Beşir dönemi: Büyük hatalar, savaşlar ve uluslararası tecrit

Beşir ve Turabi darbeye önderlik ettiler (AFP)
Beşir ve Turabi darbeye önderlik ettiler (AFP)
TT

Beşir dönemi: Büyük hatalar, savaşlar ve uluslararası tecrit

Beşir ve Turabi darbeye önderlik ettiler (AFP)
Beşir ve Turabi darbeye önderlik ettiler (AFP)

Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir, 19 Aralık’ta başlayan ve bugüne kadar devam eden halk hareketi neticesinde devrilirken, otuz yıldan bu yana devam eden “Ulusal Kurtuluş” rejiminin sayfası dürüldü. Sudan halkı bu süre zarfında çöken ekonomiden ve ölümlerden muzdarip olurken ülke, bitmeyen savaşlar ve uluslararası tecrit ile karşı karşıya kaldı. Devlet Başkanı Ömer el-Beşir’in 11 Nisan’da devrilmesinin ardından rejimin kalıntılarını ortadan kaldırmaya çalışan halk, mücadelesini sürdürmeye devam ediyor.
30 Haziran 1989'da askeri darbeyle iktidara gelen Ulusal Kurtuluş rejimi yılları arasında hızlı bir yolculuk yaparsak, bu yıllarda ülkede iç savaşların başladığına, ülkenin yıllardır uluslararası arenada izole edilmesine yol açan yanlış kararlar alındığına ve Usame bin Ladin ve Çakal Carlos olarak bilinen uluslararası terörist Ilich Ramirez Sanchez’e ev sahipliği yaptığından dolayı Sudan’ın terör listesine dahil olduğuna tanık oluruz.
Ömer el-Beşir, 300 binden fazla vatandaşın hayatını kaybettiği Darfur'daki savaş sırasında savaş suçları ve soykırımla suçlanan ilk devlet başkanı. Beşir’in işlediği en büyük hata, gerek servet gerekse de nüfus bakımından zengin olan Güney Sudan'ın bağımsızlığını kazanmasına yol açtı. Bundan dolayı Sudan, nüfusunun üçte birini, topraklarının üçte birini ve başta petrol olmak üzere dış ihracatının yüzde 85'ini kaybetti.
Darbe planı
Ülkedeki İslamcılar, İslami Hareket projesi ile 1970'lerin ortasında iktidarı ele geçirmeyi planladılar. 1970'lerin başında Müslüman Kardeşler'den ayrılan İslami Hareket'in lideri Hasan Abdullah el-Turabi, güçlü bir örgütlenme ve kalabalık bir halk tabanı oluşturmayı başardı.
Bu hareket daha sonra İslami Cephe adı altında, Sadık El-Mehdi'nin liderlik ettiği Umma Partisi ve Muhammed Osman el-Mirgani'nin liderliğini yaptığı Demokratik Birlik Partisi gibi geleneksel partiler ile seçimlere girdi.
İslami Cephe 1986 seçimlerinde 51 sandalye kazandı, fakat 1980'lerin sonunda demokratik yönetime karşı bir darbe gerçekleştirdi. Ulusal Kurtuluş Devrimi süreç içerisinde ideolojik olarak radikal bir çehreye bürünmeye başladı ve gerçekçe olarak askeri bir darbeyle iktidara el koymalarını öne sürdü. Rejim süreç içerisinde yerel ve uluslararası önemli risklerle karşı karşıya kaldı.
İktidarda kök salma dönemi
Ulusal Kurtuluş rejimi, tüm sektörlerdeki binlerce çalışanın işine son verdi ve bunun için “Ortak Yarar Kanunu” adını verdiği bir yasa hazırladı. Rejim bu yasa doğrultusunda devletin tüm hassas alanlarına, yetkinlik ve niteliklerini göz önünde bulundurmaksızın İslami Cephe unsurlarını yerleştirdi. Aynı zamanda yüz binlerce uzman ve yetkin kişiyi görevden aldı. Bu durum devlet aygıtının bozulmaya yüz tutmasına ve İslami Cehpe’nin devlet haline gelmesine yol açarken, kamu hizmetleri zayıfladı ve kamu mallarının yağmalanması kolaylaştı.
Turabi'ye yakın olan İslamcı lider Mahbub Abdüsselam, İslami hareket liderliğinin ‘stratejik planlama’ olarak nitelendirdiği bir plan doğrultusunda hareket ettiğini ve bir vizyon sahibi olduğunu, fakat daha sonra iktidara gelmesi ile birlikte devlet ve toplum yönetimi gibi bir sorunla karşı karşıya kaldığını söylüyor. İslami hareketin bu sorunu ele almaya hazır olduğunu düşündüğünü dile getiren Abdüsselam, devletin karşı karşıya kaldığı sorunların sanıldığından daha büyük olduğunu belirtiyor.
Ayrıca İslami hareketin tek taraflı bir yaklaşım benimsediğini, ülkedeki çeşitliliği tanımadığını, tüm sorumlulukları üstlendiğini ve diğerlerini izole ettiğini ifade eden Abdüsselam, bundan dolayı hareketin biriken büyük sorunlar karşısında tek başına kaldığını, bölündüğünü ve stratejik planlamasını kaybettiğini söyledi. Abdüsselam, hükümetin bir süre sonra diğer tüm ahlaki değerlerin kökünü kurutan yolsuzluk batağına saplandığını ve herhangi bir fikir veya stratejik planlama olmaksızın uzun süre iktidarda kaldığını kaydetti.
Abdüsselam, rejim unsurlarının uzun süren iktidarları dolayısıyla manevra ve taktik yapma konusunda büyük bir kabiliyet kazandıklarını ve demokrasi meselesinin ise sadece bir taktikten ibaret olduğunu vurgulayarak, “Ulusal Kurtuluş rejimi, diğer diktatörlük rejimlerinde olduğu gibi uzun süre iktidarda kalması ve yolsuzluk batağına saplanması sebebiyle son buldu” ifadesini kullandı.
Turabi'nin uzaklaştırılması
Ulusal Kurtuluş yönetiminin üzerinden 10 yıl geçmesinin ardından Beşir, Turabi’ye 1999 yılında ünlü muhtırayı verdi. Bu durum İslami hareketin bölünmesine yol açtı. Turabi’nin öğrencilerinden birçoğu Beşir’in yanında kalırken, azınlık bir grubu yanına alan Turabi Halk Kongresi Partisi’ni kurdu.
Turabi’nin devreden çıkarılmasının ardından Ulusal Kurtuluş iktidarının ikinci dönemi başladı. İktidarda yalnız kalan Beşir’e, Devlet Başkanı Yardımcısı olarak Ali Osman Muhammed Taha ve iktidardaki Ulusal Kongre Partisi'nden Nafie Ali Nafie yardımcı oldu.
İkinci Körfez Savaşı
İkinci Körfez Savaşı başladı ve Irak 1990'da Kuveyt'i işgal etti. Beşir rejimi tarihi bir yanlış yaparak kurbanın yanında olmak yerine kasabın yanında olmayı tercih etti. Bütün dünya Irak'ın Kuveyt istilasına karşı olduğu bir zamanda Beşir, Saddam Hüseyin’in yanında olmayı seçti.
Saddam Hüseyin’in yenilgisi ile Sudan, Körfez ve dünyadaki müttefiklerini kaybetti ve uluslararası arenada yalnız kaldı. Bu durum Sudan rejimini, İran'ın ve aşırılık yanlısı terörist grupların kucağına atılmak zorunda bıraktı. Böylece Sudan, terör suçlaması yaftası yememek için hiç kimsenin yanaşmadığı cüzzamlı bir devlet haline geldi.
Sudan neden Usame bin Ladin'e ev sahipliği yaptı?
Hasan el-Turabi’nin döneminde "Ulusal Kurtuluş rejimi", ülkenin büyüklüğünü ve kapasitesini aşan hayallere ve tutkulara sahipti.
Turabi, İslam dünyasını yönetmeyi ya da en azından karar mercii olmayı arzuluyordu. Bu nedenle, ülke kovulan gruplara ve radikalizm yanlısı  örgütlerin liderlerine kapılarını açtı ve onlara ülkenin imkanlarından yararlanma fırsatı verdi.
Turabi-Beşir hükümeti, 1990-1996 yılları arasında el-Kaide lideri Usame bin Ladin'e ev sahipliği yaptı. Usame bin Ladin, büyük mali kaynaklarını kullanarak Sudan'ı terör örgütü faaliyetleri için arenaya çevirdi ve hükümete önemli miktarda finansal destek sağladı.
Sudan'ın Usame bin Ladin ve diğer teröristlere ev sahipliği yapması, ülkeye, gerek ABD tarafından gerekse de uluslararası camiadan birtakım yaptırımların uygulanmasına yol açtı. Hartum’un Usame bin Ladin’den ülkeden ayrılmasını istemek zorunda kalmasından sonra bile bu yaptırımlar devam etti.
Sudan, Usame bin Ladin’e ev sahipliği yapmasından dolayı hala 1993 yılında dahil edildiği ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Terörizmin Devlet Sponsorları Listesi’nin başında yer alıyor. Ayrıca bu listede yer almasının ekonomik, politik ve diplomatik etkileri hala devam ediyor.
Sudan’ın Çakal Carlos’a da ev sahipliği yaptı
Beşir’in evrensel değerlere yönelik umursamazlığın zirvesini ünlü uluslararası terörist Çakal Carlos'a ev sahipliği yapması ve ülkede ikamet etmesine izin vermesi teşkil ediyor.
Beşir, 1994 yılında Carlos’u Fransız istihbaratına teslim etmek zorunda kalmadan önce onu, İslam dünyasındaki anlamsız savaşlarda görevlendirmeyi umut ediyordu.
Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek'e suikast girişimi
Büyük felaket, İslamcı radikalizm yanlılarının eski Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek'e Sudan himayesinde suikast girişiminde bulundukları zaman geldi.
Suikast girişimi, Mübarek'in Etiyopya'nın başkenti Addis Ababa'daki Afrika zirvesine katılımı sırasında vuku buldu, fakat başarısız oldu. Hartum, söz konusu suikast girişiminden kaynaklanan cezai, ahlaki, politik ve diplomatik sorumluluğu üstlenmek zorunda kaldı ve Sudanlı yetkililer, eşi benzeri görülmemiş bir suça karışmakla suçlandılar.
Bu suikast girişimi, Beşir rejiminin işlediği aptalca hatalardan biri olarak kaydedildi. Nitekim dünya tarihinde hiçbir devlet, üçüncü bir devletin topraklarında bir diğer devlet başkanına suikast girişiminde bulunmaya kalkışmadı. Sudan bu hatasının bedelini sağır bir şekilde ödedi.
Darfur Savaşı
Devrik Devlet Başkanı Ömer el-Beşir, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) tarafından 1994’de bölgede çıkan iç savaş sırasında savaş ve insanlık suçları işlediği ve soykırımda bulunduğu suçlamasıyla karşı karşıya. Yaşananların ardından Sudan Halk Kurtuluş Hareketi tarafından silahlı bir isyan başlatıldı ve örgüt geçen yıllar boyunca aşırı yoksulluk ve marjinalleştirmeyi sürekli bir şekilde yakıt olarak kullandı.
Beşir hükümeti, silahlı protestolara, yaklaşık 300 bin kişinin ölümüyle sonuçlanan korkunç bir güç kullanımıyla karşılık verdi. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 2008 yılında yayınlanan bir rapora göre, 3 milyon civarında sivil yerinden oldu. Beşir hükümeti BM tarafından yayınlanan raporu reddetti ve ölü sayısının 10 bini geçmediğini söyledi. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Mart 2009'da Sudan Devlet Başkanı Ömer el-Beşir hakkında savaş ve insanlık suçları işlediği gerekçesiyle tutuklama emri çıkardı. Buna 2010 yılında soykırım ve etnik temizlik suçunun eklenmesiyle Beşir hakkında ikinci bir tutuklama emri çıkarıldı. Beşir, Lahey mahkemesi tarafından çıkarılan tutuklama emirleriyle karşı karşıya kalan ilk devlet başkanı oldu.
Petrol dönemi
Beşir'in Ulusal Kurtuluş rejimi, ülkenin güneyindeki savaş operasyonlarını desteklemek ve Sudan’da bulunan milislerine fon sağlamak için günlük 600 bin varil olan petrol üretiminden elde edilen gelirlerden faydalandı. Söz konusu milis grupları arasında en meşhur olanları Halk Savunması, Gölge Taburlar, Halk Güvenliği ve Ulusal Kongre Partisi’ne bağlı olan öğrenciler tarafından oluşturulan bir milis grubuydu.
Petrol gelirleri ayrıca askeri operasyonların finanse esilmesi ve ekonomik ve endüstriyel kurumların inşa edilmesi için kullanıldı. Bunlar arasından en ünlü olanı Ceyad Silah Fabrikası’dır. Paranın geri kalanı ise son günlerinde ‘şişman kediler’ olarak adlandırılan liderlere ve ajanlara dağıtıldı.
Güney Sudan'ın ayrılması
Ulusal Kurtuluş rejimi, Güney Sudan'daki iç savaşı, merkezi hükümet ile isyanı bir hareket arasındaki bir savaşa ve İslam ile Hristiyanlık ve küfür arasındaki çatışmalara dönüştürdü. Bu savaşlar ve çatışmalar 2 milyondan fazla insanın ölümüne ve yine benzer sayıda kişinin ülke dışında göç etmesine sebep oldu.
Uluslararası baskılar ve tehditler ile karşı karşıya kalan Hartum hükümeti, 2005 yılında John Garang'ın liderlik ettiği Sudan Halk Kurtuluş Hareketi ile kapsamlı bir barış anlaşması yapmak zorunda kaldı. Bu anlaşma, halkın kendi kaderini tayin etmesi hakkını temin etti ve 2011 Güney Sudan bağımsızlık referandumunu takiben 9 Temmuz 2011'de Güney Sudan bağımsızlığını kazandı. Bundan dolayı Sudan, nüfusunun üçte birini, topraklarının üçte birini ve başta petrol olmak üzere dış ihracatının yüzde 85'ini kaybetti.
Güney Sudan'ın ayrılmasından sonra ülke gelirlerinin yüzde 85'ini kaybeden ülke, ekonomik krizle karşı karşıya kaldı. Bu durum Beşir rejimin parçalanmasında büyük ölçüde rol oynadı.
Güney Sudan’ın bağımsızlığını kazanması, rejimin işlediği en büyük hatalardan biri olarak değerlendiriliyor. Tarih Beşir’i, ülkesinin bölünmesine yol açan nadir ve utanç verici bu olaya sebep olan devlet başkanı olarak kaydedecek.
Güney halkının Sudan’dan ayrılmasının sebebi, siyasi talepler ve ekonomik nedenlerden kaynaklanan bir iç savaşın Beşir tarafından etnik bir savaşa ve cihada dönüştürülmesiydi.
Eylül 2013 ayaklanması
Beşir rejimi aleyhindeki protestolar dur durak bilmedi. Daha ilk günlerinde ordu tarafından başlatılan bir ayaklanma ve darbe girişimi ile karşı karşıya kaldı ve çok sert bir şekilde bastırdığı bu darbenin akabinde ordunun en iyi subaylarından 30'dan fazlasını yargısız infaz etti. Muhaliflere yönelik infazlar, suikastlar ve tasfiyeler süreç içerisinde devam etti ve en nihayetinde Eylül 2013’te neredeyse hükümetin devrilmesiyle neticelenecek halk protestoları ile sonuçlandı.
Rejim ekmek ve temel gıda ve malzemelerin fiyatlarını yükseltmek zorunda kaldı. Bunun ardından başta başkent Hartum olmak üzere ülkenin büyük şehirlerin çoğunda protestolar baş gösterdi. Rejim bu protestoları aşırı güç kullanarak bastırmamaya çalıştı ve 100’den fazla vatandaş bu protestolar sırasında hayatını kaybetti. Göstericileri öldüren makamlar, Nisan Devrimi’ne kadar yargılanmadı. Halihazırda söz konusu dosyaların açılması ve faillerin yargılanması bekleniyor.
Ulusal diyalog süreci
Ömer el-Beşir ‘ulusal diyaloğu’ kendi iktidarının devamlılığını temin etmek için kullandı. Bu yüzden Beşir, başlangıçta isyancı hareketlerle uzun süreli diyaloglar gerçekleştirmesine ve bu sırada birçok anlaşmaya varmasına rağmen verdiği sözleri yerine getirmedi. Rejimin müzakere heyetleri, silahlı hareketlerle birlikte Abuja, Addis Ababa, Nairobi, Kahire ve Doha gibi birçok şehir ve başkentte bir araya geldi, fakat hiçbir zaman taraflar arasında gerçek bir barış sağlanamadı.
Ülkede istikrarı sağlayamayan Beşir, ulusal diyalog adını verdiği bir hileye başvurdu ve küçük silahlı hareketler ve taraflarla yıllar süren diyaloglar gerçekleştirdi. Fakat ana muhalefet ve büyük silahlı hareketler onu boykot etti ve söz konusu diyalogları, rejim ile rejim yanlıları arasında gerçekleşen dahili diyaloglar olarak değerlendirdi. Fakat Beşir, diyalogu başlatan taraf olmasına rağmen bu diyaloglar kapsamında uzlaşılan hususların hiçbirini yerine getirmedi.
Ülkenin durumunda, ulusal diyalog doğrultusunda kurulan ve ‘ulusal uzlaşı hükümeti’ olarak tanınan hükümetin feshedilmesine ve 19 Aralık 2018’den bu yana patlak veren protestoların ardından ülkede olağanüstü hal ilan edilinceye kadar herhangi bir değişiklik olmadı.
Siyaset Bilimi Profesörü Hasan el-Sauri, Ulusal Kurtuluş darbesinin dört büyük dönüşümden geçtiğini söylüyor.
Sauri, Ulusal Kurtuluş darbesinin söz konusu süreç içerisinde, oluşturulan halk komitelerinden başlayarak askeri yönetimden demokrasiye geçiş doğrultusunda girişimlerinde bulunduğunu, bunun ardından 2010 seçimlerine kadar siyasi güçlerin üzerinde uzlaştığı Naivasha barış anlaşmasını imzaladığını ve bunun akabinde sivil, siyasi ve silahlı güçler tarafından boykot edilen ulusal diyalogu başlattığını kaydediyor.
Sauri, İslami hareketin 1992 yılına kadar yönetimi elinde bulundurduğuna ve devlet kararlarını kontrol altında tuttuğuna işaret ederek, İslami hareket içerisinde yaşanan bölünme ile birlikte İslami hareketin yeniden canlandırılması girişimlerinin başarısız olduğunu belirtiyor.
Yolsuzluğun yaygınlaşması
Ulusal Kurtuluş darbesi, ülke gelirlerini kontrolü altına aldı ve kamu malını iktidarda kalmak için bir araç olarak kullandı. Bu durum özellikle son yıllarda ülkenin iflasın eşiğine gelmesine ve hükümetin felç olmasına yol açtı.
Resmi olmayan istatistikler yalnızca petrol gelirlerinin yaklaşık 90 milyar dolara ulaştığını gösteriyor. Fakat rejim tarafından gizlenmesi sebebiyle bu rakamın gerçekte ne kadar olduğu bilinmiyor. Bununla birlikte her ne kadar elde edilen gelirlerin ne kadar olduğu tam olarak bilinmese de söz konusu gelirlerin ülkenin kalkınması doğrultusunda kullanılmadığı, bilakis askeri ve güvenlik birimlerinin fonlanması için kullanıldığı ve iktidardaki kişilerin ceplerine girdiği biliniyor.
Rejimini sembolü olan isimler büyük bir zenginlik elde ettiler, saraylar inşa ettiler ve birden çok (belki de 5 veya 6) kadınla evlendiler. Bununla birlikte halk yoksulluk içinde yaşadı. Öyle ki, baraj, yol ve köprü projelerinde bile petrol üretiminden elde edilen gelirler kullanılmadı, bilakis bütün bunlar ülkenin başına bela olan kredilerle inşa edildi. 12 milyar dolar tutarında iktidarı teslim alan rejim, ülkenin borcunu 50 milyar dolara çıkardı.
Rejimin sembolü olan isimlerin hesabına milyarlarca dolar yatırıldığı söyleniyor. Bunların başında da devrik Devlet Başkanı Ömer el-Beşir yer alıyor. Wikileaks soruşturmalarının birinde, Beşir’in yalnızca İngiltere'de bulunan varlıklarının 9 milyar dolar olduğu ve bunun yanı sıra Malezya rejimindeki kişilerin hesaplarına milyarlarca dolar yatırıldığını kaydediliyor. Öyle ki yerel bir Malezya gazetesi tarafından yayınlanan bir haberde, ülkenin ikinci en büyük yabancı fonlarının Sudan’a ait olduğu bildirilmişti.
Ulusal Kurtuluş darbesi tarafından yapılan bu yolsuzluğun neticesi, 4 ay süren halk protestolarının sonucunda rejimin devrilmesiyle nihayetlendi.
4 ay önce ülkedeki kötüleşen ekonomik koşullara karşı protesto gösterileri başladı. 19 Aralık’ta yüksek ekmek fiyatlarına, yakıt kıtlığına, para kıtlığına ve ilaç fiyatlarındaki büyük artışlara karşı gerçekleştirilen gösteriler ve toplu protestolar, sonrasında Devlet Başkanı Ömer el-Beşir'in istifasını talep eden gösterilere dönüştü ve ülkedeki çok sayıda şehre yayıldı. Beşir rejimi devrildi ve ardında beş parasız bir ülke bıraktı. Bankalar müşterilerinin nakit ihtiyacını karşılayamadılar. Sudan döviz kuru gittikçe kötüleşti ve 6,8 Sudan lirası 1 dolara denk gelirken, bir yıl içerisinde bu rakam 80 Sudan lirasına yükseldi.
Tek kişinin yönetimi
Beşir, Ulusal Kurtuluş darbesi rejiminin son altı ayında yalnız kaldı. Ulusal Kongre Partisi herhangi bir varlık gösteremedi ve rejim uçurumun eşiğine geldi. Rejim o zamandan beri düşmüş durumda, 11 Nisan’da değil.
Mahbub Abdüsselam, Ulusal Kurtuluş darbesi rejiminin son adresinin –tıpkı Sovyetler Birliği'nde olduğu gibi- tek adamın yönetimi olduğunu söylüyor. Ulusal Kurtuluş darbesinin ‘halkın yönetimi’ sloganları ile yola çıktığını dile getiren Abdüsselam, darbenin önce parti iktidarına dönüştüğünü, sonrasında ise tek adamın yönetimi ile nihayetlendiğini belirtiyor ve bu tek adam yönetiminin sadece İslamcıları yok etmekle kalmadığını, bilakis Sudan’ı bütünüyle tahrip ettiğini ifade ediyor.



Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
TT

Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)

Mustafa el-Feki
Eski ve modern Arap tarihini araştıran herhangi biri olayların bağlamından, liderliğin doğasından ve yönetimin kalitesinden özgürlüğün her zaman kritik bir konu olduğunu görecektir. Şiirde ve nesirde, övgüde ve hicivde ağırlığı olan bir konuşma özgürlüğünün mirasçısı olan Arapçanın kökenlerinin özgürlük duygusuna ve savunuculuğuna dayandığını keşfedecektir. Burada, ulusal çıkarların sınırlarını aşmayan, ‘diğerleri arasından sivrilme’ mantığıyla şöhret peşinde koşmayan, başkalarının haklarını ihlal etmeyen ve diğerini rencide etmeyen sorumlu özgürlüğü kastediyoruz. Özgürlük, insanlığın yaradılışından itibaren alışık olduğu açık ve net bir kavramdır. “Hiç elleri kelepçeli doğan bir bebek gördünüz mü?” diyenler haklılar.  Zira insan hür yaratılmıştır. Hür yaşar ve hür ölür. Bunlar tartışmaya kapalı konulardır. Ama bizi ilgilendiren, insan hakları arasında öne çıkan özgürlük hakkını, modern dünyamızın içinde bulunduğu mevcut koşulları çerçevesinde Araplara ve Arap dünyasında olan bitenlere özel bir uygulamayla nasıl kullanacağımızdır. Bu yüzden Arap ülkelerindeki özgürlük tartışması ve halkların bu tartışmaya karşı tutumu ile ilgili olarak şu maddeleri ele aldık:
1 - Arap dünyası, son on yıl içinde Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat (buyurgan) rejimlerin çöküşüyle ​​diktatörlüklere darbe vurdu. Bu gelişmelerin ardından bölgedeki siyasi harita, olduğu gibi değişti. ‘Arap Baharı’ olayları, Arap dünyasında daha önce var olmayan bir özgürlüğe kapıyı araladığını kabul etmemize rağmen tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ancak tartışmanın koşulları, konunun netleşmediğini anlamamızı sağlıyor. Arap Baharı olaylarının, büyük güçlerin bazı Arap ülkelerinin içinde bulundukları şartlar üzerinden bölgeyi şekillendirmek istedikleri stratejik bir planın ve bu ülkelerde yaygın olan yolsuzluk, ihmalkârlık ve zayıflığın bir parçası olduğunu düşünenlerdenim. Aynı şekilde bu olayların, halkların çektiği acılardan ve yaygın işsizlik oranlarından yararlanılarak değişim sloganlarıyla bu ülkelerin tek bir sisteme dönüştürülmeleri için kullanıldığını da düşünüyorum. Bunu bir kenara bırakalım. Zira bu sistemlerin ömrü, ya devrim niteliğindeki teklifler ya sloganlar sonucunda ya da bazılarının gevşemesi ve kendilerine biçilen ömrün sona ermesiyle bitmiştir.
2 – Araplar bir yanda siyasi bağımsızlık, diğer yanda özgürlükler arasında kemikleşmiş ve yaygın bir kafa karışıklığı yaşıyorlar. Değerler ve fikirlerin kaybolduğu ve özellikle özgürlük tek başına yeterli olmadığından, buna ekonomik özgürlüğün elde edildiği, en kalabalık ve en yoksul sınıfları hesaba katan, çağın ruhuna ve modern teknolojiye ayak uyduran, arzulanan toplumsal dönüşüme de kapıları ardına kadar açan bir reform programının eşlik etmesi gerektiğinden dolayı rahatlığı çağrıştırmayan sahnelerle karşı karşıyayız. Aynı şekilde günümüz dünyasında, gelişmiş ülkelerin geçtiği ve yükselen ulusların her zaman yöneldiği vizyona doğru değişim ve ilerleme yoluyla reform yapabilmemizi zorunlu kılan bazı büyük değişimlerle de karşı karşıyayız. Arapların zamanın medeniyetine çok sınırlı bir yaklaşıma sahip olmaları ve zenginliklerimizin büyük bir bölümünün Arap olmayanlar tarafından kullanılması bizim çıkarımıza değil. Bu yüzden kalıcı bir zihinsel ve entelektüel olgunlaştırma süreci başlatmak da bize düşüyor. Akıl, davranışların belirleyicisidir. Geri kalmışlığın entelektüel bir durgunluk olması gibi değişim de zihinsel bir karardır.
3 – Araplar olarak özellikle büyük bir mirasın gölgesinde yaşadığımız için siyaset ve din arasında bir ayrım yapmamızın zamanı geldi. Memleketimiz semavi mesajların diyarıdır. Bu yüzden dinlerin ve medeniyetlerin döndüğü noktadır. Bu yüzden dinin derinliklerimize kök salması doğal bir durum ve bu iyi bir şey. Fakat asıl sorun, dinin siyasetle iç içe geçmesinden kaynaklanıyor. Bu yüzden taraflar kendi amaçlarına hizmet etmesi için dini kullanmalarına imkan doğar. Bize din adına farklı bir yaşam tarzı dayatmak isterler. Oysa din tüm bunlardan uzaktır. Özgürlük tartışması, semavi mesajları uzaklaşmadan ya da abartmadan anlamak adına dini ılımlılıkla bağlantılı olmalı. Böylece gerçek din, makasidu'ş-şeriat (dini kuralların amaçları) ile tutarlı olarak hayatımızdaki baskın maneviyat kavramı haline gelir. İslam dünyasında dini siyasete alet etme girişiminin ilk etapta dine zarar verdiğini bile düşünüyorum. Siyasete gelince; siyaset petrol gibidir. Yapışkan ve kirlidir. Sonuç, manevraya, ertelemeye, ilerlemeye ve geciktirmeye başvuran siyasi oyunlar ile dini değerler arasında bariz çelişkinin varlığıyla onu takip edenler ve takipçilerinden nefret edenler karşısında dinin yüce çehresini çarpıtır! Siyaset, ahlak nedir bilmezken din, manevi değerlerin damarı ve bizi daha iyiye götüren inancın kaynağıdır.
4 - Ülkemizde özgürlük tartışması, kimi zaman dinle kimi zaman rejimlerle olmak üzere her defasında geçmişten miras kalan değerlerle kesişiyor. Dolayısıyla özgürlüğün insanların ödediği ve milletlerin uğruna çabaladığı bir bedeli vardır. Bu zorlu denklem, bir yanda özgürlükleri, diğer yanda dini duyguları, diğer yanda ise yönetim sistemlerini uzlaştırmaya başlar. Buna sınıflar arasındaki eşitsizliğinin etkisini ve ekonomik durumun bu mesele üzerindeki etkisini eklediğimizde ortaya bir ikilem çıkar. Eskiler, seçim özgürlüğünün bir somun ekmekle bağlantılı olduğunu söylerler. Bunun siyasi anlamı, özgürlük, ekonominin doğal bir ürünü demektir. Bazıları insanların özgürlük ile arayış içerisinde oldukları ufuklara doğru yola çıkmak arasındaki bağı koparmak için halkların öne atıldığı bir tür diktatörlükten bahsedebilirler.
5 – Özgürlük, doğası gereği göreceli bir meseledir. Mutlak özgürlük, gerçeklikten ziyade kurguya daha yakındır. Özgürlüğün önündeki engeller genellikle eğitim, medya ve dini kurumun rolü gibi diğer faktörlerle ilgilidir. Bu yüzden özgürlükler geniş bir cephede ilerliyor. Toplumun bileşenlerini ve halkın mirasını, geleneklerini ve göreneklerini bir araya getiriyor. Bir ülkede belirli bir zamanda kabul edilebilir olan, başka bir ülkede ve farklı bir zamanda kabul edilemeyebilir. Özgürlük, insan hakları sorunlarının en başında geliyor. Bu yüzden imzalanan farklı sözleşmelerde insan hakları ile karakterize edilen aynı ölçülere sahip olması doğaldır. Düşünce, ifade ve inanç özgürlüğü ortak unsurları olduğundan bu konuda büyük bir eşitsizlik yoktur. Aynı durum, ikamet ve hareket özgürlüğü gibi sınırları başkalarının özgürlüğüyle biten kişisel özgürlükler için de geçerli. Burada ‘özgürlük kültürü’ olarak adlandırılabilecek duruma dikkati çekmeliyim. Özgürlük kültürü, eğitimin kalitesine ve her bireyin kendi birikmiş deneyimlerine bağlı olarak oluşan kültürel bir kalıptır. Eskilerin bir sözü vardır: Senin adına ne suçlar işleniyor ey özgürlük!
Bu söz kültürün, insan davranışı ve sosyal düzeyi olduğuna işaret eder. Özgürlüğün anlamı, her döneme ve mevcut koşullara göre şekillenir ve doğasını anlamada önemli bir faktör oluşturur.
Tüm bu maddelerle Arap dünyasındaki özgürlükler tartışmasını aktarmaya çalıştık. Herkesin ülkelerinin günümüz dünyasında modern toplumların çabaladığı amaç ve hedeflerine ulaşmadaki sorunlarına bağlı olarak özgürlüğün anlamıyla ilgili ortak bir formül ve tek bir kavram belirlemeleri için bir uyarıda bulunmayı istedik. Zaman faktörü her zaman siyasi ve toplumsal hareketle bağlantılı olduğundan, görmezden gelinmesi zor bir dönüm noktasından geçtiğimizi anlamalıyız. Dünya bugün çelişkili akımlarla dalgalanan ve sonuçları halkların çıkarları uğruna bazı özgürlüklerin geçici olarak askıya alınması olan bir salgınla karşı karşıya. Burada, özgürlüğün mutlak hakim olmadığını, zaman ve mekan şartlarının yanı sıra eğitim, kültür ve çağdaş dünyamızdaki diğer gelişim tezahürleri gibi bir takım faktörlere bağlı olduğunu bir kez daha vurgulamalıyız.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrildi.


Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  
TT

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi Arabistanlı bir yazar olarak, uzun yıllar, birçok sanatçı, yazar, akademisyen ve aydını barındıran bir entelektüel grubun içinde yer aldım. Kahire, Beyrut, Tunus ve Kazablanka gibi Arap başkentlerindeki konferanslara, festivallere ve kültürel organizasyonlara iştirak ediyorduk. O zamanlar kardeş ülkelerde olan kültür bakanlıklarının bir benzerinin ülkemiz Suudi Arabistan’da da olması için özlem duyuyorduk. Daha sonra enformasyon bakanlığı altında bir kültür komitesi kurulması kararlaştırıldı. Bu haberi yarım yamalak bir tebessümle karşılamak durumunda kaldık. Çünkü bu, hayallerimizin ve beklentimizin altında bir karardı. Biz daha çok yazar, sanatçı ve her alandaki düşünüre ciddi destekler verecek bağımsız bir kültür bakanlığı hayal ediyorduk.  
Suudi Arabistan’daki kültürel sahne oldukça zengin ve çok çeşitlidir.  Suudi kültür ortamı hakkında pek bir şey bilmeyenler için şöyle özetleyebilirim.  Birincisi kamu desteği, ikincisi; özel sektör ve üçüncüsü bağımsız olmak üzere, kültür dünyamız üç alanda değerlendirilebilir. Kamu desteği, devletin kültürel etkinliklere doğrudan veya dolaylı olarak sunduğu desteklerdir. Özel sektörün hizmetleri ise, yayınevleri, edebiyat merkezleri ve sanat galerileri ile sınırlıdır. Bağımsız sanat ise, edebiyat kulüpleri, sivil kültür sanat dernekleri ve geleneksel medya tarafından desteklenen faaliyetleri içerir.  
Bağımsız addedebileceğimiz bu kültürel alanda, ülke genelinde 17 edebiyat kulübü ve 16 kültür sanat derneği faaliyet göstermektedir. Bağımsız alan, yetmişli yıllardan bu yana Krallıktaki kültürel yaşamın gelişiminde çok önemli bir rol oynadı ve oynamaya da devam ediyor. Ülkedeki en önemli kültürel ve düşünsel ürünlerin ortaya çıkmasına olanak sağlayan bağımsız kültürel alan, sınırlı kamu desteği, sınırlı özel sektör desteği ve bağışçıların desteği ile ayakta kalmaktadır.  
2018 yılında yayınlanan kraliyet kararnamesi ile, kültür bakanlığı enformasyon bakanlığından ayrılarak bağımsız bir kuruluş haline geldi. Ülkede kültürel faaliyetleri yakından takip edenler artık farklı bir gelecek tahayyül edebiliyordu. Nitekim takip eden üç yıl içinde kültürel alanlarda önemli atılımlar yapıldı.  
Artık karamsarlığın yerini iyimserlik alabilirdi. Çünkü Suudi Arabistan’ın yeni kültür bakanlığı, Arap ülkelerindeki muadillerinden farklı olarak, aydınların arzu ettiğinden daha olumlu bir vizyon taşımaktaydı. Kültür bakanlığı, bölgedeki ve Arap ülkelerindeki benzerlerinden farklı bir örgütlenmeye gitmişti. Bu örgütlenmenin şekillenmesinde UNESCO aktif rol aldı. Bakanlık süreç içinde faaliyetlerini çeşitli kültürel sektörleri kapsayan 11 başlık altında organize etti. Bu başlıklar altında edebiyat, çeviri, tiyatro, müzik ve resim sanatlarının yanı sıra moda ve yemek pişirme gibi aşina olunmayan kültürel üretim alanları da kendisine yer buldu. Bakanlık nezdinde 16 komisyon oluşturuldu. Dikkat çekici husus ise, bu komisyonların bürokratik ataletten uzak olarak tamamen bağımsız bir şekilde yönetilmeleridir. Bahsi geçen komisyonların yönetim kurulları ve icra komiteleri, kültür aracılığı yapan dernekleri denetlemekte ve desteklemektedir.  Kültürel bir etkinlik yapmak, konferans veya sempozyum düzenlemek isteyenlerin, bakanlık destekli bir dernekle anlaşması gerekiyor. Kitap telif etmek veya yabancı dildeki bir eserin çevirisini yapmak isteyenlerin ise bir yayınevi ile anlaşmaları yeterli oluyor. Komisyonların doğrudan değil de bağımsız dernekler aracılığıyla vatandaşla muhatap olması nedeniyle, bürokratik zorluklar ve idari yolsuzlukların önüne geçilmesi hedefleniyor.  

Bütün bunlar gülümseten olumlu gelişmelerdir. İşlerin gidişatını yakından takip eden biri olarak bu pozitif yargılarda bulunabiliyorum. Sayın kültür bakanının başkanlığını yaptığı, edebiyat ve tercüme komisyonunun içinde yer almaktayım. Kadın çalışanların da yoğunlukta olduğu bu komisyonun çalışma ortamı, daha önce devlet kurumlarında alışık olmadığımız kadar rahat ve özgürlükçü.   
Ancak, bilindiği üzere kültür, ne kadar çeşitli ve gelişmiş olsa da kurumlar tarafından üretilemez. Kurumlar kültürel üretimi teşvik eder ya da sekteye uğratır fakat kültürün üretimini üstlenemez. İster edebiyat olsun ister felsefe veya sanat, tekil ya da çoğul olarak bireyler tarafından üretilir. Kral Abdülaziz tarafından kurulduğu ilk yıllardan itibaren ülkemizin kültürel birikimi, bireysel çabalarla oluşmuştur.  
Sayın Veliaht Prens Muhammed bin Selman liderliğindeki 2030 vizyonunu kültürel alanda yakalayabilmemiz için, kültür üreticisi bireylere uygun koşulların sağlanması bir zorunluluktur. Kültür bakanlığının artan ve çeşitlenen maddi manevi destekleri, bu yolda güçlü bir şekilde ilerlediğimizin güçlü bir göstergesidir. Ancak bu eğilimin sürdürülebilir olması için dikkat edilmesi gereken hususlar var: 
Birincisi: kültürün, entelektüel ve yaratıcı bir doruk noktası olarak görülmesidir. Doruk noktası derken, insanın kültürel faaliyeti ile kendisini gerçekleştirebileceği en üst sınırlara ulaşabilmesini kastediyoruz. Popülizmin cazibesine kapılmadan, üretici ve alıcıları tatmin etmek için nitelikten ödün verilmemesi gerekir. Bunun elitist, üstenci bir yaklaşım olduğunu ve kültürün geniş kitlelere yayılmasına mâni olacağını iddia edenler olabilir.  Ancak niteliğin niceliğe feda edilmesi, kültürel seviyenin ve kalitenin düşmesiyle sonuçlanacaktır. Asıl hedeflenmesi gereken, kitlelerin seviyesinin yukarıya çekilmesi olmalıdır.  Kültürün en yüksek ürünlerinden biri olan felsefe, kimileri için hayata dair basit fikirlere dönüşebilir veya insan hayatındaki en önemli konuların tartışılarak, sorunlarına çözüm bulunmasına katkı sağlayabilir. Tabi ki yüksek standartlar dayatılamaz, bununla birlikte olumlu yönlendirmeler ve hatırlatmaların yapılması gerekir.   
İkincisi: Kültürel üretimin aracı olan Arap diline azami özenin gösterilmesidir. Arapçanın kültürel üretimdeki temel rolü teşvik edilmelidir. Başta eğitim alanında iyileştirmeler olmak üzere, akademi, medya ve ticari alanlarda Arapça dilinin doğru kullanımı yaygınlaştırılmalıdır. Özellikle ticaret alanlarında İngilizcenin Arapçanın yerini almaya başladığı görülüyor. Gençlerin kullandığı dil itibariyle Arapçalarının geliştirilmesi için gerekli adımların atılması zorunludur. Arapça, kültürümüzün geleceğidir, çünkü sahip olduğumuz kültür Arap kültürüdür.   
Üçüncüsü: İfade ve üretim özgürlüğü alanlarının genişletilmesidir. Toplumsal baskı ve muhafazakâr yaklaşım, üretilenlerin kalitesini olumsuz etkiler. Geçmişte, bu korkular ve hassasiyetler nedeniyle, nice kültürel içerik üreticisi yurt dışında yaşamak zorunda kalmıştır. Çok şükür bu yönde olumlu değişikliklerin olduğuna dair birçok işaret var, ancak Suudi Arabistan’ı, kendi çocuklarının ürettikleri için bir merkez haline dönüştürebilmemiz için daha fazla çaba sarf etmeliyiz.  
Dördüncüsü: Kültürün, geniş anlamıyla bir milli servet olduğunun bilincinde olmalıyız.  Veliaht Prens, Cidde şehrinde Suudi aydınlarla yaptığı ilk görüşmede, bu hususu vurgulamıştı. Suudi Arabistan’ın Arap, Müslüman ve dünya düzeyindeki entelektüeller için bir cazibe merkezi olması için bireysel ve toplu olarak daha fazla çaba sarf etmemiz gerekir. Bunun için de ülkemizde kitap dağıtımı, konferans ve festivallerin düzenlenmesi için mevcut prosedürlerin kolaylaştırılması lazımdır. Yakın zamanda ülkemizde geniş katılımlı Arapça kitap fuarının düzenlenmesi ile felsefe ve çeviri alanlarında iki önemli konferansın yapılmış olması, sürdürülmesi gereken doğru yolda atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir.  
Beşincisi: Kültürel faaliyette tarihsel olarak önemli bir yeri olan, edebiyat kulüplerinin ve kültür sanat derneklerinin verimliliğinin arttırılması için girişimlerde bulunulmasıdır. Bu kültürel tarihi mirasa yeterli özeni göstermeliyiz.  
 Altıncısı: Akademik ve araştırma kurumlarının, kültürel üretime daha fazla katkıda bulunmaya teşvik edilmesidir. Akademi yaygın olduğu üzere halktan uzak olmamalı, halkla daha fazla etkileşim kurmalıdır. Üniversiteler, yirminci yüzyılın başlangıcından bu yana Arap kalkınmasında önemli roller üstlenmiştir. Suudi Arabistan’ın kültürel tarihinde de üniversitelerin önemli bir yeri olmuştur. Ancak son yıllarda bu rolün azaldığına dair emareler bulunmakta. Üniversitelerin aktif katılımı olmadan gerçek nitelikli bir kültürel canlanma tasavvur edilemez. Zira üniversiteler, aydınlanma, gelişim ve bilinçlenme için en önemli merkezlerdir.  
 Bana göre, ülkemizde kültürel atılım gerçekleşmesi için dikkate alınması gereken hususlar bunlardır. Bu alanlarda şimdiye değin atılmış önemli adımlara ek olarak, bu hususlara da odaklanılırsa yüksek kültür seviyelerine çıkmamız kaçınılmazdır.


Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.