Bender, Kral Abdullah ile Bush arasında gerçekleşen görüşmenin ayrıntılarını anlattı

Bender, Kral Abdullah ile Bush arasında gerçekleşen görüşmenin ayrıntılarını anlattı
TT

Bender, Kral Abdullah ile Bush arasında gerçekleşen görüşmenin ayrıntılarını anlattı

Bender, Kral Abdullah ile Bush arasında gerçekleşen görüşmenin ayrıntılarını anlattı

Independent Arabia’nın Suudi Arabistan eski İstihbarat Başkanı, Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri ve Washington Büyükelçisi ünlü Suudi siyasetçi Prens Bender bin Sultan ile gerçekleştirdiği özel röportajın dördüncü bölümünde Bender, Kral Abdullah’ın ABD eski Başkanı George Bush ile Texas Crawford'daki çiftlikte aralarında geçen konuşmaları anlattı.
Prens Bender bin Sultan, kendisi ile gerçekleştirilen özel röportajın üçüncü bölümünde Esed’in planladığı reformları gerçekleştirmesi için paraya ihtiyacı olduğunu söylemesinin ardından Suudi Kralı Abdullah bin Abdulaziz tarafından kendisine 200 milyon dolar gönderildiğini söylemiş, ayrıca Suriye devrimi başlangıcında Kral Abdullah’ın Esed’e gönderdiği özel elçiler ile ilgili ayrıntıları ortaya koymuştu.
Prens Bender bin Sultan, bu bölümde, Kral Abdullah bin Abdulaziz ile ABD eski Başkanı George Bush arasındaki anlaşmazlığın ayrıntılarını dile getirerek, Filistin meselesi hakkında konuşmaya devam ediyor. Ayrıca Prens, Katar, Katar eski Emiri Şeyh Hamad bin Halife, Katar eski Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Hamad bin Casim ve Kuveyt'in kurtarılması savaşından önce ve sonra onları bir araya getiren konular hakkında açıklamalarda bulundu. Ayrıca Suriye ve Irak'ta terör örgütü DEAŞ’ın kurulması ile ilgili kendisine yöneltilen suçlamalara ve 2010'dan bu yana Suriye'deki radikal gruplara yardımlarda bulunduğuna dair söylentilere değindi.
Bush'un çiftliği ve Filistinli yaşlı kadın meselesi
Kral Abdullah, henüz Veliaht Prens olduğu 2002 yılında ABD eski Başkanı George Bush’u ziyaret etti. Fakat bu defa Bush’un Texas Crawford'daki çiftliğinde bir araya geldiler. Prens Abdullah, Bush'u daha önce Beyaz Saray'da ziyaret etmişti. Bush, Suudi Arabistan'ı ziyaret ettiğinde, Kral Abdullah onu Cenadriye’deki çiftliğine götürdü. Bunun ardından gerçekleşen ikinci toplantının mekanı olarak ise Bush’un Texas Crawford'daki çiftliği tercih edildi.
Prens Bender bin Sultan Kral Abdullah ile Bush arasında gerçekleşen ikinci görüşmenin ayrıntılarını şöyle anlatıyor:
“Kral’a çiftliğin bulunduğu Crawford’da havaalanı olmadığını ve oraya arabalarla gideceğimizi söyledim. Kral kabul etti ve öncesinde Baba Bush ile de görüşmek istediğini söyledi. Ben de ona protokol gereği önce devlet başkanıyla sonra diğeriyle görüşebileceğini söyledim. Misafirlerin karşılanması için tahsis edilen oğul Bush’un çiftlikteki evi küçük ve mütevazi bir evdi. Suudi heyeti ile ilgili düzenlemeler hususunda yetkililerle anlaştım. Kral Houston'a ulaştığı sırada kendisine Condoleezza Rice eşlik edecekti. Hatırladığım kadarıyla Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Dışişleri Bakanı Colin Powell ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice da Bush ile birlikteydi. Girdiğimiz sırada George Bush kapıda Kral Abdullah’ı selamladı. Ev, mutfak ve yemek odası olan küçük ve mütevazı bir evdi. Girişte birçok özel güvenlik bölümü bulunuyordu.”


Suudi Kral Abdullah bin Abdulaziz, ABD eski Başkanı George W. Bush ile Texas Crawford'daki çiftlikte (Beyaz Saray arşivleri)

“Kral Abdullah'ın gelmesinden kısa bir süre sonra Bush, antika bir pikap ile çiftlikte birkaç dakika gezinmeyi teklif etti. Kral tercümeyi kimin yapacağını sordu. Bir süre düşündüler ve şakalaştılar. Sonra tercüman olarak beni seçtiler. Pikabın bagajı dışında yer olmadığı için tercümeyi camdan yapacaktım.”

  • “Çiftlikteki öğle yemeğinin ardından Kral Abdullah, İsrail askerinin Filistinli yaşlılara yaptığı saldırı hakkında konuştu. Sonra öfkelendi ve oturmayı reddederek aracın hazırlanması yönünde talimat verdi. Ortamı sakinleştirmeye çalıştık.”

“Ziyaretin ana hedeflerinden biri Filistin sorunu ve Arap-İsrail barış dosyasıydı. Kral Abdullah, bir İsrail askerinin Batı Şeria’dan yaşlı bir kadını yere attıktan sonra ayakları ile kadının ellerine ve omuzlarına basması ile ilgili bir haber görmüştü. Kral videonun ve fotoğrafların bir kopyasını muhafaza etmemizi ve ABD'ye gideceğimiz zaman yanımıza almamızı söyledi. Çiftliğe geçtik ve öğle yemeği için sofraya oturduk. Başkan Bush konuşmaya başladığı sırada Kral Abdullah araya girip şöyle dedi; “Bizim yemeğimiz bir parça et, patates ve sebzedir. Mutfak işleri ile eşim ilgileniyor. Öncelikle yemek yenilmesi ve sonrasında gerektiği kadar oturulup konuşulmasını söyler.” Kralın üstünde bir huzursuzluk vardı. Herkes çiftliğe girdiğinden beri Kralın her an bir şeyler söyleyeceğini ve herhangi bir tartışma başlamadan önce içindeki huzursuzluğu dile getirmek istediğini hissediyordu. Yemeği bitirdik ve Başkan Bush ortak meseleleri görüşmek üzere salona geçmeyi teklif etti. Kral öncelikle kendisi ile yalnız görüşmek istediğini ve benim de tercümanlık yapmam için kendileri ile bulunmamı istedi. Salona geçtik. Kral, “Yemeğe hürmeten konuyu açmak istemedim. Bir sahneye tanık oldum ki, kadınlara ve yaşlılara bir parça saygısı olan birinin bunu kabul etmesi mümkün değil” dedi. Sonra Kral Abdullah, İsrail askerinin Filistinli yaşlılara yönelik saldırıları hakkında konuştu ve bir İsrail askerinin Batı Şeria’dan yaşlı bir kadını yere attıktan sonra ayakları ile kadının ellerine ve omuzlarına bastığını söyledi. Bush, Kral’a bunu nerede gördüklerini sordu. Kral ise kendisine “Siz görmediniz mi?” diye sorunca Bush, televizyon izlemediğini, fakat bu durumu soracağını söyledi. Kral hemen benden videoyu ve İsraillilerin yaptığı çirkin davranışları gösteren fotoğrafları istedi. Bush bunları gördükten sonra, durumun oldukça tuhaf olduğunu söyledi ve fotoğraflara ve videoya dikkatlice baktı. Kral kendisine neyi görmeyi umduğunu sordu. Bush ise cevap olarak, “Kadının elinde bıçak veya tabanca olabilir mi?” diye sordu. Kral bundan rahatsız oldu ve Bush’a dönerek, “İnsan hakları ve insaniyet nerede kaldı? Arap ve Müslüman dünyasının bu adaletsizliği ve aşağılanmayı kabul etmesini nasıl beklersiniz” dedi. Kral Bush’a sorular sormaya devam ederek hissettiklerini dile getirdi ve sonra bana arabaları hazırlamamı söyledi. Bush, Kral’dan kalmasını istedi ama Kral reddetti. Kral’a, başkanın konuşmasını tamamlamak istediğini söyledim. Bana döndü ve “Git arabaları hazırla” dedi. Bush, Kral’ın Filistinli kadın hakkındaki haberden bu kadar etkilendiğini görünce şaşakaldı.”
Evin küçük olmasından dolayı herkesin tartışmayı duyduğunu dile getiren Prens Bender sözlerini şöyle sürdürdü:
“ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ve Suudi Dışişleri Bakanı Prens Suud el-Faysal, odanın dışındaydılar. Onlara içeride tartışmanın başladığını söyledim. Powell, bunun imkansız olduğunu ve görevimizin Kral’ın buradan öfkeyle çıkmamasını sağlamak olduğunu söyledi. Ben de ona “Git ve kendin söyle” dedim. Powell, benden kendisine eşlik etmemi istedi. Araçların hazırlanmasını söyledikten sonra kendisine eşlik ettim. Kral’a dediği gibi yaptığımı ve Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın kendisine bir şeyler söylemek istediğini belirttim. Kral, Powell’a döndü ve “Sen de mi televizyon izlemiyorsun?” diye sordu. Powell, “Kimse bana bir şey söylemedi” dedi. Ona durumu anlattım. Sonra Powell, Kral Abdullah’a, “Bu benim hatam. Riyad’daki ABD Büyükelçiliği beni olaydan haberdar etti ve başkana göndermek için bir rapor hazırladık. Ancak başkan çiftlikte olduğu ve olay da devam etmediği için daha sonra başkana iletiriz dedik” dedi. Kral, “Senin hakkında iyi şeyler duyuyorum ve Kuveyt'in kurtarılması savaşından bu yana seni tanıyorum. Bize yalan mı söylüyorsun yoksa durum anlattığın gibi mi?” diyerek cevap verdi. Powell, “Size yalan söylemeye cesaret edemem” dedi. Kral bana döndü ve “Başkan Bush’a içimdekileri döktüğümü ve öğle yemeği için kendilerine teşekkür ettiğimi söyle. Babası ile görüşmem gerekiyor, bundan dolayı kendisine veda etmeliyim” dedi. Bush Kral’a konuyla kişisel olarak ilgileneceğine dair söz verdi ve sonuçlar ile ilgili olarak benim aracılığımla kendisini bilgilendireceğini söyledi.”
Baba Bush’u ziyaret
“Gergin bir atmosferin ardından George H. W. Bush’u ve eşi Barbara’yı ziyaret etmek için yola çıktık. Baba Bush’un ofisine ulaştığımızda bana, “George’un Prens Abdullah’ı kızdırdığını işittik. Kral’a eşim Barbara'nın oğlunu mazur görmesini talep ettiğini söyle” dedi. Bunun üzerine Kral Abdullah, bunun dostlar arasında yaşanabilecek normal bir durum olduğunu söyledi. Sonra Bush, “Şimdi George'u aramamın sakıncası olur mu?” diye sordu. George ile konuşan Kral Abdullah, annesinin kendisini mazur görmesini istediğini söyledi. Bunun üzerine George, Kral Abdullah’a teşekkür etti. Bu konuşmayı fırsat bilen Kral Abdullah, “Eziyet edilen Filistinli kadın da onlardan birinin annesiydi” dedi.”
Prens Bender bunun ardından, olurda ümmetin ve dinin en kötü düşmanlarına söz gelirse Kral Abdullah ve Suudi Arabistan'ın bu ziyaretle başlayan çabalarının bir terörist grup tarafından nasıl yok edildiğini anlatacağını söyledi.


ABD Başkanı George W. Bush, Körfez Savaşı’nın başladığını bildirdiği sırada (History sitesi)

Katar... Baba ve oğul ile arasındaki ilişkiler
Prens Bender’in Katar ile olan ilişkileri 1960’lara kadar uzanıyor. Gelgitlerle ve yaşanan birtakım hadiselerle çalkalanan ilişkiler Prens Bender’in 2012 yılında halihazırda Katar Emiri olan Şeyh Temim bin Hamad ile görüşmesine dek devam etti.
Prens bin Bender o günleri şöyle anlatıyor:
“Baba Emir olarak da bilinen Katar'ın eski emiri Hamad bin Halife ve Bahreyn Kralı Hamed bin İsa Al Halife, ben ve kardeşlerim Prens Halid bin Sultan ve Fahd bin Sultan, İngiltere'de birlikteydik. Sinemaya ve eğlence parklarına birlikte giderdik. 1965 yıllarıydı. Yaşlarımız genelde 15 ila 16 arasında değişiyordu. Çünkü bir yıl sonra Havacılık Akademisi’ne girdim ve o sıra 16 yaşındaydım. Riyad'daki askeri hastaneye gittim ve tüm koşulların sağlanabilmesi için yaşımı bir yıl büyüttüm.”


Prens Bender bin Sultan’ın gençliği

Prens Bender sözlerine şöyle devam etti:
“Şeyh Hamad bin Halife İngiltere'de bile Batılı kıyafetler giymezdi. Katar halkının giyindiği gibi giyinirdi. O ve Prens Halid bin Sultan, Sandhurst Akademisi’ne girmek için hazırlanıyordu. Ben ise Havacılık Akademisi’ne girmek için hazırlanıyordum. Her birimiz kendi yolumuzdan gittik ve mezun olduk. Londra'da İngilizce öğrenmeye başlayan Şeyh Hamad bin Halife ile olan dostluğumuz o yıllarda başladı ve oldukça güzeldi. 1960'larda Hava Akademisi’nde bir subay iken Katar'a gittim ve beni Hamad bin Halife karşıladı. Otelde kaldım. Akşam, amcası Ali el-Atıyye bizi davet etti. Kendisi bir subaydı. Kuveyt'ten ya da Bahreyn'den mezun olmuştu. Hamad bin Halife Savunma Bakanı oluncaya dek ordu komutanlığı yaptı. O sıra askeri rütbeleri değiştirmemişlerdi. Komutan, komutan yardımcısı, lider vs. Ona ‘lider Abdullah’ diyorlardı. Akşam yemeği hazırlandığı sırada, başka bir gün beni ağırlamak istediğini söyleyerek bir gün daha kalmamı istedi. Akşam yemeği için oturduk ve Ali Atıyye bana, “Ey Bender, kardeşin ve onunla birlikte olan subaylar ahmak” diye seslendi. Bende ona “Ey lider” dedim ve ‘ahmak deli manyak’ kelimesini kullanmasına güldüm. Bana, “İngiltere'den satın aldıkları tankları koyacak yer için 100 milyon istiyorlar. Develer için bir arazim var ve bununla birlikte birkaç yer hazırladık. Develeri başka bir yere götürerek tankları buraya koyabiliriz” dedi.”
Katar’ın tarihi şehirlerinden biri
Hamad bin Casim… Gizemli sayfa!
Prens Bender, dostları hakkında konuşurken bir anda ‘gizemli sayfa’ diye nitelendirdiği bir konuya geçti ve sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bütün bunların içinde gizemli bir sayfa bulunuyor: Hamad bin Casim. Merhum Şeyh Halife, Hamad bin Casim'in kız kardeşi ile evlendi. Onu Gümrük İdaresi Müdürü olarak atadılar ve süreç içerisinde Maliye Bakanı oldu. Babası Halife bin Hamad, yılın yarısını İsviçre'de ve güney Fransa'da geçirmişti. Her şeyden o sorumluydu ve oğlu Abdulaziz’i Petrol Bakanı olarak atadı. O sıra Hamad bin Casim Maliye Bakanı ve Hamad bin Halife ise Savunma Bakanı olarak atandı. Abdullah el-Atıyye’den kurtulmanın bir yolunu buldular. Çünkü kendisinin güçlü bir kişiliği ve saygınlığı vardı. Abdullah el-Atıyye, halihazırdaki Savunma Bakanı Halid el-Atıyye’nin babasıdır.”
Prens Bender, şu anki Katar Savunma Bakanı Halid el-Atıyye’nin Suudi Arabistan'daki Kral Faysal Hava Akademisi’nden mezuniyeti ve onunla babası arasındaki anlaşmazlık hakkında şunları söylüyor:
“Abdullah el-Atıyye oğlu Halid’e sinirlendi ve onu kovdu. Halid, Suudi Arabistan'a geldi ve babam Prens Sultan bin Abdulaziz’in himayesinde yaşadı. Kral Faysal Hava Akademisi’nde okuyan Halid, akademiden mezun olmadan önce Prens Sultan, lider Abdullah'a ve KİK ülkelerinin genelkurmay başkanlarına mezuniyet törenine katılmaları için davetiye gönderdi. Ona mezunlarının arasında oğlu Halid’in de bulunduğunu söylemedi. Prens Sultan, baba ile oğlu barıştırmak istiyordu. Prens Sultan, Abdullah el-Atıyye’den yanına oturmasını istedi ve ona, “Senden kişisel bir isteğim var” dedi. Bunun üzerine Abdullah, “Senin talebin benim için emirdir” dedi. Prens Sultan Halid’i çağırttı. Halid geldi ve ondan babasının elini tutmasını istedi. Abdullah reddetti ve elini çekti. Prens Sultan ikisini barıştırdı. Bu tutum size ilişkilerin nasıl bir durumda olduğunu açıklamak için verdiğim bir örnektir. İşte Hamad bin Halife iktidara gelmeden önce ilişkilerin temelinde böyle bir dostluk ve muhabbet vardı.”
Prens bin Bender sözlerini şöyle sürdürdü:
“O yıllarda Katar, büyük bir siyasi rol oynamak istiyordu. Kral Faysal ve Cemal Abdünnasır döneminde Suudi Arabistan ile Mısır arasındaki ilişkilerde bir gerginlik söz konusuydu. Katarlılar arabulucu rolü oynayabileceklerini düşünüyorlardı. Hamad bin Halife o sıra Mısır'a gitti ve ne olduğunu bilmediğim bir eğitim aldı. Müslüman Kardeşler'in aydınları ile görüşmelerde bulundu. Hamad bin Casim bu gruba dost olanlardan biriydi. O da ayrı bir hikaye. Ancak bu, Müslüman Kardeşler’in Katarlılar üzerindeki etkisine dair bir kıvılcım olabilir. Hamad bin Halife ve Hamad bin Casim arasındaki ilişkiye şöyle bir hikaye ile başlayabiliriz: Hamad bin Halife, Savunma Bakanlığı için ek bir bütçe talep etti ve babası, bir sebepten dolayı bu talep karşısında şaşırdı. Hamad bin Casim, Hamad bin Halife’ye “Bütçe istedin, fakat Emir bunu kabul etmedi. Baban Halife bin Hamad’a İsviçre'de veya Güney Fransa'da bir ev almasını ve dinlenmesini teklif et. Kabul ederse ona, Veliaht Prens’in Başbakan ya da Savunma Bakanı olduğunu söyleriz. Ben bir maliye bakanıyım ve bana ödeme talimatı verildiğinde bunu yerine getiririm. Ülkenin Emiri’ne gitmeme gerek yok” dedi. Baba bu fikri reddetti, fakat teklifi tekrarladılar. Halife bin Hamad, “Finans ve petrol dışında, kabine ve diğer her şey hakkında hemfikirim” dedi. Böylece babanın uzaklaştırılmasına yönelik hazırlıklar başladı. Hamad bin Halife tüm yeni fikirleri uygulayana dek petrol ve maliyeyi elinde bulundurma veya hiçbir şey yapmama durumundaydı. Anlattığım bu hikaye, merhum Emir Halife bin Hamad’ın uzaklaştırılmasına dair olan sırlardan biridir.”
Hava adaları üzerine anlaşmazlık ve Kral Fahd’ın kararlılığı
Bahreyn ile Katar arasındaki Havar Adaları anlaşmazlığı on yıllar öncesine ve meselenin uluslararası tahkim kararı ile çözüldüğü zamana dek uzanıyor. Riyad bu konuda Bahreyn’in yanında yer aldı ve Katar’a suiistimallerini durdurması çağrısında bulundu. Merhum Katar Emiri Şeyh Halife bin Hamad’ın
Kral Fahd'a anlaşmaya varılıncaya kadar adaların etrafında çatışma olmayacağına dair söz verdiğini aktaran Prens Bender sözlerini şöyle sürdürdü:
“Aniden Bahreynliler, Katar tarafının toprak dolguları göndermek için denizi mühürlemeye başladığını söyledi. Kral Fahd, Prens Sultan bin Abdulaziz'e derhal yola çıkması ve neler olduğunu araştırması yönünde talimat verdi. Gerçekten de denizi doldurmak için gelen nakliye kamyonlarından oluşan uzun bir kuyruğun olduğu görüldü. Kral Fahd öfkelendi ve Prens Sultan'a hemen gitmesini ve Katar’a 24 saat içinde dolguyu durdurmasını söylemesini istedi. Zamanlama kötüydü ve Kral Fahd kardeş bir ülkeden gelen böyle bir davranışla karşı karşıya kalmayı beklemiyordu. Üstelik Katar, herhangi bir anlaşma veya uzlaşı olmaksızın herhangi bir şekilde harekete geçmeyeceğine dair söz vermişti. O sıra hepimiz Harim Bahçesi’nde bulunuyorduk. Kral Fahd, “Selman, sen Prens Abdullah’a hazırlıklı olmasını söyle. Bender, sen ise Bahreyn’e git ve bizimle iletişim halinde ol” dedi. İlk haber, Katarlılara, Zahran'dan uçaklar kalktıktan sonra ulaştı. Şeyh Halife, Kral Fahd ile temasa geçti, fakat Kral cevap vermedi. Kral Fahd, Veliaht Prens’ten de cevap vermemesini istedi. Bu, Kuveyt savaşından önceki son Körfez Zirvesi ile savaşa kadar olan dönemde gerçekleşti. Çünkü Körfez Zirvesi’ndeki oylamayı hatırlıyorum. Zirvede Şeyh Hamad bin Halife ve babası vardı. Katar Zirve toplantısı sırasında, Kuveyt ve özgürlüğü konusunda henüz bir fikir birliğine varılmadığını söyledi. Kral Fahd döndü ve “Kim konuşuyor?” dedi. Hamad bin Halife kalktı ve “Ben senden yaşlıyım. Havar Adaları sorununu çözene kadar bir anlaşma olmayacak” dedi.”
Prens, Suudi uçaklarının kalkışından sonra yaşananları anlatmaya devam etti:
“Katar tarafı, Suudi uçaklarının gönderilmesinin ciddi bir uyarı sinyali olduğunu anlamıştı. Birkaç kez iletişime geçmeye çalıştılar. En sonunda Şeyh Halife bin Hamad, Veliaht Prens ile temasa geçti ve acilen kendilerini ziyaret etmek istediğini söyledi. Prens Abdullah ona olumlu bir cevap vermedi ve “Kral Fahd'ın görüşmeyi kabul edeceğini sanmıyorum” dedi. Halife bin Hamad bunun üzerine, “Veliaht Prens ve Savunma Bakanı Hamad bin Halife’yi göndermeme izin verin. Krallığın teklifini kabul etmeye hazırız” dedi. Krallığın önerisi, Katar ve Bahreyn ile birlikte Suudi Arabistan veya hakem olacak diğer bir ülkeden oluşan üçlü bir komitenin kurulmasıydı. Komite Havar Adaları üzerine olan anlaşmazlığı tartışacaktı ve görüşmeler sonrasında çıkan neticenin kabul edilmesi şarttı. Katar, verilen karara uymadığı taktirde dosya Uluslararası Adalet Divanı'na taşınacaktı. Prens Abdullah, Kral Fahd'a bunu soracağını ve kendisine dönüş yapacağını söyledi. Prens, Kral’a Katar’ın konunun ciddiyetinin farkında olduğunu ve bir çözüm önerdikleri taktirde kaybedeceklerini düşünmediğini söyledi. Kral Fahd bunu kabul etti ve ortam duruldu.”
Hamad bin Halife Harim Bahçesi’nde
Şeyh Hamad bin Halife Suudi Arabistan'a geldi. Bazı Katarlı yetkililerinin kendisine eşlik ettiği Hamad bin Halife’yi Kral Fahd, Prens Abdullah ve Prens Sultan karşıladı. Toplantı sırasında orada bulunmayan Prens Bender, yaşananları Kral Abdullah’ın ağzından şöyle anlatıyor:
“Hamad bin Halife, Kral Fahd’a “Şartlarınızı kabul ediyoruz. Fakat ey Fahd, adil bir arabulucu olacağınızı düşünmüyoruz” dedi. Kral Fahd ona döndü, fakat cevap vermedi. Bunun üzerine Prens Abdullah Şeyh Hamad bin Halife’ye yönelerek, “Nasıl olur da ey Fahd diye seslenirsin? Amca de, efendim de!” dedi. Şeyh Hamad ortamı sakinleştirmeye çalışarak, “Ben sizdenim ve oğlunuzum. Hata ettim” dedi ve konu kapandı. Mahkemeye gitmeye karar verildi. Ardından Hamad bin Halife’nin de katıldığı Körfez Zirvesi gerçekleşti. Hamad bin Halife, Havar Adaları meselesi dikkat alınana dek Kuveyt’in kurtuluşu konusunda oy kullanmaya yanaşmayacağını söyledi. Kral Fahd döndü ve “Kim konuşuyor?” dedi. Hamad bin Halife, bunun üzerine “Ben senden yaşlıyım. Havar Adaları sorununu çözene kadar bir anlaşma olmayacak” dedi. Kral Fahd, Katar tarafının söylediklerini görmezden gelerek salondan çıktı. Kral’ın ardından salondan çıkan Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Devlet Başkanı Şeyh Zayed Al Nahyan, kendisinden salona geri dönmesini istedi ve Kral döndü. Hamad bin Halife geldi ve Kral Fahd’ın başını öperek kendisinden özür diledi. Körfez Savaşı'na katılan bir Katar kuvvetinin olduğu doğrudur. Fakat öncesinde böyle bir dönemden geçildi. Hamad bin Halife, babasını uzaklaştırma planına başladı ve politik rolünü güçlendirmeye çalıştı.”
Prens Bender, Şeyh Hamad'ın babasını iktidardan uzaklaştırmasından sonra yaşadığı bir olayı şöyle anlatıyor:
“Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Şeyh Hamad bin Casim, Suudi Arabistan'a geldi ve Şeyh Halife'nin karşılanmamasını istedi. Riyad bunu reddetti. Kral Fahd, onu resmi bir şekilde karşılayacağını ve misafirler için tahsis edilen sarayda ağırlayacağını söyleyerek, aralarında Hamad bin Casim’in de bulunduğu topluluğa, “Bir hafta önce Katar Emiri’ydi, şimdi düşman mı oldu?” dedi. Bunun üzerine bir itirazı olmadığını söyleyen Şeyh Hamad bin Casim, bunun basına gösterilmemesini talep etti. Kral Fahd, Şeyh Halife'yi resmi bir şekilde karşıladı, onu misafirler için tahsis edilen sarayda ağırladı ve bunu resmi Suudi kanalında yayınlattı.”
Hamad bin Casim ve ABD üssü
Prens Bender bin Sultan, ülkesinin Washington büyükelçiliğini yaptığı sırada Şeyh Hamad bin Casim ile olan bir anısını şöyle anlatıyor:

“ABD Başkanı George H. W. Bush dönemindeki Dışişleri Bakanı James Baker beni aradı, bir konu hakkında konuşmak istediğini söyledi. Hamad bin Casim ile ilgili anlatacağım bu olay, Şeyh Hamad bin Halife ve Şeyh Hamad bin Casim’in benimsedikleri pozisyonları açıkça gösteriyor. İkili, Körfez Evi'nin aleyhinde bir politika benimsemeye başlamıştı. Hamad bin Casim, Washington’a gitti ve James Baker’a Kuveyt’in kurtuluşundan sonra Doha’nın ABD birliklerine ev sahipliği yapma isteğiyle ilgili fikrini sordu. Hamad bin Casim’in yanıldığı şey, Baker’in bu durumu saklı tutacağını sanmasıydı. Haman bin Casim, Baker’e, “Katar, birliklerinizi ağırlamaya, askeri bir üs hazırlamaya ve yıllık bir miktar ödeme yapmaya hazır. Fakat Suudilere söylememeniz şartıyla” dedi. Baker, Hamad bin Casim’in bu isteğine güldü ve bunun kendi uzmanlık ve yetki alanının dışında kaldığını, konuyla savunma bakanının ilgilenebileceğini söyledi. Baker, hemen beni aradı ve acil olarak kendisini ziyaret etmemi istedi. Bana bir sırrının olduğunu ve bunu benimle paylaşmak istediğini söyledi. Ben de ona zaten yeterince sorunla uğraştığımızı ve basit bir mesele ile bizi uğraştırmamasını söyledim. Bana, Hamad bin Casim’in kendisini ziyaret ettiğini ve aralarında konuşulanları anlattı.”


Katar’daki ABD üssünün bir fotoğrafı (Katar’daki ABD Büyükelçiliği’nden)

“Katarlılar, Amerikan varlığının bulunduğu herhangi bir yere dokunulmayacağını düşünüyordu. Böyle bir garanti varsa, istediğimiz herhangi bir dış politikanın uygulanması mümkün olurdu. Baker, şaşırarak, “Nasıl böyle düşünebildiklerini bilmiyorum” dedi ve harekete geçene kadar bu durumdan kimseye bahsetmememi istedi. Sona bana, Başkan Bush ve Dick Cheney’e durumu anlattığını ve Hamad bin Casim’e ‘seçimlerle meşgul olduklarını ve Suudi Arabistan'ın cevabını bekleyeceklerini’ söylemeye karar verdiklerini söyledi. Baker'ın bu davranışına güldüm ve “Adamlar başarısız oldular” dedim. Baker’de bunun üzerine, “Aptallar, bırak öğrensinler” dedi. Baker ile görüşmem sona erdi. Katar'ın Washington Büyükelçisi Abdurrahman bin Suud beni aradı. Bana, Dışişleri Bakanı Şeyh Hamad bin Casim’in beni ziyaret etmek istediğini söyledi. Bende ona “Olur, buyursun” dedim. Fakat sonra durdum, eğer o gelirse görüşmeyi bitiremeyeceğimi düşündüm ve bundan dolayı benim gitmemin daha iyi olacağına karar verdim. Hamad bin Casim, ABD Dışişleri Bakanı’ndan Katar’da bir ABD üssünün kurulması talebinin ayrıntılarından haberdar olmadığımı düşünüyordu. Şeyh Abdurrahman bin Suud’a, Hamad bin Casim’i ziyaret edeceğimi söyledim. Hamad bin Casim’in yanına gittiğimde, ABD Büyükelçisi de onunla birlikteydi. Konuyu açmaya çalıştı. Ben de haberim yokmuş gibi davranıyordum.  Bana, “Hassas bir mesele var. Katar liderliği sizden Kral Fahd, Prens Abdullah ve Prens Sultan'a bunu iletmenizi istiyor” dedi. Bunun üzerine ona, “Doha'dan Suudi Arabistan'a gidip onları bu durumdan haberdar etmek, bana anlatmak için bu kadar mesafeyi kat etmekten daha kolay değil miydi?” diye sordum. Sonra bana konunun Amerikalılar ile ilgili olduğunu söyledi. Hamad bin Casim ile olan görüşmemiz, Washington'daki Four Seasons Oteli'nde gerçekleşti. Bana, “Amerikalılara, bölgeyi bütünüyle korumak istedikleri takdirde savaş uçaklarını yerleştirmeleri için Katar’ın hazır olduğunu teklif ettik. İsrail ve diğerleri ile olan ilişkilerimizde olduğu gibi, başka kimselerin bu husustaki eleştirilerine kulak asmıyoruz” dedi. Ona, “Sadece bu mu?” dedim, o da “Evet, sadece bu” dedi. Sonra ona Baker'in dün beni aradığını ve her şeyi anlattığını söyledim. Bana, “Dün mü?” diye sordu. Onayladım ve ona, Amerikalılarla ya da dünyadaki başka bir güçle birlikte arkamızdan oyun çevirmenin hiçbir anlamı olmadığı mesajını vermek istediğimi söyledim.”


İsrail eski Dışişleri Bakanı Şimon Peres ve Şeyh Hamad Bin Casim Al Sani, Mayıs 2001’de Washington’da bir toplantı sırasında (AFP)

Prens Bender'e anlattıklarının tarihini sordum. Nitekim Katar-İsrail ilişkileri, 1996 yılında Doha'da İsrail Ticaret Bürosu'nun açılmasından ve Başbakan Şimon Peres'in Katar'a ziyaretinden sonra resmen başlamıştı. Bana, ilişkilerin 1991'deki Madrid Konferansı'ndan hemen sonra başladığını ve o sırada Katar'da yaygara koptuğunu söyledi.
Prens Bender sözlerini şöyle sürdürdü:
“Hamad’a, “Bana yeni bir şey söylemeni bekliyordum, bunu değil. James Baker senden önce detayları anlattı. Açıkçası seninle öğle yemeği ya da akşam yemeği yemek istiyorum, ama bu hafta çok meşgulüm” dedim. Sonra ona meseleyi kendisinin mevkidaşı olan Prens Suud el-Faysal'a iletmesini söyledim.”
Prens bin Bender, burada Kral Abdullah ile Hamad bin Casim arasında geçen kısa bir konuşmayı aktararak şöyle devam etti:
“Katar’ın Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK) karşıtı politikalarını artırdığı sırada, Kral Abdullah bir keresinde Şeyh Hamad bin Casim’e, “Daima kardeşlerinizin görüşlerine muhalefet ediyorsunuz. Kendisinden büyük bir sandalyeye oturan cüce gibisiniz” demişti. Hamad bin Casim ise buna, “Haklısınız. Eğer çığlık atmazsak, kimse büyük sandalyede olduğumuzu fark etmez” diyerek cevap vermişti.”
Prens Bender’in 2012 yılında Doha’yı ziyareti
2012 yılında Suudi Arabistan İstihbarat Başkanlığı’na atandığı sırada Prens Bender bin Sultan’ı tebrik etmek için arayanlardan biri de Şeyh Hamad bin Halife’ydi. Sonrasında Katar’ı ziyaret ettiğini belirten Prens Bender şöyle devam etti:
“Katar'ı ziyaret ettim. Şeyh Temim ve Katar İstihbarat Şefi oradaydı. Ziyaret, 2012'de Hamad'ın Temim'e imtiyaz vermesinden önce gerçekleşti. Ziyaretin yarısı iş diğer yarısı da dostluk çerçevesinde gerçekleşti. İş ile ilgili olan kısım, Suriye ile alakalıydı. İstihbarat başkanlığına getirilmemin öncesinde, Türkiye'de bir operasyon odası kurulması üzerine bir anlaşma vardı. Suudi Arabistan ve Katar da buna dahildi. Fakat bir şey oldu ve istihbarat başkanlığı görevini üstlendiğim sırada, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve diğerlerinin de dahil olduğu bir operasyon odasının Ürdün'de kurulması kararlaştırıldı. Babam Prens Sultan, diyabet yüzünden kendini iyi hissetmediğini, takip ettiği bir diyet programı olduğunu söyledi ve Şeyh Temim'in öğle yemeği davetini kabul etmemi istedi. Dışarı çıktım. Temim beni bekliyordu. Birlikte lokantaya gittik ve havadan sudan konuştuk. Daha sonra Hamad bin Casim’i aradım ve kendisini sorduğumu fakat bulamadığımı söyledim. Bana gribe yakalandığını söyledi. Temim daha sonra babasının imtiyazıyla Emir olarak atandı.”
İlk Körfez krizinden sonraki Riyad Zirvesi
Şeyh Temim’in iktidara gelmesinden aylar sonra -Katar’ın Müslüman Kardeşler’e ve Arap Baharı’na desteğini artırması ile Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn’in Doha’nın politikalarına karşı büyükelçilerini Doha’dan çekmek zorunda kalmalarının ardından- 2014 yılında Kral Abdullah'ın çağrısıyla Riyad'da Körfez Zirvesi geçekleştirildi.
Prens Bender bin Sultan, o dönem kuliste yaşananları şöyle anlatıyor:
“Temim liderlere, ondan önce yaşananlar için kendisini sorumlu tutmamalarını söyledi. Kral Abdullah zirvede yaptığı konuşmada ona oğlum diye hitap ederek, “Politikalarını ve bunların babanın eski politikalarına benzer olup olmadığını bilmek istiyorum. Burada ailenin ve kardeşlerinin arasındasın, dilediğini söyleyebilirsin. Bakanlar kurulunu topladık ve birkaç noktadan oluşan bir anlaşma hazırladık. Herkes bunu kabul etti. Sen okudun mu?” dedi. Şeyh Temim okuduğunu söyledi. Bunun üzerine Kral Abdullah, Şeyh Temim’e kabul edip etmediğini sordu. Katar Emir'i olumlu cevap verdi ve bunun üzerine Kral Abdullah, onun bu cevabından duyduğu memnuniyeti dile getirdi.


Riyad Ek Anlaşması 2014
  • “Katar ile uzlaşılacak orta bir yol görmüyorum. Bu benim şahsi görüşüm. Şeyh Muhammed bin Zayed, Şeyh Temim'i, Kral Abdullah ile arasında yaşanabilecek sert bir fırtınadan kurtardı ve ona, “Suudi Arabistan'ı kaybetme” dedi.”

“Başta Abu Dabi Veliaht Prensi Şeyh Muhammed bin Zayed olmak üzere BAE heyeti, toplantının Şeyh Temim'in geri dönmesiyle raydan çıkabileceğini hisseti. Şeyh Muhammed bin Raşid başkanlığındaki BAE heyetine, Şeyh Muhammed bin Zayed de eşlik ediyordu. Şeyh Muhammed bin Zayed, Şeyh Temim’e doğru eğildi ve kulağına bir şeyler fısıldayarak sandalyesine geri döndü. Kral Abdullah, “Fısıldadığın şeyi bize de söyle!” dedi. Bunun üzerine Şeyh Temim dostane bir ifadeyle, “Benden önce olanlar için beni sorumlu tutmayın. İktidarım sırasında olanlar hakkında beni sorgulayabilirsiniz. Allah korusun, kardeşlerimin ve grubun ortak görüşünden sapmayacağım” dedi. Kral Abdullah, benden, Şeyh Muhammed bin Zayed'e ne olduğunu ve Şeyh Temim’in kulağına ne fısıldadığını sormamı istedi. Şeyh Muhammed bin Zayed'e, “Ebu Halid, neler oluyor?” diye sordum. Bana, Şeyh Temim’e “Beni dinle Temim. Abdullah ile şakalaşma ve Suudi Arabistan'ı kaybetme. Varsa anlaşma hakkında düşündüklerin, şimdi söyle. Aksi halde anlaşmayı onayla” dediğini söyledi.”


Prens Bender’in bahsettiği 2014 yılının Kasım ayında Riyad’da düzenlenen meşhur Körfez Zirvesi. Körfez liderlerinin huzurunda Riyad anlaşması imzalandı ve Katar yeni bir sayfa açacağına dair söz verdi (SPA)

Kral Abdullah’ın Katar’a olan öfkesinin, ‘Katar’ın sürekli bir şekilde Krallığın kendilerine sınırlamalar ve koşullar dayattığını dile getirdikleri açık ve gizli iddialar ortaya atmasından’ kaynaklandığını söyleyen eski Suudi İstihbarat Şefi Prens Bender sözlerini şöyle sürdürdü:
“Onlara KİK’te birlik olduğumuzu ve bunun isminin ve hedefinin işbirliği olduğunu söylüyoruz. Bu, diğerlerine zarar vermemek koşuluyla her devletin kendi egemenliğine sahip olduğu anlamına geliyor. Hiçbir koşul belirlemedik. Bakanlar bir araya gelerek meseleleri ortaya koydular ve üzerinde anlaştılar. Kral, Katar Emiri'ne herkesin önünde anlaşmayı okuyup okumadığını ve onaylayıp onaylamayacağını sordu. Şeyh Temim buna olumlu cevap verdi. Katar'dan imzaladıklarını uygulamaktan başka bir şey talep edilmedi. Bunu yapamazlarsa, onlarla normal ilişkiler kuramayız.”
Katar ve Müslüman Kardeşler
“Müslüman Kardeşler'le bağlantı kurmak istiyorlardı. Fakat parti onlarla ittifak edebilecek durumda değildi. Bilakis parti, dünyanın her yerine yayılmış ve özellikle Hizbullah olmak üzere İran'daki partilere benzer şekilde hareket ediyordu. Neden mi grubun yaygın ve sabit olmayan bir yapıya sahip olduğunu söylüyorum? Çünkü planları ve stratejileri var ve dünya geneline yayılmış durumdalar. Müslüman Kardeşler, Mısır, Suriye ve başka yerlerden kovulduğunda, Suudi Arabistan onlara ev sahipliği yaptı. Yayılmaya ve nüfuzlarını güçlendirmeye başladılar. Çaldıkları ilk kapı Milli Eğitim Bakanlığı oldu. Müfredatı yavaş yavaş değiştirmeye başladılar. Mesela, ilk yıl bir satır değiştirdiler, sonra iki satır… Böylece tüm müfredatı kendi isteklerine göre değiştirdiler. Bu bizim hatamızdı. 1979 yılında Cuheyman olayı yaşandığı dönemde ihlalleri araştırmıyorduk. 11 Eylül 2001 olaylarından sonra kendimizi sorgulamaya başladık ve içinde bulunduğumuz durumu gözden geçirdik. Çünkü başkalarının hatalarını görüyorduk, fakat kendi hatalarımızdan habersizdik. 11 Eylül olayı yaşandığı zaman durumu ciddi bir şekilde gözden geçirmenin zamanı gelmişti. Kitaplarımızı ve müfredatımızı inceledik. İslamiyet ve hoşgörüyle hiçbir ilgisi olmayan bazı şeylerin bulunduğunu gördük ve şaşırdık. Katarlılar, üç şeyin Katar’ı büyük kıldığını düşünüyorlardı. Bunlardan ilki ve en önemli olanı Katar’daki Amerikan askeri varlığıydı. İkincisi Müslüman Kardeşler ile olan karşılıklı çıkarlardan faydalanıyor olmaları ve üçüncüsü ise medyaydı. BBC Arabic’in lisansının iptal edilmesinin hikayesini herkes bilir. Ruhsat bir Suudi şirkete aitti ve daha sonra Hamad bin Halife tarafından satın alındı. Dikkat ederseniz, petrol ve doğalgazın Katar politikalarının en önemli dayanağı olduğunu söylemiyorum. Çünkü petrol ve doğal gaz hiç kimseye özgü değildir ve dünyada siyasi denklemlerin değişmesi ile birlikte bu ikisiyle oyuna dahil olamazsınız.”
Prens Bender, Katar politikalarından örnekler vererek sözlerini şöyle sürdürdü:
“Örneğin ABD, önceleri petrol ithal ederdi, şimdi ise ihraç ediyor. Rusya şimdi Avrupa'ya ve diğer bölgelere doğalgaz temin ediyor. Arap Körfezi ve Hürmüz Boğazı'ndaki durum sarsıldığı an Katar'ın gaz ve petrol açısından rolü sona erer, tabi boru hatlarını uzatıp İran üzerinden dünyaya yaymak istemiyorsa. Katar'ın Kuveyt'e kadar bir gaz boru hattı uzatmak istediğini ve bunu reddettiğimizi hatırlıyorum. Amerikan üssünün varlığında boru hattını İran'a kadar uzatamazlar. Bahsettiğim şu üç dayanağa geri dönelim. Gülünç olan, Katar'ın şu anki Emir’inde babasında bulunan kötü huyların bulunmaması. Fakat inatçılığını ondan almış. Zeka olmadığı takdirde inatçılığın bir değeri yoktur. Her ne kadar bütünüyle emin olmasam da Katar'da halkı ve politik meseleleri yöneten iki kişi olduğunu düşünüyorum: Hamad bin Halife ve Hamad bin Casim.”
Prens Bender, Katar ile ilişkilerin düzeleceğini düşünüyor mu?
Kendisine bu soruyu sorduğum zaman bana, vereceği cevabın Suudi hükümetinin değil kendi kişisel görüşü olduğunu belirterek şunları söyledi:

“Katar, kendisi ile uzlaşılan meseleler hususunda bağlılığını sürdürmediği sürece bunun yanlış olacağını düşünüyorum. Katar uçsa de düşse de yine de Katar’dır. Ortadoğu'daki en büyük üs Libya'daki Willis üssüdür. Libya'da devrim gerçekleştiği sırada, devrimi gerçekleştiren subaylardan biri ABD üssüne gitti. Üsse yakınlaştığı sırada Amerikalılar onu uyardı. Libyalı subay onlara, Libya kralına karşı bir darbe yaptıklarını haber vermeye geldiğini söyledi. Amerikalılar ise bunun bir iç mesele olduğunu ve hiç kimsenin üsse yaklaşamayacağını söyledi. Buradaki amaç Doha’nın ABD üssünün varlığının Katar’ı korumak için olduğu yanılsamasını ortadan kaldırmaktır. Washington’ın kendi çıkarlarını koruduğunu ve sadece bunun için hareket ettiğini bilmiyorlar. Libya’da yaşananlardan ders çıkarmaları gerekiyor. Libya’daki üs, ABD’nin dünya üzerindeki en büyük üssüydü ve yine de kralı korumadılar.”


Prens Bender bin Sultan, geçen Aralık ayında Cidde'deki sarayında kendisi ile gerçekleştirilen özel röportaj sırasında (Fotoğraf: Muhammed el-Mani)

Katarlıların, Suudi Arabistan’ın ve Katar’ın her daim bölgede kalacağını, fakat bölgedeki ABD varlığının herhangi bir gün ayrılabileceğini düşünmeleri gerektiğini belirten Prens Bender, ABD üssünü garanti olarak öne sürmeye devam ettikleri sürece hiçbir şekilde güvencelerinin olmayacağını söyleyerek şöyle devam etti:
“Örneğin, Türkiye'nin Doha'daki rolünü abartıyorlar. Türkiye’nin NATO ile olan taahhüt ve anlaşmaları dikkate alınmadığı takdirde, NATO üyesi olarak askeri ve siyasi kapasiteye ve yetkiye sahip bir ülke olmadığı görülür. Türkiye'nin Katar'daki varlığı bir güvenlik meselesidir. Onlardan önce Sudanlılar, öncesinde Yemenliler ve ondan önce ise Suudiler tarafından kabul edildiler. Türkiye'nin varlığı askeri değil. Katarlıların üsse atıfta bulunarak, ABD üssünün varlığı ile kendilerini güvence altına aldıklarını düşünmeleri bir vehimden ibarettir.”
Prens'e tekrar Katar'ın krizinin mahiyetini sordum, bana şöyle cevap verdi:
“Katar krizi, her şeyden önce Katar’ın kendisi ile ilgili olan krizidir. Katar krizi, bir kişinin şizofreniden mustarip olması gibidir. Oryantalist bir arkadaşım bana, “Katar ilk aile olmaya kararlı, siz ise onların ikinci aile olarak kalmaları hususunda ısrar ediyorsunuz” demişti. Ona bu konuda haklı olduğunu söyledim. Kuşkusuz, Katar gibi bir Körfez devletindeki durumun bu dereceye ulaştığına tanık olmak acı verici. Ama seni kötüye götüren şeyin daha kötü olduğu söylenir. Katar'ı doğru yola davet ediyoruz, fakat bu parayla ödenebilecek bir şey değil. Yaptıkları şeyler yeni değil. Temim’in onayladığı yeni anlaşma konusunda iyimser olduk. Fakat sonuç farklı oldu.”
Körfez Savaşı
Prens'e tekrar Şeyh Hamad bin Casim ve ABD Dışişleri Bakanı James Baker’dan edindiği bilgilere dair ayrıntıları sordum. Prens, ayrıntılar hakkında konuşmaya başlamadan önce şunları söyledi:

“Saddam'a verdiğimiz destek nedeniyle bize düşman olan İran bile Katar'ın yaptığını yapmadı. Nitekim Katar, Kuveyt'i özgürleştirme konusu hakkında konuşmadan önce ABD üssüne ev sahipliği yapma ve Havar Adaları gibi marjinal meseleleri görüşmek istedi. İran’ın İkinci Körfez Savaşı ya da Kuveyt’in kurtarılması savaşı ile ilgili tutumuna gelirsek; Birleşmiş Milletler’in (BM) Kuveyt’i özgürleştirme kararı için New York’taydık. O sıra tesadüfen İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayati ile karşılaştık ve ona Kuveyt’i kurtaracağımızı söyledim. Amerikalılardan, Avrupalılardan ve Sovyetlerden BM kararına karşı çıkmamalarını istedik. Peki İran’ın tutumu ne oldu? Velayati bana, “Sizi bütünüyle destekliyoruz” dedi. Bunun üzerine Prens Suud el-Faysal bana, “Sence takiyye mi yapıyorlar yoksa İran gerçekten ciddi mi?” diye sordu. Bende ona, “Mantık, onların Saddam'a karşı her şeyi destekleyeceğini söylüyor” dedim. İki gün sonra, BM merkezinde bir Batılı gazeteci, İran’ın Kuveyt’i kurtarmak için ABD’nin Suudi Arabistan’a asker göndermesini kabul edip etmeyeceğine dair Velayeti’ye bir soru sordu. Velayeti, İran’ın bölgeye herhangi bir askeri müdahaleyi kabul etmeyeceğini ve özellikle büyük şeytan söz konusu olduğunda bunun kesinlikle mümkün olmayacağını söyledi. Oteldeki odamdaydım ve telefon çaldı. Arayan Prens Suud el-Faysal’dı. Bana uyuyup uyumayacağımı sordu. Bende ona, haberleri izlediğimi söyledim. Sonra yanına gittim ve bana haberlerden bahsetti. Bende ona, meselenin onun düşündüğü gibi takiyyeden ibaret gibi göründüğünü ve İranlıların kabul etmesinin veya etmemesinin hiçbir değeri olmadığını söyledim. Prens Suud el-Faysal bana, “Hayır. Bu fırsatı kaçırmamamız lazım” dedi. Prens Suud el-Faysal, İran Büyükelçisi ile temasa geçerek, Ali Velayati ile görüşmek istediği söyledi. İran Büyükelçisi, Velayati’nin BM binasında olduğunu söyledi.”
Prens Bender, sözlerine şöyle devam etti:
“New York’taki BM binasında, Suudi Sekreteryası’nın hediyesi olan Kabe örtüsünden bir parça var. İranlılar Prens Suud el-Faysal'a görüşmenin bu perdenin altında yapılmasını teklif ettiler. Ben, toplantının kutsal bir toplantı olup olmayacağını sordum. Onlara Kuveyt'i özgürleştirmek için dünyayı seferber etmemize karşı olmadıklarını, fakat sonrasında yaptıkları açıklamalarda bunun aksini söylediklerini anlattık ve sebebini sorduk. Bize, “Saddam'ın geri çekileceğinden korkuyoruz. İran’ın, ABD’ye karşı onun yanında olacağını düşünürse, Kuveyt’te kalmaya devam eder. Bunu, Kuveyt'ten geri çekilmemesi ve çıkarılmaması için söyledik” dediler. Prens Suud el-Faysal cevap olarak, “Garip bir politikanız var, teşekkür ederim” dedi.”
Bender: Körfez Savaşı'nda ABD üssüne soğuk baktık
Suudi Arabistan eski İstihbarat Başkanı, Ulusal Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri ve Washington Büyükelçisi ünlü Suudi siyasetçi Prens Bender bin Sultan, ülke liderleriyle yapılan toplantıların kulislerinde yaşananları ve bölgedeki sorunlarla ilgili dosyalara ilişkin Independent Arabia'ya verdiği röportajda, Riyad'ın Körfez Savaşı öncesinde, savaş sırasında veya sonrasında, kendi topraklarında bir Amerikan üssünün bulunması fikrine sıcak bakmadığını belirtti.
Bender, “Suudi liderliğinde, Amerikalılardan yardım alınıp alınmayacağına ve geldikleri vakit burada kalıp kalmayacaklarına dair bir tartışma vardı" dedi.
Prens sözlerini şöyle sürdürdü: "ABD Savunma Bakanı Dick Cheney ve General Herbert Norman Schwarzkopf’ın geldiğini ve ayrıntılar hakkında Kral Fahd’ı bilgilendirdiklerini hatırlıyorum. Ben o sıra bir ameliyat sebebiyle yurtdışında bulunuyordum. Kral Fahd, Savunma Bakanı’ndan bir an izin istedi ve o sıra Veliaht Prens olan Kral Abdullah’a, Savunma Bakan Yardımcısı Prens Abdurrahman bin Abdülaziz’e ve oradaki herkese fikirlerini sordu. Herkes kabul etti. Kral Fahd, Cheney’e döndü ve “Sorun aramıyoruz ve savaşları teşvik etmiyoruz. Saddam'ı yaptıklarından uzaklaştırmak ve sorunu barışçıl bir şekilde çözmek için elimizden gelenin en iyisini yaptık. Meselenin böyle sonuçlanması hususunda ısrar eden Saddam’dı” dedi.
Cheney daha sonra bana, “Kral Fahd yanındakilerle Arapça konuşmaya başladığında, kalbim endişeyle çarpmaya başladı. Çünkü sözlü onayınızı aldık ve bunun üzerine askeri uçaklarımız hareket etmeye başladı. Kralın kararından dönmesi bizi endişelendiriyordu.”
Prens Bender, Kral Fahd'ın ABD birliklerinin Suudi topraklarında kalmayacağı yönünde güvence verilmesini istediğini anlattı. Kral'ın "bundan dolayı birtakım şartlar ve kısıtlamalar belirlediğini" belirten Prens Bender o anları şöyle anlatıyor:
“Kral Fahd benden bir kağıt getirmemi ve şunları yazmamı istedi: “ABD silahlı kuvvetleri isteğimiz üzerine Suudi Arabistan'a geldi. Yine istediğimiz takdirde ülkeden ayrılacaklar. ABD silahlı kuvvetleri ülkenin geleneklerine saygı duyacak ve aykırı herhangi bir davranışta bulunmayacak.” Bunları yazdıktan sonra Kral Fahd bana, misafirleri ağırladığımız saraya gidip Dick Cheney'e sunmamı ve onayladığı takdirde imzalamamı istedi. Cheney'e gittim ve durumu anlattım. Bana, “Amerikan silahlı kuvvetleri geldiği takdirde, bundan sonra bizim en önemli noktalardan biri askerlerin ailelerine geri dönmesidir. Dolayısıyla bu hususta herhangi bir problem yok” dedi. Cheney’e, “Doğru fakat yine de tatmin olmak istiyorum. Bu, her iki tarafın yararına olacak siyasi bir adımdır” dedim. Bana bunun bir anlaşmaya benzediğini ve bundan dolayı imzalama yetkisinin olmadığını söyledi. Ben de üzgün olduğumu, eğer imzalamazsa Kralı bu durumdan haberdar etmem gerektiğini söyledim. Cheney, uçakların havalandığını ve geç kalacaklarını belirterek “Bu kağıt o kadar önemli mi?” diye sordu. Ben de, “Evet” dedim. Bunun üzerine Savunma Bakanı dışarı çıktı ve Başkan Bush’a telefon açtı. Bush, Cheney’e kağıdı imzalamasını söyledi. Cheney’in imzasını aldıktan sonra kağıdı Kral’a teslim ettim.”
- Bender, Suriye’deki terörist örgütlerin oluşumuna katkıda bulundu mu?
2014 yılının sonlarında, Suudi Arabistan'ın Suriye ve Irak'taki DEAŞ terör örgütüne para, silah ve araba sağladığı ve Prens Bender’in Suriye topraklarında yeni terörist grupların oluşturulmasının mimarlarından biri olduğunu yönünde söylentiler başladı.
Prens Bender ile görüşmeden 48 saat önce kendisine odaklanmak istediğim noktalar ve konuşmak istediğim meseleler üzerine bir yazı gönderdim. Bunlar arasında Prens Bender’in Suriye'deki savaştaki rolü hakkında bir soru da vardı.
Prens Bender bana, gönderdiğim yazıyı okuduğunu söyledi ve anlatmaya başladı:
“Zehir hazırlayan, kadehe koyan ve onu içtikten sonra hayatta kalmak için rabbine dua eden bir adamı düşün. DEAŞ sadece bizim için değil, İslam dini ve bütün dünya için bir zehirdir. Başkan Bush 11 Eylül 2001’de Birleşmiş Milletler’e (BM) Filistin ile İsrail arasındaki iki devletli çözümü ilan eden ve her iki devleti tanıdığını bildiren bir konuşma yapacaktı.
Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice ve CIA Direktörü George Tenet ile birlikte yaklaşık 10 gün konuşma metni üzerine çalıştık. Bu, daha önce bahsettiğim çiftlik toplantısının neticesiydi.  Zor ve yoğun çalışmalar ile geçen günlerden sonra Bush’un okuyacağı metni tamamladık. Geriye sadece metnin onaylanması kaldı. 8 Eylül gecesi, George Tenet beni aradı ve Colin Powell'dan bir mesaj aldığını söyledi. Mesajda, Powell’ın bazı Güney Amerika ülkelerine ziyarette bulunması sebebiyle son toplantıyı ertelemek istediği yazıyordu. Arapların ve Müslümanların düşmanlarının düşmanlarını araştırdığımızda, el- Kaide’nin 11 Eylül’de yaptığı gibi ümmeti yok etmeyi başaran kimseyi bulamayız. Örgüt bu saldırısıyla Filistin davasına hizmet etmeye yönelik bütün çabaları mahvetti.”
Prens’e “Peki ya DEAŞ?” diye sordum. Bana “İran mantığını ya da daha doğru anlamıyla mantıksız gerekçelendirmeyi hatırlatıyorsun” dedi. Şaşırdım ve “Ben mi?” dedim. Prens Bender, “Söylemek istediğimi açıklamama izin ver” dedi ve şöyle devam etti: “Soru İran mantığı ile sorulmuş bir soru, seninle ilgili bir durum değil. İran, Arap (Basra) Körfezi'nde yabancı ülkelerin filoların bulunmasına karşı çıktığını söylüyor ve onların orada bulunmasının sebebini unutuyordu. Körfez'de bugüne kadar Bahreyn'deki La Salle isimli bir gemi dışında hiçbir yabancı güç bulunmadı. İran’ın Körfez'e mayın yerleştirmesi uluslararası nakliyeyi engellediği zaman, ülkeler kendi bayraklarını taşıyan bu gemileri korumak için filolarını göndermek zorunda kaldılar. Amerikan, Fransız, İngiliz ve Sovyet-Rus filolarının burada bulunmasının sebebi buydu. Bu, İran’ın söz konusu faaliyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıktı.”
Prens Bender tekrar sorduğum ilk soruya dönerek sözlerini şöyle sürdürdü:
“Mutedil Suriye direnişine verdiğimiz destek sır değil. Riyad, İstanbul ve Amman’da Dışişleri bakanları ve istihbarat direktörleri düzeyinde yapılan toplantılar kamuya açıktı. Lojistik destek sadece Suriye direnişi, yani Özgür Suriye Ordusu içindi. Operasyon odasında Suudi Arabistan, Türkiye, Katar ve birçok Batı ülkesi gibi devletlerden temsilciler vardı. İstihbarat şefi olarak göreve başladığım sırada, Ürdün’de de bir operasyon odası açılması önerisinde bulundum. Bütün bunlar kamuya açık ve sır değil.
Bu, Katar Dışişleri Bakanı ve Başbakan Hamad bin Casim’in, “Suudiler, bizim Suriye'de öncü bir rol oynadığımızı gördükleri zaman müdahale etmeye başladılar” açıklamasıyla irtibatlıdır. Hamad bin Casim, kendileri ve Türklerle olan çalışmayı neden bıraktığımızı biliyor.”
Çin füzelerinin Suudi Arabistan'a nakli
Füzelerin uçaklarla nakledilmesi mümkün değildi. Ancak Suudi Arabistan'ın batısında bulunan Rebiğ kenti yakınlarındaki limandan alınabilirlerdi.
Prens Bender şöyle devam etti:
“Bu liman özellikle Irak-İran savaşı için inşa edilmişti ve Irak için bu limana ulaştıran bir kara hattı açılmıştı. Irak'ın ihtiyacı olan her şey doğrudan bu limandan geliyordu. Irak daha sonra Akabe yoluyla silahları temin edince bu limana ihtiyaç kalmadı. Liman her ne kadar füzelerin nakledilmesi için uygun olsa da bu işin gizlice yapılması gibi bir sorun vardı. Askeri yetkililer ile birlikte kamyonların üzerine soğuk içecek reklamları yapıştırmaya karar kıldık. Böylece mal taşıyan kamyonlar gibi görüneceklerdi. Gemi limana ulaştığında füzeler yüklendi ve akşam vakti yola çıktık. Kral Fahd'ın tavsiyesi beni kurtardı. Çin füzeleri ile ilgili olarak ABD’li yetkililer ile herhangi bir sorun yaşamadık. Pekin’e ilk gittiğim zaman, ABD istihbarat temsilcisi Washington’a, Suudi Arabistan Washington Büyükelçisi’nin Çin’e ulaştığını haber vermiş ve Ulusal Güvenlik Konseyi'ni bilgilendirmişlerdi. Schultz onlara endişe etmelerine gerek olmadığını, durumdan haberdar olduklarını söyledi.”
“Suudi askeri yetkilileri, uyduların Suudi Arabistan üzerindeki zamansal döngüsünü öğrenmek istiyorlardı. Böylece füzeleri uygun zamanda sığınaklara taşıyabileceklerdi. O sıra ABD istihbarat başkanına gittim ve büyük bir problemimiz olduğunu söyledim.  İranlıların silah ve füzeleri Suudi Arabistan'ın doğu bölgesine doğru hareket ettirmeye başladığına dair istihbarat almıştık. İstihbarat başkanı bana bunun çözülebilecek kolay bir problem olduğunu ve durumu uydularla izleyeceklerini söyledi. Bize ne zaman haber vereceklerini sordum. 12 saat içinde bizi bilgilendireceklerini söyledi. Edindiğimiz bilgiler doğrultusunda çalışmalara başladık. Kamyonlardan biri arızalandı ve ilk uydu geçti. Ardından ikinci uydu tarafından çekilen fotoğrafta bir kamyonun içinde füze şeklide garip bir cisim görünüyordu. ABD istihbarat operasyonu odasındaki memur, kendisine ulaşan fotoğrafları karşılaştırdı. Fotoğraftaki cismin Doğu Rüzgârı C3’e benzediği ortaya çıktı. Yetkililer durumu teyit etti. Bu kez kamyona odaklanmayı tercih ettiler ve sığınağa girene kadar takip ettiler. Neyse ki arızalı kamyon son füzeyi taşıyordu.”
“ABD tarafı, silahların, İran’ın onları elde etmesinin önüne geçmek için Suudi Arabistan tarafından satın alındığını düşünüyordu. ABD'nin Suriye ve Suudi Arabistan büyükelçisi olarak görev yapan Richard Murphy beni aradı ve “5 dakika görüşebilir miyiz?” diye sordu. Akşam vakit görüşebileceğimizi söyledim. Bana eşiyle birlikte akşam yemeğine davetli olduklarını ve zamanının dar olduğunu söyledi. Sonra eşiyle beraber geldiler. Benimle ofisimde yalnız görüşmek istediğini söyledi. Elinde bir zarf tutuyordu. Bana zarfı uzattı ve “Seninle uzun zamandan beri arkadaşız. Bunu bana açıklar mısın? Bunu neden şans eseri öğrendik?” diye sordu. Zarfı aldım. İçinde füzelerin fotoğrafları bulunuyordu. Ona, “Doğrudur, uzun zamandır arkadaşız ve büyükelçi olduğum zamandan bu yana birbirimizi tanıyoruz. Fakat bu askeriyeyi ilgilendiren bir mesele. Bunu bana sormana şaşırdım. Böyle bir konuşma için Pentagon’dan birinin gelmesini bekliyordum. Söylediklerine dair bir yorumum yok. Bu fotoğrafları alıp hükümetime göndereceğim. Onlar sana cevap verirler” dedim.”
Washington, Bender bin Sultan'ın istediğini elde ettiğini ve aynı zamanda kendilerinden bir şeyler gizlediğini anladı. Yetkili Prens Bender’e, “Schultz'dan bir mektup var. Kendisine ve ABD’ye yalan söylediğini ve bunun tehlikeli bir davranış olduğunu söylüyor. ABD Dışişleri Bakanı olarak, ondan izin alana kadar herhangi bir devlet kurumuna gitmeni yasaklıyor” demiş. Bunun üzerine Prens Bender, kendisine selamlarını iletmesini ve Iraklılar için Çin’den silah alacaklarına dair kendisini bilgilendirdiklerini söylemesini istemiş.
Prens Bender bundan sonrasını şöyle anlatıyor:
“ABD, Suudi Arabistan’a Pershing füzeleri satmayı kabul etmemişti. Schultz toplantı tutanaklarına bakarsa bunu görebilir. Orada sığınaklar inşa etmek için Çin’den yardım alacağımızı da söylüyorum. Ona yalan söylemedim. Yetkili bana, “Sen gerçekten bir tilkisin, fakat bakan sana kızgın” dedi. Bakana teşekkür ettim ve yarın Aspen'deki çiftliğime gideceğimi ve iki ya da üç hafta orada kalacağımı söyledim. Aranmadığım ve hakkımdaki kararın kaldırıldığına dair haber almadığım takdirde İngiltere’ye ya da Güney Fransa’ya gideceğimi belirttim.”
ABD Dışişleri Bakanlığı, Prens Bender'in resmi etkinliklere katılmasını ve devlet dairelerine girmesini engelledi.  Ancak bu, Bakan Schultze tarafından başkanın veya başkan yardımcısının izni olmaksızın öfkeyle alınmış bir karardı.
Prens Bender sözlerini şöyle sürdürdü:
“Aspen'e ve daha sonra Suudi Arabistan’a gittim. 3 aydan fazla bir süre orada kaldım. Bir süre sonra, o sıra başkan yardımcısı olan Baba Bush beni aradı. Eşinin kendisine beni sorduğunu ve neden bir süredir ziyaretlerine gitmediğimi merak ettiğini söyledi. Kendileri eşim Hafya ile görüşmüş ve eşim ona ülke dışında olduğumu söylemiş. Başkan Reagan durumdan haberdar olmuş ve kendisinden izinsiz böyle bir şey yaptığı için Schultz'u azarlamış. Reagan’ın Suudi Arabistan ile arası iyiydi. Çin füzeleri ile ilgili görüşmelerin öncesinde, daha önce anlattığım gibi İran Kontra operasyonu başlamış ve Reagan, Kral Fahd’tan Kongre oylarını alana kadar yardım istemişti.”
RÖPORTAJIN 1.KISMI
RÖPORTAJIN 2. KISMI

RÖPORTAJIN 3. KISMI​



Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
TT

Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)

İbrahim Hamidi

Eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi iki yılı aşkın bir sürelik ‘savaşçı molasının’ ardından Irak'a döndü. Titiz hesaplamaları ve adımlarıyla tanınan Kazımi'nin dönüşü birçok soru işaretine ve spekülasyona yol açtı. Tüm bunlara bir de ülkesine 7 Ekim 2023'ten sonra Ortadoğu'nun büyük dönüşümlere sahne olduğu ve ABD Başkanı Donald Trump'ın yeniden Beyaz Saray’a dönüşüyle dünyanın yeni bir döneme girdiği bir dönemde dönmüş olması eklendi.

Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde sürgünde gazeteci olarak çalışan Kazımi, Irak'ta, bölgede ve dünyada, müttefikler ve çatışan taraflar arasındaki geniş ilişki yelpazesiyle tanınıyor. Kazımi aynı zamanda Bağdat'taki büyük değişimin ardından iç ve dış dönüşümler, krizler ve değişimler arasında bağlantı kurabilen, sinyallerin ve değişimlerin anlamlarını okuyabilen az sayıdaki isimden biri.

Kazımi’ye Irak, Ortadoğu'daki değişimler ve yeni dünya düzeni hakkında pek çok soru sordum. Bir kısmı Londra'da gerçekleşen röportaj, 26 Mart 2025 tarihinde e-posta yoluyla yazılı olarak tamamlandı.

Kendisine Bağdat'a dönüşünün ne anlama geldiğini, seçimlere katılmayı planlayıp planlamadığını ve ne tür garantiler istediğini, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesini ve Irak'ta Tahran ile Washington arasındaki ilişkileri, Beşşar Esed rejiminin düşmesinden sonra Ortadoğu’yu ve Hizbullah’ın başarısızlıklarını, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran'a yönelik ‘azami baskı’ tehditlerini, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini, yeni dünya düzenini, ABD, Çin ve Rusya arasındaki ilişkileri ve Arap ülkelerinin uluslararası konumunu sordum.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı  Mustafa el-Kazımi röportajın tam metni:

*Sayın Başbakan, iki yılı aşkın bir aradan sonra Irak'a geri döndünüz. Dönüşünüz hangi sebeplere dayanıyor?

Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Başbakanlık görevimi tamamladıktan sonra Irak'tan ayrılmaya karar verdim. Bu kararın kendince sebepleri ve gerekçeleri vardı. Kişisel olarak böyle bir çalışma döneminden sonra bir mola vermeye ihtiyacım vardı. Sorumluluk üstlendiğim dönem sadece başbakanlıkla sınırlı değildi, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın başında bulunduğum 2016 yılından görevi mevcut Başbakan'a devrettiğim 2022 yılının ekim ayına kadar uzanıyordu.

Bazı kardeşler benim ‘savaşçı molası’ verdiğimi söylediler. Bu tanımda bir miktar doğruluk payı var. Birçok görüşmede tepede durduğumu ifade ettim. Bu da bir yandan durumun takibi ve gözlemlenmesiyle karışık bir mola, diğer yandan da görüşler, fikirler ve yaklaşımlar geliştirmenin yanı sıra deneyimin değerlendirilmesi, kaydedilmesi ve belgelenmesi için çalışma anlamına geliyordu. Özellikle bölgeyi ve dünyayı kasıp kavuran değişimler aynı zamanda sükûnet ve esneklik gerektirdiğinden, mevcut koşullara ve karmaşıklıklara rağmen uygun çözümler üretmemize yardımcı oldu. Duygulara kapılmamalı ve Irak'ın, halkının ve bölgenin genel çıkarlarını gerçekleştirmek için ahlaki, insani ve ulusal değerleri korumalıyız.

Beşşar Esed rejiminin çöküşü ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak’a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor.

Bölgedeki gelişmeler ve bunların genel olarak Arap dünyasına, özelde ise Irak'a yansımaları, engellerin aşılmasına ve hesapsız maceralardan uzak bir şekilde gerçeğe hızlı bir şekilde dönülmesine katkıda bulunacak fikirleri üretmeye açık bir şekilde çalışmak ve başlatmak için beni daha fazla motive etti.

Mola bitti İbrahim Bey. Arap dünyasındaki durumun bir parçası olmaya çalışmanın zamanı geldi. Irak, bu uzlaşıdan ve bu eğilimden sapmayan bir Arap ülkesi ve bundan uzak kalamaz. Bu derinlik başka bir derinlikle yer değiştiremez.

*Önümüzdeki seçimlere katılmak için ittifaklar kurmak istediğiniz doğru mu?

Önümüzdeki seçimlere katılma, ittifaklar kurma ya da koalisyonlara katılma konusunu zamana bırakıyorum. Çok sayıda ve çeşitli seçeneklerimiz var. Vizyonumuzla örtüşen ve farklı yaklaşımları paylaşan güçler ve partilerle açık ve kesintisiz olarak iletişim halindeyiz. Bu konu halen tartışılıyor.

İki önemli noktaya değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi, eğer önümüzdeki seçimlere katılmaya karar verirsek özellikle 2005 yılından bu yana geçmiş seçimlerde yaşadığımız tecrübeler çerçevesinde, bu seçimlerin adil olacağına ve en üst düzeyde şeffaflığa sahip olacağına dair garantiler talep ediyoruz. Daha önce pek çok zorluk, aksaklık ve haksızlık yaşandı.

cfvgthy
Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi ile bir röportaj gerçekleştirdi (Al Majalla)

İkincisi olarak seçimlere katılalım ya da katılmayalım, iktidarda olsun ya da olmasın, hükümete ya da siyasi sisteme yakın yahut muhalif olsun herkes, ulusal ve tarihi sorumluluklarını üstlenmeli. İçinde bulunduğumuz dönem ortak yarar için, Irak'ın iyiliği için çalışmamızı gerektiriyor. Çünkü fiyasko ve başarısızlığın bedelini hepimiz, Irak ve Iraklılar ödeyecek. Ben de her zaman bundan korkuyor ve buna karşı uyarıyorum.

*ABD, askerlerini bir takvim dahilinde Irak’tan geri çekmeye karar verdi. Sizce bunun Irak üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Hükümetim döneminde, ABD muharip güçlerinin Irak'tan çekilmesini tamamladık, ancak belirli sayıda askeri danışmanı bulundurmaya devam ettik. Onlara güvenlik güçlerimizin bazılarını eğitme ve DEAŞ çeteleriyle mücadele edebilmeleri için gerekli tavsiye ve desteği sağlama görevi verdim.

Bu anlaşmayı ve etkilerini değerlendirme sürecinde değilim. Ancak Irak'ın Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkisinin stratejik ve önemli olduğu ve bundan taviz verilemeyeceğini söylemek istiyorum. Bu ilişkiyi nasıl güçlendireceklerini ve geliştireceklerini araştırıp ABD’nin yeteneklerinden, uluslararası konumundan ve Irak'a bir devlet, kurumlar ve halk olarak hizmet etme potansiyelinden yararlanmak yetkili kardeşlerimizin görevi.

Daha önemli ve talihsiz olan bir diğer konu ise Irak halkına cehaletle birlikte ikiyüzlülüğün ihraç edilmesidir. Bir yandan ABD ile bağların koparılması çağrısında bulunurken diğer yandan gizlice ve üstü kapalı bir şekilde köprüler kurmaya ve Irak içinde ve dışında ABD’li yetkililere kimliklerini sunmaya çalışan sahte slogancılardan bahsediyorum!

*Irak’a döndüğünüzde bölge çok değişmişti. Örneğin Beşşar Esed rejimi düşmüş ve Hizbullah başarısızlığa uğramıştı. Bu durum Irak'a da yansıdı mı?

Elbette. Beşşar Esed rejiminin düşmesi ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak'a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor. Sanırım önümüzdeki birkaç ay içinde bu daha da netleşecek.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez.

En önemlisi başkalarının deneyimlerinden ders çıkarmaktır. Iraklılar olarak, başkalarıyla aynı hataları yapmamak için kendi deneyimlerimizden ve başkalarının deneyimlerinden ders almalıyız. Aynı hataları yapmak ne haklı gösterilebilir ne de kabul edilebilir. Bugünün dersi, başkalarının deneyimlerini iyi anlamak, koşulları, faktörleri ve sonuçları iyi okumak ve bir sonraki aşamayı doğru bir şekilde kurmaktır. Ancak bu şekilde daha sonra bir gerileme yaşamaktan kaçınırız. Devlete, devletin tercihine ve devletin kurumlarına inanmalıyız, çünkü herkesi koruyan onlardır, tersi değil.

*Irak ve İran arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Irak ve İran arasındaki ilişkinin, her iki ülkenin özgünlüklerine saygı göstererek ve her iki ülke için de en iyisini elde etme çabası çerçevesinde, olumlu etkileşim ve iyi komşuluk temelinde olması gerekiyor. Irak'ın iç işlerine her türlü müdahaleyi reddediyorum. Her iki ülkenin de çıkarlarını korumak için Irak'ın İran'ın arka bahçesi olmasına izin verilmesine karşıyım.

Burada, İran’daki ilgili kardeşlerimi, genel olarak bölgeye ve özelde Irak'a ilişkin vizyonlarını yeniden gözden geçirmeye ve ikili iş birliği ve iletişimde devlet ve kurum mantığını yerleştirmeye çağırıyorum.

Bölgemizde değişimler yaşanıyor. Herkesin bu değişimlere ayak uydurması gerekiyor. Herkes, bölge ülkeleri ile halklarının çıkarlarına hizmet eden iş birliği ve ekonomik entegrasyon ilkeleri doğrultusunda çalışmalı. Ancak bu şekilde güvenlik ve istikrarın temelleri atılıp hiç kimsenin çıkarına olmayan bir çatışmaya herkesi itebilecek pervasız maceralar önlenebilir.

*Devletin kontrolü dışındaki silahlar ne olacak?

Silahlar devletin kontrolü dışında olduğu zaman Irak öldü demektir. Uluslararası toplum ve bölgesel komşular, devletin, devlet kurumlarının ve halkın iradesi olmaksızın savaşa ve barışa karar verme konusunda risk almaya ve ileri gitmeye hazır taraflara ve milislere sahip bir devletle uğraşmamaları konusunda uyarıyor.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez. ABD karşıtı sloganlar atanlar, ABD’nin hükümetle koordineli olarak bulundurduğu askerlerini ‘işgal’ olarak değerlendirirken, devlet ve hükümet bu askeri varlığı dünyanın en güçlü askeri gücüyle güvenlik iş birliği ve stratejik ortaklığın bir parçası olarak görüyor.

Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? Daha önce de söylediğim gibi, Irak halkının kasıtlı olarak cehaletiyle birleşen bir ikiyüzlülük var ve bu onlara çok pahalıya patlayacak. Çünkü halk artık gerçekleri ayırt edebiliyor.

*Pekin’deki anlaşmanın zeminini hazırlayan Suudi Arabistan-İran görüşmelerinin Bağdat’ta yapılmasında rol oynadınız. Üzerinden geçen iki yılın ardından anlaşmayı nasıl görüyorsunuz?

Bu görüşmeler karşılıklı iyi niyetlerle yapıldı. Irak, coğrafi konumu, yakınlığı ve iki komşusuyla da olan etkileşimi sayesinde bunun görüşmelere uygun ve elverişli bir zemin hazırlayabildi. Müzakerelerin sayısı beş tura ulaştı. Bu turlarda iki taraf arasında açıklık ve şeffaflık ön plandaydı. İki taraf arasında çözüm bekleyen konuların çoğu ele alındı. Irak, aradaki boşlukları doldurmaya istekli bir arabulucu olabildi, fakat -açıkça söylemek gerekirse- Irak bu tür görüşmelerin sonuçlarının garantörü olamaz. Bu tür görüşmelerin bölgesel değil, uluslararası bir garantöre ihtiyacı olduğu bir gerçek. Çin de her iki tarafa görüşmenin sonuçlarının garantörü olmayı önerdi.

7 Ekim'den önceki bölge ile sonraki bölge aynı değil. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel sistemde de büyük değişimler yaşandı.

Bölgemizde yaşanan onca şeyden sonra, bu diyaloğun bazılarının zaman kazanmak ve bir aşamayı geçmek için kurduğu geçici bir diyalog olarak değil, yeni bir strateji ve herkese olumlu yansıyacak farklı bir bölgesel yaklaşım için temel bir diyalog olarak görülmesini umuyorum. Ben halen her iki tarafta da iyi niyetin var olduğuna ve bu anlaşmayı geliştirme potansiyelinin bulunduğuna inanıyorum.

*Irak İran'ın komşusu. Trump İran'a ya azami baskı uygulayacağını ya da bir anlaşma yapacağını söylüyor. Siz bunu ve Irak üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başkan Trump, ABD'nin hasımlarına karşı azami baskı politikası uyguluyor. Bu bağlamda İran'a baskı uyguluyor ve davranışlarını değiştirmeye zorlamak için güç kullanma tehdidinde bulunuyor. Ancak bu politikayı daha tehlikeli kılan en temel değişken, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Ortadoğu'da yaşanan büyük çalkantıların ortasına denk gelmesidir. Bu durum, iki taraf arasındaki gerilimi tırmandırırken bir yandan İran-Irak ilişkilerinin diğer yandan da ABD-Irak ilişkilerinin seyrini doğrudan etkiliyor.

fergt
ABD Başkanı Donald Trump, 2020 yılında ilk başkanlık döneminin sonlarında dönemin Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi'yi Beyaz Saray'da ağırladı (AFP)

Washington ve Tahran arasındaki gerilimin niteliği ne olursa olsun, Irak'ın menfaati bunun olumsuz yansımalarını kontrol altına almayı ve iki taraf arasında diyalog kanalları açabilecek etkin bir rol sahibi olmasını gerektiriyor. Aynı durum, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar gibi bölge ülkeleri için de geçerli.

Irak, ABD-İran çatışmasının somut jeostratejik ve tarihi gerçeklerine en fazla cevap veren ülke konumunda olduğundan bu boşluğu doldurmada ve perspektifleri yakınlaştırmada yapıcı bir rol oynamayı hak ediyor. Irak'ın, temel çıkarlar, ulusal güvenlik ve Arap derinliği olmak üzere bu üç temele dayanan dengeli bir vizyon temelinde değişikliklere uyum sağlama yeteneğine sahip olması da önem taşıyor.

Öte yandan İran’daki kardeşlerimizi bölgedeki, özellikle de Irak'taki deneyimlerini değerlendirmeye ve koşulları tek tarafın yararına kullanmak yerine çözümü düşünmenin ve çözüm bulmanın yanında komşularla ilişkilerde devlet ve kurumları kavramına geçmeye ve devrim fikrini kendi sınırlar içinde tutmaya ve onu ihraç edip orada burada sorun yaratmamaya dayalı kapsamlı bir vizyon geliştirmeye çağırıyorum.

*7 Ekim 2023 olaylarının ardından yeni bir bölgesel düzenin şekillenmekte olduğundan bahsediliyor. Siz bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bölgenin 7 Ekim öncesiyle sonrasında aynı olmadığı kesin. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel düzende de büyük dönüşümler yaşandı. Ancak tamamen yeni bir bölgesel düzenden bahsetmek için henüz çok erken.

Bölgedeki tüm aktörler yaşananları objektif ve cesur bir şekilde yeniden okumalı. Uzun süreli savaşların ardından zayıflık dengelerine dayalı bir stratejik alana girmek yerine bölge halklarının çok boyutlu ve çoğulcu çıkarlarıyla uyumlu bir siyasi bütünleşme mantığı oluşturmak üzere bazı dersler ve ibretler çıkarmalı. Bölgedeki bazı ülkelerin tanık olduğu ekonomik-kalkınma rönesansının temeli olarak her zamankinden daha acil hale gelen siyasi-güvenlik istikrarını tesis etmek için gerçekçilik ve dengeli sorumluluğu harmanlayan stratejik seçeneklere açık olmalı.

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Bölge ülkeleri arasında iş birliği, etkileşim ve ağ oluşturma alanları yaratmak ve küresel düzeyde ekonomik varlıklarını arttırmak için gerçek bir fırsatla karşı karşıyayız. Bu da çeşitli güçlerin inandığı, kendini dayatabilecek yeni bir gerçeklik üretebilecek yeni bir yaklaşım gerektiriyor.

Irak’ın devlet, hükümet, kurumlar ve aktif güçleri bunu dikkatle okumalı.

*Tüm bunlar Trump'ın ikinci başkanlık döneminin başlarında gerçekleşiyor. Trump’ın yeniden başkan seçilmesi ve bölgemiz üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Trump’ın ikinci dönemi, birinci döneminden farklı değil. Ortadoğu'ya yönelik dış politikası ilk dönemindeki politikasının bir uzantısı. Yine “Önce Amerika” ilkesiyle yola çıkıyor. Ekonomiye öncelik veriyor ve savaşa başvurmadan düşmanlarını kontrol altına almayı amaçlayan ‘baskıcı güç’ stratejisine çerçevesinde düşmanlarına karşı azami baskı politikasını izliyor. Trump yönetiminin yeni politikası ve uygulamaları temelde 7 Ekim sonrası yaşanan önemli gelişmelerin bıraktığı siyasi iklim ve stratejik dönemeçlerden dolayı farklılaşıyor. Bu da bölgedeki denge haritasının yeniden çizilmesi için ABD'nin aktif ve yoğun olarak katılım göstermesini gerektiriyor.

Burada, ABD'nin uluslararası arenada ve önemli meselelere yönelik politikasının Trump’ın şahsına indirgenemeyeceğini belirtmemiz gerekiyor. Bu konuda temelde belirleyici olan ABD'nin bölgedeki ve dünyadaki çıkarlarını ve ABD ulusal güvenliğinin korunmasını dikkate alan derin kurumsal yapısıdır.

Bu kritik tarihi anda, bölgede barışı ve istikrarı sağlamak için ABD ile olgun bir stratejik ortaklık üzerinde düşünmeli ve bu tür bir iş birliğini kalkınma ve ilerleme yollarına hizmet etmek ve nesillere gelecek vaat eden bağlamlar oluşturabilecek yaratıcı fırsatlar sağlamak için kullanmalıyız.

*Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile anlaşmaya varmak ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile rekabet etmek istiyor. Üç ülke arasındaki ilişkileri ve bunların dünya üzerindeki etkilerini nasıl okuyorsunuz?

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Ancak bu rekabet tek kutuplu sistemde köklü bir değişikliğe yol açmadı. Uluslararası sistemin bu tek kutuplu yapısını değiştirme girişimleri, başta Çin ve Rusya olmak üzere, uluslararası arenadaki yerlerini ve rollerini yeniden kazanmaya çalışan ve özellikle jeostratejik etki alanlarında ABD’yi zayıflatmaya çalışan bazı uluslararası güçlerin ana hedeflerinden biri oldu ve olmaya devam ediyor.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik değişimler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya.

ABD için Çin, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü William Burns'ün de belirttiği gibi, ‘21. yüzyılın en önemli jeopolitik tehdidini temsil ediyor’. Bu yüzden ABD vizyonu ve bundan kaynaklanan stratejiler ve taktikler açısından Rusya'dan farklı. Washington, küresel ekonomik dümene liderlik etmek için kızışan güç yarışında en tehlikeli rakip olarak Pekin ile karşı karşıya. Her ikisi de uluslararası sistemin doğasını yeniden tanımlamayı ve onu hem ekonomik hem de askeri açıdan çok kutuplu bir kimliğe taşımayı hedeflediğinden, ABD'nin tek taraflılığına karşı koymak Çin-Rusya ilişkilerinin en önemli ayağını oluşturuyor.

Rusya-Ukrayna savaşı ve Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından, uluslararası piramidin tepesine doğru çıkmaya başlayan Rusya'nın, ABD'nin dünya düzeni liderliğine tehdit oluşturan uluslararası bir güç olmaktan ziyade uluslararası boyutu olan bölgesel bir güç haline geldiğini söyleyebiliriz. Gerçekte ABD, Rusya-Çin stratejik ittifakı ile çatışma halkalarını dağıtmayı başardı. Washington, ABD’ye karşı giderek büyüyen bir tehdit olarak gördüğü Çin'i kuşatmayı amaçlayan stratejilerine kendini adama fırsatı buldu. ABD yönetimi, bu bakımdan pusulayı Çin'in yükselişini engellemeye çevirmek için bölgede ve uluslararası alanda meşgul olduğu arenaları azaltmaya çalışıyor. Dolayısıyla, ABD'nin Rusya-Ukrayna çatışmasını sona erdirme girişimi ve Trump'ın Putin ile yakınlaşması, Trump'ın ‘şahsi diplomasi’ ilkesine olan inancına, yani Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile şahsi bağlantılar kurarak Rusya ve Kuzey Kore ile çelişkileri yönetme ve onları dizginleme çabasına ek olarak anlaşılabilir.

dfergty
Kazımi Londra'da Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi’ye röportaj verdiği sırada (Nur Eyyub – Al Majalla)

Trump, küresel ekonominin dümenine geçmek isteyen Çin’i engelleyecek kararlı adımlar atmak için zamana karşı yarışıyor. Çünkü ABD'yi büyük zorluklardan kurtarıp sürdürülebilir fırsatlara ulaştırmayı başaran istisnai bir lider olarak tarihe geçmek istiyor.

*Yeni dünya düzenine nasıl bakıyorsunuz?

ABD, teknolojik, ekonomik, kültürel, askeri ve diplomatik olmak üzere çeşitli alanlarda üstünlüğünü korumaya çalışarak, uluslararası kurumlara ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra uluslararası arenada tek başına kalan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) liderlik ederek ve başta Çin ve Rusya olmak üzere potansiyel rakiplerinin bir süper güç seviyesine yükselmesini engellemeye çabalayarak uluslararası sistem üzerindeki liderliğini sürdürmenin yollarını arıyor.

Günümüzün akışkan ve karmaşık dünyasında, uluslararası haritayı basit kavramlara indirgemeyen çok boyutlu bir okumayı tercih ediyorum.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik dönüşümler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya. Bundan dolayı gücün artık tek bir kutbun elinde toplanmadığı, ancak üç boyuta bölünmüş bir modele göre dağıtıldığı ve böylece birden fazla gücün aynı anda etkileşime girdiği söylenebilir.

ABD, gerek bütçe gerek teknoloji gerekse dünyanın dört bir yanında sahip olduğu askeri üsler bakımından olsun askeri güç açısından açık ara tek taraflı hakim güç olmaya devam ediyor. ABD'nin askeri üstünlüğü Washington'ı eşsiz bir konuma oturtuyor. Ancak yükselen güçleri, özellikle de sessiz ve derinden devasa silah cephanelikleri geliştirmeye ve geçtiğimiz yüzyıldaki Sovyetler Birliği'nden farklı olarak ABD’nin gücüyle rekabet edebilecek bir askeri yapı inşa etmeye çalışan Çin'i izlemesi ve takip etmesi gerekiyor.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor.

Ekonomik güç düzeyinde, on yılı aşkın bir süredir ABD, Avrupa Birliği (AB), Çin ve Japonya gibi büyük ekonomik güçler arasındaki hararetli rekabet başta olmak üzere çok kutupluluk yönünde bir tablo çiziliyor. Buna yansımaları ve etkileri nedeniyle uluslararası arenada büyük önem kazanan Hindistan ve Brezilya gibi yeni oyuncular ekleniyor.

Burada dikkat edilmesi gereken üçüncü bir boyut daha var. O da ulus ötesi ilişkilerle ilgili boyuttur. Geleneksel anlamda devletleri temsil etmeyen geleneksel olmayan güçler bu boyutta etkileşime girer ve bu boyutta ulus ötesi terörizm, uluslararası suç ve siber güvenlik gibi zorluklar ortaya çıkar. Salgın hastalıklar ve iklim değişikliği gibi tüm insanlığın karşı karşıya olduğu ortak sorunlar uluslararası iş birliği yapılmasını gerektirdiğinden tek bir güç tarafından ele alınamamalı. Bu boyutta güç, çok çeşitli ölçeklere dağılmış olup, tek kutupluluk ya da çok kutupluluk kavramlarını, uluslararası gerçekliğin ve mücadelelerinin karmaşıklığını tanımayan basit bir kavram haline getiriyor.

*Arap ülkelerinin bu küresel sistemdeki konumlarını, rollerini ve katkılarını nasıl görüyorsunuz?

Arap dünyasının engin potansiyeline, bol kaynaklarına ve zengin medeniyet mirasına yakışacak şekilde küresel sahnede anlamlı bir etki kazanmasının en etkili yolu Arap entegrasyonu projesidir. Bu proje, çabaları birleştirecek, içerideki çelişkileri yapıcı bir farkındalıkla yönetecek ve Arap siyasi dokusunu yeniden yapılandırmak ve Arap dünyasının küresel meseleleri şekillendirmesine izin verebilecek muazzam enerjisini ortaya çıkarmak için gizli yetenekleri kullanacak. Bir süre önce, bölgemizi etkileyen kronik krizleri aşmak üzere tasarlanmış bir girişim olan ‘Yeni Levant (Maşrık) Projesi'ni önermiştim. Bölgenin çıkmaza girmiş gerçekliğine meydan okuyan Yeni Levant Projesi, maceracı ya da gerçekçi olmayan bir vizyon sunmaktan ziyade gerçekliğin akışkanlığına ve karmaşıklığına ayak uyduran, dönüşümün üretilmesine olanak tanıyan bir öneridir. Proje, bölgedeki kilit oyuncular olan Irak, Mısır ve Ürdün arasında stratejik ve yapıcı bir entegrasyon öngörüyor. Irak zengin doğal kaynaklara, Mısır büyük bir nüfusa ve önemli bir endüstriyel uzmanlığa, Ürdün ise önemli bir jeostratejik konuma sahip. Bu özelliklerin hepsi, bölgede kendi kabiliyetlerine dayalı yeni bir rota çizmek ve kendine daha fazla inanan ve yapısal ilerleme için dayanışmanın gerekliliğine daha fazla ikna olmuş bir bilinci yeniden üretebilecek hayati bir model oluşturmak için her ülkenin güçlü yanlarından karşılıklı olarak faydalanmak üzere iş birliği yapmak üzere bir araya getirilebilir.

Yeni Levant Projesi, ne yazık ki bölgesel söylemlerimizin çoğunda pratikten ziyade retorik bir değer haline gelen entegrasyon ilkesine yaptığı vurguyla öne çıkıyor.

Böyle bir projenin özellikle Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki (KİK) kardeşlerin vizyonunu tamamlayacağını ve ortak Arap eylemine dayalı yeni bir Ortadoğu inşa etmek için ufuklar açabileceğini ve gerçek fırsatlar yaratabileceğini düşünüyorum.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor. Çünkü ortak çıkarlar bu tür bir gücün engellenmesini değil, yükselmesini gerektiriyor. Bu güç, daha güvenli, gelişmiş ve ileri bir stratejik ortam yaratma ve sadece stratejik kısırlık üreten çatışma alanlarını boğma çerçevesinde etkili ve verimli ekonomik, siyasi ve güvenlik dinamiklerine dayanıyor. Bu da Arap dünyasını, küresel sahnede öne çıkan eylemin sadece bir alıcısı olmanın ötesine taşıyıp uluslararası dönüşümlerin oluşumuna daha fazla dâhil ediyor.