Hapishane arkadaşları Hamas’ın “1 Numarası” Yahya Sinvar’ın hikayesini anlattı

Eski mahkumlar 7 Ekim saldırısının beyni olarak görülen Sinvar’ın 'çok katmanlı bir portresini' çizdiler

Yahya es-Sinvar basın mensuplarına açıklamalarda bulunurken
Yahya es-Sinvar basın mensuplarına açıklamalarda bulunurken
TT

Hapishane arkadaşları Hamas’ın “1 Numarası” Yahya Sinvar’ın hikayesini anlattı

Yahya es-Sinvar basın mensuplarına açıklamalarda bulunurken
Yahya es-Sinvar basın mensuplarına açıklamalarda bulunurken

Hamas Hareketi’nin Siyasi Büro Başkanlığına seçilen Ebu İbrahim künyeli Yahya es-Sinvar’ın hayatında ekim ayının özel bir hikayesi var. Altmış yılı aşkın bir süre önce Gazze Şeridi’nin Han Yunus Mülteci Kampı’nda doğan Sinvar, zorlu, heyecanlı ve çetrefilli dönüm noktalarıyla dolu bir hayata adım attı. Yirmi yılı aşkın bir süre İsrail hapishanelerinde kaldıktan sonra özgürlüğüne kavuşan Sinvar, geçtiğimiz ekim ayında Gazze'den Aksa Tufanı Operasyonu’nu başlatarak bölgeyi ve dünyayı sarsan büyük yankılara yol açtı.

Ailesi 1948 Nekbe’sinden (büyük felaket) sonra el-Mecdel şehrinden sürülen Sinvar, Gazze'nin gecekondu mahallelerinde ve dar sokaklarında büyüdü. Hayatın zorluklarından ve acımasızlığından payına düşeni aldı. Zorlu koşullar, 1967 Nekbe’sine çocukken tanık olan Sinvar’ın karakterini şekillendirdi.

Bunu takip eden yıllarda Gazze Şeridi’nde ve mülteci kamplarında yaşanan sefaletin de etkisiyle göğsünde biriken öfke ve kızgınlık, onlarca yıl boyunca içinde kalacak ‘yakıcı bir intikam arzusu’ bıraktı. Konuşmalarında ve çatışmaya bakışında her zaman Nekbe’den ve bunun halkı üzerinde bıraktığı uzun süreli acıdan bahsetti. Onu tanıyanların söylediği gibi her zaman ‘güç dengesini sarsmayı ve değiştirmeyi’ dört gözle bekledi.

Yahya es-Sinvar Han Yunus Mülteci Kampı’ndaki okullarda eğitim gördü. Daha sonra İslam Üniversitesi'nde eğitimini tamamlayarak Arap Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu. Öğrencilik döneminde ‘İslami Blok’ çatısı altında öğrenci ve örgütsel çalışmalara başladı. Oradan daha geniş görevlere geldi. Hamas Hareketi’nin iç güvenlik birimi olan ve özellikle casusların ve İsrail güvenlik servisleriyle ilişkili kişilerin takibi gibi hassas roller oynayan el-Mecd'i kurdu.

Faaliyetleri nedeniyle İsrail tarafından 1980'li yılların sonlarında tutuklandı. İsrailli yetkililer onu kendileriyle iş birliği yapan dört kişiyi öldürmekle suçladı ve dört kez müebbet hapis cezasına çarptırdı. İsrail’in kuzeyindeki ve güneyindeki hapishanelerde kalan Sinvar, uzun süre tek başına bir hücrede tutuldu.

Hamas'ın Aşkelon Hapishanesi’ni basma ve mahkumları kurtarma planına dair bir şema (Şarku’l Avsat)Hamas'ın Aşkelon Hapishanesi’ni basma ve mahkumları kurtarma planına dair bir şema (Şarku’l Avsat)

Hapishaneden Hamas’ı yönetti, ‘güvenlik takıntısını’ hep vardı. İbraniceyi akıcı şekilde konuşmakta ustalaştı. Beraberindeki diğer mahkumlara gramer öğretti, grevlere ve müzakerelere liderlik etti. Bazen kazandı, bazen kaybetti. Duvarların dışında çatışmalar intifadalar, savaşlar ve barış müzakereleri yaşanırken, hapishane içinde zaman yavaş geçiyordu. Yirmi yılı aşkın bir süre devam eden esaret, yakında özgür kalacağına dair inancını hiç azaltmadı. Kardeşi bir İsrail askerini kaçırdı. Hamas, İsrail askerine karşılık bin Filistinli mahkûmun serbest bırakılmasını istedi. Sinvar da listenin başındaydı. Böylece Sinvar, İsrail-Filistin çatışmasında yeni dönüm noktalarını şekillendiren önemli roller oynamaya devam etti.

Tüm dünya Sinvar'ın adını 7 Ekim'in ardından öğrendi. Bu isim, İsrail'de ve ötesinde güvenlik ve siyasi çevreleri meşgul etti. Sinvar'ın karakteri, fikirleri ve çatışmaya dair görüşünün yanı sıra kararlarının ardındaki nedenler ve bunların maliyetlerinin hesaplanması, özellikle de neden oldukları yankılar ve geride bıraktıkları büyük ve ağır sonuçları nedeniyle bir soru fırtınası yarattı.

Şarku’l Avsat, “İsrail hapishanelerinde geçirdiği esaret yıllarında onunla birlikte yaşamış, onu tanımış ve yediği içtiği bir olmuş yoldaşlarıyla konuştu.

Farklı siyasi ve entelektüel geçmişlere sahip eski mahkûmlar, 7 Ekim'in beyni olarak görülen Sinvar’ın, fikirlerinden, hapishanelerden Hamas’ı yönetmesinden ve diğer gruplarla ilişkisinden, onu 7 Ekim sabahı sıfır saatine götüren nedenlere, uzun soluklu savaşın ve sonuçlarının hesaplarına kadar ‘çok katmanlı bir portresini’ çizdiler.

İlk karşılaşmalar

Yıllarını İsrail hapishanelerinde geçiren, Sinvar'la tanışıklığı olan Demokratik Cephe üyesi eski mahkûm İsmet Mansur, 1990'lı yılların sonlarında Aşkelon Hapishanesi’nde onunla tanıştıktan sonraki ilk izlenimlerini şöyle anlattı:

“Sinvar'la tanıştığınızda sıradan bir insan görüyorsunuz. Sade ve dindar ama aynı zamanda katı ve keskin özelliklerini de taşıyor. Dindar bir adam ama bir hatip ya da teorisyen değil. Dini geçmişi ilişkilerinin şekillenmesinde rol oynar ve sizinle ilgilenirken önyargılarını bir kenara bırakamaz.”

Yahya Sinvar, Gazze'de “Kudüs Günü” münasebetiyle düzenlenen törene katılırken, 14 Nisan 2023 (Getty Images)Yahya Sinvar, Gazze'de “Kudüs Günü” münasebetiyle düzenlenen törene katılırken, 14 Nisan 2023 (Getty Images)

Sinvar'ın henüz genç yaşlarda cezaevine girmeden ve orada uzun yıllar kalmadan önce çocukken yaşadığı deneyimler davranışlarında, bakış açısında ve başkaları ile ilişkilerinde açıkça görülüyor. Sinvar’ın zorlu geçen çocukluk döneminin ‘nefretini’ şekillendirdiğini ve siyasi yönelimini biçimlendirdiğini söyleyen Mansur, “Uzlaşmayı kabul etmiyor ve taktikler çerçevesi dışında çözüm olasılığı ya da formüllere ve anlaşmalara ulaşma olasılığı görmüyor” değerlendirmesinde bulundu.

Yıllarını İsrail hapishanelerinde geçiren Fetih Hareketi (El Fetih) üyesi eski mahkûm Abdulfettah Devle, Sinvar ile ilk kez 2006 yılında tanışmış. Onunla tanışmasından önce, mahkumlar Sinvar'ın ‘ününü’ bir hapishaneden diğerine aktarıyor ve ‘keskin huylu ve kararlı’ bir adamın portresini çiziyorlardı. Beerşeba’daki çöl hapishanesinde ilk karşılaşmasında bu izlenimlerin doğru olduğunu anlayan Devle, “Yahya es-Sinvar, Hamas’ın diğer liderinden farklı, sosyal ve insani bir karaktere sahipti. Genel meseleleri tartıştığınız Yahya es-Sinvar, partizan meselelerini tartıştığınız Yahya es-Sinvar'dan farklıydı. Genel meselelerde sosyal, partizan meselelerde fanatikti. Sanki iki kişiliği varmış gibi hissediyorsunuz” ifadelerini kullandı.

Sinvar'la birlikte yıllarca hapis yatan ve esir takas anlaşması ile serbest bırakılan Hamas üyesi eski mahkûm Selahaddin Talib, Sinvar ile ilk karşılaşmasını “İlk göze çarpan alçakgönüllülüğü ve gençlerle olan şakacı ilişkisi oluyor” diyerek aktardı. Ancak Refik el-Esrar, Sinvar’ın güvenlikçi yapısının onu Hamas’ın diğer liderlerinden farklı kıldığını belirtiyor. Esrar, “O bir hatip değil, ancak el-Mecd güvenlik biriminin kurucusu. Bu, büyük ölçüde kişiliğine de yansımıştı. Güçlü sosyal ilişkilerine rağmen, güvenlik konusunda katı ve tavizsizdi” şeklinde konuştu.

Yahya es-Sinvar Gazze Şeridi’nde basın mensuplarına açıklamalarda bulunurken, 28 Ekim 2019 (Reuters)Yahya es-Sinvar Gazze Şeridi’nde basın mensuplarına açıklamalarda bulunurken, 28 Ekim 2019 (Reuters)

Hapishanelerdeki “güvenlik takıntısı”

Sinvar, hem hapishanelerin içinde hem de dışında bir numaralı güvenlik yetkilisi olarak kalmaya devam etti. Hamas Hareketi ve onun Batı Şeria ile Gazze Şeridi'ndeki hücreleri, İsrail güvenlik güçlerinin 1990'lı yılların ortalarında başta Yahya Ayyaş ve İmad Akil olmak üzere bazı Hamas liderlerine suikast düzenlemesi, Hamas üyelerine yönelik geniş çaplı tutuklama kampanyaları yürütmesi ve çok sayıda askeri hücreyi çökertmesiyle art arda acı darbeler aldı. Bu gelişmeler Hamas içinde büyük sarsıntılara yol açtı. Geniş çaplı güvenlik ihlallerine dair korkuları derinleştiren yankılar uyandırdı. Bu durum, Hamas üyelerinin İsrail hapishanelerindeki koşullarına ağır ve kasvetli bir gölge düşürdü ve hareket tarihindeki ‘güvenlik takıntılı dönemi’ başlattı. Sinvar da bu dönemin itici gücü ve maestrosuydu.

Yahya Sinvar, Gazze'de İzzeddin el-Kassam Tugayları komutanları tarafından karşılanırken, 30 Nisan 2022 (AFP)Yahya Sinvar, Gazze'de İzzeddin el-Kassam Tugayları komutanları tarafından karşılanırken, 30 Nisan 2022 (AFP)

Sinvar'la birlikte cezaevlerinde güvenlik görevlerini üstlenen ve bu ‘zorlu dönemi’ hatırlayan Talib, “Bu çılgınlık hali, tüm cezaevlerindeki Hamas üyelerine kadar uzandı. Soruşturmalar ve incelemeler yapıldı. Güvenlik dosyaları önce cezaevleri arasında dolaştı, sonra dışarıya aktarıldı. Bu durum bir güvenlik çılgınlığı yarattı. Sızmalar, suikastlar ve tutuklamalar oldu. Hamas bu durumu iyi bir şekilde yönetmeye hazır ya da gerekli deneyime sahip değildi” diye konuştu.

Hamas odaları, sorgulama ve soruşturma merkezleri haline geldi. Pek çok üyesi işbirlikçi olmakla suçlandı. Bazılarının ‘sadece işçi olduğunun kanıtlandığını’ ancak birçoğunun bu güvenlik takıntısının kurbanı olduğunu söyleyen Talib, “Zor bir dönemdi ve kimse bundan yara almadan çıkamadı” dedi.

Hakkında herhangi bir şüphe olan herkesin sorgulandığını ve bunun trajik sonuçlar doğurduğunu söyleyen Abdulfettah Devle ise Şarku’l Avsat’a “Sinvar, birçok iç soruşturmayı yönetti. Bazı alçaklara ulaşmayı başarmış olabilir, ancak sorgulananlardan bazıları işkence nedeniyle öldü.  Daha sonra bunların Hamas’ın en iyi evlatlarından bazıları olduğu ortaya çıktı” şeklinde konuştu.

Sinvar ve İzzettin el-Kassam Tugayları

Sinvar, 1990'lı yılların başlarında Hamas'ın askeri kanadı İzzettin el-Kassam Tugayları ön plana çıkıp, İsrail ordusu hedeflerine ve yerleşimcilere karşı çeşitli operasyonlar gerçekleştirmeye başladığında İsrail hapishanelerindeydi. İşin güvenlik boyutunda yer almasına rağmen, askeri çalışmalar henüz hazırlık ve gelişme aşamasındayken tutuklanan Sinvar'ın Hamas'ın askeri kanadından isimlerle ilişkisi hapishanelerde gelişmeye başladı. Çünkü Kassam Tugaylarının önemli isimlerinden bazıları hapishanelere ve gözaltı merkezlerine gelmeye başlamıştı.

Yahya es-Sinvar, 2021 mayısında İzzeddin el-Kassam Tugayları’ndan savaşçılarla birlikte İsrail'le çatışmalarda ölenleri anma törenine katıldıYahya es-Sinvar, 2021 mayısında İzzeddin el-Kassam Tugayları’ndan savaşçılarla birlikte İsrail'le çatışmalarda ölenleri anma törenine katıldı

İsmet Mansur, Sinvar’ı anlatırken şunları söyledi:

“Sinvar’, başından beri belli bir güvenlik zihniyetine ve anlayışına sahip. Bir güvenlik takıntısı ve çevreye bir güvenlik bakışı var. Her zaman bu takıntıyla yaşıyor. İsrail’e dair okumaları bile çoğunlukla güvenlik ve ordunun ve istihbarat servislerinin yapısıyla ilgili. Dolayısıyla askeri kanatla ilişkilenme konusunda bu arka plana ve yatkınlığa sahip.”

Hamas’ın askeri kanadıyla kurulan ve olgunlaşan bu ilişki daha sonra 2011 yılında İsrailli asker Gilad Şalit’in serbest bırakılması karşılığında yapılan anlaşma çerçevesinde, Ebu İbrahim (Sinvar) ve yoldaşlarının hapishaneden salıverilmesiyle yeni bir döneme girdi.

Sinvar’ın küçük kardeşi Muhammed es-Sinvar, Kassam Tugaylarının önde gelen yetkililerinden biriydi. İsrailli asker Gilad Şalit'in yakalanması ve esir takası anlaşması çerçevesinde serbest bırakılmadan önce yıllarca alıkonulması sürecinde yer almıştı. Sinvar'ın kardeşi ve onunla birlikte hapisten çıkan yoldaşları, ayrıca hareket içindeki ‘kredisi’, askeri kanadın kapılarının yeni gelen kişiye açılmasına katkıda bulundu. Mansur bu faktörlerin Sinvar'ın ‘askeri ortama entegre olmasını ve kendini bulmasını’ kolaylaştırdığını söylüyor.

Şalit ve anlaşma

İsrailli asker Şalit'in esir alınması ve ardından esir takası anlaşması için yapılan görüşmeler, Sinvar için birçok gerçeği değiştirdi. Hem onun hem de arkadaşlarının kaderini değiştirdi. Sinvar, Hamas'ın serbest bırakılmasını talep ettiği isimler listesinin başında yer alıyordu. Şalit dosyasının getirdiği dönüşümler, Sinvar'ın cezaevleri içinde ve dışındaki konumunu güçlendirdi. Müzakere dosyasında ileri düzey roller oynamaya başladı.

Mansur, sözlerini şöyle sürdürdü:

“2006 yılından önceki Sinvar ile sonraki Sinvar farklıydı. Şalit anlaşması ve sonrasında Hamas'ın Gazze'yi kontrol etmesi nedeniyle büyük bir güç merkezi haline geldi. Hamas bir bölgeyi yöneten, güç sahibi olan ve bir esir alıkoyan rejim haline geldi. Bu esir, Sinvar'ın kardeşinin elindeydi.”

Hamas'ın elindeki İsrailli rehinelerin, Yahya Sinvar'ın ve Binyamin Netanyahu'nun resimlerinin bulunduğu ve üzerinde “Onlar oyuncak değil... Savaşı durdurun... Kimse kazanamayacak” yazılı pankart tutan bir protestocu (Getty Images)Hamas'ın elindeki İsrailli rehinelerin, Yahya Sinvar'ın ve Binyamin Netanyahu'nun resimlerinin bulunduğu ve üzerinde “Onlar oyuncak değil... Savaşı durdurun... Kimse kazanamayacak” yazılı pankart tutan bir protestocu (Getty Images)

Mansur, Şalit anlaşmasının Sinvar'a hapishanelerde, Ahmed Yasin ve Salah Şehade dışında hiçbir Hamas liderinin sahip olmadığı bir güç verdiğine dikkat çekti.

Sinvar daha sonra bir sonraki anlaşmanın kilit ismi haline geldi. Eline geçen bu gücü hapishanelerin içinde ve dışında statüsünü, otoritesini ve karar verme yeteneğini artırmak için kullanmaya başladı. Sinvar’ın diğer mahkûmlara “Seni hapisten çıkarabilirim, seni özgür bırakabilirim” diyen biri gibi davranmaya başladığını söyleyen Mansur, “Bunu sadece kişisel nedenlerle değil, proje, düşünce ve öncelikleriyle ilgili farklı kriterleri olduğu için uyguladı” dedi.

İsrail ve Hamas arasındaki esir takası anlaşması için yapılan görüşmelerde ilerleme kaydedilmişti ki, Sinvar görüşmelere dahil oldu ve çıktılarını reddetti. Bunun üzerine görüşmeler yeni bir yola girdi. Devle, Şalit anlaşmasından sorumlu İsrailli müzakerecinin ‘hapishanelere geldiğini ve büyük bir nüfuza sahip görünen Yahya es-Sinvar ile doğrudan görüştüğünü’ hatırlıyor.

Beyin tümörü ve helikopterle özel kurtarma

Esir takası görüşmeleri ivme kazanıp sona yaklaşırken, Sinvar bir sağlık sorunu yaşadı ve ölümle burun buruna geldi. Bu durum hesapları karıştırdı ve özellikle İsrail tarafında endişeye yol açtı. Çünkü Sinvar, müzakerelerde başrol oyuncusuydu. Sağlık durumu kötüleşince İsrail'in güneyindeki Beerşeba Hapishanesi’ndeki arkadaşları onu hapishane kliniğine gitmeye ikna etti. Bu konuda Sinvar’ın inatçı olduğunu söyleyen Devle, “Cezaevi yönetimini kullanmayı hep reddetti” dedi. Durumunun kötüleşmesi ve bilincini kaybetmesi üzerine mahkûm arkadaşlarının onu kliniğe götürmek zorunda kaldığını belirten Devle, “Durumu kötüleşince onu gitmeye zorladılar” diye konuştu.

Sinvar'ın o gün Beerşeba Hapishanesi kliniğine gelmesi, cezaevi yönetiminde büyük bir karışıklığa neden oldu. Cezaevi yönetimi derhal olağanüstü hâl ilan ederek Sinvar'ın tutulduğu bölümü kapattı. Sinvar’ın yaşadığı sağlık sorununa eşlik eden o anların ayrıntılarını anlatan Devle, “Beerşeba Hapishane yönetiminden bir temsilci geldi. Bize Sinvar'ın durumunun kötü olduğuna dair belirtiler olduğunu söyledi” ifadelerini kullandı. Devle’ye göre bir helikopter hapishanenin uçak pistine indi ve Sinvar'ı Soroka Hastanesi'ne götürdü. Sinvar burada ameliyata alındı. Doktorlar kafasında iyi huylu bir tümör buldular ve onu derhal çıkardılar. Sinvar ‘çok karmaşık ve tehlikeli’ bir ameliyat geçirdi ve bu sırada ölümle burun buruna geldi.

Helikopterin Sinvar’ı kurtarma operasyonuna katılması, üç eski mahkûmun çelişkili ifadeler vermesine neden olan istisnai bir olaydı. Devle, Sinvar vakasının kendisinin hapishanede kaldığı süre zarfında bir ilk olduğunu söylerken, Mansur olayı iyi hatırlamadığını belirtti. Talib ise Sinvar’ın helikopterle hastaneye kaldırıldığı iddiasını reddetti. Talib, o sırada cezaevi yetkilileri tarafından alınan tüm önlemlerin ‘gayet normal bir çerçevede’ olduğunu vurguladı.

İsraillilerin bugün bile Sinvar için yapılanlardan dolayı ‘utanç duyduklarını’ belirten Mansur, dönemin İsrail Cezaevi Servisi ve Cezaevi İstihbarat Müdürü'nün son dönemde birçok kez ‘Sinvar'ın hayatını kurtardıkları için duydukları pişmanlığı’ dile getirdiklerini söyledi.

İsrail'in Sinvar'ın hastalığını ele alış biçimi, Sinvar'ın sağlık durumunun Şalit anlaşmasının son aşamalarına ağır gölge düşüreceğinden korkan İsrailliler arasında büyük bir kafa karışıklığı yaşandığına işaret ediyordu. Mansur, bununla ilgili olarak “Dünyada hiç kimse Sinvar'a suikast düzenlemediklerine ya da onu tasfiye etmediklerine inanmazdı. Bunun da anlaşma üzerinde büyük etkileri olurdu” değerlendirmesinde bulundu.

Sinvar, Bergusi ve Saadat aynı çatı altında

İsrail'in kuzeyindeki Hadarim Hapishanesi, Sinvar'ı Mervan Bergusi ve Ahmed Saadat gibi Filistinli önde gelen liderlerle bir araya getirdi. Üç büyük isim arasındaki ilişki, buradaki toplu tecrit bölümünde şekillenmeye başladı. Birbirlerine büyük saygı duyuyor ve ortak bir dil bulabiliyorlardı. Mansur, “Bu onları aynı görüşe sahip yapmasa da aralarında birlikte çalışmalarını ve gelecekteki ilişkilere dair ortak vizyon belirlemelerini sağlayan bir güven ve saygı hali olduğunu düşünüyorum” diyor.

Sinvar, Bergusi ve Saadat birlikte çalıştılar. Cezaevlerinde grevler düzenlediler ve dışarıya yönelik inisiyatifler ve mesajlar hazırladılar. 2006 baharında Filistin siyaset sahnesinin iki kutbu olan El Fetih ve Hamas arasındaki geniş uçurumu kapatma girişimi olan ‘Ulusal Uzlaşı için Mahkûmlar Tüzüğü’ imzalandı.

Devle, tüzüğün imzalanmasının ardından Sinvar'a yakınlığıyla bilinen Tevfik Ebu Naim'in Hadarim Hapishanesi’nden Beerşeba Hapishanesi’ne gönderdiği bir mesajı ilettiğini ve harfi harfine “Abbas es-Seyyid'e (Kassam Tugayları’nın hapishanedeki komutanlarından biri) ve tüzüğü imzalayan kardeşlere, imzaladıkları güne pişman olacaklarını söyledi” denildiğini anlattı. Devle bunun da kendisinde Sinvar'ın tüzüğe karşı olduğu izlenimini bıraktığını belirtti. Ancak Mansur, Hamas’ın hapishanelerdeki herhangi bir uzlaşıyı Ebu İbrahim tarafından onaylanmadan onaylamayacağını düşünüyor.

Mansur, savaş sonrası senaryoları değerlendirirken, Mervan Bergusi de dahil olmak üzere mahkûmların serbest bırakılmasının El Fetih ve Sinvar'ın birlikte çalışabileceği bir ortak arayış çerçevesinde olduğunu belirtti.

2011 sonrası Kassam Tugayları

Sinvar, 2011 yılındaki takas anlaşması çerçevesinde hapisten çıktıktan sonra, Hamas saflarındaki varlığını ve askeri kanadındaki rolünü güçlendirmeye devam etti. Sinvar, 2012 yılında Hamas Siyasi Büro üyesi olarak seçildi ve hemen ardından askeri kanatla siyasi büro arasındaki irtibat noktası olma rolünü üstlendi. Sinvar, bu dönemde ordu ile olan güçlü ilişkisine güvenerek daha geniş bir rol oynamaya başladı. Hamas’ın 2017 seçimlerine kadar Gazze'deki Siyasi Bürosu’nu yönetti. Başta İsmail Heniyye olmak üzere önde gelen isimleri saf dışı bıraktı. Mansur'a göre Sinvar hapisten çıktıktan sonra ‘Gazze'ye hâkim olmada, yönetmede ve olayları şekillendirmede bir numara olmayı’ benimsedi.

Halil el-Hayya, İsmail Heniyye ve Yahya Sinvar Refah Sınır Kapısı’nı ziyaret ederken, 19 Eylül 2017 (Reuters)Halil el-Hayya, İsmail Heniyye ve Yahya Sinvar Refah Sınır Kapısı’nı ziyaret ederken, 19 Eylül 2017 (Reuters)

Sinvar, 7 Ekim'den iki yıl önce yapılan yeni bir seçime kadar Hamas’ın Gazze'deki Siyasi Bürosu’nun başında kaldı ve Hamas'ın Gazze'deki lideri olarak yeniden boy gösterdi. Bu kez Sinvar ile Hamas’ın diğer üst düzey isimleri arasında kıyasıya bir rekabet başlamıştı. İç seçim görevlileri Sinvar'ın zaferini garantilemek için ‘üç ya da dört kez’ yeniden oy kullandı. Bunun ‘7 Ekim anına’ hazırlık olduğunu düşünen Mansur, “Sinvar ve Kassam Tugayları'nın birtakım planları olduğu açıktı” yorumunda bulundu.

Bu dönemde önemli roller oynayan Sinvar, ‘askeri eylemlerin geliştirilmesine eşi ve benzeri görülmemiş bir ilgi’ gösterdi. Talib, “En yüksek ses askeri çalışmalardı. O olmasaydı, Sinvar da diğerleri gibi gri bir insan olurdu” dedi.

1 numara olma hırsı

Sinvar'ın hayatında, önde gelen bir oyuncu olarak ya da tek başına göründüğü, çalışmaları ve ayrıntıları yönettiği ve nüfuzunun ve gücünün meyvelerini topladığı birçok istasyon vardı. Sinvar'ın ikinci adam olmayı kabul etmediğini düşünen Devle Şarku’l Avsat’a, “O sadece hareketin bir numaralı adamı olmayı kabul eder. Ama buna kibir demeyelim de hırsın bir sonucu diyelim. Bu hırs, onu hapisteyken her zaman hareketin birinci adamı olmaya itti” değerlendirmesinde bulundu.

İsrail, son yirmi yılda Hamas liderlerine yönelik takip ve suikastlarını yoğunlaştırdı. Bu da Hamas’ın önde gelen liderlerinin sahneden uzaklaştırılıp yerlerine yeni isimlerin gelmesine zemin hazırladı. Devle, Sinvar’ın mevcut liderlerden hiçbirinin ona patronluk yapma hakkına sahip olmadığını düşündüğünü ve bunu asla kabul etmediğini söyledi.

Aksa Tufanı Operasyonu’nun ilk işaretleri

Devle, "Şalit anlaşması birçok Hamas mensubunu ve ilk Kassam liderlerini kapsamıyordu. Bu yüzden hareket yetersiz kaldığını hissetti" diyen Devle, Hamas mahkumlarının anlaşmadan sonra üzgün olduklarını ve liderliğe eleştirel ve öfkeli mesajlar gönderdiklerini söylüyor. Devle "Belki de Sinvar, Şalit anlaşmasının yapamadığını düzeltmek için ahlaki bir yükümlülüğü olduğunu hissetmiş olabilir " şeklinde konuştu.

Kudüs'te bir caddede Yahya Sinvar ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'ın resminin bulunduğu ve üzerinde İbranice ‘Sizce bölünmemiz kimin işine yarar?! Şimdi birlik zamanı’ yazılı bir afiş (AFP)Kudüs'te bir caddede Yahya Sinvar ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah'ın resminin bulunduğu ve üzerinde İbranice ‘Sizce bölünmemiz kimin işine yarar?! Şimdi birlik zamanı’ yazılı bir afiş (AFP)

Sinvar'ın tahliye sonrası Gazze'nin merkezindeki el-Kuteybe Meydanı'nda toplanan kalabalığa yaptığı ilk konuşmayı hatırlayan Talib, “’Bugün biz onları işgal ediyoruz ama onlar bizi işgal etmiyor’ dediğinde kürsüdeydim. Esir takası anlaşmasını İsrail için bir kırılma noktası olarak gördü. Bunun üzerine başka kırılma noktaları inşa edebilirdi” diye değerlendirdi.

7 Ekim öncesi birçok faktörün bir araya geldiğini ve Sinvar'ın çatışmayı ideolojik açıdan okumasını desteklediğini savunan Mansur, “Sinvar, Filistin Yönetimi ile uzlaşmayı denedi ama bunda başarısız oldu. İsrail ile asker takası anlaşmasına varmayı denedi, bunda da başarısız oldu. Kuşatmayı krımayı denedi, Gazze'nin durumundan bir çıkış yolu bulmak ve mahkumların salıverilmesini sağlamak için her yolu denedi, bunlarda da başarısız oldu. Bu yüzden geriye sadece bu seçenek kaldı. Eğer başka seçenekler olsaydı 7 Ekim gerçekleşmezdi” ifadelerini kullandı.

İsrail ve savaşın simgesi

Sinvar, Gazze'deki savaşın başlamasından bu yana, Gazze'ye yönelik askeri harekatın ana başlığı ve İsrail'in askeri ve siyasi kurumlarının peşinde koştuğu bir tür zafer imgesi haline geldi. İsrail'in kendisini bu savaşın bir ‘simgesi’ haline getirdiğini ve yaşananlardan tamamen onu sorumlu tuttuğunu düşünen Mansur, “İsrail, dünyanın aklına kazınacak Hitler, Saddam, Kaddafi, Çavuşesku ve dünyanın diğer diktatörleri gibi olacak bir imaj ve isim aramaya başladı. Bu, bütün Hamas'ı, bütün olup bitenleri ve bütün Filistin davasını bir kişiye indirgeme ve onu şeytanlaştırma girişimiydi” değerlendirmesinde bulundu.

İsraillilerin zihninde savaşın sonunun nasıl şekilleneceğinin Sinvar'ın akıbetiyle bağlantılı olduğuna inanan Mansur, bu akıbetin ya Hamas'ın Gazze'den çıkarılması gibi Sinvar'ın bireysel ya da tüm çevresiyle birlikte ortadan kaldırılması ya da tutuklanması, tasfiye edilmesi ya da aranan biri olarak kalması şeklinde olacağını belirtti. Sinvar’ın aranan biri olarak kalmaya devam etmesinin takip operasyonlarının devam etmesi için  gerekçe haline geleceğini ve böylece Sinvar’ın tünelden yöneten isimler gibi olacağını da belirten Mansur, “Ancak İsrail'in bölge üzerindeki kontrolü arttıkça Sinvar'ın işi zorlaşacak ve başka seçeneklere yönelme olasılığı da artacaktır” dedi.

Tasfiye edilen Hamas liderleri ve hedef tahtasındaki Yahya es-Sinvar (Görsel: Arap haber ağları)Tasfiye edilen Hamas liderleri ve hedef tahtasındaki Yahya es-Sinvar (Görsel: Arap haber ağları)

Sinvar pragmatik biri mi?

Sinvar'ı tanıyanlar, onun hapishanede kaldığı sürenin bazı aşamalarında pragmatik bir politika yürüttüğünü söylüyor. Onlardan biri olan Mansur, “Bazıları onun anlaşma yapan bir kişi olmasına şaşırabilir. Önceki aşamalarda İsraillilerle anlaşmalar yaptı. Belirli aşamalarda uzlaşıya varabiliyor ve pazarlık yapıyor, ancak kendi talimatları dahilinde olması gerekiyor” şeklinde konuştu.

Ancak bugün, İsrail Sinvar'ı ‘yaşayan ölü’ olarak tanımlarken, ateş ve yıkım altında gerilen Gazze Şeridi'nde yerin altında ve üstünde onu yoğun bir şekilde aramaya devam ederken, şimdi ya da gelecekte hiçbir İsrailli liderin Sinvar'ın hayatta kalmasını kabul etmeyeceğine inanan Mansur, “Kendisine duyulan nefret ve öfke, yöneltilen suçlamalar ve sorumluluklar ile İsrail'in halk arasında, basında ve küresel düzeyde yürüttüğü seferberlik, İsrail'in geri adım atmasını ya da normal bir durumda onun Gazze'de kalmasını sağlayacak bir anlaşma yapmasını imkansız hale getiriyor. İsrail onun hayatta kalmasını asla kabul edemez” öngörüsünde bulundu.

Yaklaşık 10 aydır devam eden savaşın ve yol açtığı kayıp ve yıkımın ardından, Sinvar’ın herhangi bir esneklik gösterilebileceğini düşünmeyen Talib, “Ödediği bu kadar yüksek bedelden sonra herhangi bir esneklik göstermesini beklemiyorum. Savaşla ilgili plan ve beklentilerinin, savaşın yıllarca olmasa bile aylarca devam edeceği yönünde olduğuna inanıyorum” dedi.



Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve cevaplamak istemediğimiz sorular

Görsel: Axel Rangel García
Görsel: Axel Rangel García
TT

Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve cevaplamak istemediğimiz sorular

Görsel: Axel Rangel García
Görsel: Axel Rangel García

Hüsam İtani

ABD Başkanı Donald Trump’ın yardımcılarını Mısır, Lübnan ve Ürdün'deki Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı (İhvan-ı Müslimin) ‘terör örgütü’ olarak tanımlamayı düşünmelerini çağırması, şu an dünyanın dört bir yanında aranan ve çok az müttefiki kalan Müslüman Kardeşler Teşkilatı’na karşı büyük bir zafer olarak görüldü.

Trump tarafından 25 Kasım'da imzalanan ve yönetimindeki yetkililere, gerekli gördükleri takdirde 45 gün içinde yaptırım uygulayabilme hakkı veren başkanlık kararnamesi, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın tarihini, fikirlerini ve uygulamalarını yeniden gündeme getirdi.

Ancak, son zamanlarda yayınlanan yazılar ve incelemelerin önemli bir kısmı, Müslüman Kardeşler Teşkilatı, liderleri, politikaları ve yüzlerce mecrada dolaşımda olan hikayeleri hakkında halihazırda bilinenlerin yanında, teşkilatın kökleri ve faaliyet gösterdikleri ülkelerdeki yetkililerle ve onların desteğini kazanmak isteyen ve kendi çıkarları için harekete geçirmek istedikleri uluslararası güçlerle olan ilişkilerini anlatmakla yetiniyor.

Trump'ın açıklamasından sonra yayınlanan makalelerin çoğunda, olayın yüzeyinden biraz daha derine inen soruları yanıtlamaktan kaçınılması üzücü. Haberler beş soruyu (kim, ne zaman, neden, nasıl, nerede?/5N1K) geçerli haber olarak kabul edilecekse, bize ulaşan makalelerde gördüklerimiz, akademik araştırma veya belgesel çalışma olmaktan çok haber olmayı bile tenezzül etmiyor. Bunun nedeni, Müslüman Kardeşler Teşkilatı karşıtlığını ifade etmenin, ona karşı olumsuz tutumun nedenlerini açıklamaktan daha ağır basmasıdır.

Bu yüzden Müslüman Kardeşler Teşkilatı, söz konusu makalelere göre Arap ve Müslüman toplumlara karşı kötü niyetli olan, İslam dini istismarının arkasına gizlenen, Arap ve İslam ülkelerinde ilerleme, kalkınma ve modernite ile ilgili ne varsa baltalamaya çalışan, daha önce bilinmeyen sosyal politikalar ve ritüeller icat eden, belirsiz motiflere ve uluslararası güçlere sahip bir grup insan olarak kalıyor. Bu güç, geçmiş yüzyılların karanlığından ortaya çıkmış ve Batı, Doğu veya en çok para ödeyenin hizmetinde iktidarı ele geçirmeyi amaçlıyor.

İslam dini ve siyaset arasındaki ilişki, İslam dininin kendisi kadar eskidir. Din, siyasi bilincin en eski biçimlerinden biridir ve başlangıcından bu yana örgütsel ve siyasi ifadelerini bulmuştur.

erfg
Hükümet karşıtı bir miting sırasında bir Kur'an-ı Kerim nüshasını havaya kaldıran bir gösterici, 4 Mayıs 2005 (AFP)

Bu teşhis, her ne kadar popüler de olsa, aynı zamanda eksik olduğunu da söyleyebiliriz. Zira bir yandan bazı gerçekleri, diğer yandan bazı siyasi propagandaları içeriyor. Tıpkı Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kendini Müslümanların kurtarıcısı olarak göstererek, Müslüman halkların yaşadığı tüm krizlerin panzehrinin, İslam dininin kendi yorumlamaları ve siyasi uygulamalarında yattığını savunması gibi. İslam çözümün ta kendisidir ve İslam ümmetinin yükselişi ve yeniden şahlanışı, iç ve dış tiranlardan kurtuluşu için doğru yol İslam'da, daha doğrusu onların İslam anlayışında yatmaktadır. Bunun çok genel bir ifade olduğunu söylemeye gerek yok. Çünkü İslam ümmetinden bahsetmek, ülkelere, halklara, dillere, mezheplere, inançlara ve sınıflara yayılmış, kategorize edilemeyen ve tek bir siyasi-dini ideoloji altında toplanamayan bir milyardan fazla Müslüman'ın çeşitliliğini hesaba katmaz. Müslüman halklar ve uluslar İslam inancının temellerini paylaşsalar bile, etnik ve kültürel farklılıkları ile çeşitli tarihsel deneyimleri Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın İslam dünyası vizyonuna indirgenemez.

İslam dinin siyasallaşması

Arap ülkelerinde değil, tüm dünyada İslam dinin siyasallaştıran ilk hareketin Müslüman Kardeşler olduğu ve ona mevcut otoriteden bağımsız bir liderlik hiyerarşisine göre işleyen grup olarak modern bir örgütsel yapı kazandırdığı yönünde yaygın bir inanç hakim. Bu iddia dikkatle incelenmeli. Öte yandan, İslam ve siyaset arasındaki ilişki İslam'ın kendisi kadar eskidir. Din, siyasi bilincin en eski biçimlerinden biridir ve başlangıcından bu yana örgütsel ve siyasi ifadelerini bulmuştur. İsmaililer, İbadiler, Karmatiler ve diğerleri gibi gruplar, temelde iktidardaki otoritelere karşı siyasi muhalefet güçleriydi ve kendilerini Pers'ten Fas'ın en batısına kadar uzanan misyoner ağları halinde örgütlemişlerdi.

Cezayir ve Fas'ta Fransızlar tarafından tarım arazilerinin müsadere edilmesini kolaylaştırmak amacıyla şeriat mahkemelerini ve dini vakıfları ortadan kaldırmak için yürütülen sistematik çalışmalar, şiddetli kırsal ayaklanmalara yol açtı.

Fransa’nın 1798 yılında Mısır’a gerçekleştirdiği askeri sefer, çok yönlü bir kültürel şok yarattı. Memlükler ve ardından Türklerin işgali nedeniyle uzun süredir siyasetten çekilmiş olan sivil toplum örgütlerini ve onların askeri ve mali aygıtlarını tüm kamusal alana geri döndürerek, faaliyetlerine yeniden başlamalarını ve Müslüman olmayan yabancı işgalcilere karşı tavır almalarını sağladı. Örneğin, El-Ezher'in Mısır'daki siyasi rolünün yeniden başlaması, o dönemde geleneksel düşünce yapısının cevaplaması zor sorular ortaya atan Fransız seferine kadar uzanabilir. Belki de El-Ezher öğrencisi Süleyman el-Halebi, Fransız seferinin komutanı General Jean-Baptiste Kléber’e suikast düzenleyerek yabancı zorluklarla başa çıkmanın bir yolunu gösterdi.

‘Neden?’ sorusuna cevap bulmaya çalışırken ikinci faktör, 1857 yılında Hindistan'da yaşanan isyanın acımasızca bastırılmasına kadar uzanabilir. İsyana karşı İngilizlerin verdiği yanıtta on binlerce kişi hayatını kaybetmiş olsa da bunların arasında hem Hindular hem de Müslümanlar vardı. Müslümanlar, İngilizlerin Hindistan'da doğrudan yönetimini (Britanya Rajı) kurmasının ve yüzyıllar süren çöküşün ardından son nefesini veren Babür İmparatorluğu'nun geriye kalan sembolik varlığını ortadan kaldırmasının ardından en büyük yenilgiyi yaşayanların kendileri olduğunu düşündüler. Müslüman Hintler, İngilizlere açıkça ve kolayca devredilen iktidara ve yüzlerce yıl boyunca Müslüman Babürler ve diğer milletler tarafından kuzey ve güney Hindistan'da (örneğin Malabar ve çevresinde) uygulanan ve çoğu İslam hukukundan türetilen yasaları değiştirme çabalarına verdikleri tepkilerden biri, Diyobend Medresesi'nin kurulmasıydı. Bu medrese, İngiliz sömürgeciliğiyle mücadele etmek için Hanefi-Maturidi fıkhına dayalı bir İslam projesi oluşturmayı ve bunu daha sonraki bir siyasi projenin teorik giriş kısmı olarak benimsemeyi kendine görev edindi.

Bunun yanında Fransızların Cezayir ve Fas'ta şeriat mahkemelerini ve dini vakıfları ortadan kaldırmak için sistematik olarak yürüttükleri çalışmalar, mülkiyet kayıtlarının imha edilmesi, toprak sahiplerinin uzaklaştırılması ve daha sonra ‘Kara Ayaklar’ olarak bilinen Fransız yerleşimcilerin getirilmesi yoluyla tarım arazilerinin müsadere edilmesinin önünü açtı. Faslı filozof Abdullah Laroui’nin ‘Fas Tarihinin Özeti’ adlı kitabına göre bu durum, Cezayir'de şiddetli kırsal ayaklanmalara yol açtı. Bu ayaklanmaların başında, Fas'ın kuzeyinde Emir Abdulkadir el-Cezairi'nin devrimi ve Fas genelinde ‘Mahzen’ (Fas'a özgü bir yönetim sistemi) ile çatışması geliyor.

Ayrıca, Abdullah Al-Aroui'nin "Fas Tarihinin Özeti" adlı kitabında anlattığı gibi, Fransızların Cezayir ve Fas'ta Şeriat mahkemelerini ve vakıflarını ortadan kaldırmak, mülkiyet kayıtlarını yok etmek, sahiplerini arazilerinden uzaklaştırmak ve Fransız yerleşimcileri (daha sonra "Kara Ayaklılar" olarak bilinenler) getirmek suretiyle tarım arazilerine el koymanın yolunu açmak için yürüttükleri sistematik çalışmalar, Cezayir'de belki de en ünlüsü Emir Abdülkadir el-Cezayiri'nin devrimi olan şiddetli kırsal ayaklanmalara ve Fas'ın kuzeyinde de "Makhzen" ile genel olarak bir çatışmaya yol açmıştır.

dc
Kahire'nin merkezindeki Tahrir Meydanı'nda toplanan Mısırlı protestocular, 19 Kasım 2011 (AFP)

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Haşimilerin İngilizler tarafından kandırılması, İngiltere’nin Haşimilere verdiği bir Arap krallığı kurma sözünü yerine getirmemesi ve 1920 yılında Fransız kuvvetleri Suriye'ye girip Kral 1. Faysal’ı devirdiğinde onları terk etmesi; Bu olaylar, bölge halkları arasında sömürge güçlerine karşı güvensizlik duygularını pekiştiren, misilleme ve kendini yeniden değerlendirme yolları aramaya iten faktörler arasında yer aldı ve onları büyük bir sıçrama yapmaya itti.

Buna, İslam halifeliğini yeniden canlandırma çabaları ve Mısır’da Sultan Fuad'ın (daha sonra Kral Fuad) halife unvanına hak kazandığını ilan etme çabaları eşlik etti.

Mısır şehirlerinde dini eğitim almamış, sosyal eğitim almış grupların ortaya çıkmasının Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yükselişinin ana faktörlerinden biri olduğunu düşünürsek, belki de çok da yanılmamış oluruz.

Bu olaylar ve diğerleri, Napolyon’un Mısır seferi ile örneklendirilebileceğimiz Batı modernliğine ve İngilizlerin Hindistan ve Kuzey Afrika’daki baskıları ile örneklendirilebilir Batı sömürgeciliğine karşı düşmanlık gibi çeşitli ilkeler üzerine inşa edilen siyasal veya aktivist İslam’ın ortaya çıkmasının arka planını oluşturdu. Her iki düşmanlık da İslam’ı bir din ve kimlik olarak hedef aldı. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi, halifeliğin yerini alan sivil devlet de şiddetle reddedildi. Bu düşmanlık faktörleri bir araya gelerek, dini kimlik ya da Batı milliyetçiliği ve sol ideolojiler yoluyla her türlü kurtarıcıya hazır bir zemin oluşturdu. Bununla birlikte siyasal İslam'ın kurulmasının, Mısır ve Ortadoğu'da komünist ve milliyetçi partilerin ortaya çıkmasıyla aynı zamana denk gelmesi tesadüf değildi. O dönem, gerçeklikle başa çıkmak için niteliksel olarak yeni yolların aranmasını gerektiriyordu. 

Bu bağlamda, medeniyet ya da sömürgecilik gibi Batı'nın meydan okumalarına verilen yanıtların, o dönemde İslam dini düşüncesi açısından en gelişmiş iki ülkeden gelmesi şaşırtıcı olmadı. Bunlar Hindistan (Deybandi Medresesi ve onu izleyen hareketler, bunların bazıları Hindistan'ın bağımsızlığı için ardından Pakistan'da Müslüman bir devletin kurulması için verilen mücadelede yer aldı) ve Mısır'dı. Mısır'da El-Ezher, direnişin ilk aşamalarında öncü bir rol oynadı ve ardından İmam Muhammed Abdu ile modernleşmenin gerekliliklerine yanıt vermeye çalıştı.

Müslüman toplumların dönüşümü

Bu arada Mısır toplumu, Batı'ya gönderilen Mısırlı heyetler, müfredat değişiklikleri, geleneksel medreselerin yerine devlet okullarının kurulması ve okullarda zorunlu dersler olarak dil ve dinin yanı sıra modern seküler bilimlerin yaygınlaşmasıyla, İslam dünyasındaki diğer toplumlardan önce yeni eğitim yaklaşımlarını benimsemişti. Bu değişiklikler, Mısır toplumunda derin bir etki bırakmadan geçmedi. Mısır toplumu, sanayileşmenin başlangıcına ve Batı kültür ürünlerinin akınına tanık oldu. Şarku'l Avsat'ın al Majalla'dan aktardığı analize göre ayrıca 19. yüzyılın ortalarından sonlarına kadar Avrupa milliyetçi fikirlerinden etkilenen ve İngiliz sömürgeciliğine karşı duygular besleyen eğitimli kentli sınıfların ortaya çıkışına da şahitlik etti.

dfv
Hasan el-Benna (AFP)

Mısır şehirlerinde dini eğitim almamış, sosyal eğitimli grupların ortaya çıkmasını Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yükselişinin ana faktörlerinden biri olarak değerlendirirsek, belki de çok da yanılmayız. Bu eğitimli kişiler, modern bilgiye sahip seçkin bir grup olarak ülkelerindeki durum hakkında fikirlerini ifade etme hakkına sahip olduklarına inanıyorlardı ve aynı zamanda İslam dininin kendi saflarında en açık şekilde ifade ettiği kimlikten ayrılmak istemiyorlardı.

Bilindiği üzere Mısırlı yazar Taha Hüseyin'in yazdığı ‘Cahiliye Şiiri Üzerine’ adlı kitabı, İslam öncesi (Cahiliye) dönemi şiirinden günümüze ulaşanları sorgulaması tartışma yaratmış, ardından Mısır kültürünün Arap-İslam kültüründen çok Helenistik-Roma medeniyetinin bir parçası olduğunu öne sürerek Batı kültürüne entegrasyon çağrısında bulunmasıyla kopardığı fırtınalar, Hüseyin’in ‘Mısır’da Kültürün Geleceği’ adlı kitabında da yer almıştı. Ancak bu fırtınalar Mısır'ın sadece Arap kimliğini değil, İslam kimliğini de vurgulamıştı.

Kültür ve siyasetin Arap yönü, daha sonraki aşamalarda İslam'dan ayrı olarak ortaya çıktı. Aynı durum, Ali Abdurrazık’ın ‘İslamda İktidarın Temelleri’ kitabına yöneltilen sert eleştiriler için de geçerli. Bazıları bu kitabı, 20. yüzyıla ait olması gereken bir ülkede İslam dininin siyasi iktidarı yönetme yeteneğini inkar eden bir eser olarak görüyor. Abdurrazık, dinin devletten ayrılması, dinin ibadetle sınırlı kalması ve siyasete karışmaması gerektiğini ve artık hiçbir gerekçesi kalmayan halifeliğin yeniden canlandırılmasının imkansız olduğunu savunmuştu. Burada, aktivist İslam olgusunun ortaya çıkışının ‘nasıl’ yönünü ele alıyoruz.

Aslında, Ali Abdül Abdurrazık’ın İslam tarihinden örnekler ve argümanlarla ortaya koyduğu ve desteklediği görüş, dini her şeyin –iktidar, siyaset, devlet ve bilim– ayrılmaz bir parçası haline getirmeyi ve sıradan insan yaşamının herhangi bir yönünden ayırmayı imkansız kılmayı amaçlayan çağrılarla çelişmektedir.

Seyyid Kutub'un fikirlerinin şiddet teorisinde oynadığı önemli rol hakkında çok sayıda makale olsa da şiddete başvurma ve şiddet kullanma, Hasan el-Benna'nın görüşlerinde de mevcut.

Bu görüşün, İmam Mehdi'nin gelişi beklenirken siyasi rol konusunda ikilemde olan bazı İranlı Şii çevrelerinde memnuniyetle karşılandığını belirtmek gerekir. Müslüman Kardeşler Teşkilatı, ‘Velayet-i Fakih’ doktrininin savunucuları gibi hukukçulara genel ve mutlak otorite hakkı verme noktasına kadar gitmemiş olsalar da vaat edilen halifeliği kurmanın bir yolu olarak İslami çizgideki siyasi örgütlerin iktidara gelme rolüne ilişkin teorik bir çözüm sunmuşlardı. Müslüman Kardeşler teorisyenlerinin birçok yazısının, daha sonra İran Devrimi'nin sembol isimleri haline gelen kişiler tarafından Farsçaya çevrildiği herkesçe biliniyor. (Müslüman Kardeşler'in İran Devrimi üzerindeki etkisini küçümseyen Valid Nasr'ın ‘Şii Uyanış’ adlı kitabına bakabilirsiniz. Nasr’ın kitabı, Müslüman Kardeşler'in önemini vurgulayan başka bir araştırmacı olan Olivier Roy'un görüşüyle zıtlık oluşturuyor.)

dwf
New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin güney kulesi alevler içinde kaldığı anlar, 11 Eylül 2001 (Reuters)

Durum ne olursa olsun, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan, dini olmayan eğitim almış ama yine de siyasi bir kimlik ve dünyadaki tüm olayları anlamak için bir çerçeve olarak İslam dinine bağlı kalan kentli orta sınıf, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın toplumda ilerleme kaydetme ve siyasi temsil için bir yol buldu. El-Ezher'in kıdemli alimlerinin, Hasan el-Benna'nın mesajını aralarında yayma girişimlerini hoş karşılamadıkları doğru, ancak başta ‘Nahvu'n-Nur’ olmak üzere kaleme aldığı ‘Risaleler’ aracılığıyla, Müslüman topluluğun üyeleri arasındaki eğitim ve ilişkileri kapsayan ve Batı medeniyetini radikal bir şekilde reddeden, ancak Batı ülkeleri İslam'ı siyasi otorite olarak kabul ederse onlarla ilişkileri kabul eden ‘karşıt bir toplum’ inşa etme vizyonunu ortaya koydu.

Şiddetin temeli ve gerekçesi

Hasan el-Benna, önce Mısır'da, ardından Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın yayıldığı diğer Müslüman ülkelerde, taşkilat ile iktidardaki siyasi otoriteler arasında bir çelişki yarattı. İslam dininin yaşamın tüm yönlerini kapsadığı iddiası eğer uygulanırsa, Müslüman Kardeşlerin merkezinde olmak istediği nüfuz alanı dışındaki herhangi bir faaliyete yer bırakmaz. Bu, salt bir fıkıh görüşü değil, en yüksek siyasi otoriteye geçmeden önce toplumda ve kurumlarında mümkün olduğunca fazla güç ele geçirmeyi amaçlayan mekanizmanın nasıl kurulacağına dair radikal bir tutum. Buradan hareketle, Müslüman Kardeşlerin suikasttan eğitimli ve silahlı grupların oluşturulmasına kadar her türlü şiddet eylemine dayalı konumunu inşa ettiği arka planı tartışabiliriz. Seyyid Kutub'un fikirlerinin şiddet teorisinde oynadığı merkezi rol hakkında çok sayıda makalenin kaleme alınmış olsa da şiddete başvurma ve şiddet kullanma, Hasan el-Benna'nın görüşlerinde de mevcut. Ancak Seyyid Kutub, şiddet kullanımının kapsamını genişletti ve buradan yola çıkarak en radikal gruplar, sadece ‘kafir’ devlete karşı savaşmakla kalmayıp, ‘cahil’ topluma da saldırma yönünde vizyonlarını geliştirdi. Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın belki de kentsel varlıkları nedeniyle, sosyal farklılıkların daha katı ve belirgin olduğu kırsal alanlarda yayılan İslamcı veya cihatçı gruplar gibi diğer güçlere göre şiddet kullanımında daha temkinli davrandığının söylenmesi gerekiyor. El Kaide ve ardından DAEŞ’ın ortaya çıkışıyla din adına acımasız şiddetin zirvesine ulaşıldı. El Kaide ve DEAŞ’ın 11 Eylül 2001 saldırıları, DEAŞ’ın İslam devleti kurma çabaları sırasında yaptığı gibi köleliğin ve köle ticaretinin yeniden canlandırılması gibi terör eylemlerini küresel sahneye taşıyan diğer tüm örgütlerden ayrıldığı da söylenmeli.

g4tg
Tulkerim'de Hamas'ın kuruluşunun yıl dönümü töreninde Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kurucusu Hasan el-Benna'nın resimlerini ellerinde tutan Hamas destekçileri, 14 Aralık 2014 (AFP)

Öte yandan, Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve benzeri grupların iktidardaki hükümetlerle ateşkes dönemlerinde faaliyet gösterdikleri bağlamları burada hatırlamakta fayda var. Söz konusu gruplar, birçok büyük meslek sendikasında, özellikle bilimsel uzmanlık alanlarıyla uğraşanlarda (doktorlar, mühendisler vb.) liderlik pozisyonlarına yükselmiş, ‘bilim ve inanç’ ya da ‘Kuran'daki bilimsel mucizeler’ adlarıyla bilinen kavramlar aracılığıyla bilim ve teknolojiye ilişkin yanlış bir algı yaymayı başarmışlardır.

Müslüman Kardeşler Teşkilatı, yetkililerle yaşadığı zulüm ve kanlı çatışmalara rağmen, neden neredeyse 100 yıldır yok olmadı?

Ancak en önemli faktör, tutarlı ve istikrarlı olmayan siyasi otoritelerle olan ilişkilerden ziyade fırsatçılık ve fırsatları değerlendirmeye yakın bir ilişkiydi. Müslüman Kardeşler, belirli koşullarda taktiksel ilerleme kaydetmesini sağlayan projelere katılmayı kabul ediyordu. Örneğin, 1970'lerin ilk yarısında Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat'ın solcu üniversite öğrencilerine karşı başlattığı kampanyaya katılarak, Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı solculara darbe vurmak için kullanmıştı. Daha sonra iktidarla ilişkiler bozuldu, ancak Hüsnü Mübarek döneminde yeniden düzeldi. Bu düzelme ‘25 Ocak Devrimi’ne kadar sürdü. Ancak Müslüman Kardeşler, ‘Öfke Cuması’ gerçekleşene kadar devrime katılmakta geç kalmıştı.

Dolayısıyla bu fenomenin yükselişi veya düşüşüyle ilgili birçok soru işareti var. Bunlar genellikle cevaplamaktan kaçındığımız sorular. Çünkü bunların mevcut durum ve onun örneğin, iktidar ve iktidara erişim sorunu, iktidarı talep etmenin meşruiyeti, din ve siyasetle ilişkisi, devletle/otoriteyle bütünleşmesi veya ayrılması gibi parametreleriyle bağlantılı olduğunu biliyoruz.

Bu yüzden yaklaşımlarımızı Müslüman Kardeşler ve diğerlerinin çelişkilerini araştırmakla sınırlıyoruz ve sorunların yüzeyinde ve bunlardan kaynaklanan siyasi ve sosyal çıkmazlarda küçük çizikler atmaktan öteye geçmek istemiyoruz. Müslüman Kardeşler Teşkilatı, yetkililerle yaşadığı zulüm ve kanlı çatışmalara rağmen, neredeyse 100 yıldır neden yok olmadı? Burada dışarıdan destek ve finansman aldıklarını hatırlamak yeterli olmaz. Çünkü aynı zamanda belirli koşullarda iktidarı ele geçirmeleri için teşvik edildiklerini de hatırlamak gerekir. Birçok güç benzer şekilde destek aldıktan sonra başarısız oldu ve ortadan kayboldu. Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nı, ulaşması imkânsız bir şeyi isteyen sosyal grubun ifadesi olarak görmek daha yararlı olacaktır. Çünkü ne zaman siyasi söylemine dini meşruiyet kazandırmak ve iktidarı ele geçirebilecek bir çoğunluğa dönüşmek istese başarısız oluyor. Bu kısır döngü, belirli aşamalarda devletin ve toplumun yapısını ve içindeki herkesi yok etme çabalarına dönüşen krizlere yol açtı.

Bu satırlarda gazeteciliğin temelindeki 5N1K sorularını yanıtlamamış olabiliriz, fakat bunları anlamsız sözlerle yanıtlamaktan kaçınmaktansa bilinçli bir şekilde ele almayı tercih ediyoruz.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli al Majalla dergisinden çevrilmiştir.


Esed ailesinin Rusya'daki yaşamının detayları ortaya çıktı: Ailesi Moskova'da lüks ve gözlerden uzak bir hayat sürüyor

Beşşar Esed, eşi ve çocukları Hafız, Kerim ve Zeyn, 2022 yılında Halep'te (AFP)
Beşşar Esed, eşi ve çocukları Hafız, Kerim ve Zeyn, 2022 yılında Halep'te (AFP)
TT

Esed ailesinin Rusya'daki yaşamının detayları ortaya çıktı: Ailesi Moskova'da lüks ve gözlerden uzak bir hayat sürüyor

Beşşar Esed, eşi ve çocukları Hafız, Kerim ve Zeyn, 2022 yılında Halep'te (AFP)
Beşşar Esed, eşi ve çocukları Hafız, Kerim ve Zeyn, 2022 yılında Halep'te (AFP)

Suriye’deki rejimin devrilmesinin üzerinden bir yıl geçmesinin ardından, eski Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed ve ailesinin Moskova’da sakin ve lüks bir yaşam sürdüğü bildirildi. Aileye yakın bir ismin yanı sıra Rusya ve Suriye’den kaynaklar ile sızdırılan veriler, uzun yıllar Suriye’yi demir yumrukla yöneten ve artık büyük ölçüde izolasyon içinde yaşayan bu ailenin hayatına dair nadir bir tablo ortaya koydu.

Guardian’a konuşan bilgi sahibi bir kaynak, Londra’da göz hastalıkları alanında eğitim almış olan Esed’in, mesleki bilgisini tazelemek amacıyla şu sıralar yeniden ders aldığını söyledi.

Esed ailesiyle sürekli temas halinde olduğunu belirten bir aile dostu da bu bilgiyi doğrulayarak, “Rusça öğreniyor ve göz hastalıkları alanındaki bilgisini gözden geçiriyor. Doktorluk onun tutkusu; bunu para için yapmıyor. Suriye’de savaş başlamadan önce de Şam’da düzenli olarak göz doktorluğu yapıyordu” dedi.

Söz konusu kaynak, Moskova’daki varlıklı elit kesimin Esed’in potansiyel hasta kitlesini oluşturabileceğini de ifade etti.

Lüks bir konut ve son derece huzurlu bir yaşam

Konuya vakıf iki kaynağa göre Esed ailesi, büyük olasılıkla Moskova elitinin yaşadığı kapalı ve lüks bir yerleşim alanı olan Rublyovka semtinde ikamet ediyor. Şarku’l Avsat’ın Guardian’dan aktardığına göre aile, burada 2014’te Kiev’den kaçan ve bölgede yaşadığı düşünülen eski Ukrayna Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç gibi önde gelen isimlerle aynı çevrede bulunuyor.

Esed ailesinin mali sıkıntı yaşamadığı belirtiliyor. Aile, 2011 yılında Beşşar Esed yönetiminin protestoculara yönelik kanlı baskıları nedeniyle Batı yaptırımlarıyla küresel finans sisteminden izole edilmesinin ardından, servetinin önemli bir bölümünü Moskova’ya taşıdı. Bu durum, Batılı denetim mekanizmalarının söz konusu varlıklara erişimini zorlaştırdı.

Ancak lüks yaşam koşullarına rağmen Esed ailesi, geçmişte sahip olduğu Suriyeli ve Rus elit çevrelerle bağlarını büyük ölçüde kaybetmiş durumda. Esed’in ani şekilde Suriye’den kaçması, destekçileri arasında hayal kırıklığına yol açarken, Rus yardımcılarının da onun eski rejimin üst düzey isimleriyle temas kurmasını engellediği ifade ediliyor.

Beşşar Esed, 8 Aralık 2024 sabahının erken saatlerinde, Suriyeli muhalif güçlerin başkente kuzeyden ve güneyden yaklaşması üzerine çocuklarıyla birlikte Şam’dan ayrıldı. Rus askeri koruması tarafından karşılanan Esed ve ailesi, Hmeymim Hava Üssü’ne götürüldü ve buradan hava yoluyla ülke dışına çıkarıldı.

Esed’in, yaklaşan çöküş konusunda ne yakın akrabalarını ne de rejime yakın müttefiklerini bilgilendirdiği, onları kaderleriyle baş başa bıraktığı aktarıldı.

Beşşar Esad’ın kardeşi ve üst düzey askeri yetkili olan Mahir Esed’e yakın bir isim, saray çevresindeki birçok kişiyi tanıdığını belirterek, “Mahir günlerce Beşşar’ı aradı ama yanıt alamadı. Son ana kadar sarayda kaldı. Başkalarının kaçmasına yardımcı olan Beşşar değil, Mahir’di. Beşşar sadece kendisini düşündü” dedi.

Aileye yakın bir başka kaynak ise Esed’in Moskova’daki yaşamını ‘son derece sakin’ olarak nitelendirdi.

Kaynak, “Neredeyse dış dünyayla hiçbir teması yok. Sadece kendisine yakın iki isimle iletişim kuruyor; eski Cumhurbaşkanlığı İşleri Bakanı Mansur Azzam ve Esed’e yakınlığıyla bilinen iş insanı Yaser İbrahim” ifadelerini kullandı.

Beşşar, Putin için önemsiz

Kremlin'e yakın bir kaynak, Esed'in Putin ve Rus siyasi elitleri için büyük ölçüde ‘önemsiz’ hale geldiğini söyledi.

Kaynak, “Putin, iktidarını kaybeden liderlere tahammül edemez. Esed artık etkili bir figür olarak görülmüyor, hatta akşam yemeğinde hoş karşılanan bir misafir bile değil” dedi.

Esed'in medyada görünme arzusu

Beşşar Esed’in Suriye’den kaçışını izleyen ilk aylarda, eski rejimin müttefikleri onun öncelikleri arasında yer almadı. Esed’in odağı, uzun süredir lösemiyle mücadele eden ve sağlık durumu kötüleşen eşi Esma Esed’e destek olmaktı. Esma Esed, rejimin çöküşünden önce de Moskova’da tedavi görüyordu.

Esma Esed’in sağlık durumuna ilişkin ayrıntılara vakıf bir kaynağa göre, eski first lady Rus güvenlik birimlerinin gözetiminde uygulanan bir tedavi sonrasında iyileşti.

Eşi Esma’nın sağlık durumunun istikrara kavuşmasının ardından Esed’in, yaşananlara ilişkin kendi anlatısını kamuoyuna aktarma arayışına girdiği belirtildi. Bu kapsamda, Rusya’nın devlet kanalı RT ile sağcı görüşleriyle bilinen Amerikalı bir podcast sunucusuyla röportajlar ayarladığı, ancak medyaya çıkmak için Rus makamlarının onayını beklediği ifade edildi.

Ancak Rusya’nın Esed’in kamuoyuna açık şekilde görünmesine izin vermediği anlaşılıyor. Geçen ay Irak medyasında, Rusya’nın Bağdat Büyükelçisi Elbrus Kutraşev ile yapılan nadir bir röportajda, Esed’in Moskova’daki yaşamına değinilirken, eski Suriye liderinin herhangi bir kamusal faaliyette bulunmasının yasak olduğu doğrulandı.

Kutraşev, açıklamasında, “Esed burada ikamet ediyor olabilir, ancak herhangi bir siyasi faaliyette bulunma hakkı yoktur. Medyada görünmesi ya da siyasi bir faaliyet yürütmesi yasaktır. Onu hiç duydunuz mu? Hayır, çünkü buna izin verilmiyor. Ancak kendisi hayatta ve durumu iyi” ifadelerini kullandı.

Esed'in çocukları ‘şokta’

Aileye yakın bir isim, birkaç ay önce Esed’in bazı çocuklarıyla görüştüğünü belirterek, “Şaşkınlık içindeler. Hâlâ yaşadıkları şokun etkisindeler. Yeni hayata uyum sağlamaya çalışıyorlar” dedi.

Esed ailesinin, Beşşar Esed hariç olmak üzere, rejimin çöküşünden sonra kamuoyunda birlikte görüldüğü tek an, 30 Haziran’da kızı Zeyn Esed’in mezuniyet töreni oldu. Zeyn Esed, Moskova’daki seçkin ve çoğunlukla elit kesimin tercih ettiği Moskova Devlet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden (MGIMO) uluslararası ilişkiler alanında diploma aldı.

MGIMO’nun resmi internet sitesinde yer alan bir fotoğrafta, 22 yaşındaki Zeyn Esed diğer mezunlarla birlikte ayakta görülüyor. Törene ait net olmayan ayrı bir videoda ise Esed ailesinin bazı üyeleri, Esma Esed ile oğulları Hafız (24) ve Kerim’in (21) de aralarında bulunduğu şekilde salonda yer alıyor.

Törene katılan ve Zeyn’in sınıf arkadaşları olan iki kişi, Esed ailesinden bazı isimlerin salonda bulunduğunu doğruladı ancak ailenin tören boyunca sessiz kaldığını söyledi.

İsminin açıklanmasını istemeyen öğrencilerden biri, “Aile uzun süre kalmadı ve diğer ailelerin yaptığı gibi sahnede Zeyn’le birlikte fotoğraf çektirmedi” dedi.

Daha önce Beşşar Esed’in muhtemel halefi olarak görülen Hafız Esed ise şubat ayında Telegram’da yayımladığı ve ailesinin Şam’dan kaçışına dair kendi anlatımını paylaştığı videonun ardından, kamuoyundan büyük ölçüde çekildi. Hafız, videoda müttefiklerini terk etmediklerini savunmuş ve Suriye’den ayrılma talimatının Moskova’dan geldiğini ileri sürmüştü.

Söz konusu videonun yayımlanmasının ardından Suriyeliler, Hafız’ın görüntüyü Moskova sokaklarında çekerken bulunduğu yeri kısa sürede tespit etti.

Sızdırılan verilere göre Hafız Esed, sosyal medya hesaplarının büyük bölümünü kapatarak, yerine bir Amerikan çocuk dizisinden esinlenen takma adlarla yeni hesaplar açtı.

Aileye yakın bir kaynağa göre, Beşşar Esed’in çocukları ve anneleri, zamanlarının büyük kısmını alışveriş yaparak geçiriyor ve Rusya’daki yeni evlerini lüks ürünlerle dolduruyor.


Hamas'ın Gazze anlaşmasının ikinci aşamasına ilişkin şartları ilerleme şansını zayıflatıyor mu?

Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta devam eden enkaz kaldırma çalışmalarından (AFP)
Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta devam eden enkaz kaldırma çalışmalarından (AFP)
TT

Hamas'ın Gazze anlaşmasının ikinci aşamasına ilişkin şartları ilerleme şansını zayıflatıyor mu?

Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta devam eden enkaz kaldırma çalışmalarından (AFP)
Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus'ta devam eden enkaz kaldırma çalışmalarından (AFP)

Gazze Şeridi’nde şu anda tıkanma yaşayan ateşkes anlaşması, Hamas’ın ikinci aşamada öngörülen idari ve güvenlik düzenlemelerine ilişkin çekinceleri ve kamuoyuna yansıyan talepleriyle yeniden gündeme düştü. Bu gelişme, ABD’den ikinci aşamaya geçiş konusunda ‘perde arkasında’ yürütülen çabalara dair açıklamaların yapıldığı bir döneme denk geldi.

Hamas’ın dün açıkladığı ve silahsızlanma, barış konseyi, istikrar güçleri ile Gazze Şeridi’nin yönetimi için bir komite oluşturulmasına ilişkin dört ana başlığı içeren bu çerçeveye dair değerlendirmelerde görüş ayrılığı yaşanıyor. Şarku’l Avsat’a konuşan bazı uzmanlar, söz konusu taleplerin ikinci aşamaya geçişi zorlaştıran krizleri ortaya koyduğunu ve hareketin üzerindeki baskıyı azaltmaya yönelik manevralar olduğunu savunurken, diğerleri ise İsrail kaynaklı engellere rağmen Hamas’ın anlaşmayı uygulama konusunda ciddiyetini yansıttığı görüşünü dile getiriyor.

ABD Başkanı Donald Trump tarafından önerilen ve geçtiğimiz ekim ayında Gazze’de ateşkes sağlanmasına temel oluşturan barış planı, başkanlığını Trump’ın üstleneceği bir barış konseyi kurulmasını, bu konseyin Filistinli teknokratlardan oluşan bir komiteyi denetlemesini, Hamas’ın silahsızlandırılmasını, savaş sonrası Gazze yönetiminde rol almamasını ve istikrar güçlerinin konuşlandırılmasını öngörüyor.

Hamas’ın Gazze’deki lideri Halil el-Hayye, hareketin kuruluşunun 38. yıl dönümünde yaptığı açıklamada, silahın işgal altındaki halklar için uluslararası hukukla güvence altına alınmış bir hak olduğunu belirterek, bu hakkın korunmasını ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını güvence altına alan her türlü önerinin incelenmesine açık olduklarını ifade etti.

El-Hayye, Trump planında yer alan ve ABD Başkanı’nın liderliğinde kurulması öngörülen barış konseyinin görevinin, ateşkes anlaşmasının uygulanmasını gözetmek, finansmanı sağlamak ve Gazze Şeridi’nin yeniden imarını denetlemek olduğunu vurguladı. Filistinliler üzerinde ‘her türlü vesayet ve manda uygulamasını’ ise reddettiklerini söyledi.

Gazze Şeridi’nin yönetimi için Filistinli bağımsız isimlerden oluşan bir teknokratlar komitesinin derhal kurulması çağrısında bulunan el-Hayye, Hamas’ın tüm alanlardaki yetkileri bu komiteye devretmeye ve görevlerini kolaylaştırmaya hazır olduğunu kaydetti. Kurulması planlanan uluslararası gücün görevinin ise Gazze sınırlarında ateşkesi korumak olması gerektiğini vurguladı.

El-Hayye ayrıca, arabuluculara ve özellikle ‘temel garantör’ olarak nitelendirdiği ABD yönetimi ile Başkan Trump’a, İsrail’i anlaşmaya saygı göstermeye ve uygulamaya zorlamak için çalışmaları, anlaşmanın çöküşe sürüklenmesine izin vermemeleri çağrısında bulundu.

asdfr
Başlarında yük taşıyan kadınlar, Gazze Şeridi'nin güneyinde yerinden edilmiş Filistinlilere barınak sağlamak için temizlenmiş araziye kurulan çadırların önünden geçiyor. (AFP)

Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Yüksek Komiseri Volker Türk geçen hafta yaptığı açıklamada, ateşkesin ilan edilmesinden bu yana Gazze’de sarı hattın gerisinde kalan bölgede 350’den fazla İsrail saldırısının belgelendiğini ve en az 121 Filistinlinin hayatını kaybettiğini söyledi. Öte yandan Hamas liderlerinden Raid Saad, cumartesi günü İsrail’in Gazze’de aracını hedef alan saldırısında öldürüldü.

İsrailli yetkililer, ABD yönetiminin Gazze’de savaşı sona erdirmeyi amaçlayan planın ikinci aşamasını şekillendirmek üzere çalışmalar yürüttüğünü ve çok uluslu uluslararası gücün gelecek aydan itibaren bölgede göreve başlamasının planlandığını belirtti. İsrail Yayın Kurumu’na göre, ABD’li yetkililer bu bilgileri son günlerde yapılan görüşmelerde İsrailli muhataplarına iletti.

İsrail Kanal 14 televizyonu, kasım ayının sonlarında yaptığı bir haberde, ABD’nin uluslararası istikrar gücünün Gazze’de konuşlandırılması için tarih olarak ocak ayının ortasını belirlediğini, nisan ayı sonunu ise bölgedeki silahsızlanma sürecinin tamamlanması için nihai takvim olarak öngördüğünü aktarmıştı. Kanal, bu hedeflerin gerçeklikten kopuk bir beklenti olduğunu ve sürecin yeniden ertelenebileceğini kaydetmişti.

El-Ehram Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde İsrail meseleleri uzmanı olan Mısırlı analist Dr. Said Ukkaşe, Hamas’ın ortaya koyduğu çerçevenin ikinci aşamada ilerleme ihtimalinin zayıf olduğunu gösterdiğini ve bunun daha fazla İsrail saldırısını tetikleyebileceğini savundu. Ukkaşe, bu tutumun, tehlikeli koşullar altında ilerleyen ikinci aşama yükümlülükleri öncesinde Hamas üzerindeki baskıyı azaltmaya yönelik ‘manevralar’ olduğunu ifade etti.

Hamas dosyasına odaklanan Filistinli siyaset analisti İbrahim el-Medhun ise İsrail’in anlaşmayı sabote etmeye yönelik tekrarlanan engellerine rağmen ikinci aşamaya geçilmesi ve uygulanmasının kaçınılmaz olduğunu dile getirdi. Silah meselesine ilişkin olarak Hamas’ın, Filistin iç kamuoyunda derinlemesine bir diyalog yürüttüğünü, Kahire’deki arabulucularla da şeffaf ve açık görüşmeler yaptığını belirten el-Medhun, tüm taraflarca kabul edilebilecek bir vizyonun şekillenebileceğini ve hareketin barış güçlerinin varlığına açık olduğunu söyledi.

Hamas’ın ortaya koyduğu bu çerçeveye arabulucuların henüz yorum yapmadığı bir ortamda, Mısır Dışişleri Bakanlığı dün yaptığı açıklamada, Mısır Dışişleri Bakanı Bedr Abdulati’nin, İngiliz mevkidaşı Yvette Cooper ile gerçekleştirdiği telefon görüşmesinde Gazze’de geçici bir uluslararası istikrar gücünün konuşlandırılmasının önemini vurguladığını bildirdi. Abdulati, ateşkesin sürdürülebilirliğinin sağlanması ve Trump planının ikinci aşamasına ilişkin yükümlülüklerin uygulanmasının önemine dikkat çekti.

Birleşik Arap Emirlikleri’nde (BAE) düzenlenen Sir Bani Yas Forumu’na katılımı sırasında konuşan Mısır Dışişleri Bakanı Bedr Abdulati, Gazze anlaşmasının ikinci aşamasına geçilmesinin gerekliliğini ve uluslararası istikrar gücünün oluşturulmasının önemini yineledi.

Beyaz Saray Sözcüsü Karoline Leavitt, cuma günü gazetecilere Gazze anlaşmasındaki gelişmelere ilişkin yaptığı açıklamada, “Barış anlaşmasının ikinci aşamasına yönelik olarak şu anda perde arkasında çok sayıda sessiz planlama yürütülüyor… Kalıcı ve sürdürülebilir bir barış sağlamak istiyoruz” ifadelerini kullandı.

ABD’nin Wall Street Journal gazetesi, cumartesi günü yetkililere dayandırdığı haberinde, Trump yönetiminin Gazze Şeridi’nde istikrarı sağlamak amacıyla bir ABD’li generalin komutasında 10 bin askerden oluşan çok uluslu bir güç oluşturmayı hedeflediğini aktardı. Haberde, bazı ülkelerin, gücün görev kapsamının Hamas’ın silahsızlandırılmasını da içerebileceğine yönelik çekinceleri nedeniyle henüz asker göndermediği belirtildi.

Gazete ayrıca ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, Gazze’de konuşlandırılması planlanan bu güç için yaklaşık 70 ülkeden askerî veya mali katkı talebinde bulunduğunu, ancak yalnızca 19 ülkenin asker göndermeye ya da ekipman ve lojistik destek gibi farklı şekillerde katkı sunmaya istekli olduğunu yazdı.

Ukkaşe, Trump’ın 29 Aralık’ta İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile yapacağı görüşmede ikinci aşamanın başlatılması için baskı kuracağını öngörerek, İsrail’in bu aşamaya girmeyi kabul edeceğini ancak çekilmelerin uygulanmasına ilişkin müzakerelerin süresiz biçimde uzayabileceğini söyledi.

El-Medhun ise Kahire’nin İsrail kaynaklı engellerin farkında olduğunu ve anlaşmanın başarısızlığa uğramasına yol açabilecek muhtemel İsrail gerekçelerini ortadan kaldırmak için ikinci aşamaya geçişin hızlandırılmasını talep edeceğini ifade etti.