Osmanlı'dan günümüze basın: Bir köşe kapmaca oyunu

II. Abdülhamid, anayasa değişikliğini eleştiren basın üzerindeki kısıtlamalarını yoğunlaştırdı ve meclisi feshederek 30 yıl Osmanlı İmparatorluğu sultanı olarak kaldı (Getty)
II. Abdülhamid, anayasa değişikliğini eleştiren basın üzerindeki kısıtlamalarını yoğunlaştırdı ve meclisi feshederek 30 yıl Osmanlı İmparatorluğu sultanı olarak kaldı (Getty)
TT

Osmanlı'dan günümüze basın: Bir köşe kapmaca oyunu

II. Abdülhamid, anayasa değişikliğini eleştiren basın üzerindeki kısıtlamalarını yoğunlaştırdı ve meclisi feshederek 30 yıl Osmanlı İmparatorluğu sultanı olarak kaldı (Getty)
II. Abdülhamid, anayasa değişikliğini eleştiren basın üzerindeki kısıtlamalarını yoğunlaştırdı ve meclisi feshederek 30 yıl Osmanlı İmparatorluğu sultanı olarak kaldı (Getty)

Bugünlerde AK Parti hükümeti ile ‘zorlu meslek’ erbabı gazeteciler arasındaki gergin ilişkinin Anadolu'da daha önce hiç yaşanmadığını düşünüyorsanız söyleyelim, iktidar ve gazetecilerin köşe kapmaca tarihi, sultanlar ve halifelerden başlayıp Ankara’daki Atatürkçü iktidarlara ve sonrasına kadar uzanıyor.
Ya da en azından "Başlangıçtan Günümüze Türkiye’de Gazeteciliğin Tarihi Gelişimini" izleyen yeni bir çalışma bunu ortaya koyuyor. Bu çalışmaya göre Sultan II. Abdülhamid dönemi, Jön Türkler ve sonrasında on yıllar boyunca ülkenin sahne olduğu beş darbe dahil olmak üzere başlangıcından günümüze kadar tüm aşamalara gerginlik ve suikast damgasını vuruyor. Suikastlarıyla basın tarihini kan kırmızısına boyayan derin devlet de cabası.
Kral Faysal Araştırma ve İnceleme Merkezi’nin yakın zamanda yayınladığı araştırmaya göre Türk basını tarihinin araştırılması, sıkı bağlantısı olan tarihi olaylarla ilişkisi açısından önemli. Independent Arabia'dan Mustafa Ensari'ye göre çeşitli meseleleri ele almalarından sonra dönemin yazarları ile hükümetler arasındaki ‘vur-kaç’ halini bilmeksizin bu olaylar anlaşılamaz.  
Zayıflık, gazeteciliğe karşı beslenen korkuyu açıklıyor
Araştırma, sunduğu olayların bir nevi haklı gösterilmesi konusunda uyarıyor: “Osmanlı tarihi olaylarla dolu, ama biraz karışık. Kökleri, en az imparatorluğun kuruluş tarihi olan 1299 yılından imparatorluğun yıkılıp yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin doğduğu 1923 yılına dek uzanıyor. Osmanlı gazeteciliği ise imparatorluğun sonlarında, yani 19. yüzyılın başlarında gelişmeye başladı.” Araştırma ayrıca bugün dünyada ‘ifade özgürlüğü’ olarak bilinen olgunun tanık olduğu aksaklıklara dair gerekçelere de dikkat çekiyor. Çalışmaya göre aksamalar yaşandı, çünkü Osmanlı basınının gelişmeye ve kökleşmeye başladığı 19 ve 20. asır, geçmişte birçok kıta üzerinde güç ve etkinlik sahibi olan İmparatorluğun en zayıf dönemiydi.”
Fransızca doğdu, sonra Osmanlıca oldu!
Türk Uzmanı Araştırmacı Muhammed el-Rumeyzan’ın merkez için hazırladığı araştırmanın kaynakları, Osmanlı topraklarında basılan ilk gazetenin, 1795 yılında Fransız Büyükelçi Raymond Verninac Saint-Maur tarafından İstanbul’a sokulan Bulletin de Nouvelles (Haber Bülteni) olduğuna işaret ediyor. Bununla birlikte gazete, sadece Fransa’nın iç ve dış ilişkilerine dair raporların yazılması ve daha başka dış haberlerle ilgileniyordu.
Araştırmacının belirttiğine göre Türk gazeteci Ahmet Emin Yalman, “gerçek anlamda Osmanlı ile ilgilenen iç ve dış ilişkileri hakkında yazan ilk gazete olarak Alexandre Blacque adlı bir Fransız tarafından 1825 yılında kurulan ve sonraları İzmir’in Mesajı anlamında Courrier de Smyrne şeklinde adlandırılan Le Spectateur Oriental (Doğu Gözlemcisi) gazetesine işaret ediyordu.”
Osmanlı basınının yayına Fransızca başlamasının ardındaki sebep, matbaanın fetvalardan ötürü İmparatorluk topraklarına girişinin gecikmesi olabilir. Araştırmacı ve kaynaklarına göre gerçek anlamda ilk Osmanlı gazetesi, 1831 yılında Sultan II. Mahmud’un desteğiyle kurulan Vekayi gazetesidir. Gazetenin ilk sayısında kendisini ilk Osmanlı gazetesi olarak tanıtan ve gazetenin amacını okuyucu ile paylaşan bir sütunluk yazı yer alıyordu. Bu gazetenin ardından yerel ve yabancı dillerde, resmî ve özel başka gazeteler de çıkarıldı.
Araştırmacı, imparatorluk tarafından bazı hakları elinden alınan, hatta yoğun kısıtlamalara maruz kalarak bir mensubu hapse atılan bu gazeteler dalgasının Genç Osmanlılar akımı ile İbrahim Şinasi tarafından 1860 yılında kurulan Tercüman-ı Ahval ve Tasvir-i Efkâr gazetelerini doğurduğuna dikkat çekiyor. Araştırmaya göre “bu iki gazetenin önemi, kendi kendini finanse etmesinden ve öncekilerin sahip olmadığı bir bağımsızlığa sahip olmasından ileri geliyor. Çıkaran kişi ise daha sonra modern Osmanlı gazeteciliği ekolünün kurucularından biri haline geldi. Şinasi’nin kurmuş olduğu bu iki gazete, Şinasi’nin eleştirisine konu olan İmparatorluğun iç ve dış meselelerine cevap üretmeyi hedefliyordu.”
Çok geçmeden Tasvir-i Efkâr gazetesinden bir grup düşünür, yazar ve reformcu akışı yaşandı. Genç Osmanlılar adını alan bu grup, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan hadiselerden memnun değildi.
Öte yandan Osmanlı hükümeti, bazısı Avrupa’da bilim ve yabancı diller eğitimi gören eğitimli yazarlar olmak üzere cüretkâr eleştirmenler tarafından yeni kurulan bu gazetelerden haberdardı ve bu yüzden Ocak 1865’te basın yasasını çıkararak mevcut ve daha sonra kurulabilecek gazetelerin işleyişini düzenleyen kurallar koydu. Amaç ise yazıların içeriğini sansürlemek ve Sultan'ı kızdırabilecek herhangi bir eleştiriden kaçınmak adına bu gazeteleri ve çalışma ekiplerini denetlemekti.
Sıra geldi kayıtlamalara ve hapislere
Araştırmacı Rumeyzan, incelemesinde şu duruma dikkat çekiyor: “Osmanlı hükümetinin, özellikle iç sıkıntıların baş gösterdiği vakitlerde basın üzerindeki denetiminin ve birçok gazetenin işlerine yönelik yorum ve uyarılarının artması sebebiyle birçok yazar, İstanbul’dan ayrılmaya karar verdi. Kimisi başta Londra ve Paris olmak üzere Avrupa’ya kaçtı. Pek çok Türk gazeteci, Muhbir gazetesini, daha az önemli olan Hürriyet adlı başka bir gazete yoluyla yurtdışından idare etmeyi başardı. Dönemsel olarak binlerce kopya, İstanbul’a ve başka şehirlere gönderiliyordu. Hükümetin hepsini durdurması mümkün olmadı.”
Osmanlı Sadrazamı Ali Paşa’nın 1871 yılında vefat etmesinin ardından hükümet, Mahmud Nedim Paşa’yı göreve getirdi. Bu atama, Paşa'nın bu işe ehil olmayıp Rus Büyükelçinin güdümünde olmasından ötürü tartışmalara sebep oldu. Osmanlı hükümeti, Namık Kemal’in başında olduğu Genç Osmanlılar ile bir anlaşma yapabildi. Anlaşmaya göre Namık Kemal de dahil olmak üzere gidenlerden birçoğu İstanbul’a döneceklerdi. Bununla birlikte onlar, Paris ve Londra’dan sadece hükümeti bir kez daha topa tutmak için dönmüşlerdi. Ancak bu sefer muhalefet, doğrudan değildi. Namık Kemal, göç ettiği yerden dönünce İbret adlı yeni bir eleştiri gazetesi kurdu. 1875 yılından sonra kamuoyu, bu yayınlar sayesinde İmparatorluğa dair haberler ve olaylar hakkında daha fazla bilgi sahibi oldu. Halkın etkilenmesi konusunda bu dergileri, Namık Kemal’in kaleme aldığı Vatan yahut Silistre adlı tiyatro oyunu takip etti. Bu gelişmelerin ardından Osmanlı hükümeti, Namık Kemal’i hapse attı ve gazetecilikle ilgili yasal düzenlemeler yapma ihtiyacını hissetti. Hükümet ayrıca, gazeteciliği baskı altında tutmak, yayınlarını kısıtlamak ve okuyucu kitlesini azaltmak adına tüm siyasi yayınlar üzerinde resmî bir damga kullanma uygulaması başlattı.
Şiirler ve edebiyat haricindeki her şey yasak!
Sonra, basın üzerine daha şiddetli sınırlamalar eşliğinde Sultan II. Abdülhamid dönemi geldi. Araştırmada belirtildiği üzere Sultan, kendisini “daha liberal ve açık görüşlü göstermiş, İmparatorluğun yapısı ve yasalarında birçok reform sözü vermiş ve pek çok özgürlüğü garanti altına almış olsa da sözlerinin çoğunu tutmadı. Hatta Sultan, Genç Osmanlılar akımının bazı üyelerini de kendi tutumlarını benimsemeye ve onun safında yer almaya ikna etmek için Osmanlı hükümetinin yüksek makamlarına yerleştirdi.”
Araştırmanın belgelendirdiğine göre Türkiye’nin mevcut Cumhurbaşkanının ülkesindeki başkanlık sistemini değiştirmek suretiyle attığı adıma benzer olarak Abdülhamid de tam otuz yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunun Sultan'ı olarak kalmak üzere meclisi ve anayasayı feshetme kararı aldığında, kendisinin bu adımını eleştiren basına yönelik sınırlamalarını yoğunlaştırdı ki; kamuoyunu kontrol altında tutmak için bu gerekliydi.
Araştırmada şu ifadeler yer alıyor: Osmanlı hükümetinde etkin olan bazı sesler bastırıldı, memurluktan atıldı, gazetecilik faaliyetinden uzaklaştırıldı ve İstanbul’dan sürüldü. Bu isimler arasında modernlik, reform, basın ve fikir özgürlüğü çağrıları yapan Başbakan Mithat Paşa ve liberal gazeteci Ziya Bey de yer alıyordu. Gazeteciliğe yönelik bir başka kısıtlama dalgası 1880’li yılların başında yaşandı. 1890 yılında da yine sansür düzeyi büyük oranda yükseldi. Zira Sultan, muhalif basının ve devletteki bazı üst düzey yetkililerin, aynı şekilde kısa süreli olarak dini liderlerin kışkırtmasını haber aldı. Bu yeni uygulamalar, Jön Türkler hareketinin ortaya çıkmasına yol açtı. Bu hareket, devlet içerisinde etkindi ve birçok destekçisi bulunuyordu. O zamandan itibaren Türk basını, tüm siyasi içerikleri yasaklayarak yalnızca şiir ve edebiyat yayınına izin vermek zorunda kaldı.”
3 gazeteden 15 gazeteye
Sultan Abdülhamid dönemi, basın için ağır geçti; zayıfladıkça da basının etkinliği arttı ve Osmanlı Devleti tarihinin sonraki aşamalarından mevcut Türkiye’nin kuruluşuna kadar bu etkinliğini sürdürdü. 1908 yılından cumhuriyetin ilanına kadar geçen süreç, Osmanlı İmparatorluğu tarihinde başka herhangi bir dönemden çok daha önemliydi. Nitekim bu süre içerisinde II. Abdülhamid’in iktidarı sona ererek İmparatorluğun iç ve dış işleri üzerindeki kontrolleri daha zayıf olan  iki padişah yönetime geldi. Bu dönemde gazetecilik, gazete ve dergilerin farklı kategorilerinden kaydettiği ilerleme ile yükselmeye başladı; sayı ve okuyucu çeşitliliğini artırdı. Günlük olarak basılan gazete sayısı 3 iken 15 oldu.
Sultanın otuz yıl süren iktidarı sona erdi. Ancak onun yerini daha zayıf bir sultan aldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile meclisin iktidarı ise sultanınkinden daha etkindi. İttihat ve Terakki Cemiyetinin dikenini sivrilttiği yeni bir dönemin yaşandığını belirten araştırmaya göre Osmanlı İmparatorluğu ile gazeteciliğin durumu, o dönemde kimsenin hayal bile edemeyeceği yeni bir yol izlemeye başladı. Osmanlı hükümeti özellikle basın özgürlüğü alanında daha önceki vaatlerinden vazgeçti ve bu dönemde basın üzerinde daha sıkı bir kontrol ve daha yoğun bir sansür faaliyetine tanık olundu. Birçok gazete kapatıldı, belli belirsiz koşullarda bazı gazeteciler tutuklandı. 1909-1910 yıllarında Sadâ-yı Millet (Halkın Sesi) dergisinin yazarı Ahmet Samim Bey, suikasta uğradı. Aynı şekilde Alemdar dergisinde yazar olan Zeki Bey de öldürüldü.
Bir matbaanın patlatılması ve Bozkurtların suikastları
Basının gördüğü baskılar, bununla da kalmayarak devam etti. Hatta, sıkıntıları nesilden nesile artmaya başladı. Biraz özgürlük olur gibi olduysa da önceki dönemi unutturacak yeni bir nüksediş yaşandı. 6-7 Eylül 1955 yılında İstanbul’da ve İzmir’de yaşananlar da tam olarak buydu. Bu tarihlerde Yunanlılar ve bazı azınlıklar, Türk milliyetçi çeteleri tarafından şiddetli bir saldırıya uğradı. “Cumhuriyet, İstanbul’daki bazı Türk milliyetçi eylemcilerin Yunan, Ermeni ve Yahudi azınlıklara uyguladığı saldırılara tanık oldu. Bunun üzerine Türk hükümeti, sıkıyönetim ilan ederek basına yönelik kontrolünü sıkılaştırdı. Üstelik devlete, gerekirse delilsiz olarak şüphe duyduğu gazetecileri tutuklama izni veren yasa da çıkarıldı.”
Bunun ardından uzun bir zaman geçmemişti ki Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanmış olan siyasi ayrışmaları ortaya çıkaran ve basını etkileyen başka bir hadise yaşandı. 6 Ocak 1959 yılında yaşanan bu olayda Tan gazetesinin matbaa binası patlatıldı. Cumhuriyet döneminde ekonomik ve sosyal durumun gerilemesiyle birlikte durum daha da kötüleşmeye başladı ve bu hal, 27 Mayıs 1960 askerî darbesine kadar devam etti. Bu darbeyi biri 1971, diğeri 1980 yılında olmak üzere iki darbe takip etti.
Basın, tüm bu gelişmelerden kaçınılmaz ve hayati olarak etkilendi. 60’lı yıllar, içeriğinde ve üretiminde bir sıçrayışa tanık olan Türk basınının gelişimi açısından örnek bir dönemdi. 1960 yılında çıkarılan anayasa, özellikle basını ilgilendiren yeni pek çok kanunla geldi. Gazetecinin tazminatsız olarak işine son verilmesini onaylayan yasa bunlardan biri. Yaşanan bir diğer gelişme de reklamların, mali politikaların, kurumsal kaynakların ve basın kuruluşlarının denetiminden sorumlu olan Basın Danışma Kurulu’nun kurulması oldu.
Bununla birlikte ikinci darbenin yaşanmasıyla gazetecilere yönelik daha yoğun ihlaller yaşandı. Devletin genel politikasının sıkıntılı olduğu bir durumda basın özgürlüğüne ilişkin yasalar da ilk kurbanlar arasındaydı. Bunun ardından liberaller, milliyetçiler, muhafazakârlar ve komünistler arasındaki çatışmalar yoğunlaştı 1 Şubat 1979 tarihinde aktivist-gazeteci Abdi İpekçi, aşırı Türk sağı gruplarından biri olan Bozkurtlara mensup olduğundan şüphe edilen kişiler tarafından öldürüldü. Tetikçi Mehmet Ali Ağca'ydı. Araştırmaya göre bu, “Türk basını ve basın mensupları için kara bir gündü. Zira sadece fikirleri ve inançlarından ötürü artık kimsenin bir saldırıya karşı güvende olmadığının belirgin bir işaretiydi.”
2016’daki ‘temizlik’ dönemi
Ülke, 80’lerin sonunda üçüncü ve 90’larda dördüncü bir darbeye tanık oldu. 15 Temmuz 2016’da başarısız kılınan beşincisi ise Türkiye üzerinde en korkunç etkilere sahip darbe girişimi. Sadece basın açısından da değil, cumhuriyetin dokusuna yönelik her alandaki doğrudan etkilerine bakıldığında.
Araştırmacı Rumeyzan’ın ifadesine göre Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türkiye hükümeti, “Olağanüstü hal ilan ederek tüm muhalif basın organlarına karşı basılı birkaç gazete ile radyo ve televizyon kanallarını kapatmak gibi sert önlemler aldı. Üstelik Fethullah Gülen Hareketi ile bağlantılı ve onu destekleyen bazı kuruluşlara yasaklar ve cezalar getirildi. 60’ı aşkın gazete, 30 televizyon kanalı ve 32 radyo istasyonu da dahil olmak üzere 160’tan fazla basın kuruluşu kapandı. 
Özellikle darbe sonralarında 'hiçbir şekilde güven ortamı yok!'
Araştırma, saltanat zamanından bugüne değin Türkiye’de basının genel anlamda kâh karanlık kâh ümit verici koşullardan geçtiği sonucuna varmakla birlikte on dokuzuncu yüzyılda Genç Osmanlılar akımının ortaya çıkışı hem gazetecilik hem de İmparatorluk açısından önemliydi. Bu hareket daha sonra faaliyetlerini Jön Türkler adı altında sürdürdü ve ilk gazetecilik faaliyetine Batıdaki çalışmalarından aldığı ilhamla başladı. İttihat ve Terakki Cemiyeti de modern Türkiye ve aynı şekilde gazetecilik tarihi açısından belirleyici şahsiyetlerden biri olan II. Abdülhamid dönemindeki birinci ve ikinci anayasa reformlarının peşi sıra gelen önemli bir olguydu. 
Cumhuriyetin ilan edildiği sonraki yıllarda Türk basını karanlık zamanlar geçirdi ve 20’li yıllarda tek parti iktidarının gölgesinde acı çekti. 40’lı yıllarda çok partili sistem hâkim olduğunda ise basın, daha çok siyasete alet edildi ve basın mensupları, daha fazla tutuklamalar ve birçok gazetede işlerini kaybetme ile yüzleşti.
Sonuç olarak istisnasız bir şekilde Türk yöneticileri, cumhuriyet tarihinde bir iki sene önce başarısız olan beşinci darbe girişimi de dâhil olmak üzere basına karşı ‘intikamvâri’ uygulamalarda bulunmaya devam etti.
Araştırmada belirtildiği üzere “27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980, 28 Şubat 1997 ve 15 Temmuz 2016 yıllarındaki askerî darbeler ve darbe girişimleri, ülkeye ayrı ayrı travma yaşattı. Hükümet de bunlara basının gelişimini ve faaliyetlerini epey etkileyen önlemlerle cevap verdi. Bu önlemler, çok sayıda gazeteciyi zor ve incitici durumlarla yüzleştirdi. Önde gelen sayısız yazar, gazeteci ve düşünür aleyhinde davalar açıldı. Türk basın tarihi, Osmanlı basın tarihinin bir uzantısıdır. Bu, kriz halinde kalan bir basın. Zira gazetecilik veya yazarlık mesleği, hiçbir şekilde güvende olmadı.”
Türkiye’deki basın birlikleri ve muhalefet, basının yüzde 95 oranında hükümetin etkisi altında olduğunu iddia ederken suçlama, iktidardaki AK Parti temsilcilerine yöneltiliyor. Bununla birlikte yerel gözlemcilerden aktarılan uluslararası raporlar, 2014 yılından bu yana sadece ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ suçlamasıyla yaklaşık 53 gazeteci hakkında hapis cezasına karar verildiğine işaret ediyor.
Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü ise 2019 yılında basın özgürlüğü hakkında yayınladığı raporunda, “Türkiye’deki durum halen sıkıntılı. Kadın ve erkek gazetecilerin çoğu, mesleklerinden ötürü tutuklu bulunuyor” ifadelerine yer veriyor. Türkiye, bu küresel kuruluşun raporunda Moritanya’nın  ve  birçok Arap ülkesinin altında157. sırada yer alıyor.  



Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
TT

Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)

Mustafa el-Feki
Eski ve modern Arap tarihini araştıran herhangi biri olayların bağlamından, liderliğin doğasından ve yönetimin kalitesinden özgürlüğün her zaman kritik bir konu olduğunu görecektir. Şiirde ve nesirde, övgüde ve hicivde ağırlığı olan bir konuşma özgürlüğünün mirasçısı olan Arapçanın kökenlerinin özgürlük duygusuna ve savunuculuğuna dayandığını keşfedecektir. Burada, ulusal çıkarların sınırlarını aşmayan, ‘diğerleri arasından sivrilme’ mantığıyla şöhret peşinde koşmayan, başkalarının haklarını ihlal etmeyen ve diğerini rencide etmeyen sorumlu özgürlüğü kastediyoruz. Özgürlük, insanlığın yaradılışından itibaren alışık olduğu açık ve net bir kavramdır. “Hiç elleri kelepçeli doğan bir bebek gördünüz mü?” diyenler haklılar.  Zira insan hür yaratılmıştır. Hür yaşar ve hür ölür. Bunlar tartışmaya kapalı konulardır. Ama bizi ilgilendiren, insan hakları arasında öne çıkan özgürlük hakkını, modern dünyamızın içinde bulunduğu mevcut koşulları çerçevesinde Araplara ve Arap dünyasında olan bitenlere özel bir uygulamayla nasıl kullanacağımızdır. Bu yüzden Arap ülkelerindeki özgürlük tartışması ve halkların bu tartışmaya karşı tutumu ile ilgili olarak şu maddeleri ele aldık:
1 - Arap dünyası, son on yıl içinde Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat (buyurgan) rejimlerin çöküşüyle ​​diktatörlüklere darbe vurdu. Bu gelişmelerin ardından bölgedeki siyasi harita, olduğu gibi değişti. ‘Arap Baharı’ olayları, Arap dünyasında daha önce var olmayan bir özgürlüğe kapıyı araladığını kabul etmemize rağmen tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ancak tartışmanın koşulları, konunun netleşmediğini anlamamızı sağlıyor. Arap Baharı olaylarının, büyük güçlerin bazı Arap ülkelerinin içinde bulundukları şartlar üzerinden bölgeyi şekillendirmek istedikleri stratejik bir planın ve bu ülkelerde yaygın olan yolsuzluk, ihmalkârlık ve zayıflığın bir parçası olduğunu düşünenlerdenim. Aynı şekilde bu olayların, halkların çektiği acılardan ve yaygın işsizlik oranlarından yararlanılarak değişim sloganlarıyla bu ülkelerin tek bir sisteme dönüştürülmeleri için kullanıldığını da düşünüyorum. Bunu bir kenara bırakalım. Zira bu sistemlerin ömrü, ya devrim niteliğindeki teklifler ya sloganlar sonucunda ya da bazılarının gevşemesi ve kendilerine biçilen ömrün sona ermesiyle bitmiştir.
2 – Araplar bir yanda siyasi bağımsızlık, diğer yanda özgürlükler arasında kemikleşmiş ve yaygın bir kafa karışıklığı yaşıyorlar. Değerler ve fikirlerin kaybolduğu ve özellikle özgürlük tek başına yeterli olmadığından, buna ekonomik özgürlüğün elde edildiği, en kalabalık ve en yoksul sınıfları hesaba katan, çağın ruhuna ve modern teknolojiye ayak uyduran, arzulanan toplumsal dönüşüme de kapıları ardına kadar açan bir reform programının eşlik etmesi gerektiğinden dolayı rahatlığı çağrıştırmayan sahnelerle karşı karşıyayız. Aynı şekilde günümüz dünyasında, gelişmiş ülkelerin geçtiği ve yükselen ulusların her zaman yöneldiği vizyona doğru değişim ve ilerleme yoluyla reform yapabilmemizi zorunlu kılan bazı büyük değişimlerle de karşı karşıyayız. Arapların zamanın medeniyetine çok sınırlı bir yaklaşıma sahip olmaları ve zenginliklerimizin büyük bir bölümünün Arap olmayanlar tarafından kullanılması bizim çıkarımıza değil. Bu yüzden kalıcı bir zihinsel ve entelektüel olgunlaştırma süreci başlatmak da bize düşüyor. Akıl, davranışların belirleyicisidir. Geri kalmışlığın entelektüel bir durgunluk olması gibi değişim de zihinsel bir karardır.
3 – Araplar olarak özellikle büyük bir mirasın gölgesinde yaşadığımız için siyaset ve din arasında bir ayrım yapmamızın zamanı geldi. Memleketimiz semavi mesajların diyarıdır. Bu yüzden dinlerin ve medeniyetlerin döndüğü noktadır. Bu yüzden dinin derinliklerimize kök salması doğal bir durum ve bu iyi bir şey. Fakat asıl sorun, dinin siyasetle iç içe geçmesinden kaynaklanıyor. Bu yüzden taraflar kendi amaçlarına hizmet etmesi için dini kullanmalarına imkan doğar. Bize din adına farklı bir yaşam tarzı dayatmak isterler. Oysa din tüm bunlardan uzaktır. Özgürlük tartışması, semavi mesajları uzaklaşmadan ya da abartmadan anlamak adına dini ılımlılıkla bağlantılı olmalı. Böylece gerçek din, makasidu'ş-şeriat (dini kuralların amaçları) ile tutarlı olarak hayatımızdaki baskın maneviyat kavramı haline gelir. İslam dünyasında dini siyasete alet etme girişiminin ilk etapta dine zarar verdiğini bile düşünüyorum. Siyasete gelince; siyaset petrol gibidir. Yapışkan ve kirlidir. Sonuç, manevraya, ertelemeye, ilerlemeye ve geciktirmeye başvuran siyasi oyunlar ile dini değerler arasında bariz çelişkinin varlığıyla onu takip edenler ve takipçilerinden nefret edenler karşısında dinin yüce çehresini çarpıtır! Siyaset, ahlak nedir bilmezken din, manevi değerlerin damarı ve bizi daha iyiye götüren inancın kaynağıdır.
4 - Ülkemizde özgürlük tartışması, kimi zaman dinle kimi zaman rejimlerle olmak üzere her defasında geçmişten miras kalan değerlerle kesişiyor. Dolayısıyla özgürlüğün insanların ödediği ve milletlerin uğruna çabaladığı bir bedeli vardır. Bu zorlu denklem, bir yanda özgürlükleri, diğer yanda dini duyguları, diğer yanda ise yönetim sistemlerini uzlaştırmaya başlar. Buna sınıflar arasındaki eşitsizliğinin etkisini ve ekonomik durumun bu mesele üzerindeki etkisini eklediğimizde ortaya bir ikilem çıkar. Eskiler, seçim özgürlüğünün bir somun ekmekle bağlantılı olduğunu söylerler. Bunun siyasi anlamı, özgürlük, ekonominin doğal bir ürünü demektir. Bazıları insanların özgürlük ile arayış içerisinde oldukları ufuklara doğru yola çıkmak arasındaki bağı koparmak için halkların öne atıldığı bir tür diktatörlükten bahsedebilirler.
5 – Özgürlük, doğası gereği göreceli bir meseledir. Mutlak özgürlük, gerçeklikten ziyade kurguya daha yakındır. Özgürlüğün önündeki engeller genellikle eğitim, medya ve dini kurumun rolü gibi diğer faktörlerle ilgilidir. Bu yüzden özgürlükler geniş bir cephede ilerliyor. Toplumun bileşenlerini ve halkın mirasını, geleneklerini ve göreneklerini bir araya getiriyor. Bir ülkede belirli bir zamanda kabul edilebilir olan, başka bir ülkede ve farklı bir zamanda kabul edilemeyebilir. Özgürlük, insan hakları sorunlarının en başında geliyor. Bu yüzden imzalanan farklı sözleşmelerde insan hakları ile karakterize edilen aynı ölçülere sahip olması doğaldır. Düşünce, ifade ve inanç özgürlüğü ortak unsurları olduğundan bu konuda büyük bir eşitsizlik yoktur. Aynı durum, ikamet ve hareket özgürlüğü gibi sınırları başkalarının özgürlüğüyle biten kişisel özgürlükler için de geçerli. Burada ‘özgürlük kültürü’ olarak adlandırılabilecek duruma dikkati çekmeliyim. Özgürlük kültürü, eğitimin kalitesine ve her bireyin kendi birikmiş deneyimlerine bağlı olarak oluşan kültürel bir kalıptır. Eskilerin bir sözü vardır: Senin adına ne suçlar işleniyor ey özgürlük!
Bu söz kültürün, insan davranışı ve sosyal düzeyi olduğuna işaret eder. Özgürlüğün anlamı, her döneme ve mevcut koşullara göre şekillenir ve doğasını anlamada önemli bir faktör oluşturur.
Tüm bu maddelerle Arap dünyasındaki özgürlükler tartışmasını aktarmaya çalıştık. Herkesin ülkelerinin günümüz dünyasında modern toplumların çabaladığı amaç ve hedeflerine ulaşmadaki sorunlarına bağlı olarak özgürlüğün anlamıyla ilgili ortak bir formül ve tek bir kavram belirlemeleri için bir uyarıda bulunmayı istedik. Zaman faktörü her zaman siyasi ve toplumsal hareketle bağlantılı olduğundan, görmezden gelinmesi zor bir dönüm noktasından geçtiğimizi anlamalıyız. Dünya bugün çelişkili akımlarla dalgalanan ve sonuçları halkların çıkarları uğruna bazı özgürlüklerin geçici olarak askıya alınması olan bir salgınla karşı karşıya. Burada, özgürlüğün mutlak hakim olmadığını, zaman ve mekan şartlarının yanı sıra eğitim, kültür ve çağdaş dünyamızdaki diğer gelişim tezahürleri gibi bir takım faktörlere bağlı olduğunu bir kez daha vurgulamalıyız.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrildi.


Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  
TT

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi Arabistanlı bir yazar olarak, uzun yıllar, birçok sanatçı, yazar, akademisyen ve aydını barındıran bir entelektüel grubun içinde yer aldım. Kahire, Beyrut, Tunus ve Kazablanka gibi Arap başkentlerindeki konferanslara, festivallere ve kültürel organizasyonlara iştirak ediyorduk. O zamanlar kardeş ülkelerde olan kültür bakanlıklarının bir benzerinin ülkemiz Suudi Arabistan’da da olması için özlem duyuyorduk. Daha sonra enformasyon bakanlığı altında bir kültür komitesi kurulması kararlaştırıldı. Bu haberi yarım yamalak bir tebessümle karşılamak durumunda kaldık. Çünkü bu, hayallerimizin ve beklentimizin altında bir karardı. Biz daha çok yazar, sanatçı ve her alandaki düşünüre ciddi destekler verecek bağımsız bir kültür bakanlığı hayal ediyorduk.  
Suudi Arabistan’daki kültürel sahne oldukça zengin ve çok çeşitlidir.  Suudi kültür ortamı hakkında pek bir şey bilmeyenler için şöyle özetleyebilirim.  Birincisi kamu desteği, ikincisi; özel sektör ve üçüncüsü bağımsız olmak üzere, kültür dünyamız üç alanda değerlendirilebilir. Kamu desteği, devletin kültürel etkinliklere doğrudan veya dolaylı olarak sunduğu desteklerdir. Özel sektörün hizmetleri ise, yayınevleri, edebiyat merkezleri ve sanat galerileri ile sınırlıdır. Bağımsız sanat ise, edebiyat kulüpleri, sivil kültür sanat dernekleri ve geleneksel medya tarafından desteklenen faaliyetleri içerir.  
Bağımsız addedebileceğimiz bu kültürel alanda, ülke genelinde 17 edebiyat kulübü ve 16 kültür sanat derneği faaliyet göstermektedir. Bağımsız alan, yetmişli yıllardan bu yana Krallıktaki kültürel yaşamın gelişiminde çok önemli bir rol oynadı ve oynamaya da devam ediyor. Ülkedeki en önemli kültürel ve düşünsel ürünlerin ortaya çıkmasına olanak sağlayan bağımsız kültürel alan, sınırlı kamu desteği, sınırlı özel sektör desteği ve bağışçıların desteği ile ayakta kalmaktadır.  
2018 yılında yayınlanan kraliyet kararnamesi ile, kültür bakanlığı enformasyon bakanlığından ayrılarak bağımsız bir kuruluş haline geldi. Ülkede kültürel faaliyetleri yakından takip edenler artık farklı bir gelecek tahayyül edebiliyordu. Nitekim takip eden üç yıl içinde kültürel alanlarda önemli atılımlar yapıldı.  
Artık karamsarlığın yerini iyimserlik alabilirdi. Çünkü Suudi Arabistan’ın yeni kültür bakanlığı, Arap ülkelerindeki muadillerinden farklı olarak, aydınların arzu ettiğinden daha olumlu bir vizyon taşımaktaydı. Kültür bakanlığı, bölgedeki ve Arap ülkelerindeki benzerlerinden farklı bir örgütlenmeye gitmişti. Bu örgütlenmenin şekillenmesinde UNESCO aktif rol aldı. Bakanlık süreç içinde faaliyetlerini çeşitli kültürel sektörleri kapsayan 11 başlık altında organize etti. Bu başlıklar altında edebiyat, çeviri, tiyatro, müzik ve resim sanatlarının yanı sıra moda ve yemek pişirme gibi aşina olunmayan kültürel üretim alanları da kendisine yer buldu. Bakanlık nezdinde 16 komisyon oluşturuldu. Dikkat çekici husus ise, bu komisyonların bürokratik ataletten uzak olarak tamamen bağımsız bir şekilde yönetilmeleridir. Bahsi geçen komisyonların yönetim kurulları ve icra komiteleri, kültür aracılığı yapan dernekleri denetlemekte ve desteklemektedir.  Kültürel bir etkinlik yapmak, konferans veya sempozyum düzenlemek isteyenlerin, bakanlık destekli bir dernekle anlaşması gerekiyor. Kitap telif etmek veya yabancı dildeki bir eserin çevirisini yapmak isteyenlerin ise bir yayınevi ile anlaşmaları yeterli oluyor. Komisyonların doğrudan değil de bağımsız dernekler aracılığıyla vatandaşla muhatap olması nedeniyle, bürokratik zorluklar ve idari yolsuzlukların önüne geçilmesi hedefleniyor.  

Bütün bunlar gülümseten olumlu gelişmelerdir. İşlerin gidişatını yakından takip eden biri olarak bu pozitif yargılarda bulunabiliyorum. Sayın kültür bakanının başkanlığını yaptığı, edebiyat ve tercüme komisyonunun içinde yer almaktayım. Kadın çalışanların da yoğunlukta olduğu bu komisyonun çalışma ortamı, daha önce devlet kurumlarında alışık olmadığımız kadar rahat ve özgürlükçü.   
Ancak, bilindiği üzere kültür, ne kadar çeşitli ve gelişmiş olsa da kurumlar tarafından üretilemez. Kurumlar kültürel üretimi teşvik eder ya da sekteye uğratır fakat kültürün üretimini üstlenemez. İster edebiyat olsun ister felsefe veya sanat, tekil ya da çoğul olarak bireyler tarafından üretilir. Kral Abdülaziz tarafından kurulduğu ilk yıllardan itibaren ülkemizin kültürel birikimi, bireysel çabalarla oluşmuştur.  
Sayın Veliaht Prens Muhammed bin Selman liderliğindeki 2030 vizyonunu kültürel alanda yakalayabilmemiz için, kültür üreticisi bireylere uygun koşulların sağlanması bir zorunluluktur. Kültür bakanlığının artan ve çeşitlenen maddi manevi destekleri, bu yolda güçlü bir şekilde ilerlediğimizin güçlü bir göstergesidir. Ancak bu eğilimin sürdürülebilir olması için dikkat edilmesi gereken hususlar var: 
Birincisi: kültürün, entelektüel ve yaratıcı bir doruk noktası olarak görülmesidir. Doruk noktası derken, insanın kültürel faaliyeti ile kendisini gerçekleştirebileceği en üst sınırlara ulaşabilmesini kastediyoruz. Popülizmin cazibesine kapılmadan, üretici ve alıcıları tatmin etmek için nitelikten ödün verilmemesi gerekir. Bunun elitist, üstenci bir yaklaşım olduğunu ve kültürün geniş kitlelere yayılmasına mâni olacağını iddia edenler olabilir.  Ancak niteliğin niceliğe feda edilmesi, kültürel seviyenin ve kalitenin düşmesiyle sonuçlanacaktır. Asıl hedeflenmesi gereken, kitlelerin seviyesinin yukarıya çekilmesi olmalıdır.  Kültürün en yüksek ürünlerinden biri olan felsefe, kimileri için hayata dair basit fikirlere dönüşebilir veya insan hayatındaki en önemli konuların tartışılarak, sorunlarına çözüm bulunmasına katkı sağlayabilir. Tabi ki yüksek standartlar dayatılamaz, bununla birlikte olumlu yönlendirmeler ve hatırlatmaların yapılması gerekir.   
İkincisi: Kültürel üretimin aracı olan Arap diline azami özenin gösterilmesidir. Arapçanın kültürel üretimdeki temel rolü teşvik edilmelidir. Başta eğitim alanında iyileştirmeler olmak üzere, akademi, medya ve ticari alanlarda Arapça dilinin doğru kullanımı yaygınlaştırılmalıdır. Özellikle ticaret alanlarında İngilizcenin Arapçanın yerini almaya başladığı görülüyor. Gençlerin kullandığı dil itibariyle Arapçalarının geliştirilmesi için gerekli adımların atılması zorunludur. Arapça, kültürümüzün geleceğidir, çünkü sahip olduğumuz kültür Arap kültürüdür.   
Üçüncüsü: İfade ve üretim özgürlüğü alanlarının genişletilmesidir. Toplumsal baskı ve muhafazakâr yaklaşım, üretilenlerin kalitesini olumsuz etkiler. Geçmişte, bu korkular ve hassasiyetler nedeniyle, nice kültürel içerik üreticisi yurt dışında yaşamak zorunda kalmıştır. Çok şükür bu yönde olumlu değişikliklerin olduğuna dair birçok işaret var, ancak Suudi Arabistan’ı, kendi çocuklarının ürettikleri için bir merkez haline dönüştürebilmemiz için daha fazla çaba sarf etmeliyiz.  
Dördüncüsü: Kültürün, geniş anlamıyla bir milli servet olduğunun bilincinde olmalıyız.  Veliaht Prens, Cidde şehrinde Suudi aydınlarla yaptığı ilk görüşmede, bu hususu vurgulamıştı. Suudi Arabistan’ın Arap, Müslüman ve dünya düzeyindeki entelektüeller için bir cazibe merkezi olması için bireysel ve toplu olarak daha fazla çaba sarf etmemiz gerekir. Bunun için de ülkemizde kitap dağıtımı, konferans ve festivallerin düzenlenmesi için mevcut prosedürlerin kolaylaştırılması lazımdır. Yakın zamanda ülkemizde geniş katılımlı Arapça kitap fuarının düzenlenmesi ile felsefe ve çeviri alanlarında iki önemli konferansın yapılmış olması, sürdürülmesi gereken doğru yolda atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir.  
Beşincisi: Kültürel faaliyette tarihsel olarak önemli bir yeri olan, edebiyat kulüplerinin ve kültür sanat derneklerinin verimliliğinin arttırılması için girişimlerde bulunulmasıdır. Bu kültürel tarihi mirasa yeterli özeni göstermeliyiz.  
 Altıncısı: Akademik ve araştırma kurumlarının, kültürel üretime daha fazla katkıda bulunmaya teşvik edilmesidir. Akademi yaygın olduğu üzere halktan uzak olmamalı, halkla daha fazla etkileşim kurmalıdır. Üniversiteler, yirminci yüzyılın başlangıcından bu yana Arap kalkınmasında önemli roller üstlenmiştir. Suudi Arabistan’ın kültürel tarihinde de üniversitelerin önemli bir yeri olmuştur. Ancak son yıllarda bu rolün azaldığına dair emareler bulunmakta. Üniversitelerin aktif katılımı olmadan gerçek nitelikli bir kültürel canlanma tasavvur edilemez. Zira üniversiteler, aydınlanma, gelişim ve bilinçlenme için en önemli merkezlerdir.  
 Bana göre, ülkemizde kültürel atılım gerçekleşmesi için dikkate alınması gereken hususlar bunlardır. Bu alanlarda şimdiye değin atılmış önemli adımlara ek olarak, bu hususlara da odaklanılırsa yüksek kültür seviyelerine çıkmamız kaçınılmazdır.


Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.