Tarihçi Raşid bin Asakir Suudi Arabistan Kuruluş Günü hakkında Şarku'l Avsat'a konuştu: Birinci Suudi Devleti’nin kuruluşunun dini boyutu abartılıyor

Bin Asakir, Birinci Suudi Devleti’nin kuruluşuyla ilgili gizemi açıklığa kavuşturdu

Hanife Vadisi'nden 1917'ne yılına ait bir kare
Hanife Vadisi'nden 1917'ne yılına ait bir kare
TT

Tarihçi Raşid bin Asakir Suudi Arabistan Kuruluş Günü hakkında Şarku'l Avsat'a konuştu: Birinci Suudi Devleti’nin kuruluşunun dini boyutu abartılıyor

Hanife Vadisi'nden 1917'ne yılına ait bir kare
Hanife Vadisi'nden 1917'ne yılına ait bir kare

Arap Yarımadası'nın özellikle merkezinin (Necid ya da diğer adıyla Yemame) tarihini, İslam'ın ilk dönemlerinden son dört asra kadar kayıt altına alan bazı kitaplarda yazılanları okuyanlar, halk arasında cahilliğin, sapkınlığın ve şirkin (çok tanrıcılık) ne kadar yaygın olduğuna atıfta bulunulduğunu hatta dini, kültürel ve bilimsel bilincin hiçbir şekilde tezahür etmediğinin vurgulandığını görecekler. Bu durum, ünlü Hanife Vadisi'nin kıyı bölgesine dağılan ve her biri kendilerine ait siyasi yapılara sahip emirliklerden biri olan Diriye Emirliği için de geçerliydi. Mahalle büyüklüğündeki topraklara sahip bu emirliklerin her biri diğerinin pahasına topraklarını genişletmeyi hayal ediyordu. Aralarında güvenliğin olmadığı ve yoksulluğun yayıldığı çatışmalar, savaşlar ve anlaşmazlıklar ortaya çıktı. Tüm bunların üzerine bir de bu küçük emirliklerin egemenliklerine son vermek ya da en azından onları kendi hamiyetleri altına almak için bekleyen bölge dışındaki düşmanların varlığı söz konusuydu. Bu emirliklerin bazıları hayatta kalmayı başarırken bazıları başaramadı. Sonuç olarak çoğu haritadan silindi.
Mani' ibn Rabi'a el-Muraydi’nin soyundan gelen yöneticilerin Diriye’den diğer bölgelere yayılan Diriye Emirliği merkezli bir devlet kurma fikrine sahip oldukları iyi bilinen bir gerçektir. Bu fikir, tam üç yüzyıl sonra Muhammed bin Suud'un ‘Birinci Suudi Devleti’ adını taşıyan devletin kurulduğunu ilan etmesiyle gerçekleşti. Bazı tarihçiler, Birinci Suudi Devleti’nin duyurulmasıyla ilgili olarak Muhammed bin Suud'un reformist çağrıyı savunmasına odaklanan tezler ortaya koymuşlar ve bunu devletin kuruluşunun temeli olarak görmüşlerdir. Ancak devletin kuruluşunun dini boyutlarını abartmışlardır. İmam Muhammed bin Suud'un reformist çağrıyı savunmasını, içeriden ve dışarıdan gelen müdahalelerle iki kez düşen, ancak üçüncü kez kurulan, modern bir devlet olarak kabul gören ve uluslararası dengelerde önemli bir yer edinen yeni devletin kuruluşunun baş motivasyonlarından biri olarak nitelemişlerdir.
Tarihçi ve Ortadoğu tarihi araştırmacısı yazar Dr. Raşid bin Asakir, Şarku’l Avsat’a verdiği röportajda, o dönemin şartlarından ve Birinci Suudi Devleti’nin hangi koşullarda kurulduğundan bahsetti. Bin Asakir röportajının tam metni:

Siyasi ve sosyal sözleşme
Tarihçilerin Birinci Suudi Devleti’nin kurulmasından önceki son dört asırdan başlayarak Arap Yarımadası tarihi üzerine kaleme aldıkları kitaplarda ve tezlerde bilhassa Necid Bölgesi’nin ve cahilliğin ve sapkınlıkların yayıldığına yönelik aktardıklarını nasıl görüyorsunuz? İmam Muhammed bin Suud'un Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab’ın (kendisine bağlı olan ve Vahhabilik olarak adlandırılan) savunduğu çağrıya verdiği destekten öncesi Necid'deki mevcut durum doğru bir şekilde aktarılıyor mu?
Orta Arabistan tarihini, özellikle Necid Bölgesi’nde kültür ve bilincin henüz tezahür etmediği ve İslam'ın ilk dönemlerinden İmam Muhammed ibn Suud'un desteğiyle Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab arasındaki ‘reformist dava’ olarak adlandırılan davanın doğuşuna kadar sapkınlıkların yayıldığı aktarılmış ve bazı kitaplarda kaydedilmiştir. Ancak tarihi araştırmalar bu tezin hatalı ve yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü bölge siyasi açıdan bir bütünlükten yoksun olsa da her şeyden önce dini öğretilere, Kuran’a ve Sünnet'e dayalı, Hanbeli Mezhebi’ne bağlı dini bir bütünlük vardı.
İmam Muhammed bin Suud, siyasi ve askeri ittifakların yanı sıra Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab da dahil olmak üzere önde gelen din adamlarının desteğini alma arayışı içerisindeydi. Bu arayış, yaklaşık üç yüzyıl önce bu yeni siyasi ve sosyal sözleşmenin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. Halen toplumdaki dönüşüme ve bu sözleşmenin üzerine inşa edildiği temellerin ve koşulların değişmesine rağmen bu sözleşme çerçevesinde hareket ediyoruz
Bölgenin o dönemdeki tarihi ile ilgilenen tarihçiler, özellikle resmi tarihçiler ve bilim insanları herhangi bir kültürel tezahürün yahut bilimsel bir gelişimin varlığına dair herhangi bir bulguya işaret edemezken söz konusu tarihçilerin bir bölümü, bölgede cahilliğin, İslam'ın ruhuna aykırı tezahürlerin ve şirkin yaygın olduğunu söylemişlerdir. Hatta bölgede, toplumun dizginlerini emniyete alacak, İslam'la çelişen uygulamaları ortadan kaldıracak yeterli sayıda ilim insanı ve fıkıhçının (İslam hukukçusu) olmadığına işaret etmişlerdir.

Ne cahillik, ne sapkınlık ne de şirk vardı
Bir tarihçi ve araştırmacı yazar olarak, o dönemde bölgenin durumu hakkında bazı tarihçilerin anlattıklarından farklı bir durum olduğunu söyleyebilir misiniz?
El yazmaları, belgeler, şiirler, eski eserler, kitabeler ve diğer veriler, herhangi bir ulusun tarihini incelemenin, düşünce ve eğilimlerini okumanın ve varlığının doğasının ve uygarlığının inşasına ne denli katkı sağladığı hakkında bir yargıya varmanın en büyük ve en güvenilir kaynakları olduğuna şüphe yok. Birçok el yazması, belge ve şiir, Birinci Suudi Devleti’nin kurulmasından önce Necid'de cahillik ve sapkınlıkların yaygınlaştığı ve şirkin çeşitli tezahürlerinin bulunduğu döneme ilişkin yazılanlardan farklı şeyler söylüyor. Örneğin ‘Reform çağrısı’ olarak bilinen dönemde ve öncesinde yaşamış olan şair Humeydan el-Şuveyir, Ramazan ayında kılınan teravih namazının Ramazan’ın son on gününde gecenin başında ve ortasında olmak üzere ikiye bölünmesine atıfta bulunur.
Şair “Helal kazançtan zekat vermeyen ahlaksız bir tüccar, on gün bozmadan oruç tutsa bile orucu sayılmaz” şeklindeki bir başka şiirinde (İslam'ın beş şartından biri olan) zekâtın verilmesine yöneticilerin ve toplumun ne denli önem verdiğine işaret etmesi, Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab'ın reform çağrısı öncesi Necid'deki dini duruma ilişkin başka bir göstergedir.
Şam bölgesinin önde gelen fıkıh ve hadis âlimi Evzai’nin ilim arayışıyla Riyad'a (o zamanlar Hacrulyemame deniyordu) doğru yola çıktığını, benzer şekilde, ünlü alim ve rüya tabircisi İbn Şirin’in Basra bölgesine daha iyi hizmet edebilmek amacıyla Hacrulyemame âlimlerinden ilim öğrenmek için Riyad’a gittiğini söylemek yeterli olacaktır. Aynı şekilde İshak bin el-İsrail ve İshan bin Rahveyh de hadis ilmi tahsil etmişlerdir. Hacrulyemame alimlerinden İmam Yahya bin Ebi Kesir, o dönemin hadis-i şeriflerde rivayet zinciri bilgisinin alındığı altı kişiden biri sayılmaktadır. Hacrulyemame’deki bazı ilim talebelerinin isimleri, hicri üçüncü asırda iki yüz elliden fazla âlim ve ilim talebesine ulaşmıştır. Örneğin 960 yıl önce yaşamış tarihçi ve gezgin Yakut el-Hamavi, Necidli bir şairin “Necid ne hoş, toprağı ne temiz, Necid halkının dünyası ve dini ne sağlam!” şeklindeki dizelerini aktararak Necidlilerin dinlerine olan bağlılığına işaret etmiştir.
Özetleyecek olursak Abdullah el-Bessam'ın Necid Alimleri kitabını okuyan bir kişi, 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar olan dönemde yaşamış 800'den fazla Necidli âlimle tanışmış olur. Kitapta, Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab'ın çağrısı öncesi dönemde yaşamış âlimleri saydığında sayılarının 200'den fazla olduğunu görür. İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren Necid âlimlerinin sayılarına bakanlar hicri birinci asırdan dördüncü asra kadar 250'den fazla ilim ve hadis âlimi olduğunu göreceklerdir. Hicri beşinci asırdan yedinci asra kadar olan kesintili dönemlerde ise Necidli alimlerden bazılarının isimlerinin Müslüman ülkelerin konuştukları dillere tercüme edilen bazı kaynaklarda zikredildiğini ve bu sancakların bazılarına tercüme edildiğini görüyoruz.
Hicri yedinci asırdan sonra ise, sayılarının bin 500’ü aştığına işaret edildiğine görebiliriz. Necid illerinde ve köylerinde ise ismi duyulmamış belki de nice alimlerin olabileceği de unutulmamalı. Elime Necid Bölgesi’ndeki ailelerden birine ait çeşitli dönemlere dair sayıları bini aşan belgeler ve el yazmalar geçti. Bu belgeler ve el yazmalarında, zengin ve refah içindeki bu bölgede İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren ilmî, sosyal ve fikri hayat hakkında toplanan faydalı bilgiler yer alıyor. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu'nun altı asırdan fazla İslam dünyasına hükmettiği göz önüne alındığında ülke dışında özellikle Türkiye kütüphanelerinde korunan birçok belge bize bu konuda faydalı bilgiler sunuyor.
Hicri 10. asra ait belgeleri tesadüfen bulmamız belki de en büyük avantajımız olabilir. Bunlar arasında Suudi kraliyet ailesinin (Âl-i Suud) dedesi İbrahim bin Musa el-Muraydi ed-Dari el-Hanefi'nin İslam'dan önce ve sonra bu bölgeyi yöneten Hanife kabilesine mensup olduğunu gösteren belge de yer alıyor. Hicri 981 yılına tarihli belgeye göre İbrahim bin Musa el-Muraydi ed-Dari el-Hanefi,  Kral Abdulaziz bin Abdurrahman el-Faysal'ın onuncu kuşaktaki dedesidir. Belgede, dönemin bölgedeki diğer yerel emirleriyle birlikte Emir İbrahim bin Musa el-Muraydi ed-Dari el-Hanefi'nin Arap Yarımadası’nın doğusundan batısına doğru yol alırken Necid'den geçen hacıları koruduğuna işaret ediliyor.

Zengin bir medeniyet ve miras
Bu alanda çalışmalar yaptığınız kitabınızı tamamladınız mı?

Baş tarihçi, okuyucu, bilgin ve bilge bir eleştirmen olarak kabul edilen Kral Selman, benim ve birçok araştırmacının özelde Suudi Arabistan Krallığı'nın ve genel olarak Arap Yarımadası'nın tarihiyle ilgili araştırmalarını kolaylaştırdı. Kral Selman, çeşitli bilim, tarih, edebiyat ve soy ağacı alanlarında kaleme alınanların birçoğunu iyi bilir. Aynı şekilde Veliaht Prens Muhammed bin Selman, sağduyulu bir okuyucudur. Birinci, ikinci ve üçüncü Suudi Devleti dönemleri ile ilgili tarih okumaları yapıyor. Başka kimsenin erişemeyeceği bilgi ve araştırmalara sahiptir ve bu konuda bilgi ve tarihsel inceleme açısından uzun sohbetler yapabilir.  Veliaht Prens, ülkemizin mirası olan tarihi belgelere ve Suudi Arabistan Krallığı'na gösterilen özen de dahil olmak üzere şu an tanık olduğumuz kapsamlı gelişim süreçlerini yönetiyor.
Bu alanda yaptığım çalışmalarla ilgili sorunuza gelince bir süre önce, el-Uyayna, ed-Diriye, Irka, el-Masani’, Riyad, Menfuha’yı kapsayan Necid Bölgesi’ni oluşturan bölgelerden biri olan el-Arid bölgesi ile ilgili çalışmaya başladım. Kraliyet ailesine ait Necid Bölgesi’ndeki ilmî hayat, bu bölgenin alimleri, aileleri, mekanları, sosyal hayatı ve mirası ile ilgili belgelerden oluşan bir koleksiyonun yanı sıra topladığım birçok belgeyi ve el yazmasını inceledim. Bu ülkenin tarihi, medeniyeti ve mirası açısından zengin olduğunu gösteren sonuçlar çıkardım.

Tarihçi Hüseyin Bin Ganem Kurucu Kral’dan bahsetmeyi ihmal etti
Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab'ı eleştirenlerin belki de en önemlileri tarihçi Hüseyin Bin Ganem olmak üzere bazı tarihçilerin anlattıklarına dayanarak geçmişte ve günümüzde ‘Vahhabilik’ olarak adlandırılan mesele hakkında ortaya attıklarının tamamını olumsuz olarak görüyor musunuz?
Miladi 1810 yılında vefat eden tarihçi Hüseyin bin Ganem, 1727 yılında Birinci Suudi Devleti’nin kuruluşunda henüz doğmamıştı. İmam Muhammed bin Suud ile Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab’ın 1744’teki görüşmeleri sırasında dahi henüz üç yaşında olduğu ve El-Ahsa bölgesinde doğduğu biliniyor. Hüseyin Bin Ganem’in yazdıklarını okuyanlar, Şeyh Muhammed bin Abdulvahhab'ın kişiliğine, geçmişine ve yöntemine yönelik bahsettiği olaylarda abartılı ve kafiyeli bir dil kullandığını göreceklerdir. Bu da insanlara Şeyh’in sanki ondan bunu yazmasını istemiş olduğunu düşündürüyor. Bunun yanında Bin Ganem’in kitabını okuyan bir kişi, kitapta Suudi Arabistan devletinin ilk kurucusu Muhammed bin Suud'un ve Suud ailesinin önde gelen isimlerinin beşeri ve fikri yönlerinden bahsedilmediğini hemen fark eder. Bin Ganem ‘Fikir Bahçesi’ adlı kitabında, örneğin Necid Bölgesi’nde şirkin yaygın olduğunu ileri sürerken, kendisiyle aynı fikirde olmadığımız bir takım görüşlere de yer vermiştir. Onu takip eden hem Batılı hem de yerel tarihçiler, o dönemi ele alırken doğru olduklarını düşündükleri bu görüşleri aktardılar.
Büyük fetih ve güvenlik ihtiyacı

Bu konuda uzman olmanız nedeniyle dönemin gerçek tablosunu nasıl özetliyorsunuz?
Bölge tarihindeki en büyük olay ya da diğer bir deyişle en büyük fetih veya büyük dönüşüm, hicri 1139 yılında Arap Yarımadası'ndaki ilk merkezi devlet olan Suudi Devleti’nin kurulmasıdır. Savaşların ve çatışmaların yaşandığı bu bölgede, bölge sakinlerinin güvenliğini sağlamak için böyle bir devletin kurulması gerekiyordu. Bu da ancak önde gelen askeri, fikri ve idari yeteneklere sahip bir şahsiyetin yapabileceği bir iştir. Koşulların, güvenliği sağlayacak, zalimi caydıracak ve umut vaat edecek bir devletin kurulması için uygun olduğu bir zamanda bunu yaptı. Muhammed bin Suud ve ondan sonraki yöneticiler, dışarıdan bir müdahale ile düşen Birinci Suudi Devleti’nin ardından İkinci Suudi Devleti’nin kurulmasına ve ardından Kral Abdulaziz tarafından da Üçüncü Suudi Devleti’nin kurulmasına kadar birçok başarıya imza attılar. Suudi Devleti, bugün adı dünya haritasında önemli bir yeri olan bir ülke haline gelmiştir.
Muhammed bin Suud ve onun çabaları ve fikirleri hakkında halen daha fazla araştırma yapılması, çabalarının konferanslar, araştırmalar ve belgeseller aracılığıyla, ülkesinin birliğine ve bağımsızlığına, adaletin tecellisine ve kendisinden sonraki nesillere olan samimi inancına karşı bir hak ve görev olarak öne çıkarılması gerekiyor.



Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
TT

Mustafa el-Kazımi Irak'a hangi nedenlerle döndüğünü ve yeni dünya düzenini nasıl gördüğünü anlattı

Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)
Irak eski Başbakanı Mustafa el-Kazımi (Nur Eyyub – Al Majalla)

İbrahim Hamidi

Eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi iki yılı aşkın bir sürelik ‘savaşçı molasının’ ardından Irak'a döndü. Titiz hesaplamaları ve adımlarıyla tanınan Kazımi'nin dönüşü birçok soru işaretine ve spekülasyona yol açtı. Tüm bunlara bir de ülkesine 7 Ekim 2023'ten sonra Ortadoğu'nun büyük dönüşümlere sahne olduğu ve ABD Başkanı Donald Trump'ın yeniden Beyaz Saray’a dönüşüyle dünyanın yeni bir döneme girdiği bir dönemde dönmüş olması eklendi.

Saddam Hüseyin’in iktidarı döneminde sürgünde gazeteci olarak çalışan Kazımi, Irak'ta, bölgede ve dünyada, müttefikler ve çatışan taraflar arasındaki geniş ilişki yelpazesiyle tanınıyor. Kazımi aynı zamanda Bağdat'taki büyük değişimin ardından iç ve dış dönüşümler, krizler ve değişimler arasında bağlantı kurabilen, sinyallerin ve değişimlerin anlamlarını okuyabilen az sayıdaki isimden biri.

Kazımi’ye Irak, Ortadoğu'daki değişimler ve yeni dünya düzeni hakkında pek çok soru sordum. Bir kısmı Londra'da gerçekleşen röportaj, 26 Mart 2025 tarihinde e-posta yoluyla yazılı olarak tamamlandı.

Kendisine Bağdat'a dönüşünün ne anlama geldiğini, seçimlere katılmayı planlayıp planlamadığını ve ne tür garantiler istediğini, ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesini ve Irak'ta Tahran ile Washington arasındaki ilişkileri, Beşşar Esed rejiminin düşmesinden sonra Ortadoğu’yu ve Hizbullah’ın başarısızlıklarını, ABD Başkanı Donald Trump'ın İran'a yönelik ‘azami baskı’ tehditlerini, Suudi Arabistan-ABD ilişkilerini, yeni dünya düzenini, ABD, Çin ve Rusya arasındaki ilişkileri ve Arap ülkelerinin uluslararası konumunu sordum.

İşte Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı  Mustafa el-Kazımi röportajın tam metni:

*Sayın Başbakan, iki yılı aşkın bir aradan sonra Irak'a geri döndünüz. Dönüşünüz hangi sebeplere dayanıyor?

Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Başbakanlık görevimi tamamladıktan sonra Irak'tan ayrılmaya karar verdim. Bu kararın kendince sebepleri ve gerekçeleri vardı. Kişisel olarak böyle bir çalışma döneminden sonra bir mola vermeye ihtiyacım vardı. Sorumluluk üstlendiğim dönem sadece başbakanlıkla sınırlı değildi, Milli İstihbarat Teşkilatı'nın başında bulunduğum 2016 yılından görevi mevcut Başbakan'a devrettiğim 2022 yılının ekim ayına kadar uzanıyordu.

Bazı kardeşler benim ‘savaşçı molası’ verdiğimi söylediler. Bu tanımda bir miktar doğruluk payı var. Birçok görüşmede tepede durduğumu ifade ettim. Bu da bir yandan durumun takibi ve gözlemlenmesiyle karışık bir mola, diğer yandan da görüşler, fikirler ve yaklaşımlar geliştirmenin yanı sıra deneyimin değerlendirilmesi, kaydedilmesi ve belgelenmesi için çalışma anlamına geliyordu. Özellikle bölgeyi ve dünyayı kasıp kavuran değişimler aynı zamanda sükûnet ve esneklik gerektirdiğinden, mevcut koşullara ve karmaşıklıklara rağmen uygun çözümler üretmemize yardımcı oldu. Duygulara kapılmamalı ve Irak'ın, halkının ve bölgenin genel çıkarlarını gerçekleştirmek için ahlaki, insani ve ulusal değerleri korumalıyız.

Beşşar Esed rejiminin çöküşü ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak’a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor.

Bölgedeki gelişmeler ve bunların genel olarak Arap dünyasına, özelde ise Irak'a yansımaları, engellerin aşılmasına ve hesapsız maceralardan uzak bir şekilde gerçeğe hızlı bir şekilde dönülmesine katkıda bulunacak fikirleri üretmeye açık bir şekilde çalışmak ve başlatmak için beni daha fazla motive etti.

Mola bitti İbrahim Bey. Arap dünyasındaki durumun bir parçası olmaya çalışmanın zamanı geldi. Irak, bu uzlaşıdan ve bu eğilimden sapmayan bir Arap ülkesi ve bundan uzak kalamaz. Bu derinlik başka bir derinlikle yer değiştiremez.

*Önümüzdeki seçimlere katılmak için ittifaklar kurmak istediğiniz doğru mu?

Önümüzdeki seçimlere katılma, ittifaklar kurma ya da koalisyonlara katılma konusunu zamana bırakıyorum. Çok sayıda ve çeşitli seçeneklerimiz var. Vizyonumuzla örtüşen ve farklı yaklaşımları paylaşan güçler ve partilerle açık ve kesintisiz olarak iletişim halindeyiz. Bu konu halen tartışılıyor.

İki önemli noktaya değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi, eğer önümüzdeki seçimlere katılmaya karar verirsek özellikle 2005 yılından bu yana geçmiş seçimlerde yaşadığımız tecrübeler çerçevesinde, bu seçimlerin adil olacağına ve en üst düzeyde şeffaflığa sahip olacağına dair garantiler talep ediyoruz. Daha önce pek çok zorluk, aksaklık ve haksızlık yaşandı.

cfvgthy
Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi eski Irak Başbakanı Mustafa Kazımi ile bir röportaj gerçekleştirdi (Al Majalla)

İkincisi olarak seçimlere katılalım ya da katılmayalım, iktidarda olsun ya da olmasın, hükümete ya da siyasi sisteme yakın yahut muhalif olsun herkes, ulusal ve tarihi sorumluluklarını üstlenmeli. İçinde bulunduğumuz dönem ortak yarar için, Irak'ın iyiliği için çalışmamızı gerektiriyor. Çünkü fiyasko ve başarısızlığın bedelini hepimiz, Irak ve Iraklılar ödeyecek. Ben de her zaman bundan korkuyor ve buna karşı uyarıyorum.

*ABD, askerlerini bir takvim dahilinde Irak’tan geri çekmeye karar verdi. Sizce bunun Irak üzerinde nasıl bir etkisi olacak?

Hükümetim döneminde, ABD muharip güçlerinin Irak'tan çekilmesini tamamladık, ancak belirli sayıda askeri danışmanı bulundurmaya devam ettik. Onlara güvenlik güçlerimizin bazılarını eğitme ve DEAŞ çeteleriyle mücadele edebilmeleri için gerekli tavsiye ve desteği sağlama görevi verdim.

Bu anlaşmayı ve etkilerini değerlendirme sürecinde değilim. Ancak Irak'ın Amerika Birleşik Devletleri ile olan ilişkisinin stratejik ve önemli olduğu ve bundan taviz verilemeyeceğini söylemek istiyorum. Bu ilişkiyi nasıl güçlendireceklerini ve geliştireceklerini araştırıp ABD’nin yeteneklerinden, uluslararası konumundan ve Irak'a bir devlet, kurumlar ve halk olarak hizmet etme potansiyelinden yararlanmak yetkili kardeşlerimizin görevi.

Daha önemli ve talihsiz olan bir diğer konu ise Irak halkına cehaletle birlikte ikiyüzlülüğün ihraç edilmesidir. Bir yandan ABD ile bağların koparılması çağrısında bulunurken diğer yandan gizlice ve üstü kapalı bir şekilde köprüler kurmaya ve Irak içinde ve dışında ABD’li yetkililere kimliklerini sunmaya çalışan sahte slogancılardan bahsediyorum!

*Irak’a döndüğünüzde bölge çok değişmişti. Örneğin Beşşar Esed rejimi düşmüş ve Hizbullah başarısızlığa uğramıştı. Bu durum Irak'a da yansıdı mı?

Elbette. Beşşar Esed rejiminin düşmesi ve Lübnan'da Hizbullah'ın yaşadığı gerilemenin Irak'a yansımaları olacak. Henüz fırtınanın içindeyiz, dolayısıyla bu sonuçların kapsamını ve niteliğini tam olarak kestirmek zor. Sanırım önümüzdeki birkaç ay içinde bu daha da netleşecek.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez.

En önemlisi başkalarının deneyimlerinden ders çıkarmaktır. Iraklılar olarak, başkalarıyla aynı hataları yapmamak için kendi deneyimlerimizden ve başkalarının deneyimlerinden ders almalıyız. Aynı hataları yapmak ne haklı gösterilebilir ne de kabul edilebilir. Bugünün dersi, başkalarının deneyimlerini iyi anlamak, koşulları, faktörleri ve sonuçları iyi okumak ve bir sonraki aşamayı doğru bir şekilde kurmaktır. Ancak bu şekilde daha sonra bir gerileme yaşamaktan kaçınırız. Devlete, devletin tercihine ve devletin kurumlarına inanmalıyız, çünkü herkesi koruyan onlardır, tersi değil.

*Irak ve İran arasındaki ilişkiyi nasıl görüyorsunuz?

Irak ve İran arasındaki ilişkinin, her iki ülkenin özgünlüklerine saygı göstererek ve her iki ülke için de en iyisini elde etme çabası çerçevesinde, olumlu etkileşim ve iyi komşuluk temelinde olması gerekiyor. Irak'ın iç işlerine her türlü müdahaleyi reddediyorum. Her iki ülkenin de çıkarlarını korumak için Irak'ın İran'ın arka bahçesi olmasına izin verilmesine karşıyım.

Burada, İran’daki ilgili kardeşlerimi, genel olarak bölgeye ve özelde Irak'a ilişkin vizyonlarını yeniden gözden geçirmeye ve ikili iş birliği ve iletişimde devlet ve kurum mantığını yerleştirmeye çağırıyorum.

Bölgemizde değişimler yaşanıyor. Herkesin bu değişimlere ayak uydurması gerekiyor. Herkes, bölge ülkeleri ile halklarının çıkarlarına hizmet eden iş birliği ve ekonomik entegrasyon ilkeleri doğrultusunda çalışmalı. Ancak bu şekilde güvenlik ve istikrarın temelleri atılıp hiç kimsenin çıkarına olmayan bir çatışmaya herkesi itebilecek pervasız maceralar önlenebilir.

*Devletin kontrolü dışındaki silahlar ne olacak?

Silahlar devletin kontrolü dışında olduğu zaman Irak öldü demektir. Uluslararası toplum ve bölgesel komşular, devletin, devlet kurumlarının ve halkın iradesi olmaksızın savaşa ve barışa karar verme konusunda risk almaya ve ileri gitmeye hazır taraflara ve milislere sahip bir devletle uğraşmamaları konusunda uyarıyor.

Ne yazık ki, Irak'taki silahlar sınırların dışından kararlaştırılmış ve Irak'ın oyun sınırlarını aşan anlaşmaların bir parçası olarak birçok kez kullanılmıştır. Bu kesinlikle kabul edilemez. ABD karşıtı sloganlar atanlar, ABD’nin hükümetle koordineli olarak bulundurduğu askerlerini ‘işgal’ olarak değerlendirirken, devlet ve hükümet bu askeri varlığı dünyanın en güçlü askeri gücüyle güvenlik iş birliği ve stratejik ortaklığın bir parçası olarak görüyor.

Bu çelişkiyi nasıl açıklayabiliriz? Daha önce de söylediğim gibi, Irak halkının kasıtlı olarak cehaletiyle birleşen bir ikiyüzlülük var ve bu onlara çok pahalıya patlayacak. Çünkü halk artık gerçekleri ayırt edebiliyor.

*Pekin’deki anlaşmanın zeminini hazırlayan Suudi Arabistan-İran görüşmelerinin Bağdat’ta yapılmasında rol oynadınız. Üzerinden geçen iki yılın ardından anlaşmayı nasıl görüyorsunuz?

Bu görüşmeler karşılıklı iyi niyetlerle yapıldı. Irak, coğrafi konumu, yakınlığı ve iki komşusuyla da olan etkileşimi sayesinde bunun görüşmelere uygun ve elverişli bir zemin hazırlayabildi. Müzakerelerin sayısı beş tura ulaştı. Bu turlarda iki taraf arasında açıklık ve şeffaflık ön plandaydı. İki taraf arasında çözüm bekleyen konuların çoğu ele alındı. Irak, aradaki boşlukları doldurmaya istekli bir arabulucu olabildi, fakat -açıkça söylemek gerekirse- Irak bu tür görüşmelerin sonuçlarının garantörü olamaz. Bu tür görüşmelerin bölgesel değil, uluslararası bir garantöre ihtiyacı olduğu bir gerçek. Çin de her iki tarafa görüşmenin sonuçlarının garantörü olmayı önerdi.

7 Ekim'den önceki bölge ile sonraki bölge aynı değil. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel sistemde de büyük değişimler yaşandı.

Bölgemizde yaşanan onca şeyden sonra, bu diyaloğun bazılarının zaman kazanmak ve bir aşamayı geçmek için kurduğu geçici bir diyalog olarak değil, yeni bir strateji ve herkese olumlu yansıyacak farklı bir bölgesel yaklaşım için temel bir diyalog olarak görülmesini umuyorum. Ben halen her iki tarafta da iyi niyetin var olduğuna ve bu anlaşmayı geliştirme potansiyelinin bulunduğuna inanıyorum.

*Irak İran'ın komşusu. Trump İran'a ya azami baskı uygulayacağını ya da bir anlaşma yapacağını söylüyor. Siz bunu ve Irak üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Başkan Trump, ABD'nin hasımlarına karşı azami baskı politikası uyguluyor. Bu bağlamda İran'a baskı uyguluyor ve davranışlarını değiştirmeye zorlamak için güç kullanma tehdidinde bulunuyor. Ancak bu politikayı daha tehlikeli kılan en temel değişken, 7 Ekim 2023 tarihinden bu yana Ortadoğu'da yaşanan büyük çalkantıların ortasına denk gelmesidir. Bu durum, iki taraf arasındaki gerilimi tırmandırırken bir yandan İran-Irak ilişkilerinin diğer yandan da ABD-Irak ilişkilerinin seyrini doğrudan etkiliyor.

fergt
ABD Başkanı Donald Trump, 2020 yılında ilk başkanlık döneminin sonlarında dönemin Irak Başbakanı Mustafa el-Kazımi'yi Beyaz Saray'da ağırladı (AFP)

Washington ve Tahran arasındaki gerilimin niteliği ne olursa olsun, Irak'ın menfaati bunun olumsuz yansımalarını kontrol altına almayı ve iki taraf arasında diyalog kanalları açabilecek etkin bir rol sahibi olmasını gerektiriyor. Aynı durum, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar gibi bölge ülkeleri için de geçerli.

Irak, ABD-İran çatışmasının somut jeostratejik ve tarihi gerçeklerine en fazla cevap veren ülke konumunda olduğundan bu boşluğu doldurmada ve perspektifleri yakınlaştırmada yapıcı bir rol oynamayı hak ediyor. Irak'ın, temel çıkarlar, ulusal güvenlik ve Arap derinliği olmak üzere bu üç temele dayanan dengeli bir vizyon temelinde değişikliklere uyum sağlama yeteneğine sahip olması da önem taşıyor.

Öte yandan İran’daki kardeşlerimizi bölgedeki, özellikle de Irak'taki deneyimlerini değerlendirmeye ve koşulları tek tarafın yararına kullanmak yerine çözümü düşünmenin ve çözüm bulmanın yanında komşularla ilişkilerde devlet ve kurumları kavramına geçmeye ve devrim fikrini kendi sınırlar içinde tutmaya ve onu ihraç edip orada burada sorun yaratmamaya dayalı kapsamlı bir vizyon geliştirmeye çağırıyorum.

*7 Ekim 2023 olaylarının ardından yeni bir bölgesel düzenin şekillenmekte olduğundan bahsediliyor. Siz bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bölgenin 7 Ekim öncesiyle sonrasında aynı olmadığı kesin. Sadece çatışmaların yaşandığı coğrafyada değil, bir bütün olarak bölgesel düzende de büyük dönüşümler yaşandı. Ancak tamamen yeni bir bölgesel düzenden bahsetmek için henüz çok erken.

Bölgedeki tüm aktörler yaşananları objektif ve cesur bir şekilde yeniden okumalı. Uzun süreli savaşların ardından zayıflık dengelerine dayalı bir stratejik alana girmek yerine bölge halklarının çok boyutlu ve çoğulcu çıkarlarıyla uyumlu bir siyasi bütünleşme mantığı oluşturmak üzere bazı dersler ve ibretler çıkarmalı. Bölgedeki bazı ülkelerin tanık olduğu ekonomik-kalkınma rönesansının temeli olarak her zamankinden daha acil hale gelen siyasi-güvenlik istikrarını tesis etmek için gerçekçilik ve dengeli sorumluluğu harmanlayan stratejik seçeneklere açık olmalı.

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Bölge ülkeleri arasında iş birliği, etkileşim ve ağ oluşturma alanları yaratmak ve küresel düzeyde ekonomik varlıklarını arttırmak için gerçek bir fırsatla karşı karşıyayız. Bu da çeşitli güçlerin inandığı, kendini dayatabilecek yeni bir gerçeklik üretebilecek yeni bir yaklaşım gerektiriyor.

Irak’ın devlet, hükümet, kurumlar ve aktif güçleri bunu dikkatle okumalı.

*Tüm bunlar Trump'ın ikinci başkanlık döneminin başlarında gerçekleşiyor. Trump’ın yeniden başkan seçilmesi ve bölgemiz üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Trump’ın ikinci dönemi, birinci döneminden farklı değil. Ortadoğu'ya yönelik dış politikası ilk dönemindeki politikasının bir uzantısı. Yine “Önce Amerika” ilkesiyle yola çıkıyor. Ekonomiye öncelik veriyor ve savaşa başvurmadan düşmanlarını kontrol altına almayı amaçlayan ‘baskıcı güç’ stratejisine çerçevesinde düşmanlarına karşı azami baskı politikasını izliyor. Trump yönetiminin yeni politikası ve uygulamaları temelde 7 Ekim sonrası yaşanan önemli gelişmelerin bıraktığı siyasi iklim ve stratejik dönemeçlerden dolayı farklılaşıyor. Bu da bölgedeki denge haritasının yeniden çizilmesi için ABD'nin aktif ve yoğun olarak katılım göstermesini gerektiriyor.

Burada, ABD'nin uluslararası arenada ve önemli meselelere yönelik politikasının Trump’ın şahsına indirgenemeyeceğini belirtmemiz gerekiyor. Bu konuda temelde belirleyici olan ABD'nin bölgedeki ve dünyadaki çıkarlarını ve ABD ulusal güvenliğinin korunmasını dikkate alan derin kurumsal yapısıdır.

Bu kritik tarihi anda, bölgede barışı ve istikrarı sağlamak için ABD ile olgun bir stratejik ortaklık üzerinde düşünmeli ve bu tür bir iş birliğini kalkınma ve ilerleme yollarına hizmet etmek ve nesillere gelecek vaat eden bağlamlar oluşturabilecek yaratıcı fırsatlar sağlamak için kullanmalıyız.

*Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile anlaşmaya varmak ve Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ile rekabet etmek istiyor. Üç ülke arasındaki ilişkileri ve bunların dünya üzerindeki etkilerini nasıl okuyorsunuz?

Son otuz yıl, uluslararası sistemi Soğuk Savaş'ın gerçeklerine ve Sovyetler Birliği'nin çöküşüne uygun perspektifler temelinde şekillendirmeye yönelik yoğun girişimlerin yaşandığı bir dönem oldu.

Ancak bu rekabet tek kutuplu sistemde köklü bir değişikliğe yol açmadı. Uluslararası sistemin bu tek kutuplu yapısını değiştirme girişimleri, başta Çin ve Rusya olmak üzere, uluslararası arenadaki yerlerini ve rollerini yeniden kazanmaya çalışan ve özellikle jeostratejik etki alanlarında ABD’yi zayıflatmaya çalışan bazı uluslararası güçlerin ana hedeflerinden biri oldu ve olmaya devam ediyor.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik değişimler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya.

ABD için Çin, ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA) Direktörü William Burns'ün de belirttiği gibi, ‘21. yüzyılın en önemli jeopolitik tehdidini temsil ediyor’. Bu yüzden ABD vizyonu ve bundan kaynaklanan stratejiler ve taktikler açısından Rusya'dan farklı. Washington, küresel ekonomik dümene liderlik etmek için kızışan güç yarışında en tehlikeli rakip olarak Pekin ile karşı karşıya. Her ikisi de uluslararası sistemin doğasını yeniden tanımlamayı ve onu hem ekonomik hem de askeri açıdan çok kutuplu bir kimliğe taşımayı hedeflediğinden, ABD'nin tek taraflılığına karşı koymak Çin-Rusya ilişkilerinin en önemli ayağını oluşturuyor.

Rusya-Ukrayna savaşı ve Beşşar Esed rejiminin düşmesinin ardından, uluslararası piramidin tepesine doğru çıkmaya başlayan Rusya'nın, ABD'nin dünya düzeni liderliğine tehdit oluşturan uluslararası bir güç olmaktan ziyade uluslararası boyutu olan bölgesel bir güç haline geldiğini söyleyebiliriz. Gerçekte ABD, Rusya-Çin stratejik ittifakı ile çatışma halkalarını dağıtmayı başardı. Washington, ABD’ye karşı giderek büyüyen bir tehdit olarak gördüğü Çin'i kuşatmayı amaçlayan stratejilerine kendini adama fırsatı buldu. ABD yönetimi, bu bakımdan pusulayı Çin'in yükselişini engellemeye çevirmek için bölgede ve uluslararası alanda meşgul olduğu arenaları azaltmaya çalışıyor. Dolayısıyla, ABD'nin Rusya-Ukrayna çatışmasını sona erdirme girişimi ve Trump'ın Putin ile yakınlaşması, Trump'ın ‘şahsi diplomasi’ ilkesine olan inancına, yani Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un ile şahsi bağlantılar kurarak Rusya ve Kuzey Kore ile çelişkileri yönetme ve onları dizginleme çabasına ek olarak anlaşılabilir.

dfergty
Kazımi Londra'da Al Majalla Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Hamidi’ye röportaj verdiği sırada (Nur Eyyub – Al Majalla)

Trump, küresel ekonominin dümenine geçmek isteyen Çin’i engelleyecek kararlı adımlar atmak için zamana karşı yarışıyor. Çünkü ABD'yi büyük zorluklardan kurtarıp sürdürülebilir fırsatlara ulaştırmayı başaran istisnai bir lider olarak tarihe geçmek istiyor.

*Yeni dünya düzenine nasıl bakıyorsunuz?

ABD, teknolojik, ekonomik, kültürel, askeri ve diplomatik olmak üzere çeşitli alanlarda üstünlüğünü korumaya çalışarak, uluslararası kurumlara ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra uluslararası arenada tek başına kalan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü'ne (NATO) liderlik ederek ve başta Çin ve Rusya olmak üzere potansiyel rakiplerinin bir süper güç seviyesine yükselmesini engellemeye çabalayarak uluslararası sistem üzerindeki liderliğini sürdürmenin yollarını arıyor.

Günümüzün akışkan ve karmaşık dünyasında, uluslararası haritayı basit kavramlara indirgemeyen çok boyutlu bir okumayı tercih ediyorum.

ABD, özellikle dünyanın tanık olduğu jeopolitik ve ekonomik dönüşümler çerçevesinde uluslararası arenadaki gücünün ve liderlik rolünün geleceğiyle ilgili bazı zorlukla karşı karşıya. Bundan dolayı gücün artık tek bir kutbun elinde toplanmadığı, ancak üç boyuta bölünmüş bir modele göre dağıtıldığı ve böylece birden fazla gücün aynı anda etkileşime girdiği söylenebilir.

ABD, gerek bütçe gerek teknoloji gerekse dünyanın dört bir yanında sahip olduğu askeri üsler bakımından olsun askeri güç açısından açık ara tek taraflı hakim güç olmaya devam ediyor. ABD'nin askeri üstünlüğü Washington'ı eşsiz bir konuma oturtuyor. Ancak yükselen güçleri, özellikle de sessiz ve derinden devasa silah cephanelikleri geliştirmeye ve geçtiğimiz yüzyıldaki Sovyetler Birliği'nden farklı olarak ABD’nin gücüyle rekabet edebilecek bir askeri yapı inşa etmeye çalışan Çin'i izlemesi ve takip etmesi gerekiyor.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor.

Ekonomik güç düzeyinde, on yılı aşkın bir süredir ABD, Avrupa Birliği (AB), Çin ve Japonya gibi büyük ekonomik güçler arasındaki hararetli rekabet başta olmak üzere çok kutupluluk yönünde bir tablo çiziliyor. Buna yansımaları ve etkileri nedeniyle uluslararası arenada büyük önem kazanan Hindistan ve Brezilya gibi yeni oyuncular ekleniyor.

Burada dikkat edilmesi gereken üçüncü bir boyut daha var. O da ulus ötesi ilişkilerle ilgili boyuttur. Geleneksel anlamda devletleri temsil etmeyen geleneksel olmayan güçler bu boyutta etkileşime girer ve bu boyutta ulus ötesi terörizm, uluslararası suç ve siber güvenlik gibi zorluklar ortaya çıkar. Salgın hastalıklar ve iklim değişikliği gibi tüm insanlığın karşı karşıya olduğu ortak sorunlar uluslararası iş birliği yapılmasını gerektirdiğinden tek bir güç tarafından ele alınamamalı. Bu boyutta güç, çok çeşitli ölçeklere dağılmış olup, tek kutupluluk ya da çok kutupluluk kavramlarını, uluslararası gerçekliğin ve mücadelelerinin karmaşıklığını tanımayan basit bir kavram haline getiriyor.

*Arap ülkelerinin bu küresel sistemdeki konumlarını, rollerini ve katkılarını nasıl görüyorsunuz?

Arap dünyasının engin potansiyeline, bol kaynaklarına ve zengin medeniyet mirasına yakışacak şekilde küresel sahnede anlamlı bir etki kazanmasının en etkili yolu Arap entegrasyonu projesidir. Bu proje, çabaları birleştirecek, içerideki çelişkileri yapıcı bir farkındalıkla yönetecek ve Arap siyasi dokusunu yeniden yapılandırmak ve Arap dünyasının küresel meseleleri şekillendirmesine izin verebilecek muazzam enerjisini ortaya çıkarmak için gizli yetenekleri kullanacak. Bir süre önce, bölgemizi etkileyen kronik krizleri aşmak üzere tasarlanmış bir girişim olan ‘Yeni Levant (Maşrık) Projesi'ni önermiştim. Bölgenin çıkmaza girmiş gerçekliğine meydan okuyan Yeni Levant Projesi, maceracı ya da gerçekçi olmayan bir vizyon sunmaktan ziyade gerçekliğin akışkanlığına ve karmaşıklığına ayak uyduran, dönüşümün üretilmesine olanak tanıyan bir öneridir. Proje, bölgedeki kilit oyuncular olan Irak, Mısır ve Ürdün arasında stratejik ve yapıcı bir entegrasyon öngörüyor. Irak zengin doğal kaynaklara, Mısır büyük bir nüfusa ve önemli bir endüstriyel uzmanlığa, Ürdün ise önemli bir jeostratejik konuma sahip. Bu özelliklerin hepsi, bölgede kendi kabiliyetlerine dayalı yeni bir rota çizmek ve kendine daha fazla inanan ve yapısal ilerleme için dayanışmanın gerekliliğine daha fazla ikna olmuş bir bilinci yeniden üretebilecek hayati bir model oluşturmak için her ülkenin güçlü yanlarından karşılıklı olarak faydalanmak üzere iş birliği yapmak üzere bir araya getirilebilir.

Yeni Levant Projesi, ne yazık ki bölgesel söylemlerimizin çoğunda pratikten ziyade retorik bir değer haline gelen entegrasyon ilkesine yaptığı vurguyla öne çıkıyor.

Böyle bir projenin özellikle Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki (KİK) kardeşlerin vizyonunu tamamlayacağını ve ortak Arap eylemine dayalı yeni bir Ortadoğu inşa etmek için ufuklar açabileceğini ve gerçek fırsatlar yaratabileceğini düşünüyorum.

Başta Körfez’dekiler olmak üzere Arap ülkelerinin kalkınma deneyimleri cesaret verici olmanın da ötesinde, küresel düzeyde sıçramalar ve sınırlar çiziyor. Bu da kardeş Arap ülkeleri tarafından desteklenecek bir projeyle ilerlemek için bir teşvik ve motivasyon oluşturuyor. Çünkü ortak çıkarlar bu tür bir gücün engellenmesini değil, yükselmesini gerektiriyor. Bu güç, daha güvenli, gelişmiş ve ileri bir stratejik ortam yaratma ve sadece stratejik kısırlık üreten çatışma alanlarını boğma çerçevesinde etkili ve verimli ekonomik, siyasi ve güvenlik dinamiklerine dayanıyor. Bu da Arap dünyasını, küresel sahnede öne çıkan eylemin sadece bir alıcısı olmanın ötesine taşıyıp uluslararası dönüşümlerin oluşumuna daha fazla dâhil ediyor.