Tarihin dönüm noktalarında baskıya, adaletsizliğe ve umutsuzluğa karşı duranların hikayeleri edebiyatın en güçlü damarlarından birini oluşturuyor.
Direniş, yalnızca sokaklarda atılan sloganlarda ya da meydanlarda toplanan kalabalıklarda değil; bir yazarın karanlık bir dönemde kaleme aldığı cümlelerde, bir karakterin itirazla attığı ilk adımda da hayat bulabiliyor. Baskının, sansürün, yoksulluğun ya da savaşın kıyısında duran insanlar için yazmak, hem bir tanıklık biçimi hem de bir varoluş meselesine dönüşebiliyor. Edebiyat, bu anlamda yalnızca bir anlatı aracı değil, bazen zamanın ruhuna karşı koyabilmenin ya da başka bir dünyanın mümkün olduğunu hayal etmenin yollarından biri olarak anlam kazanıyor.
Minerva’nın Baykuşu bu hafta, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından yurdun dört bir yanına yayılan ve en az 301 kişinin tutuklanmasına yol açan protestolardan ilham alarak tarihteki farklı direniş anlatılarının peşinden gidiyor.
Bu yazıda, dünyanın farklı coğrafyalarından beş yazarın kaleminden çıkan, direnişi konu edinen 5 eseri ele alıyoruz. Her biri, zulme karşı bir duruşun, bireysel ya da toplumsal başkaldırının izlerini taşırken, okuru hem geçmişin acılarına hem de bugünün mücadelelerine ortak ediyor.
İşte dünyaca ünlü yazarların kaleme aldığı 5 direniş anlatısı:
Peter Weiss – Direnmenin Estetiği
1937-1944’teki Nazi karşıtı direnişi ve buna katılan gerçek kişilerin yaşantılarını konu edinen Direnmenin Estetiği, birden fazla türün kesişim noktası niteliğinde. Anti-faşist hareketlerde mücadele edenlerin deneyimlerini tarihsel ve biyografik açıdan ele alan Weiss, kendine özgü üslubuyla bunları “estetikleştirip” kurmaca bir metin oluştururken, ufukta her zaman bir kurtuluş fikrini kerteriz alarak ilerliyor.
Yer yer gerçeküstücü tekniklere de başvuran yazar, sadece 18'ine kadar yaşadığı Almanya’daki Nazi soykırımlarını değil, tüm Batı kültürünü siyaset ve sanat tarihine göndermelerle okuyarak çok katmanlı bir çalışma yapıyor. 1971-1981’de yazılan ve 10 yıllık bir emeğin ürünü olan üç ciltlik Direnmenin Estetiği, işçi sınıfından öğrencilerin müze ve galerilerde buluşup ettiği sohbetler üzerinden açılarak siyaset ve sanattaki direniş hareketlerini merkezine alıyor.
Berlin’deki Bergama Müzesi’nde başlayan hikayede anlatıcılar, Olimpos tanrılarıyla devler (Gigantlar) arasındaki savaşı ve Bergama’nın kuruluş mitini anlatan Zeus Sunağı önünde sohbet ederler. Sunakta, Grek mitolojisinin ünlü kahramanı Herakles’in olmadığına dikkat çeken arkadaşların gözü, “sebatkar uğraşları ve cesaretiyle canavarları bertaraf edebilecek fani kurtarıcıyı” arar fakat bu figürü “kafalarında yaratmak durumunda kalırlar”. İlerleyen bölümlerde de ortaya çıkacak tarihsel gerçek, okura en baştan sezdirilir: Doğaüstü bir kurtarıcı gelmeyecek, kazanmak isteyen elini taşın altına koyup direnmek zorunda.
Tapınakların, sarayların, sunakların, tiyatroların ünlü mimarlarının isimleri kuşaktan kuşağa aktarılırken, “mermeri kıran ve koca blokları öküzlerin çektiği arabalara sürükleyen angarya işçilerinin” adlarının unutulup gitmesi de direnişin içsel zorunluluğunu ortaya koyuyor:
Herakles yeterince silahı ve zırhı olanlara değil, onlara, ezilenlere yardım etmeliydi.
Almancadan çevirenler: Çağlar Tanyeri, Turgay Kurultay, 847 s., 2023, İletişim Yayınları
George Orwell – Selam Olsun Katalonya’ya
1984 ve Hayvan Çiftliği’yle dünya çapında ünlenmeden önce George Orwell, 1936’da 33 yaşındayken tası tarağı toplayıp İspanya’daki iç savaşa katılmaya gider. Pasaport alabilmek için Birleşik Krallık’ta dönemin Bağımsız İşçi Partisi’yle (ILP) iletişime geçer, parti de onu savaş muhabiri olarak ülkeye sokar. Ancak Barselona’ya vardığında ILP’nin Katalonya temsilcisi William McNeil’la iletişime geçer ve ülkeye “asıl gelme sebebinin faşizme karşı savaşmak” olduğunu söyler.
General Francisco Franco liderliğindeki Milliyetçiler’e karşı verilen mücadele, anti-Stalinist çizgideki Marksist Birleşim İşçi Partisi’nın (POUM) safına katıldıktan sonra cephede yaşadıklarını kaleme aldığı Katalonya’ya Selam, ilk başta ticari açıdan başarısız kalsa da özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde üzerine çokça yazılıp çizilen bir eser oldu.
Orwell’ın gerçekçi anlatımına övgüler gelirken, yaşananları taraflı ele aldığına dair de eleştiriler gecikmedi. Kitabının sonlarına doğru da Orwell, böyle bir mücadeleyi tarafsız yazmanın imkansızlığından bahsederek okuru uyarır. Ayrıca katıldığı anti-faşist mücadelede kendisini rahatsız eden yönleri de yazmaktan geri durmaz.
“1930’dan beri Faşistler bütün zaferleri kazanmışlardı, şimdiyse tepelenmelerinin zamanıydı” diyen Orwell, çatışmalarda keskin nişancı tarafından boynundan vurulur ve savaş bitmeden ülkeden ayrılır. Cephede yaşadıkları, faşizm ve totalitarizm karşıtı görüşlerinin pekişmesini sağladığı gibi sonradan kaleme alacağı eserleri de temelden etkiler.
İngilizceden çeviren: Celal Üster, 272 s., 2021, Can Yayınları
J. M. Coetzee – Demir Çağı
Güney Afrika doğumlu J. M. Coetzee, Demir Çağı’nda kanser hastası beyaz bir akademisyenin gözünden, siyahlara karşı uygulanan apartheid rejiminin korkunçluğunu anlatıyor.
Doktorlardan yaşama şansı kalmadığını öğrenen klasik edebiyat profesörü, Güney Amerika’dan ABD’ye taşınan kızına göndermek üzere kaleme aldığı mektupta, korunaklı yaşamında ülkesinin içinde bulunduğu karanlık gerçeği nasıl ıskaladığını itiraf eder.
Nobel Ödüllü usta yazar, profesörün gözünden siyahların apartheid rejimine direnişini, onların “demirden” iradelerini gösterirken, ülkedeki varlıklı beyazların ikiyüzlü siyasi tutumlarını da açığa çıkarıyor. Coetzee, hayatının sonlarına yaklaşan profesörün hem kendinden hem de ülkesinden duyduğu utancı, kendine has sade cümleleriyle özetler:
Zaman kahramanlık gerektiriyor; iyi olmak yeterli değil.
Demir Çağı’nda 1980’ler Güney Afrika’sındaki siyasi çalkantıların panoraması, hem özgürlük ve dayanışma vurgusuyla hem de yaşlanma ve ölüm üzerine derinlikli bir sorgulamayla örülüyor.
İngilizceden çeviren: İlknur Özdemir, 200 s., 2024, Sia Yayınları
Albert Camus – Asturya’da İsyan
20. yüzyıl edebiyatının devlerinden Albert Camus, 22 yaşındayken Cezayir Emek Tiyatrosu’ndaki üç arkadaşıyla birlikte kaleme aldığı Asturya’da İsyan’da, İspanya’nın Asturya bölgesindeki madencilerin 1934’te başlattığı grevin silahlı direnişe evrilişini anlatıyor.
Oyun boyunca işçilerin eylem planlarını ve devrim düşüncelerini paylaştığı diyaloglar, hükümetin radyodan geçtiği anonslarla sık sık bölünüyor. Metinde büyük puntolarla akışı bölen radyo bültenlerinde, eylemcilerin kiliseleri bombalamasını ve İspanyol Merkez Bankası’na saldırılarını takip ettiğimiz gibi, direniş hareketinin ordu tarafından nasıl kanlı şekilde bastırıldığını da görüyoruz.
Camus ve arkadaşları, Asturya’da İsyan’ı 1935’te kaleme almıştı. Aynı dönemde Nazilerden kaçarak ABD’ye giden Theodor Adorno da 1930’larda kilise ve radyoda vaaz veren faşist demagog Martin Luther Thomas’a yönelik sıradışı bir çözümleme yazar. Demokratik ve çoksesli bir kamusal yapı vaadine rağmen radyonun aslında dinleyiciye hiçbir söz hakkı vermediğine, onu etkisizleştirip uysallaştırdığına dikkat çeker. Aydınlanmanın Diyalektiği’nde de Hitler’in Almanya’nın her yerinde radyolardan yayımlanan konuşmalarına gönderme yaparak, “psikoteknoloji” diye nitelediği radyonun nasıl bir propaganda aracı haline geldiğini analiz eder.
Asturya’da İsyan’a ek olarak Camus’nün direniş mefhumunu hem tarihsel hem de felsefi perspektiflerden incelediği Başkaldıran İnsan da konuyla ilgili kesinlikle okunması gereken eserler arasında.
Fransızcadan çeviren: Ayberk Erkay, 72 s., 2024, Can Yayınları
Yu Hua – Yaşamak
Direniş kendini her zaman kitlelerin ayaklanmasıyla veya geniş çaplı protestolarla göstermez. Tarihteki birçok önemli dönemeçte karşılaştığımız insan hikayelerinde, bazen ertesi güne çıkabilme mücadelesinin kendisi bir direnişe dönüşür.
Çocukluğu, izleri tüm yapıtlarında görülebilecek Kültür Devrimi yıllarında geçen Yu Hua’nın Yaşamak romanı, tam da böyle bir mücadeleyi konu ediniyor. Çin’de iç savaştan başlayarak Büyük İleri Atılım ve Kültür Devrimi gibi siyasi ve toplumsal hareketlerin yarattığı köklü dönüşüm, Şu ailesinin yaşadıkları üzerinden anlatılıyor.
Bu zorlu yıllarda aile üyelerinin her birinin ölümünü gören ve en sonunda yaşlı öküzüyle yapayalnız kalan Fugui’nin yaşam mücadelesi, bireyin güçlüklere göğüs germe iradesini gösterirken, sözkonusu dönemde Çin toplumunun sosyal hayatına da ayna tutuyor. Tüm ülkenin baştan inşa edildiği bu önemli dönemlerin insanlar üzerindeki etkisiyle tarihi ve siyasi çıktıları arasındaki zengin paralellikler, Yaşamak’ı hem bir direniş hikayesine hem de bir edebiyat sosyolojisi eserine dönüştürüyor.
Yayımlandığında Çin'de yasaklanan roman, Zhang Yimou tarafından 1994'de sinemaya uyarlandı. Yapıtla adı taşıyan eser, Cannes Film Festivali'nde Jüri Büyük Ödülü'nü kazanırken, başrol oyuncusu Ge You'ya da En İyi Erkek Oyuncu Ödülü'nü alan ilk Asyalı aktör olma unvanını getirdi.
Çinceden çeviren: Bahar Kılıç, 210 s., 2019, Jaguar Kitap
Camus, direnen insanın “Hayır” diyerek işe koyulduğunu yazmıştı. Buna başka bir hayata, daha iyi ve adil bir yaşama “Evet” demek de eşlik ediyor. Sabrın tükendiği yerde patlak veren direniş hareketleri, bugünlerde de gördüğümüz gibi haksızlığa uğramış milyonların güçlü itirazına ve radikal değişim talebine dönüşüyor:
Köle daha önce bir uzlaşma içinde yaşarken, birdenbire ya hep ya hiç’in içine atılır. Bilinç başkaldırmayla doğar.
Independent Türkçe