İnsanlık medeniyeti sonun eşiğinde… Onu kim kurtaracak?

Dünya canlıların kitlesel olarak yok oluşu ve bilinen türlerin dörtte üçünün yeryüzünden silinmesi krizine hazırlanıyor

3 bin yıllık ormanların zamanla yok olması bekleniyor ki bu, birçok felaketin daha hızlı gerçeklemesi demek / Fotoğraf: AFP
3 bin yıllık ormanların zamanla yok olması bekleniyor ki bu, birçok felaketin daha hızlı gerçeklemesi demek / Fotoğraf: AFP
TT

İnsanlık medeniyeti sonun eşiğinde… Onu kim kurtaracak?

3 bin yıllık ormanların zamanla yok olması bekleniyor ki bu, birçok felaketin daha hızlı gerçeklemesi demek / Fotoğraf: AFP
3 bin yıllık ormanların zamanla yok olması bekleniyor ki bu, birçok felaketin daha hızlı gerçeklemesi demek / Fotoğraf: AFP

Haftalar önce BM Biyolojik Çeşitlilik Konferansı'nda ülkeler, vahşi yaşamı koruma hedefleri konusunda anlaşmaya vardı.
Gelgelelim bilim adamlarının, gezegenin 66 milyon yıl önceki dinozorlar çağından bu yana görülmedik altıncı kitlesel yok oluş sürecinden geçtiğine dair defalarca uyarmasına rağmen bu ülkelerin, dünyanın yok oluşuna karşı koyma konusunda görüş birliğine vardıkları 2010 yılından 2020 yılına kadar hedeflerinden hiçbirini gerçekleştirmeksizin gelmeleri hayal kırıklığı yaratıyor.
Hayvanlar ve bitkiler olağan yok olma hızından 100 kat daha hızlı tükeniyor; bu demek oluyor ki bilinen türlerin dörtte üçü yeryüzünden kaybolacak, bu da bugün bildiğimiz insan uygarlığının sonu için tehdit unsuru.
Peki kitlesel yok oluşun belirtileri neler, hangi hayvanlar ve bitkiler yok olacak ve dünya neden bu krizi durdurmada başarısız?

Somon, kartallar ve ayılar
1970 yılında dünya nüfusu 3,5 milyar dolara ulaştı; Dünya Yaban Hayatı Fonu bu rakamı, gezegenin kaldıramayacağı bir nüfus olarak değerlendirdi. Ancak bir hafta önce, yeni yılın ilk gecesi, nüfus 8 milyara ulaştı.
Bu esnada kara hayvanları ve bitkilerinin, yaşam alanlarından yok olma oranı da artış gösteriyor ve bilim adamları yeryüzü için, dinozorlar çağının sonundan bu yana tanık olunmayan bir ölçekte altıncı bir kitlesel yok oluş krizi konusunda uyarıyordu.
Örneğin ABD'nin batı kıyısında yer alan Washington eyaletindeki Salish Denizi, dünyaya somon balığı tedarik eden mekânların başında geliyor.
Birkaç on yıl öncesine kadar yerlilere mensup ve bin yıldır "Somon Halkı" olarak bilinen Lomi kabilesi de dahil yüzlerce aile, 80'li yıllarda senelik 200 milyon dolardan fazla gelir sağlayan bu balık türüyle yaşamını sürdürüyordu.
Ancak 1991 yılıyla birlikte bir somon türünün hayatı tehlikeye girdi; bugün, doğal yaşam alanlarının tahribi, ısınma ve kirlilik nedeniyle sayıları ciddi şekilde azalmış olarak 14 somon türü mevcut.
Yetkililer artık haftada yalnızca bir gün ya da belirli saatlerde avlanma izni veriyor, bu da çoğunluğu başka mesleklere yönelen söz konusu aileler için iş tehdidi oluşturuyor.
Stanford Üniversitesi'nde Jasper Ridge Araştırma Bölgesinde biyolog olan Liz Hadley'in ifadesine göre insanlar, eyaletteki hızlı su kaybının bir sonucu olarak nehirdeki ölü somonları kendi gözleriyle görüyor.
Bu, kartal gibi somon avcısı kuşların yanı sıra balıkçıl vizon ve su samuru gibi başka hayvanların ölümü demek.
Aynı şekilde Kaliforniya eyaletinin simgesi olup bayrağında yer alan boz ayılar, sayıları azaldıkça diğer memeliler arasından hızla yok olurken 3 bin yıllık ormanların da zamanla gözden kaybolması bekleniyor. Yani ki birçok yıkıcı felaket, son derece hızlı bir şekilde gerçekleşecek.

Gezegenin ölümü
Bununla beraber Liz Hadley, CBS'te yayımlanan 60 Dakika programına yaptığı konuşmada, ABD'deki bu tehlikeyi, gezegene yönelik bir cinayet olarak niteledi ve en kötü cinayetlerin de Latin Amerika'da gerçekleştiğini dile getirdi.
Nitekim Dünya Yaban Hayatı Fonu tarafından yapılan bir araştırma da yaban yaşam bolluğunun bölgede 1970 yılından bu yana yüzde 94 azaldığına işaret ediyor.
Dünya genelinde konuşacak olursak Dünya Yaban Hayatı Fonu'nun araştırmasına göre son 50 yılda küresel yaban hayatı bolluğu yine aynı sebeple yüzde 69 oranında azaldı.
ABD'deki Stanford Üniversitesi'nde biyoloji profesörü olan Tony Barnowsky'nin araştırmaları da günümüzdeki yok oluş oranının, gezegen üzerinde sürdürülen yaşam tarihinin yaklaşık 4 milyar yılı boyunca olağan yok oluş oranına kıyasla 100 kat daha hızlı olduğunu doğruluyor.
Halihazırda geçirdiğimiz kitlesel yok oluş oranlarındaki zirve artış, bilinen türlerden dörtte üçünün yeryüzünden kaybolmasıyla hayatın çöktüğü 6 örnek dönemden birini temsil ediyor; bunlardan sonuncusu 66 milyon yıl önce dinozorların sonunun geldiği çağdı.
Aktivistler; iklim değişikliği, hastalık, doğal yaşam alanlarının kaybı ve kaynaklar için rekabet gibi sebeplerle kurbağalar, kuşlar ve kaplanlar gibi tehdit altındaki türleri kapsayan, insan elinin sebep olduğu altıncı bir yok oluş sürecinin ortasında bulunduğumuz konusunda yıllardır uyarılarda bulunurken, Barnowski ve meslektaşları da Nature dergisinde yayımlanan bir çalışmada yeni kitlesel yok oluşu önceki beşiyle kıyaslayıp son 66 milyonluk fosil kayıtlarına göre memelilerin yok olma oranının milyon yılda iki türden daha az olduğu sonucuna vardılar.
Buna karşılık son 500 yılda 5570 memeli türünden en az yüzde 80'inin nesli tükendi ve bu oran önceki kitlesel yok oluşta belgelenen orandan daha yüksek. Bu da yüzlerce veya binlerce sene sürecek bir kitlesel yok oluşun başlangıcında olduğumuz anlamına geliyor.
Şu an tehdit altında olan tüm memelileri de eklediğimizde resim daha da kasvetli bir hale geliyor. Barnowski'ye göre bu türlerin tamamı yüzyıl içinde yok olursa bundan 334 yıl sonra tüm memeli türlerinin yüzde 75'i yok olacak.
İki yaşamlılar (amfibiler), sürüngenler, kuşlar, bitkiler, yumuşakçalar ve diğer canlılara gelince de bugün bu türlerin yüzde 2'si tükenmiş durumda, yüzde 20 ila 50'si de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Nesli tükenme tehdidi altında olan tüm türler hesaba katılmamış haliyle bu rakamlar, yok oluş oranını yaklaşık 80 kata ulaştırıyor.

İnsan medeniyeti tehlikede
Tüm bunlarla birlikte asıl tehlike çanı, bugün bildiğimiz insan medeniyeti için çalmakta. 1968 yılında nüfus bombasının etkileri konusunda uyarıda bulunan ünlü biyolog Paul Ehrlich'in dile getirdiği üzere insan hayatı sürdürülebilir değil.
Zra gezegendeki insanların yaşam tarzını muhafaza etmek, diğer beş gezegenin kaynaklarını gerektiriyor. İnsanların büyümesini ve aşırı tüketimini karşılayacak ve şu an yok ettiğimiz biyoçeşitlilikle yaşamımızı destekleyecek kaynağın nereden geleceği belli değil.
Ehrlich şu an 90 yaşında ve korkunç kehanetlerinin gerçekleştiğini görüyor. O, 1968 yılında sera gazlarından gelen ısının, kutup buzullarını eriteceğini ve insanlığın vahşi doğayı alt edeceğini de yazmıştı.
Bugün bu, insanların gezegenin topraklarının yüzde 70'inden fazlasına yayılması ve tatlı suların yüzde 70'ini tüketmesi ile açıkça görülüyor. Şimdilerde olağandışı bir şekilde artan yok oluş oranı konusunda onu uyarmaya iten de buydu.
Prestijli Stanford Üniversitesi'nin yürüttüğü bir kazı çalışması ve aynı görüşü paylaşan başka yüzlerce bilimsel araştırma, dünya devletleri arasında bu tehlikeyle yüzleşmek ve acil çözümler bulmak için siyasi bir irade olmadığı takdirde bir felaketin geleceği konusunda hemfikir.
Son elli yıldır devam eden nüfus patlamasından bu yana insanların kaynak tüketimi üçe katladı; dünyadaki krizleri hafifleten yeşil devrime rağmen insanlık, dünyanın telafi edebileceğinin yüzde 175'ini tüketiyor.
İnsanların yarısı (4 milyar) günlük 10 doların altında yaşayıp araba, klima ve zengin gıda rejimine sahip olmayı arzuluyor ama sorun, onları besleyebilecek imkânın olmamasında yatıyor.
Bunun için Paul Erhlich ve diğer bilim adamları, biyolojik sorunlar ve çeşitlilikle yüzleşmek için siyasi bir irade ortaya konmazsa önümüzdeki birkaç on yılın, alıştığımız medeniyet tarzının sonuna sahne olacağını düşünüyor.

Biraz umut
Bununla beraber Latin Amerika gibi başka yerler biraz umut vadediyor. Neslin tükenmesi alanında dünyanın önde gelen bilim adamlarından biri olan Meksikalı ekolojist Gerardo Ceballos'un Guatemala yakınlarındaki bir bölgede 3 bin mil karelik bir alanda gerçekleştirdiği deneye dayanarak bulduğu tek çözüm, yeryüzünün hala yabani olan üçte birini kurtarmak.
Burada, çiftçilere ormandaki ağaç kesimini bırakıp onu korumaları için para ödeniyor ve bu para, orman ağaçlarını kestikleri takdirde ellerine geçebilecek parayı geçerek aylık yaklaşık bin doları buluyor; böylece kaybedilen tarım arazileri telafi ediliyor.
Ceballos, bu yaklaşımı benimsemenin birçok faydası olacağına inanıyor. 30 yıl önce jaguar hayvanının sayısının Meksika'da yok olmanın eşiğinde olduğuna, ancak söz konusu bölgede yaklaşık 600'e sıçradığına dikkat çekiyor.
Dünya genelinde böyle başka bölgelerin varlığı, belirli türlerin sayısının artışına ve Hindistan'da kaplanların, Botsvana'da fillerin geri dönüşü gibi şaşırtıcı ve inanılmaz başarılara imkân tanıyor.
Ancak bunlar, kumsaldaki kum taneleri kadar az ve zor rastlanır. Bundan dolayı büyük bir etki yaratmak için bu çabayı, iklim değişikliğiyle mücadelede yeterli olabilsin diye on bin kat artırmaya ihtiyaç var.
Bu iş, dünya devletlerinin toplumun tüm siyasi, ekonomik ve sosyal mekanizmalarını, doğa olaylarının sebep olduğu beş büyük yıkım arasındaki daha geniş zaman dilimlerinden farklı olarak çok hızlı ilerleyen altıncı kitlesel çöküşü ertelemek veya durdurmak için bu sorunlara çözüm bulma doğrultusunda harekete geçirmesini gerektiriyor.

Beş büyük çöküş
Bilim adamlarının çoğu, dünya tarihindeki beş olayın, genellikle iklim değişikliklerini içeren doğal olayların sonucu olarak türlerin dörtte üçünden fazlasının yok olduğu olaylar ve kitlesel yok oluşlar olarak nitelenebileceği konusunda hemfikir.
İlk çöküş, bilim adamlarının okyanus kimyasındaki değişiklikler veya buzullar oluşurken deniz seviyelerinin düşmesine neden olan soğuk bir iklim tarafından itildiğini düşündükleri omurgasızların yaklaşık yüzde 85'ini yok etti.
Geç Devoniyen dönemindeki ikinci çöküş ise türlerin yaklaşık yüzde 70 ila 80 oranında azalmasına yol açan birçok çevresel değişiklikle ön plana çıkıyor.
Kitlesel bir yok oluş biyoçeşitlilik kaybını durdurmak ve felaketi önlemek için dünya çapında yeterli uygulamaları teşvik edebilecek mi? / Fotoğraf: AFP
The Scientist'e göre Büyük Ölüm olarak adlandırılan üçüncü çöküşte yaygın volkanik faaliyet nedeniyle bazı karasal amfibiler ve sürüngenlerin yanı sıra deniz türlerinin yüzde 95'i yok olurken Triyas-Jura dönemindeki dördüncü çöküş, timsah akrabaları da dahil olmak üzere dünyadaki türlerin yüzde 80'ini yok eden şiddetli volkanik faaliyetin neden olduğu küresel ısınmadan kaynaklandı.
Ancak 66 milyon yıl önce bir asteroidin dünyaya çarpması sonucu dinozorların yok oluşuna sahne olan Kretase dönemi en çok bilinen ve üzerinde en çok çalışılan kitlesel yok oluştur. Bazı araştırmacılar, krizin şu anda Hindistan olarak bilinen bölgede yoğun volkanik faaliyetle şiddetlendiğini düşünüyor.

Felaketi kim önler?
Buna karşın halihazırda gerçekleşen altıncı çöküş, doğal bir olayın sonucu değil, insan yapımıdır. Nitekim insan faaliyeti, toprakların kullanımının değişmesine, küresel ısınmaya, kirliliğe neden olup çöküş oranlarının yükselmesine yol açıyor.
Araştırmacılar bu yönelimlerin gıda, mahsullerin tozlaşması, karbon depolama ve diğer başka amaçlar için hayvanlar, bitkiler ve mantarlar gibi farklı türlere bağımlı yaşayan insan da dahil olmak üzere birçok tür için bir felaket olduğu konusunda görüş birliğine sahip.  
Soru şu:
Bu kitlesel yok oluş, biyoçeşitlilik kaybını durdurmak ve felaketi önlemek için dünya çapında yeterli toplumsal uygulamaları teşvik edecek mi?
Yoksa dünyanın dört bir yanında süregelen başarısızlık ve rekabetçi çatışmalar, bilimin inkâr etmediği felaketin büyüklüğünü görmezden gelerek çözümün önündeki en büyük engel olmayacak devam mı edecek?



İran'ın Irak'taki nüfuzu azalıyor, ancak tamamen son bulur mu?

Görsel: Nesma Moharam
Görsel: Nesma Moharam
TT

İran'ın Irak'taki nüfuzu azalıyor, ancak tamamen son bulur mu?

Görsel: Nesma Moharam
Görsel: Nesma Moharam

Robert Ford

Washington Enstitüsü’nden Irak, İran ve Körfez ülkelerinin askeri ve güvenlik meseleleri uzmanı Michael Knights, İran ile İsrail ve ABD arasında on iki gün süren savaşın ardından 10 Temmuz'da “A moment of great opportunity for expanding US influence in Iraq... and reducing Iranian influence” (ABD'nin Irak'taki nüfuzunu artırmak ve İran'ın nüfuzunu azaltmak için büyük bir fırsat) başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Knights, 12 gün boyunca Irak'taki İran yanlısı milislerin gösterdikleri göreceli zayıflığa ve itidale işaret etti. İran'ın Irak'taki nüfuzunun azaldığı açıkça görülüyordu, peki tamamen sona erer mi?

ABD Hazine Bakanlığı'nın uyguladığı yaptırımlar, Irak'ın İran'dan enerji ithalatını azalttı. Bu da İran'ın Bağdat üzerindeki en önemli baskı araçlarından birinin zayıflaması anlamına geliyordu. Irak'ı vuran şiddetli sıcak dalgaları nedeniyle bu konu daha da hassaslaştı. Elektrik kesintileri artık sadece ekonomik bir sorun değil, aynı zamanda çok hassas bir siyasi mesele haline geldi. Son haftalarda Bağdat, Vasit, Diyaniye ve Necef şehirlerinde, tekrarlanan elektrik kesintilerine karşı protesto gösterileri düzenlendi. Irak halen yaklaşık 27 gigawatt/saat elektrik üretiyor, ancak yaz aylarında talep 45 gigawatt/saatin üzerine çıkabiliyor.

İran, Irak'ın kaynaklarını çeşitlendirmesini engellemeye ve 2020 yılında, dönemin Başbakanı Haydar İbadi’nin hükümetine baskı uygulayarak Suudi Arabistan ile Irak'a elektrik tedarik etmek üzere bir anlaşma imzalamaktan vazgeçirmeye çalıştı.

Irak hükümeti ABD’nin İran'a ticari mallar karşılığında ödeme yapan ülkeleri hedef alan yaptırımlarından on yıllığına muaf tutulmayı talep etti. Hem ABD Başkanı Donald Trump'ın ilk yönetimi hem de eski Başkan Joe Biden yönetimi, ödemelerin üçüncü bir ülkedeki özel bir banka hesabına yatırılması ve belirli amaçlar için kullanılması şartıyla bu muafiyetleri kabul etti. Irak geçtiğimiz yıl İran'dan günlük yaklaşık 1,5 gigawatt/saat elektrik ithal ediyordu, ancak bu ticaret, Trump’ın ikinci yönetiminin Bağdat'a Tahran'dan ithal ettiği elektriğin bedelini ödemesine izin veren yeni bir muafiyet vermeyi reddetmesi üzerine geçtiğimiz mart ayında sonlandırıldı.

ABD yönetimi şimdiye kadar Irak'a İran'dan doğal gaz ithal ettiği için yaptırım uygulamadı. Oysa doğalgaz ithalatı elektrik ithalatından daha önemli. Çünkü doğalgaz ithalatı –tam kapasiteyle çalıştırıldığında– Irak'ın toplam elektrik üretiminin yaklaşık yüzde 30'unu oluştururken, İran'dan ithal edilen elektrik yüzde 4'ü geçmedi.

Trump'ın ilk döneminden bu yana Washington, Bağdat'a alternatif elektrik ve doğal gaz kaynakları geliştirmesi ve İran'a bağımlılıktan uzaklaşması için baskı yapmaya devam etti. Bazı Iraklı eski yetkililer, İran'ın Irak'ın kaynaklarını çeşitlendirmesini engellemeye çalıştığını belirtti. Irak’ın eski Elektrik Bakanı Kasım el-Fahdavi, 2020 yılında yerel bir televizyon kanalına yaptığı açıklamada, İran'ın (dönemin) Başbakan Haydar İbadi hükümetine baskı yaparak Suudi Arabistan ile Irak'a elektrik tedarik etmek üzere bir anlaşma imzalamaktan vazgeçirmeye çalıştığını söyledi. İbadi'nin o dönemde İran'ın elektrik ihracatında kasıtlı bir azalma olduğunu fark ettiğini belirten Fahdavi, bu durumun halk arasında büyük öfkeye neden olduğunu ve bunun da Tahran'ın bir baskı aracı olarak görüldüğünü belirtti.

Iraklı Şii siyasetçi Baha Ali Araji‎, 2018 yılında bir televizyon kanalına verdiği röportajda, İranlıların kendisi ekonomi bakan yardımcısı olarak görev yaptığı dönemde (2013-2015) Irak hükümetine baskı uygulayarak Körfez ülkeleriyle elektrik tedariki konusunda anlaşma yapmamasını sağladığını söylemişti.

Irak hükümeti, İran’ın bu gizli baskısına rağmen 2022 yılına gelindiğinde, doğrudan ABD'nin baskısı altında ve İran'ın güvenilmezliği ve yüksek maliyetli tedariklerinden bıkmış halde yeni tedarikçilere yönelmeye başladı. Bağdat, o yıl Riyad ile Irak sınırındaki Yusufiye bölgesine 1 gigawattlık elektrik ithal etmek için elektrik iletim hatları inşa etmek üzere bir anlaşma imzaladı.  Proje halen devam ediyor.

İran'ın Irak'taki nüfuzu artık sadece dış destek veya silahlı milislerle sınırlı kalmayıp Tahran'ın müttefiklerinin Irak devlet kurumlarına entegrasyonuna kadar uzanıyor.

Aynı yıl Irak, ülkenin güneyindeki Körfez bölgesi elektrik ağına bağlamak için Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile bir anlaşma imzaladı. Aynı şekilde Ürdün ile de bir anlaşma imzalandı. Ürdün Ulusal Elektrik Şirketi Genel Müdürü geçtiğimiz mayıs ayında ülkenin resmi haber ajansı Petra'ya yaptığı açıklamada, ülkesinin ağustos ayında Irak'a 150 ila 200 megavat arasında elektrik ihraç etmeye başlayabileceğini söyledi. Bağdat ayrıca Türkiye'den 600 megavat elektrik ithal etmesini sağlayan bir anlaşma da imzaladı. Irak şu anda sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ithalatı için tesisler kurmaya çalışsa da bu tesislerin hazır olması zaman alacak.

Bu yılın başlarında Irak hükümeti başka bir anlaşma daha imzaladı. Washington, Fransız Total şirketi ile şu anda petrol çıkarma sahalarında yakılan doğal gazı elektrik üretimi için bir kaynağa dönüştürmek üzere tesisler kurmak üzere bir anlaşma imzaladı. Başbakan Muhammed Şiya es-Sudani, ABD yönetimine Irak'ın 2028 yılına kadar İran'ın gazına ihtiyaç duymayacağını bildirdi.

Derin devlet

İran'ın Irak'taki nüfuzu artık sadece dış destek veya silahlı milislerle sınırlı kalmayıp Tahran'ın müttefiklerinin Irak devlet kurumlarına entegrasyonuna kadar uzanıyor. İran, kendisine bağlı en önemli Şii İslamcı partileri bir araya getiren ve ‘Koordinasyon Çerçevesi’ olarak bilinen siyasi ittifak aracılığıyla Irak’taki nüfuzunu sürdürüyor. Bunun yanı sıra, İran'ın desteklediği başta Halk Seferberlik Güçleri (Haşdi Şabi) olmak üzere milis grupların siyasi temsilcileri de aktif olarak Irak siyasetinde rol oynuyor.

Koordinasyon Çerçevesi, İran'ın ülke içindeki nüfuzunun merkezini oluşturdu ve Tahran'ın çıkarlarını güvence altına almak için Irak parlamentosunu ve siyasi araçlarını kullandı. Koordinasyon Çerçevesi güçlerinin liderleri, 2022 yılının ekim ayında Muhammed Şiya es-Sudani’yi başbakan olarak atamaya karar verdiler. Bu gelişme, İran'ın Bağdat'taki siyasi kararları, yönetim kurumları içindeki yerel temsilcileri aracılığıyla yönlendirme yeteneğini yansıttı.

ABD Askeri Akademisi (USMA) Terörle Mücadele Merkezi tarafından 2023 yılının aralık ayında yayınlanan bir raporda, Koordinasyon Çerçevesi güçlerinin sistematik adımlar atarak eski Başbakan Mustafa Kazımi'nin atadığı yetkilileri değiştirip yerine kendilerine sadık kişileri atadığını ortaya koydu. Raporda, Irak Ulusal İstihbarat Servisi (INIS) içinde iç güvenlikten sorumlu yeni bir müdür, gözetimden sorumlu başka bir müdür ve casuslukla mücadeleden sorumlu üçüncü bir müdür atandığı belirtildi. İç güvenlikten sorumlu Irak Ulusal Güvenlik Konseyi düzeyinde ise İslami Dava Partisi'ne mensup bir müdür ve İran'a sadık en önemli milis gruplarından biri olan Asaib Ehl-i Hak grubundan bir isim yardımcısı olarak atandı.

Koordinasyon Çerçevesi güçleri liderleri aynı şekilde havaalanları, limanlar, sınır ve gümrük idareleri ile başlıca bakanlıklardaki üst düzey pozisyonlara atamalar konusunda müzakere ettiler. Bakanlıklar ve kurumlardaki bu üst düzey yetkililer, projelere sözleşme ve onay verme yetkisine sahipler, bu da onlara genel bütçe kaynaklarını müttefiklerine ve İran'la bağlantılı gruplara yönlendirmelerine olanak tanıyor.

Bunun da ötesinde İran'a bağlı birçok milis grubunu bünyesinde barındıran Haşdi Şabi, hepsi olmasa da Irak hükümeti tarafından doğrudan finanse ediliyor. Haşdi Şabi’nin devlet bütçesindeki payı 2020 yılında 2,16 milyar dolardı. Bu rakam, 2024 bütçesinde 3,4 milyar dolara yükseldi. Hükümet, Haşdi Şabi liderlerine daha fazla ayrıcalık tanıdı ve 2023 bütçesinde üye sayısını 122 binden 238 bine çıkarmalarına izin verdi. Hükümetin sağladığı finansmanın kısa vadede sıkı bir denetime tabi tutulmaması, Washington'da büyük endişe yaratıyor.

Yolsuzluğun yaygınlaşması, kaynakların kötü yönetimi ve baskıdan duyulan korkunun artmasıyla Irak seçimlerine katılım oranları sürekli düşüş gösteriyor.

Petrole dayalı ve dolara bağlı Irak ekonomisinde para akışı olduğu her yerde, ABD Hazine Bakanlığı etkili baskı araçlarına sahipti. Bunun yakın zamandaki bir örneği olarak, iki ay önce Washington, İran’dan petrol kaçakçılığı yapmakla suçlanan İngiltere vatandaşı Iraklı zengin bir iş insanı ile kaçakçılık faaliyetlerinde kullanılan on iki tanker ve Hor ez-Zubeyr'deki bir nakliye istasyonuna yaptırım uyguladı. Bu olay, Irak'ın diğer petrol ihracatı faaliyetlerini aksatabilir ve hükümetin itibarını zedeleyebilir.

Bazı Iraklı siyasetçiler, geçtiğimiz haziran ayında Haşdi Şabi üyelerinin maaşlarının ödenmesindeki gecikmenin, ABD'nin Rafidain Bank’a baskı yaparak banka kartlarını bloke ettirmesinden kaynaklandığını iddia ederken, Irak hükümeti ve Haşdi Şabi yönetimi bu gecikmenin sebebinin ‘teknik bir sorun’ olduğunu öne sürdü.

ABD ve İsrail savaş uçakları ve füzeleri tek başına, İran'a sadık Şii İslamcı partilerin ve Haşdi Şabi güçlerinin Irak devleti üzerindeki hakimiyetini sarsamaz. Eğer İran'a yakın bir genel müdür, bakan yardımcısı veya istihbarat yetkilisi suikasta kurban giderse İran’ın müttefikleri o kişinin yerine yine İran’a sadık bir başkasını getirirler. Bu nüfuzu ortadan kaldırmanın tek yolu güç kullanmak değil, Iraklıların kendilerinin öncülüğünde iç siyasi hareketlerdir.

Koordinasyon Çerçevesi ve Haşdi Şabi sağlam yapılar gibi görünseler de gerçekte bariz zayıflıklarla boğuşuyorlar. 2019 yılında Irak'ın orta ve güney kesimlerinde Şii İslamcı partilerin ve milislerin hakimiyetine karşı başlayan ‘Tişrin Ayaklanması’nda, göstericiler birçok şehirde bu partilerin ve milislerin merkezlerini ateşe verdiler ve İran’ın Basra'daki konsolosluğuna saldırdılar. Halkın bu güçlerin meşruiyetine yönelik tehdidi, bu güçleri silahlı unsurları veya güvenlik güçleri üzerindeki kontrolü aracılığıyla aşırı şiddetle yanıt vermeye itti. Bu da binlerce kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden oldu. Uluslararası Af Örgütü’nin (UAÖ) 2023 yılında yayınlanan bir raporuna göre aynı partiler ve milislerin hakim olduğu Irak hükümeti hesap verdirme sözüne rağmen, çok sınırlı sayıda güvenlik görevlisini adalete teslim etti.

Yolsuzluğun yaygınlaşması, kaynakların kötü yönetimi ve baskıdan duyulan korkunun artmasıyla birlikte Irak'taki seçimlere katılım oranları sürekli düşüş gösteriyor. Irak’ta 2010 yılındaki seçimlerde yüzde 62 olan sandık başına gitme oranı, 2014 yılında yüzde 60'a, 2018 yılında yüzde 44'e ve 2021 yılında ise yüzde 43'e kadar geriledi. Bu gerileme, nüfusun çoğunluğunu oluşturan gençlerin büyük bir kısmının, İran'ın on yıldır hakim olduğu siyasi sisteme olan güvenini yitirdiğini yansıtıyor. Iraklı Şii din adamı Ali es-Sistani, halkın artan hoşnutsuzluğuna yanıt olarak ve devletin meşruiyetinin aşınmasından endişe duyarak, Bağdat'taki devlet kurumlarında yaygın olan yolsuzluğu düzenli olarak eleştirmeye devam ediyor, ancak belirli kişi veya kuruluşların isimlerini zikretmiyor. Sık sık silahların devletle sınırlandırılması gerektiğini vurgulayan Sistani, başta Haşdi Şabi olmak üzere milis grupların kontrol altına alınması gerektiğini ima ediyor.

Necef'te köklü bir dini aileden gelen dini ve siyasi lider Mukteda es-Sadr ise kendi milislerini yönetmesine rağmen, silahlı milislere doğrudan eleştiriler yönelterek daha açık ve cesur bir tavır sergiliyor. İran'ın Irak'ın iç işlerine müdahalesini kesin bir dille reddeden Sadr, özellikle de Şii siyasi partilerin, lideri olduğu Sadr Hareketi’nin 2022 seçimlerinde elde ettiği zaferin ardından parlamentoda hükümet kurmasını engellemelerinden sonra, parlamentodan tamamen çekilerek Koordinasyon Çerçevesi'nin azılı bir rakibi haline geldi.

“Birçok gözlemci, son zamanlarda IKBY’deki Erbil Havalimanı’nı ve petrol tesislerini hedef alan İHA saldırılarını, Kürtlere petrolle ilgili Bağdat'a baskı yapmamaları konusunda Haşdi Şabi tarafından yapılan bir uyarı olarak görüyor.

Sadr Hareketi’nden bir sözcü son dönemde yaptığı bir açıklamada, “Irak'taki siyasetin kokusu artık Iraklı değil, yabancı” diyerek, siyasi sürece yapılan dış müdahalenin boyutuna işaret etti. Sadr, devlet yapısına değişiklikler getirecek köklü reformlar yapılmasını istiyor. Bu reformlar arasında İran'a bağlı milislerin dağıtılması ve silahsızlandırılması, milis grupların unsurlarının Irak ordusu çatısı altında toplanması yer alıyor. Sadr, ülkede yaygın olan yolsuzluğun reform sürecini zorlaştırdığına ve mevcut denklemde reformu imkansız hale getirdiğine dair sağlam inancı nedeniyle önümüzdeki kasım ayında yapılacak seçimleri boykot etme kararı aldı.

Sadr'ın bu tutumu, parlamentoyu kontrol eden Şii partileri ve onlara bağlı milis grupları endişelendiriyor. Sadr, 13 Temmuz'da milis grupların lağvedilmesi de dahil olmak üzere reformist vizyonuna bağlı kalacak alternatif bir siyasi bloğu destekleyeceğini açıkladı. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia'dan aktardığı analize göre Irak merkezli haber sitesi Sotaliraq, 15 Temmuz'da, Koordinasyon Çerçevesi güçleri liderlerinin, Sadr’ın milis grupların silahlarını toplayacağına dair vaadini bir kez daha dile getiren Başbakan Sudani’yi desteklemesinden endişe ettiklerini, ancak Sudani’yi eleştirenlerin onun ciddiyetinden şüphe duyduklarını ve sadece Haşdi Şabi’nin kontrolü dışındaki milisleri hedef alabileceğini düşündüklerini aktardı.

Sudani’nin kendi siyasi bloğunu oluşturmaya başlaması ve bu sayede bağımsız bir taban kurmaya çalışması dikkati çekiyor. Sudani, böylece 2026 yılına kadar İslami Dava Partisi ve Fetih Koalisyonu gibi partilere olan bağımlılığını azaltabilir.

Her ne kadar İran’la bağlantılı Şii partiler dışında Irak'ın çeşitli bileşenlerini içeren yeni bir siyasi koalisyon oluşturmak zor bir görev gibi görünse de böyle bir koalisyonun kurulması ona önümüzdeki kasım ayında yapılması planlanan seçimlerden sonra parlamentoda çoğunluğu elde etmesi, gelecek hükümeti kurması, yeni bir başlangıç yapması, Tahran'a bağlı derin devleti, onunla bağlantılı yetkilileri görevden alarak ve milisleri kademeli olarak silahsızlandırarak lağvetmesi için gerçek bir fırsat sunabilir.

Ancak İran ile bağlantılı partiler ve milis grupların ellerindeki kontrolü ve mali nüfuzu korumak için yasal ve yasadışı tüm araçları, hatta şiddeti bile kullanacaklarına şüphe yok. Bu yöntemler daha önce 2022 yılında Sadr'ın hükümet kurma girişimlerini engellemek için kullanılmıştı. Söz konusu milis gruplar, 2024-2025 yıllarında İsrail veya ABD ile çatışmaya girmekte tereddüt etmiş olsalar da beka savaşı olarak gördükleri Irak'taki rakipleriyle şiddetli bir savaşa girmekten çekinmeyeceklerdir.

Birçok gözlemci, son zamanlarda IKBY’deki Erbil Havalimanı’nı ve petrol tesislerini hedef alan İHA saldırılarını, Kürtlere petrolle ilgili Bağdat'a baskı yapmamaları konusunda Haşdi Şabi tarafından yapılan bir uyarı olarak görüyor. Bu tür eylemlere önümüzdeki dönemde olabileceklerin habercisi gözüyle bakılıyor. Bu yüzden kasım ayındaki seçimlerden sonra alternatif bir koalisyon kurulsa bile bunun hemen ardından şiddetli bir siyasi çatışma ve belki de yeni bir şiddet dalgası yaşanması kaçınılmaz.

*Bu analiz Şarku'l Avsat tarafından Independent Arabia'dan çevrilmiştir.


Tarihsel anlatı ve kriz ticareti arasında mezhepçilik

Georgia eyaletinin Atlanta şehrinde Müslümanlar ve mülteciler için düzenlenen dinler arası bir toplantıda, Kurtarıcı Luther Kilisesi'nde kılınan namaza katılan tüm inançlardan ve dinlerden insanlar, 4 Şubat 2017 (AFP)
Georgia eyaletinin Atlanta şehrinde Müslümanlar ve mülteciler için düzenlenen dinler arası bir toplantıda, Kurtarıcı Luther Kilisesi'nde kılınan namaza katılan tüm inançlardan ve dinlerden insanlar, 4 Şubat 2017 (AFP)
TT

Tarihsel anlatı ve kriz ticareti arasında mezhepçilik

Georgia eyaletinin Atlanta şehrinde Müslümanlar ve mülteciler için düzenlenen dinler arası bir toplantıda, Kurtarıcı Luther Kilisesi'nde kılınan namaza katılan tüm inançlardan ve dinlerden insanlar, 4 Şubat 2017 (AFP)
Georgia eyaletinin Atlanta şehrinde Müslümanlar ve mülteciler için düzenlenen dinler arası bir toplantıda, Kurtarıcı Luther Kilisesi'nde kılınan namaza katılan tüm inançlardan ve dinlerden insanlar, 4 Şubat 2017 (AFP)

Abdullah Alrebh

Din, çoğu insan topluluğunun kimliğinin ayrılmaz bir parçası. Bazı toplumlarda ve ülkelerde dinin siyasi ve sosyal sahnedeki rolü azalsa da kimlik ve topluluğun içinde ve dışında kimlerin yer alacağına karar verme konusunda hâlen önemli bir rol oynuyor. Bunun en açık örneklerinden biri Katolik Kilisesi ve Papa II. John Paul'un (1920-2005), doğduğu ülke Polonya'da komünist rejimin yıkılmasında oynadığı roldür. Sembolleşen “Korkmayın! Açın, Mesih'e kapıları ardına kadar açın! sözü onun papalığının ayırt edici sloganı haline geldi ve halen cesaret, inanç ve Tanrı'ya ve insanlığa açılımın sembolü olarak yankılanmaya devam ediyor.

Birçok kişi dinin kamusal alandaki etkisi hakkında konuşurken, doğru ve yanlış ya da doğru ve bozuk ikilemine odaklanarak hata yapıyor. Bir din sistemini başka bir sistemin araçlarıyla yargılamak, ele alınan sistemin otomatik olarak mahkum edilmesine yol açar. Gayb ve gaybi konular söz konusu olduğunda durup akıl yürütmeyi bırakma, inananlar tarafından dokunulmaz kabul edilen konulardır. Ancak topluluğun dışından gelen araştırmacılar için bu konuların herhangi bir kutsallığı bulunmuyor.

Felsefi olarak Kant'ın da belirttiği gibi inanç, gerçeği yorumlayan ön yargıları oluşturan bir sistemdir. İnançlı kişi, gerçekliği kendi bilgi filtrelerinden geçirerek görür.

İlk olarak dikkate alınması gereken nokta, herhangi bir grubun dini meseleleri ele alan literatürün üç ana dayanağı inanç (akide), fıkıh ve tarihtir. Her birinin, diğer ikisinden farklı olan kendi yolu ve paradigması vardır. Yani, fıkıh ve fıkhın temelleri kitaplarındaki bilgi paradigması, akide ve tarih kitaplarının dayandığı bilgi paradigmalarından farklıdır. Dolayısıyla, akide, fıkıh ve tarihin bilgi kaynaklarının bağlamı, her birini kendi başına bir konu haline getirecek şekilde farklılık gösterir. Üçü arasındaki bütünleşme (integration) ise bir dini grubu diğerlerinden ayıran bu bütünleşmeye dayalı olarak kendi anlatısını inşa eden grubun kimliğini oluşturur. Bunlar aynı büyük sisteme (İslam, Hristiyanlık vb.) ait gruplar olsa bile.

İdeolojik yönü

İnanç, inanan kişinin inandığı ilahın özü ve ilahi gücü açısından algılamasında ortaya çıkan entelektüel ve manevi (teolojik) bir meseledir. İnanç, peygamberler, kutsal metinler ve manevi mekanları kapsar ve bireyin düşüncesini şekillendiren, onun soyut gerçeklik ve maddi evrenle ilişkisini belirleyen bir bilgi ve varoluş çerçevesi oluşturur. Felsefi olarak, Kant'ın da belirttiği gibi inanç, inananın gerçekliği bilişsel filtrelerinden gördüğü gibi, gerçeğin yorumlandığı önyargıları şekillendiren bir sistemdir. Dini açıdan inanç, inancın özünü temsil eder. İslam'da, Kuran ve Sünnet'e dayanan tek tanrı inancı, ruhani olarak Mekke ve Medine'deki kutsal mekanlarla bağlantılı olan Tanrı algısının temelini oluşturur. Hristiyanlıkta ise İncil versiyonlarına dayanan Teslis benzer bir rol oynar.

u7ı8o9
Papa II. Johannes Paul (ortada), Petrus Meydanı'nda Türk aşırılıkçı Mehmet Ali Ağca tarafından vurularak ağır yaralanmadan birkaç saniye önce inanları kutsarken, 13 Mayıs 1981 (AFP)

Tarihte inançlar, iç araçlarıyla inanç sistemini yargılayan reform hareketlerinin dalgalarına maruz kaldı. Mezhepler içinde dini topluluğun kanını, topluluğun gerçeklik ve evrenle ilişkisini ve diğer topluluklarla iletişimini yöneten fikirlerin yeni bir algısıyla (veya ihmal edilmiş bir algıyı yeniden canlandırarak) yenilemeye çalışan mezhepler yahut hareketler ortaya çıktı. Bunu, Vatikan Papası ve kardinallerin Hristiyanlığın dini yorumlarını tekelleştirmesine karşı çıkan Protestan hareketinde görebiliriz. Protestanlık, inanan kişi ile Tanrısı arasındaki ilişkinin bireyselliğini savundu. Siyonist hareket ise Yahudilerin bir devlet kurmasını yasaklayan yaygın Yahudi inancına karşı çıkarak, Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasını savundu. İslam dini açısından da her mezhep, ana inançtan ayrılan bir grubun entelektüel ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak için ortaya çıkmıştır.

Dini tarih, geçmişi yorumlayarak varoluşa anlam kazandıran bir hermenötik sistem (yorumlama teorisi ve metodolojisi) olarak görülebilir. Hegel gibi tarihi, ruhun gelişiminin bir ifadesi olarak görenler de var.

Fıkhi (şer’i) yönü

Fıkıh veya dini şeriat, inanan kişinin, inandığı ilahı memnun edecek ve onu, inancının müjdelediği sonsuz ahiret hayatının mutluluğuna ulaştıracak olduğuna inandığı bir dizi uygulamadır. Felsefi olarak fıkıh, bireyin davranışını, eylemi manevi amaçla ilişkilendiren bir bilgi sistemi içinde düzenleyen ve terbiye eden ahlaki ve pratik bir çerçeve olarak kabul edilir ve insan iradesini, Aristoteles'in ‘amaç’ kavramında olduğu gibi, en yüksek ideale ulaşmaya yönlendirir. Helal ve haramları ve namaz, oruç, kurban gibi sorgusuz sualsiz itaatle yerine getirilen ibadetlerin yanı sıra, ticari işlemler ve evlilik gibi sosyal ilişkileri düzenleyen kuralları da içerir. Bu da birey ile topluluk arasındaki dengeyi yansıtır. Tarihsel olarak fıkıh, toplumların oluşumunda merkezi rol oynamıştır. Hac veya ayin gibi ibadetler, toplu olarak gerçekleştirilen uygulamalar olarak toplumsal kimliği ve sosyal uyumu güçlendirmiş, topluluğun gücünü, uyumunu ve varlığına yönelik herhangi tehdide karşı bir araya gelme hazırlığını yansıtmıştır. Bu ibadetler, sembolik uygulamalar olarak, bireyin dini topluluğa aidiyetini gösterir ve kutsallık ve manevi disiplin duygusunu güçlendirir. Daha da önemlisi, topluluk için fedakarlık yapmaya hazır olma, kutsal savaş, şehitlik ve cennetteki sonsuz mutluluk karşılığında askeri zafer veya yenilginin dünyevi sonucuna bakılmaksızın canını feda etme fikridir.

Tarihsel (anlatı) yönü

Dini tarih, geçmişi yorumlayarak varoluşa anlam kazandıran bir hermenötik sistem olarak görülebilir. Hegel gibi tarihi, ruhun gelişiminin bir ifadesi olarak görenler de var. Dini alanda tarih, inancı ve onun başlıca figürlerini benimseyen ve hala benimsemeye devam eden topluluğun anlatı kabı olarak merkezi bir rol oynadı. Tarih, inananları inançlarının köklerine bağlayan bir çerçeve oluşturur, ancak benimsenen anlatılarda tarihi kişiliklerin sıralamasının farklı olması nedeniyle tek bir din içinde mezhepsel bölünmeler yaratır. Tarih, yüceltilen ve şeytanlaştırılan kişileri, dinin doğru yorumunun mirasından alınacakları ve yıkıcı ve sapkın oldukları için reddedilmesi gereken yorumları belirler.

Dinde tarihsel anlatının iki boyutu vardır. Bunlardan birincisi, İslam'da Hz. Muhammed'in peygamberliği veya Hristiyanlıkta Mesih'in dirilişi gibi dini bir gereklilik olarak kabul edilir. İkincisi ise Şii ve Sünni mezheplerinde Ali ibn Ebu Talib'in konumu veya Sünni mezhebinde tüm sahabelerin adaleti ile Şii mezhebinde ayrımcılık gibi tartışmalı konulardır. Aynı durum Petrus'un Katoliklikte ve Protestanlıkta rolünün yorumlanmasında da geçerlidir. Bu tarihi anlaşmazlıklar İslam'da peygamberin halefliği veya Hristiyanlıkta büyük bölünme gibi derin ayrılıklara yol açmış, bu da inançları (Şii mezhebinde imamlık ve Sünni mezhebinde halifelik gibi) ve uygulamaları (Hristiyanların farklı ayin ritüelleri gibi) etkilemiştir. Böylece dini tarih, mezheplerin kimliğini oluşturur ve anlatılar aracılığıyla aidiyetlerini güçlendirir, ancak olayların yorumlanması ve şahsiyetlerin önemi konusunda anlaşmazlıklara da zemin hazırlar.

Akide ve fıkıh konularındaki anlaşmazlıklar, ne kadar derin olursa olsun, mezhepçiliğin fitilini ateşlemez, bunun asıl sebebi tarihi anlaşmazlıklardır.

Sorunun kaynağı

Bu üç yönü incelediğimizde, tarihsel yönün köşe taşı olduğunu ve mezhepsel sorunları gündeme getirdiğini görürüz. Akide neredeyse sabittir ve ancak içeriden bir reform devrimi yapılırsa sorgulanabilir. Bu durumda reformcu, klasik dini liderlik şartlarını yerine getirmeli, ancak o zaman reformist fikirlerini ortaya koymaya cesaret edebilir. Böyle bir durumda da bu fikirler, dini metinlerin meşruiyetine ihtiyaç duyar. Yani kutsal metinlerin yorumu olmalı, uydurma sözler olmamalı. Fıkıh yönü ise aynı genel din adı altında (İslam, Hristiyanlık vb.) birleşen diğer gruplardan farklılık gösterebilen cemaatin uygulamalarıyla ilgilidir. Yani akide ve fıkıh cemaatin iç meselesidir ve cemaate bu konularda hesap sorulamaz. Bu konular, çoğu zaman, o cemaatten olmayanlar için bir anlam ifade etmez.

dfghyju
Fransız-Amerikan Irk Entegrasyonu Destek Komitesi tarafından Fransa'ya davet edilen ABD’li din adamı ve vatandaşlık hakları hareketi lideri Martin Luther King, Paris'teki Spor Sarayı'nda bir konuşma yaparken, 28 Mart 1966 (AFP)

Tarih, bir topluluğun mevcut varlığını temellendiren anlatıdır. Topluluğa çağdaş varlığının kelime dağarcığını sağlayan bilgi hazinesidir. Bir kişiyi yüceltmek veya küçük düşürmek, karşıt anlatıda tam tersi bir kavrayışla karşılanabilir. Bu da diğer toplulukların öfkesini uyandırır. Martin Luther (1383-1546) gibi bir şahsiyet, Protestanlar tarafından, Hıristiyan inancını dini rütbelilerin (klerus) hiyerarşik otoritesinden arındırmaya katkıda bulunan bir reformcu olduğu için büyük saygı ve hürmetle karşılanır. Buna karşın Katolikler onu kilise sistemini yıkmaya çalışan bir kafir ve yıkıcı olarak görürler. Bu, Protestan kiliselerinin bağımsızlığını ve her kilisenin Katolik kiliselerinin katı geleneklerine kıyasla daha fazla özgürlük marjına sahip olmasını da açıklıyor.

Burada kastedilen anlatı, akide ve şeriat meselesinin ötesine geçerek, cemaatin ‘onuruna’ kadar uzanıyor. Bu onurun temelinde saygın kişiliklerinin, onları farklı gören ‘öteki’ tarafından maruz kaldığı aşağılanmadan ayrılması yer alıyor. ‘Öteki’, bu şahıs veya şahısları sıradan bireyler veya hatta dinin düşmanları olarak gören bir anlatıyı benimsiyor. Bu anlaşmazlık, mezhepsel tartışmaları ateşleyen kıvılcımdır ve bu tartışmaların yakıtı, farklı olanın akidesi ve fıkhi görüşlerinin bıraktığı mirastır.

Akide ve fıkıh konularındaki anlaşmazlıklar, ne kadar derin olursa olsun, mezhepçiliğin fitilini ateşlemez, bunun asıl sebebi tarihi anlaşmazlıklardır. Aynı dine mensup olanlar anlaşmazlıklarını derinlemesine incelediklerinde, bunların belirli bir şahsiyetle ilgili anlaşmazlıklardan çok daha derin olduğunu görürler. Onlar, ilahın ne olduğu, vahyin nasıl gerçekleştiği, bazı metinlerin kutsal olup olmadığı ve bazı ibadetlerin ayrıntıları konusunda farklı görüşlere sahiptir. Bunun yanında, bu konular -ki bunların merkezi öneme sahip olması gerekir- cemaatin öfkesini hiç uyandırmamalı. Buna karşın bir azizin, sahabenin veya imamın itibarını zedelemek, aynı cemaatin üyeleri arasında tartışma ve şiddetin fitilini ateşler.

Kutuplaşma genellikle sınıf temelinde (ırk, etnik köken, mezhep) olur. Çünkü bu şekilde sınıflandırma yapmak ve halkı alt kimliklere bağlı kalmanın adaletsizliğe karşı bir sığınak olduğu konusunda ikna etmek daha kolaydır.

Bağnazlığın kemirdiği toplumları incelersek, bunların o kadar dindar olmadığını, hatta bağnazlık bayrağını taşıyanların çoğunun bireysel olarak dindar bir yaşam sürmediklerini görürüz. Buna, 1970’li ve 80’li yıllarda Lübnan'da yaşanan iç savaşı ve 1990’lı yıllarda Balkanlar'da yaşanan savaşı örnek gösterebiliriz.

Dini cemaatlerin -liderleri ve üyeleri- kendi ülkelerindeki ortaklarıyla olan akide ve şeriat farklılıklarının farkında oldukları, kendi inançlarının geçerliliğinin diğerlerinin inançlarının geçersizliğine inanmayı gerektirdiğini bildikleri ve diğerlerinin uyguladığı ibadetleri, insanı ebedi mutluluğa ulaştıran kutsal bir olgu olarak görmedikleri kesin. Bu konu o kadar kesin ki, insanlar üzerinde ciddi olarak düşünmeden onunla yaşıyorlar, ancak fark, her cemaatin kendisi ve diğerleriyle ilişkisi hakkında benimsediği anlatıda yatıyor.

Mezhepçilikte kriz ticareti ve siyasi yatırımlar

Haçlı seferleri, İslam fetihleri, Fatımiler döneminde Mısır'ın Sünnileşmesi, Sünni olan İran'ın Şiileşmesi, Büyük Britanya'nın Protestanlığa dönüşmesi ve diğer önemli tarihi olaylar, galip gelenlerin kimliği ve mağlup olanların mağduriyeti üzerine gölge düşürmektedir. Bu anlatılar, galip gelen mezhebin mensuplarının zafer coşkusunu ve mağlup olan mezhebin mensuplarının yenilgisini ve hayal kırıklığını pekiştirir. Zafer ve yenilgi yüzyıllar önce gerçekleşmiş bir çatışmada yaşanmış olsa da bu tarihi olayı hatırlamak, mezhebin bugünkü durumunun o çatışmanın sonucu olduğuna dair toplumsal bir farkındalık yaratır! Buna göre galip olanın vazgeçilmemesi gereken haklara dayalı ayrıcalıkları varken, mağlup olanın ise zamanın geçmesiyle ortadan kalkmayan intikam duygusuna dayalı mağduriyeti vardır.

Ayrıcalık ve mazlumluk ikilemi, toplumlardaki mezhepsel bölünmeyi anlamanın anahtarıdır. Ekonomik ve sosyal sorunların çözümü için siyasi eylem gerekir ve kaynakların zayıf olduğu yahut yolsuzluğun yaygın olduğu ülkelerde ekonomik kaynaklar adil dağılım için yetersiz kalır. Örneğin, gelişmekte olan ülkelerde iş bulmak kolay değildir ve doğrudan devlet politikasına bağlıdır. İnsana yakışır yaşam sağlayan bir işe sahip olmak, bireyin ve ailenin sosyal istikrarında doğrudan rol oynar. Dolayısıyla, gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik ve sosyal istikrar, devletin kaynak dağıtımı ve vatandaşların istihdamı konusundaki politikasına doğrudan bağlıdır. İşte sorun da burada başlıyor.

Politikacılar, sosyal bileşenlerin sadakatini sağlamak için kutuplaşmaya ihtiyaç duyarlar. Kutuplaşma genellikle sınıfsal (ırk, etnik köken, mezhep) temelinde gerçekleşir, çünkü bu şekilde sınıflandırma yapmak ve halkı, yazılı yasalara uymak suretiyle ulusal kimliğe bağlı kalmanın getireceği haksızlıklardan kaçınmak için alt kimliklere bağlı kalmanın gerekliliğine ikna etmek daha kolaydır. Bu yüzden siyasi sahneyi yönlendiren liderler oyunun kurallarını iyi bilirler ve bu oyunda onların sesi, aklı başında ve vatanseverlerin sesinden daha yüksek çıkıyor.

Kesinlikle mezhepsel söylemler, inanç ve fıkıh kitaplarından alıntılanan doğru ve yanlış ya da özgünlük ve yenilik ikilemine dayalı olmaz. Politikacı, halkının duygularını okşayan bir şekilde tartışmak ister.

Lübnan ve Irak’ı alt kimliklerin kutuplaşmasının canlı örnekleri olarak ele alalım. Her iki ülkede de anayasa sivil olmasına rağmen, siyasi süreç tamamen mezhepsel paylaşıma dayanıyor. Vatandaşlar, oy kullanmaya giderken egemen makamların mezhepsel kotalara göre dağıldığını bildikleri için bilinçli veya bilinçsiz olarak, bu makamın ‘kendilerinin’ ve diğer makamın ise ‘onların’ olduğunu anlarlar. Bu yadsınamaz gerçek, kişisel dindarlık düzeylerinden bağımsız olarak, halkın genelinde mezhepsel ayrımı pekiştirir.

Bu ülkelerde mezhepsel paylaştırma bir gerçeklik olduğundan, mesele siyasi görevlerin dağıtımıyla sınırlı kalmayıp daha ciddi konulara da uzanacaktır. Bunların başında, servetin ulusal değil, bölgesel olarak dağıtılması meselesi geliyor. Örneğin petrol, gaz ve limanlar gibi daha güçlü kaynaklara sahip bölgelere daha büyük bütçe ayrılması talebi. Çoğu zaman bu talepler, o bölgelerin nüfusunun çoğunluğunu oluşturan kesim tarafından benimsenir. Elbette bu taleplerin bayrağını, o kesime (mezhebe) mensup politikacılar taşır.

dfgthyuı
Lübnan’ın başkenti Beyrut'un güney banliyösünde, ‘Gazze Şeridi'ne destek savaşı’ sırasında öldürülen Hizbullah üyesinin cenaze töreninden, 20 Aralık 2023 (Reuters)

Mesele, bazılarının düşündüğü kadar kolay değil. Talep, sadece bu kaynağın ‘kendi bölgelerinde’ bulunduğu ve gelirinin ‘kendilerinin’ değil ‘onların’ olması gerektiği gerekçesiyle sunulmamalı.

Elbette bu mezhepsel söylemler, akide ve fıkıh kitaplarından alıntılanan doğru ve yanlış ya da özgünlük ve yenilik ikilemine dayalı olmaz. Politikacı, halkının duygularını okşayan bir tartışma yürütmek ister. Bunun için, kendi grubu ile diğer grup veya gruplar arasındaki ilişkilerin tarihçesinden daha iyi bir konu bulamaz.

Topluluk içinde ‘biz ve onlar’ ve diğerleriyle karşılaştığımızda ‘biz ve siz’ diyalogu burada başlar. Bileşenler arasındaki ilişkinin tarihi ve kim kimi sömürdü ya da kim kime hizmet etti ve kim kimi korudu sorularıyla başlayan bu tür tartışmalar hiçbir taraf için kabul edilebilir bir sonuçla bitmez. Aksine, ayrıcalık ve mağduriyet sloganlarını pekiştirir. Bu da nüfus büyüklüğü ve her bileşen içindeki bireysel farklılıklar gözetilmeksizin, vatanın ‘temel bileşeni’ konumunu tekelleştirmek isteyen tarafın anlatısına dayanan hak talebinin argüman temelini oluşturur.

Bu söylem, bireyin egemen bir ulusun vatandaşı değil, grubun üyesi olduğu fikrini pekiştiren bir sistem yaratır. Tüm bunlar, kendilerini bileşenin (mezhebin) temsilcileri olarak ilan eden siyasi liderlerin pazarladığı tarihsel anlatıya dayanır. Öte yandan diğer mezheplerdeki muadilleri de aynısını yapar. Bu da söz konusu liderler arasında sosyal bileşenleri temsil etme konusunda üstü kapalı bir anlaşma olduğunu açıkça ortaya koyuyor.

“Doktrinel ve fıkhî meseleleri kendi içinde gizlemeye çalışan mezhepçi söylem, ele alınması gereken tehlikeli bir konudur ve pazarlamaya çalıştığı tarihî anlatıların farkında olunmalıdır.

Mezhepçi söylem, inançsal ve fıkhî başlıkları kendi içinde gizlemeye çalışmaktadır. Bu, dikkat edilmesi gereken tehlikeli bir durumdur ve bu söylemin pazara sunmak istediği tarihsel anlatılara karşı bilinçli olunması gerekir.

Sonra ne olacak?

Yukarıdakilerden birincisi, zaferin ayrıcalığı veya yenilgiden intikam alma, ikincisi, diğer topluluklardan gelen bekaya yönelik tehditten topluluğunu koruma fikrine dayanan mezhepsel oyunun kuralları açıkça ortaya çıkıyor. Bu iki noktaya dayanarak, ‘kriz tüccarları’ olarak nitelendirilen mezhep temsilcileri tarafından yürütülen kriz ticareti gelişiyor. Onlar tüccar oldukları için ana sermayeleri, yani halkın bileşenleri arasında sürekli devam etmesi gereken mezhep çatışması krizlerinden kar elde etmeyi amaçlıyorlar.

Hikaye, mezhepsel gerginliğin pratik gerekçeleriyle burada tamamlanıyor. Eski ve yeni tarih, ben ve öteki ikilemine dayanan farklı anlatılara yol açan olaylarla doludur. Bu anlatılar, dini değil, mezhepsel bir siyasi kisve altında kaynaklar üzerinde hakimiyet kurmak için gerekçe oluşturur. Din, akide ve fıkıhtan oluşur ve bunlar dinin düşmanlarına karşı vahşeti meşrulaştırmak için kullanılabilir. Bu çatışmalardan yarar sağlayanlar yalnızca politikacılardır ve halkın geneline onları birbirlerinden korudukları izlenimini satarlar.

Mezhepçi söylem, akide ve fıkhi temaları gizlemeye çalışan tehlikeli bir konu olmakla birlikte dikkat edilmesi ve pazarlama amaçlı tarihsel anlatılara karşı bilinçli olarak ele alınması gerekir. Mesele, tarihi silmeye veya düzeltmeye çalışmak değil, mesele konunun geçmişte kalmış olduğunu ve başkalarını yargılamak için hatırlatılmaması gerektiğini anlamaktır. Eğer anlaşmazlıklar, geçmişte meydana gelen olayların anlatıldığı tarihten kaynaklanıyorsa, bunların sosyal sözleşme içindeki ilişkiler üzerinde fiili bir etki yaratmadan, tartışmaya açık bir bilgi olarak doğal yerlerine konulması gerekir. Dolayısıyla tarihsel figürlerin yüceltilmesi veya reddedilmesi, bireyin toplumsal sözleşmeye ve devlet hukukuna bağlılığına dayanması gereken toplumsal kabul için bir koşul olarak aranmamalıdır. Çözüm, geçmişi temize çıkararak veya reddederek "içinde yaşamak" değil, onu “aşmaktır”.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Üç Senaryo… Pakistan Hindistan'ın savaş uçaklarını nasıl düşürdü?

Hindistan Hava Kuvvetleri'ne ait Rafale uçağının bir hava gösterisi sırasında çekilmiş fotoğrafı (Reuters)
Hindistan Hava Kuvvetleri'ne ait Rafale uçağının bir hava gösterisi sırasında çekilmiş fotoğrafı (Reuters)
TT

Üç Senaryo… Pakistan Hindistan'ın savaş uçaklarını nasıl düşürdü?

Hindistan Hava Kuvvetleri'ne ait Rafale uçağının bir hava gösterisi sırasında çekilmiş fotoğrafı (Reuters)
Hindistan Hava Kuvvetleri'ne ait Rafale uçağının bir hava gösterisi sırasında çekilmiş fotoğrafı (Reuters)

Hindistan'ın kuzeyindeki Akalia Kalan köyü sakinleri 7 Mayıs günü erken saatlerde art arda gelen patlama sesleri üzerine yataklarından fırladılar. Dışarı çıktıklarında bir alev topunun başlarının üzerinden geçerek yakındaki bir tarlaya düştüğünü gördüler. Enkazın bir savaş uçağı olduğu açıkça görülebiliyordu. İki Hintli pilot daha önce uçaktan fırlatılmış ve yakındaki tarlalarda yaralı olarak bulunmuşlardı.

Şarku’l Avsat’ın The Economist'ten aktardığına göre Hindistan henüz resmi olarak doğrulamadı ama bu uçak mayıs ayında Pakistan'la dört gün süren çatışmalar sırasında kaybolan savaş uçaklarından biriydi.

Hindistan hükümeti Pakistan'ın, üçü yeni Fransız Rafale jetleri olmak üzere altı savaş uçağını düşürdüğü iddiasına şüpheyle yaklaşıyor. Ancak yabancı askeri yetkililer, en az biri Rafale olmak üzere beş Hint uçağının imha edildiğine inanıyor. Hintli askeri yetkililer rakamları doğrulamayı reddederken, bazı uçakların kaybolduğunu kabul ediyorlar.

Söz konusu itiraflar, Çin'in Pakistan'ın en büyük silah tedarikçisi olması nedeniyle önemli. Bu, gelişmiş Çin savaş uçakları ve füzelerinin Batılı ve Rus muadillerine karşı kullanıldığı ilk çatışmaydı. ABD ve müttefikleri, Çin'in Tayvan'a karşı olası bir savaşta aynı silahların birçoğunu kullanabileceği için bu konuyla yakından ilgileniyor.

İlk raporlar belirleyici faktörün Pakistan-Çin yapımı J-10 savaş uçakları ve PL-15 havadan havaya füzelerinin üstünlüğü olduğunu gösteriyordu. Hindistan onları hafife almış gibi görünüyor.

Ayrıca Çin, Pakistan'a gerçek zamanlı erken uyarı ve hedefleme verileri sağlayarak dengeyi değiştirmiş olabilir.

Ancak savaşın ilerleyen safhalarında Hindistan'ın elde ettiği başarı göz önüne alındığında, belki de en büyük sorun Hindistan'ın o ilk gece savaş uçaklarını nasıl kullandığıdır. En son ve en tartışmalı değişimlerden biri haziran ayında, Hindistan medyasının Hindistan'ın Cakarta'daki Savunma Ataşesi Yüzbaşı Shiv Kumar'ın ay başında bir seminerde yaptığı konuşmanın kaydını yayınlamasıyla yaşandı.

Kumar, Hindistan'ın bazı uçaklarını kaybettiğini, çünkü siyasi liderliğinin hava kuvvetlerine Pakistan'ın hava savunma sistemlerini vurmamalarını emrettiğini söyledi. Bunun yerine ilk gün sadece militan mevzilerini hedef aldılar. Kumar, “Kayıptan sonra taktiklerimizi değiştirdik ve askeri tesislerine yöneldik” dedi.

Bu gelişme, Hindistan Genelkurmay Başkanı Anil Chauhan'ın mayıs ayı sonunda bir televizyon röportajında Hindistan'ın çatışmanın ilk gecesinde ‘taktiksel hatalar’ nedeniyle bazı uçaklarını kaybettiğini itiraf etmesinin ardından geldi.

Chauhan, Hindistan'ın iki gün sonra hatalarını düzelttiğini ve tüm savaş uçaklarının yeniden uçmasına izin vererek Pakistan'daki hedefleri uzaktan vurduğunu kaydetti. Hindistan çatışmanın ilerleyen safhalarında füzelerinin Pakistan'ın hava savunmasını aşması ve bazı askeri üslerini vurmasıyla daha büyük başarılar elde etti.

Yabancı yetkililer arasındaki bir teoriye göre Hindistan ilk gün Rafale savaş uçaklarını uzun menzilli Meteor havadan havaya füzelerle donatmadı. Muhtemelen Pakistan savaş uçaklarının ulaşamayacağını ya da Pakistan'ın ilk tepkisinin daha az şiddetli olacağını düşündü.

Bir başka neden de Hindistan'ın savaş uçaklarının Pakistan'ın yeni silahlarından korunmak için uygun elektronik karıştırma ekipmanına, güncellenmiş yazılıma ya da ilgili verilere sahip olmamasıdır.

Üçüncü ve daha geniş bir açıklama ise Hindistan'ın, Pakistan'ın Hint planlarını nasıl tespit edebileceğini, verileri savaş uçaklarına nasıl aktarabileceğini ve füzeleri hedeflerine nasıl yönlendirebileceğini anlamak için gereken ‘görev verilerinden’ yoksun olmasıdır.

Ancak Yüzbaşı Kumar'ın öne sürdüğü gibi savaş uçakları siyasi liderlerin sadece militanları vurma emri nedeniyle tehlikeye girdiyse, sorumluluk daha çok Narendra Modi hükümetine aittir.

Rafale'nin Fransız üreticisi Dassault, İsveçli Saab, Boeing ve Lockheed Martin ile birlikte Hindistan'ın silah anlaşmalarındaki başlıca rakibi. Ancak bazı Hintli askeri figürler Rafale'nin son çatışmada iyi performans göstermediğine dikkat çekti. Diğerleri ise Dassault'nun Rafale'nin kaynak kodunu paylaşmakta isteksiz davranarak Hindistan'ın uçağı kendi ihtiyaçlarına göre özelleştirmesini engellediğinden şikayetçi.

Anlaşmazlıktan bu yana Çinli diplomatların Rafale'yi diğer potansiyel alıcılara küçümsediği ve onları bunun yerine Çinli savaş uçakları almaya çağırdığı bildiriliyor.

Dassault yöneticileri, Mısır, Endonezya, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) de dahil olmak üzere Rafale uçağı satın alan ülkelerin yanı sıra gelecekteki potansiyel müşterilere güven vermek istiyor.

Dassault Aviation Yönetim Kurulu Başkanı Eric Trappier, Pakistan'ın üç Rafale jetini düşürdüğü iddialarını “Kesinlikle doğru değil” diyerek reddetti.

Trappier, bir Fransız dergisine verdiği ve 11 Haziran'da yayınlanan röportajda, “Tüm ayrıntılar bilindiğinde, gerçek birçok kişiyi şaşırtabilir” ifadesini kullandı. Trappier ayrıca, Rafale'in ‘Çin'in şu anda sunduğu her şeyden çok daha iyi’ olduğunu söyledi.

Fransız hükümeti de bir Rafale'in savaşta ilk kez kaybedilmesi konusunda açıklama yapması için baskı altında. Fransız parlamentosunun bir üyesi olan Marc Chavanne, mayıs ayı sonunda hükümete yazılı bir soru önergesi sunarak Hint Rafale jetlerindeki Spectra elektronik harp sisteminin Pakistan yapımı PL-15 havadan havaya füzeleri tespit edemediği ya da karıştıramadığı yönündeki endişelerini dile getirmişti.