Huber Kuleleri saldırısı: İran kamuflajda ustalaştı

TT

Huber Kuleleri saldırısı: İran kamuflajda ustalaştı

“Gerçek gelecekte ortaya çıkacak.”
Eski İran Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani, 1996 yılının haziran ayında gerçekleşen Huber Kuleleri saldırısıyla ilgili kendisine sorulan bir soruya böyle cevap vermişti. Bu, Şarku’l Avsat’ın eski Baş Editörü Osman Umeyr’in Rafsancani ile gerçekleştirdiği röportajda sorduğu soruya karşılık cumhurbaşkanının verdiği cevaptan bir iktibas.
Osman Umeyr’in sorusu ve buna karşılık Rafsancani’nin verdiği cevap şu şekildeydi:
-Her zaman İran'ın iyi niyetinden bahsediyorsunuz. Sonra Huber Kuleleri saldırısı gibi olaylara dair size suçlamalar yöneltiliyor. Bunun tam aksi olduğunu teyit edebilir misiniz?
Bu konuda hakkında dolaşan söylentiler de öncekilere benziyor. Gerçeğin gelecekte bütün açıklığıyla ortaya çıkacağına şüphe yok. Resmi olarak edindiğimiz bilgiler, Huber patlamasında yer alan kimselerin Suudi Arabistan vatandaşı olduklarını gösteriyor. Bu kişilerden bazıları Suudi Arabistan’dan kaçtılar ve söylendiğine göre İran'a geldiler. Ciddi bir araştırma yaptık, fakat onlardan herhangi bir ize rastlamadık. Bu kişilerin arasında tanınmış biri de bulunuyordu. İran'da olduğu söylendi, fakat daha sonra bir Suriye hapishanesinde öldüğü ortaya çıktı. Bu bizimle ilgili durumun açık bir örneğidir.
Röportajda bir dizi konu konuşuldu, fakat Huber patlamasıyla ilgili olmadığından dolayı bu tartışmalara girmeyeceğiz. Fakat dikkat çekici bir noktaya değineceğiz. Huber Kuleleri’ne Haziran 1996’da akşamın geç saatlerinde bomba yüklü bir araçla saldırıldı. Huber, ABD’li ve Batılı ailelerin yaşadığı 8 katlı bir binaydı. Bina, Suudi ailelerin de yaşadığı büyük bir kompleksin ortasında yer alıyordu. Fakat bina hedef alınmıştı. Çünkü binada yaşayanların çoğu ABD’liydi. Patlamada 19 ABD’li, bir Suudi hayatını kaybetti ve 400'den fazla kişi yaralandı. Günler sonra Amerika, bu saldırıdan Hicaz Hizbullahı hücresini sorumlu tuttu. Huber saldırısı, Suudi Arabistan'a yapılan en büyük saldırılardan biriydi. ABD Adalet Bakanlığı, bu saldırıdan 13 Suudi ve 1 Lübnanlı olmak üzere 14 kişiyi sorumlu tuttu.

Gerçekler ortaya çıkıyor
Riyad ve Washington soruşturma komisyonu çalışmalarını sürdürdü. FBI tarafından Haziran 2001'de yapılan açıklamada, İran’ın desteğini alan Hicaz Hizbullahı adlı örgütten 13 kişinin bu saldırıyı gerçekleştirdiği belirtildi. ABD’deki bir federal yargıç 2004 yılında İran’ın Huber saldırısında öldürülen 17 ABD askeri personelinin ailelerine 254 milyon dolar ödemesi yönünde karar verdi. O zamanki ABD Ceza Mahkemesi Yargıcı Roissy Lamberth, Huber Kuleleri’ne gerçekleştirilen saldırının İran Devrim Muhafızları’ndan General Ahmed Şerifi’nin tutmuş olduğu kişiler tarafından yapıldığını söyledi. Yargıç bu saldırının İran Devrim Rehberi Ayetullah Ali Hamaney tarafından onaylandığını belirtti. Lamberth’in açıklamasında şu ifadeler yer aldı:
“Tüm deliller ve yapılan araştırmalar sonucunda elde edilen sonuçlar, Huber Kuleleri saldırısının İran'ın yüksek liderliğinin planı, finansmanlığı ve sponsorluğu aracılığıyla düzenlendiğini kesin bir şekilde teyit etmektedir.”
Huber saldırısını gerçekleştiren teröristlerin saklanmak için İran'a kaçtıklarını ortaya çıktı. Bu kişilerden en ön plana çıkan ve aynı zamanda dava kapsamındaki ilk sanık olan Ahmed el-Muğassal’dı. Muğassal, Hizbullah Hicaz’ın askeri kanadına liderlik ediyordu. 1996'dan 2015'e kadar İran’da kaldı. Ayrıca FBI tarafından aranan Muğassal’ın saklandığı yer hakkında verilecek herhangi bir bilgi için 5 milyon dolar teklif edildi.

Muğassal’ın yakalanması
Şarku’l Avsat Ağustos 2015'te Muğassal’ın tutuklandığı haberini verdi. Beyrut'ta tutuklanan Muğassal Riyad’a nakledilmişti. O zamanki resmi Suudi kaynakların teyit ettikleri bilgilere göre Suudi güvenlik görevlileri, 48 yaşındaki Ahmed İbrahim Muğassal’ın Lübnan’ın başkentinde bulunduğu yönünde bilgi aldı. Gerçekleştirilen saldırının arkasındaki isim olan Muğassal, Suudi istihbaratı tarafından yaklaşık 19 yıl arandı. Kimliğinin ortaya çıkmaması için bulunması zor bir şekilde gizlenmişti. İranlı yetkililer ise Huber saldırısıyla ve saldırıyı gerçekleştiren kişilerle herhangi bir şekilde ilgili olduklarını sürekli olarak reddettiler.
Muğassal’ın akıbeti, güvenlik yetkilileri tarafından aranan ikinci bir adam olan ve Suriye makamları tarafından tutuklanmasından üç gün sonra hücresinde öldüğü söylenen arkadaşı Cafer Şuveyhat’ın sonu gibi oldu. Suudi Arabistan'a gönderilmesine ilişkin prosedürlerin tamamlanmasından önce 1996 yılının ağustos ayında öldüğü açıklandı. Ölüm sebebinin intihar olduğunu söylendi. Bu iki terör unsurunun yanı sıra hala İran'da olduğuna inanılan Abdülkerim en-Nasır’ın, İran tarafından korunan planlamacılardan biri olduğunu düşünülüyor.

Yaklaşık bir milyar dolarlık yeni para cezası
ABD’deki bir federal mahkeme önceki gün İran’ı, Huber saldırısında öldürülenlerin ve yaralananların aileleri için 879 milyon dolar para cezası ve tazminat ödemeye mahkum etti. Washington Federal Bölge Mahkemesi Başyargıcı Beryl A. Howell, geçtiğimiz hafta 14 pilot ve bu kişilerin 41 aile üyesinin Huber saldırısını planlayan ve gerçekleştiren taraflardan (İran ve terörist grupları) dolayı o zamandan bu yana acı çektiklerine hükmetti. Aynı mahkeme 2018 yılında silahlı kuvvetlerin 15 üyesi ve saldırıda yaralanan akrabalarından 24 kişi için İran’a 105 milyon dolar para cezası kesilmesi yönünde bir karar çıkarmıştı.

Hicaz Hizbullahı
Hicaz Hizbullahı, İran Devrim Muhafızları tarafından 1980’li yılların başlarında kuruldu. 1987 yılındaki hac olaylarından ve Suudi güvenlik görevlileriyle yaşanan şiddetli çatışmaların ardından bu terör örgütü kuruluşunu ilan etti. Onlarca kişi Suudi Arabistan içinde terörist operasyonlar yürütmek üzere İran’daki kamplarda eğitim gördü.
Hicaz Hizbullahı ‘siyasi ve askeri’ olmak üzere iki alanda faaliyet göstermeye başladı. İlk açıklamasını hac olaylarından bir hafta sonra yaptı ve Suudi Arabistan yöneticilerine karşı duracağını bildirdi. Aynı yıl Cuaima’daki petrol rafinerilerine bağlı elektrik şebekesinde yaşanan patlamanın ardından büyük bir yangın çıktı. Aynı şekilde bir diğer patlama, Cubail şehrindeki Suudi Petrokimya Şirketi’nin (SADAF) fabrikalarından birinde metanol gazı taşıyan boru hattının yakınlarında gerçekleşti. Parlamada herhangi bir yaralanma olmadı.

 



İran'da iki halef seçimi krizi: Ilımlılık ve aşırılık oyunu

Devrim Muhafızları, Reisi'nin halefinin seçiminde önemli, Hamaney'in halefinin seçiminde ise daha büyük bir rol oynuyor (Reuters)
Devrim Muhafızları, Reisi'nin halefinin seçiminde önemli, Hamaney'in halefinin seçiminde ise daha büyük bir rol oynuyor (Reuters)
TT

İran'da iki halef seçimi krizi: Ilımlılık ve aşırılık oyunu

Devrim Muhafızları, Reisi'nin halefinin seçiminde önemli, Hamaney'in halefinin seçiminde ise daha büyük bir rol oynuyor (Reuters)
Devrim Muhafızları, Reisi'nin halefinin seçiminde önemli, Hamaney'in halefinin seçiminde ise daha büyük bir rol oynuyor (Reuters)

Refik Huri

Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi'nin helikopter kazasında ölmesi, İran'ı kritik bir dönemde iki halef kriziyle karşı karşıya bıraktı; birincisi zamanından önce gelen cumhurbaşkanının halefi krizi. İkincisi,1979'da İslam Devrimi'nin fitilini ateşleyen İmam Humeyni’den çok daha uzun süre hüküm süren Dini Lider Ali Hamaney'in sağlık durumu sebebiyle zamanı yaklaşan halefini seçme krizi. Hamaney'in halefinin radikal bir din adamı olacağı kesin ve Reisi öne çıkan bir adaydı. Hem Dini Lider hem de Dini Lider’in istediği seçeneğe oy veren Uzmanlar Konseyi çevresinde önemli bir seçenekti. Reisi'nin halefi konusu ise görünürde Reisi, Ahmedinejad ve Hatemi gibi aşırı muhafazakâr veya Rafsancani ve Ruhani gibi reformcu ve ılımlı bir figür olacak din adamı ya da eski Devrim Muhafızları subayı seçeneklerine açık görünüyor.

Sistemin gerçek hesapları arasında hiçbir fark yok. Zira gerçek güç, “ilahi meşruiyete” sahip olan, kayıp ve beklenen “zamanın sahibinin” vekili olan Dini Liderin elinde. Herhangi bir dini rejim gibi, gittikçe daha da aşırılaşma yönünde ilerlemeye mahkûm bir rejimde, Dini Liderin aşırı muhafazakâr olması doğal. Teorik olarak “halk meşruiyetini” temsil eden cumhurbaşkanlığı makamı için muhafazakâr ya da ılımlı adayları seçen de odur. Seçimler, ister iç koşullar isterse dış ilişkilerin görünen yönü olsun, rejimin her aşamadaki ihtiyaçlarına bağlıdır. Dünyada İran’daki “reformcu akımın” başarısı üzerine oynanan bahisler bağlamında yapılan eski ve yeni tartışmalar ise bir nevi kendini kandırmadır. Dini Liderin iradesi olmadan hiçbir reformcu iktidara ulaşamaz. Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, Hasan Ruhani ve onlardan önce İmam Humeyni'nin ölümünden sonra arkadaşı Ali Hamaney'in Dini Lider konumuna gelmesinde önemli rol oynayan Haşimi Rafsancani'de olduğu gibi, iktidara gelip çizilen kırmızı çizgileri aşmaya çalışan herhangi bir reformcu figür izolasyona mahkumdur.

Hamaney, "bugün ülkenin asıl meselesinin ekonomi ve temel zayıf noktasının da ekonomik mesele" olduğunu düşünüyorsa, Reisi'nin halefi ekonomiye odaklanacak, insanları ekonomik durumdan ve uygulanan sosyal kısıtlamaların sertliğinden kaynaklanan toplumsal memnuniyetsizliklerini azaltmaya ikna edecek ılımlı bir şahsiyet olabilir. Ama bunun aksini düşünenler de var. Bunlara göre Reisi'nin Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, BAE, Katar ve diğerlerine açılma konusunda yaptıkları, ancak ılımlı bir cumhurbaşkanının aksine sorgulanmadan esneklik gösterebilecek katı görüşlü bir cumhurbaşkanı tarafından yapılabilirdi. Pratik olarak Hamaney'in elinde olan anahtar, adayları eleyen ve Reisi'nin aday gösterilmesi sırasında kazanacağı korkusuyla Ali Laricani’nin yarış dışı bırakılmasında olduğu gibi, seçilen adaya tehdit oluşturanların adaylığını önleyen Anayasa Koruma Konseyi'ne ödünç olarak veriliyor. Konsey, eski cumhurbaşkanı Ruhani’nin bile, uzun süredir üyesi olmasına rağmen Uzmanlar Konseyi'ne aday olmaya uygun olmadığına karar vermişti. Bunun nedeni, İmam Humeyni'nin en başından beri İslam Cumhuriyeti'nin en yüksek önceliklerini belirlemiş olmasıdır ve bunlardan en öne çıkanları iki tanedir. Birincisi, "İslam hükümeti velayet ile imanın ikizidir ve düzeni sağlamak bir görev borcudur." İkincisi ise "devrimi ihraç etmek, çünkü rejim kapalı bir ortamda kalırsa kesinlikle yenilgi ile yüzleşecektir." Arap ülkelerindeki Şii milis gruplara “yatırım” yapılması ve Filistin kartına sahip olunmaya çalışılması da bundandır. Bunun hiçbir bölgesel güçte daha önce görülmemiş pratik uygulaması ise Lübnan'da Hizbullah, Irak’ta Haşdi Şabi, özellikle de Hizbullah Tugayları, Seyyid el-Şuhada Tugayı, Kays el-Hazali hareketi, Suriye'de Afganlardan oluşan Fatimiyyun Tugayı ile Pakistanlılardan oluşan Zeynebiyyun Tugayı gibi silahlı mezhepçi ideolojik grupların kurulması, Yemen’de Ensarullah (Husiler), Gazze’de Hamas ve İslami Cihat’ın desteklenmesidir. İran'ın hiçbir şey yapmadan kazanmasını sağlayan da budur. Vekalet ile kazanıyor, vekalet ile savaşıyor ve vekalet ile anlaşıyor. Brookings Enstitüsü Başkan Yardımcısı ve Dış Politika Programı Direktörü Susan Maloney'nin söylediği gibi, Tahran'ın bölgede bahse girdiği şey bir kaos sistemidir. Maloney İran'ın stratejisini "güçlü düşmanlarına, özellikle de ABD'ye karşı avantaj elde etmenin ekonomik açıdan ucuz bir yolu olarak, asimetrik savaşa yatırım yapmak" olarak tanımlıyor. Sahne çok çelişkili ve Sovyetler Birliği'nde yaşanan ve onun çöküşüne yol açan duruma benziyor; içeride ekonomik zayıflık, dışarıda güçlü nüfuz ve büyük harcamaların yapıldığı askeri güç. Hamaney'in 2003'te İran penceresinden gördüğü kadarıyla bölgedeki sahne şöyleydi; “Washington yeni bir Ortadoğu yaratma konusunda tamamen başarısız oldu. Bölgenin jeopolitik haritasının köklü bir değişim içinde olduğu doğru ama bu ABD'nin değil, direniş cephesinin yararına bir değişim. Evet, Batı Asya'nın jeopolitik haritası değişti ama direnişin lehine olacak şekilde değişti.” Dahili sahneye gelince, zorlu ekonomik durumdan duyulan memnuniyetsizlik nedeniyle halk seçimlere katılma konusunda isteksiz. Kadınlara başörtüsünün dayatılmasına, sosyal davranışlar ve giyim üzerindeki kısıtlamaların sıkılaştırılmasına karşı gösteriler düzenleniyor. Son parlamento seçimlerine seçmenlerin ancak yüzde 41'i katıldı. Başkent Tahran'da bu oran yüzde 19'du.Türk analist Murat Yetkin, "İran rejimi uzun menzilli füzeler üretebiliyor ama Cumhurbaşkanı Reisi'nin uçağının yerini tam olarak belirleyemiyor" derken abartmıyordu. Aslında İran'ın uçağın düşüşüne ilişkin hikayesi hâlâ eksik. Dahası kazanın gerçek nedenleri, teknik neden veya sisten mi kaynaklandığı, yoksa sabotaj sonucu mu olduğu gibi sorular cevapsız kalacak kadar boşluklarla dolu. Resim net değil; cumhurbaşkanının uçağı düşerken kendisine eşlik eden iki uçak Tebriz'e dönüş yolculuğuna nasıl devam edebildi? Reisi'nin dini lider konumuna gelmesini engellemek için biri bir komplo mu kurdu? Cenaze törenlerinde Şiiliğin abartılı tezahürleri, soruları gülünç hale getirmeye yönelik bir çaba mıydı?

Totaliter rejimlerde gerçeği bilmek zordur. Ancak içeride baskı ve disipline, bölgede ise kaosa bel bağlayan İslami rejim, din adamları ve Devrim Muhafızları arasında karma bir rejim haline geldi. Devrim Muhafızları, Reisi'nin halefinin seçiminde önemli, Hamaney'in halefinin seçiminde ise daha büyük bir rol oynuyor.