keskin nişancı tarafından boynundan vurulur ve savaş bitmeden ülkeden ayrılır. Cephede yaşadıkları, faşizm ve totalitarizm karşıtı görüşlerinin pekişmesini sağladığı gibi sonradan kaleme alacağı eserleri de temelden etkiler. 

İngilizceden çeviren: Celal Üster, 272 s., 2021, Can Yayınları

J. M. Coetzee – Demir Çağı

Güney Afrika doğumlu J. M. Coetzee, Demir Çağı’nda kanser hastası beyaz bir akademisyenin gözünden, siyahlara karşı uygulanan apartheid rejiminin korkunçluğunu anlatıyor. 

Doktorlardan yaşama şansı kalmadığını öğrenen klasik edebiyat profesörü, Güney Amerika’dan ABD’ye taşınan kızına göndermek üzere kaleme aldığı mektupta, korunaklı yaşamında ülkesinin içinde bulunduğu karanlık gerçeği nasıl ıskaladığını itiraf eder. 

acdfgtrhy
Coetzee, Demir Çağı'nda kendi has sade üslubuyla apartheidın korkunçluğunu kaleme alıyor (AFP)

Nobel Ödüllü usta yazar, profesörün gözünden siyahların apartheid rejimine direnişini, onların “demirden” iradelerini gösterirken, ülkedeki varlıklı beyazların ikiyüzlü siyasi tutumlarını da açığa çıkarıyor. Coetzee, hayatının sonlarına yaklaşan profesörün hem kendinden hem de ülkesinden duyduğu utancı, kendine has sade cümleleriyle özetler: 

Zaman kahramanlık gerektiriyor; iyi olmak yeterli değil.

Demir Çağı’nda 1980’ler Güney Afrika’sındaki siyasi çalkantıların panoraması, hem özgürlük ve dayanışma vurgusuyla hem de yaşlanma ve ölüm üzerine derinlikli bir sorgulamayla örülüyor. 

İngilizceden çeviren: İlknur Özdemir, 200 s., 2024, Sia Yayınları

Albert Camus – Asturya’da İsyan

20. yüzyıl edebiyatının devlerinden Albert Camus, 22 yaşındayken Cezayir Emek Tiyatrosu’ndaki üç arkadaşıyla birlikte kaleme aldığı Asturya’da İsyan’da, İspanya’nın Asturya bölgesindeki madencilerin 1934’te başlattığı grevin silahlı direnişe evrilişini anlatıyor. 

Oyun boyunca işçilerin eylem planlarını ve devrim düşüncelerini paylaştığı diyaloglar, hükümetin radyodan geçtiği anonslarla sık sık bölünüyor. Metinde büyük puntolarla akışı bölen radyo bültenlerinde, eylemcilerin kiliseleri bombalamasını ve İspanyol Merkez Bankası’na saldırılarını takip ettiğimiz gibi, direniş hareketinin ordu tarafından nasıl kanlı şekilde bastırıldığını da görüyoruz. 

zxcdvfgthy
Asturya'da İsyan, Camus'nün gençlik dönemi eserlerinden (AFP)

Camus ve arkadaşları, Asturya’da İsyan’ı 1935’te kaleme almıştı. Aynı dönemde Nazilerden kaçarak ABD’ye giden Theodor Adorno da 1930’larda kilise ve radyoda vaaz veren faşist demagog Martin Luther Thomas’a yönelik sıradışı bir çözümleme yazar. Demokratik ve çoksesli bir kamusal yapı vaadine rağmen radyonun aslında dinleyiciye hiçbir söz hakkı vermediğine, onu etkisizleştirip uysallaştırdığına dikkat çeker. Aydınlanmanın Diyalektiği’nde de Hitler’in Almanya’nın her yerinde radyolardan yayımlanan konuşmalarına gönderme yaparak, “psikoteknoloji” diye nitelediği radyonun nasıl bir propaganda aracı haline geldiğini analiz eder.

Asturya’da İsyan’a ek olarak Camus’nün direniş mefhumunu hem tarihsel hem de felsefi perspektiflerden incelediği Başkaldıran İnsan da konuyla ilgili kesinlikle okunması gereken eserler arasında. 

Fransızcadan çeviren: Ayberk Erkay, 72 s., 2024, Can Yayınları

Yu Hua – Yaşamak 

Direniş kendini her zaman kitlelerin ayaklanmasıyla veya geniş çaplı protestolarla göstermez. Tarihteki birçok önemli dönemeçte karşılaştığımız insan hikayelerinde, bazen ertesi güne çıkabilme mücadelesinin kendisi bir direnişe dönüşür. 

Çocukluğu, izleri tüm yapıtlarında görülebilecek Kültür Devrimi yıllarında geçen Yu Hua’nın Yaşamak romanı, tam da böyle bir mücadeleyi konu ediniyor. Çin’de iç savaştan başlayarak Büyük İleri Atılım ve Kültür Devrimi gibi siyasi ve toplumsal hareketlerin yarattığı köklü dönüşüm, Şu ailesinin yaşadıkları üzerinden anlatılıyor. 

xscdfgthy
Yu Hua'nın eserinden beyazperdeye uyarlanan Yaşamak da romanla aynı kaderi paylaşarak Çin'de yasaklandı (Jaguar Kitap) 

Bu zorlu yıllarda aile üyelerinin her birinin ölümünü gören ve en sonunda yaşlı öküzüyle yapayalnız kalan Fugui’nin yaşam mücadelesi, bireyin güçlüklere göğüs germe iradesini gösterirken, sözkonusu dönemde Çin toplumunun sosyal hayatına da ayna tutuyor. Tüm ülkenin baştan inşa edildiği bu önemli dönemlerin insanlar üzerindeki etkisiyle tarihi ve siyasi çıktıları arasındaki zengin paralellikler, Yaşamak’ı hem bir direniş hikayesine hem de bir edebiyat sosyolojisi eserine dönüştürüyor. 

Yayımlandığında Çin'de yasaklanan roman, Zhang Yimou tarafından 1994'de sinemaya uyarlandı. Yapıtla adı taşıyan eser, Cannes Film Festivali'nde Jüri Büyük Ödülü'nü kazanırken, başrol oyuncusu Ge You'ya da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü alan ilk Asyalı aktör olma unvanını getirdi.

Çinceden çeviren: Bahar Kılıç, 210 s., 2019, Jaguar Kitap

Camus, direnen insanın “Hayır” diyerek işe koyulduğunu yazmıştı. Buna başka bir hayata, daha iyi ve adil bir yaşama “Evet” demek de eşlik ediyor. Sabrın tükendiği yerde patlak veren direniş hareketleri, bugünlerde de gördüğümüz gibi haksızlığa uğramış milyonların güçlü itirazına ve radikal değişim talebine dönüşüyor: 

Köle daha önce bir uzlaşma içinde yaşarken, birdenbire ya hep ya hiç’in içine atılır. Bilinç başkaldırmayla doğar.

Independent Türkçe