Churchill’e göre Birleşik Krallık Osmanlı kadar önemli Müslüman bir devletti

Churchill, Birleşik Krallık’ı en az Osmanlı İmparatorluğu kadar önemli ‘Muhammedî bir güç’ olarak gördü

Fotoğraf: Mona Eing
Fotoğraf: Mona Eing
TT

Churchill’e göre Birleşik Krallık Osmanlı kadar önemli Müslüman bir devletti

Fotoğraf: Mona Eing
Fotoğraf: Mona Eing

Sami Moubayed

19’uncu yüzyılda uluslararası yazışmalar, Arap dünyasını ‘Doğu’ (Şark ya da Maşrık) olarak tanımlıyordu.  Sonra Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetimi altındaki coğrafi bölgeyi ifade etmek için ‘Yakın Doğu’ terimini ortaya attı. Bugün kullanılan ‘Ortadoğu’ terimini ise 1902 yılında Amerikan tarihçi Alfred Thayer Mahan türetti, medyaya da İngiliz gazetesi The Times tanıttı. Daha sonra Winston Churchill, Sömürgeler Bakanı olduğu dönemde Arap bölgesine özel ‘Ortadoğu Birimi’ adında özel bir bölüm oluşturduğunda bu terimi uluslararası siyasi sözlüğe dahil ederek resmîleştirdi.

Onun İkinci Dünya Savaşı sırasında Birleşik Krallık Başbakanı olarak oynadığı tarihî rolü herkes bilir. Mayıs 1940 ile Temmuz 1945 tarihleri arasında Almanya’ya karşı savaşında ülkesine liderlik etmiş ve zafer işareti (V) yaparak meşhur zaferini gerçekleştirmişti. Ekim 1951’de de ikinci kez iktidara geldi ve Nisan 1955’e kadar iktidarda kalarak, bu süre içerisinde Nobel Barış Ödülü kazandı.

vefvgtrh
Churchill ile Kral Abdülaziz Âl-i Suud, Şubat 1945’te Mısır’da bir araya geldi (AP)

Churchill, 1964 yılı sonuna kadar parlamentodaki koltuğunu korudu ve 24 Ocak 1965’te öldü. Arapların Churchill’e ilişkin değerlendirmeleri farklılık gösterir. Kimileri, Siyonist projeye verdiği mutlak destekten ötürü onu affedemezken, kimileri de onu üstün vasıflara sahip bir devlet adamı olarak görüyor. Nitekim Suriye’nin Fransız işgalinden kurtarılmasının yanı sıra, Irak ve Ürdün devletlerinin kurulmasında da onun payı vardı.   

Araplar ve Müslümanlarla ilk temas

Winston Churchill, 1874 yılında ailesinin İngiltere’nin güneydoğusundaki Oxfordshire’da yer alan malikanesinde doğdu ve Britanya İmparatorluğu döneminde büyüdü. Eğitiminin tüm aşamaları, ayrıcalıklı sömürge dönemine denk geldi. İslam dünyasıyla ilk teması, Ekim 1896’da Britanya ordusunda genç bir subayken gerçekleşti. Bugün Afganistan ve Pakistan olarak adlandırılan Doğu Hindistan sınırlarında hizmete başladığında 22 yaşındaydı. Haydarabad şehrinden çok etkilenmiş, ancak İngiltere’deki annesine yazdığı üzere, ahalinin tükürüklerine ve sövgülerine maruz kalmamak için şehre ancak fil sırtında girmişti. Churchill, Büyük Britanya’nın sömürgelerinde nefretle karşılandığının erken farkına varmıştı, ama tahtına sadıktı ve onu dünyadaki mümkün herhangi bir gelişmenin temel taşı olarak görüyordu. Ona göre ‘insanları toplumsal ve kültürel ilerlemeye hazırlamak ve onları yönlendirmek’, tahtının temel göreviydi. Gelgelelim Churchill’in medeniyet anlayışı çarpıktı; onu kadim dünyanın halklarının kültüründe, şehirlerinde ve tarihinde değil, sadece Londra şehrinin ilerleyişinde görüyordu. Askerî yönetim, onun Londra’ya dönmesine izin verdiğinde sevinç içinde annesine yazarak şöyle dedi: “Bu ülkedeki barbarca sefaletten sonra medeniyeti yeniden görmeyi şiddetle arzuluyorum.”

Churchill, Büyük Britanya’nın sömürgelerinde hoş karşılanmadığını erkenden fark etti, ama tahtına sadıktı

Bundan iki sene sonra Churchill, Sudan’a atandı. O dönemlerde hayatında tüm dinlerden uzaklaştığı bir evreden geçiyordu ki bu, onun muhafazakâr Sudan toplumuna karşı yoğun rahatsızlığını açıklıyor. 1899 yılında kaleme aldığı ‘Nehir Savaşı’ (The River War) adlı kitabında bu duygusunu şu sözlerle ifade ediyor: “Muhammedîliğin (İslam’ın) takipçileri üzerindeki laneti ne korkunç. Müslümanlar, bireysel olarak harika nitelikler sergileyebilirler. Cesurlar ve Kraliçe’ye sadık insanlar. Herkes nasıl öleceğini biliyor (Şehadeti kastediyor). Ancak bu ülkede dinin etkisi, din mensuplarının toplumsal gelişimini felce uğratıyor.” Pek çok kişiye göre bu cümle, Winston Churchill’in ırkçılığının ve İslam karşıtlığının bariz bir delilidir. Ama bilindiği kadarıyla Churchill, bu cümleden pişmanlık duydu ve kitabın 1901 yılında yayımlanan ikinci baskısında bu cümleye yer vermedi.  

“Müslüman olma!”

Churchill’in düşünce yapısındaki büyük dönüşüm ve İslam dinini kabulü, hiç şüphesiz Ortadoğu şehirlerini gezen ve bu şehirlerin kültürünü ve tarihi yakından tanıyan İngiliz şair ve yazar Wilfrid Blunt ile olan dostluğunun bir sonucuydu. Arapları çok seven Blunt, onun şahsiyetini geliştirmek ve ona sayıları 1910 yılında Osmanlı devletinde 20 milyona, Hindistan’da 62 milyona ve Mısır’da on milyona ulaşan Müslümanların ve İslam’ın üstün yanlarını anlatmak için Churchill ile uzun saatler geçiriyordu. O dönemde Hindistan ve Mısır, Britanya İmparatorluğu’na tâbi olduğundan Churchill, bu iki ülkeyi ve ülkesinin geniş imparatorluğunu kendi deyimiyle ‘dünyanın en güçlü Muhammedî/Müslüman devleti’ olarak görmeye başladı. Müslümanlar da onun gözünde düşman olmaktan çıkıp, bir güç ve cazibe noktasına dönüştü. Blunt, günlüğünde bir gün Churchill’i kefiye ve Arap elbisesiyle Arap tarzında giyinmeye nasıl ikna ettiğini yazıyor. Churchill, Britanya’da kadın hakları aktivisti olan arkadaşı Leydi Constance Layton’a, Arap tarzında giyimine dair tecrübesini şu sözlerle anlatıyor: “Beni bir paşa zannedebilirsiniz. Keşke öyle olsam.”  

Onun İslam’a olan bu beklenmedik hayranlığı, bir başka arkadaşı Leydi Gwendoline Bertie’yi endişelendirmişti. Bertie, İslam dinine girmemesi için yalvardığı mektubunda ona şöyle diyordu: “Rica ediyorum, Müslüman olma… Hal ve hareketlerinde bir Doğululaşma eğilimi gözlemliyorum.”

ewrgfr3
Churchill ve eşi, 28 Mart 1921’de Kudüs’teki bir karşılama töreninde (ABD Kongre Kütüphanesi)

Churchill 1902 yılında, Şii İsmaili mezhebinin lideri III. Ağa Han’la bir araya geldi ve onu, Hayyam’ın ‘Rubailer’inin İngilizce tercümesinin tüm bölümlerine dair ezberiyle şaşkınlığa uğrattı. Britanya Sömürgelerinden Sorumlu Devlet Bakanlığı Müsteşarı olarak atandığında bölgeye doğru yola çıktı ve dört gün İstanbul’da konaklayarak, Sultan V. Mehmed Reşad’la görüştü. Osmanlı padişahından hoşlanmamış ve onu sıkıcı bulmuştu. Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti liderlerinden biri olup, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Harbiye Nazırı olan genç subay Enver Paşa’yı beğenmişti. Churchill, onu Napolyon’a benzetmiş ve şöyle yazmıştı: “Bu yakışıklı genç subaydan hoşlandım. İngiliz politikasının genel hatları Türkiye’nin meşru talepleriyle daha uyumlu olsaydı, onunla uyum içinde çalışacağımızdan emin olurdum.”

Wilfrid Blunt günlüğünde, bir gün Churchill’i kefiye ve Arap elbisesiyle Arap tarzında giyinmeye nasıl ikna ettiğini anlatıyor

1911 yılında Donanma Bakanı olarak atandığında Churchill, (kendi imparatorluğuyla birlikte) ‘dünyanın en güçlü Muhammedî ülkelerinden’ biri olan Osmanlı İmparatorluğu ile bir ittifak kurmaya çalıştı. Ancak bu çabalarında yalnız değildi; Almanya İmparatorluğu ve onun hırslı Kayser’i Guillaume II, Osmanlıların muhabbetini kazanmak için onunla yarışıyordu. Churchill, Britanya Dışişleri Bakanlığı’na yazısında şu tavsiyede bulundu: “Türklerin çok şeyi var. Onları destekleyebilecek güce sahip olan da yalnızca biziz.”

defwf
Churchill ile Fransız General Charles de Gaulle (Getty Images)

Bakan Churchill, bu desteği somutlaştırmak adına iki savaş gemisinin (Reşadiye ve Sultan Osman) Osmanlı hükümetine çok cazip fiyatlarla satışını onayladı. Ancak çok geçmeden, 1914 Birinci Dünya Savaşı yaklaşırken geri adım attı ve gemileri Britanya Donanması’nın emrine verdi.

Savaş başladığında Osmanlı Devleti, Alman İmparatorluğu’nun yanında durduğunu ilan etti ve Sultan Reşad, İngilizlere karşı cihat çağrısı yaptı. Resmî olarak Churchill, ‘etkisiz ve kalkınmanın hızına yetişemeyen’ bu ülkeyi kırma sözü verse de 1915 yılına kadar gizliden gizliye Enver Paşa ile iş birliği kurma çabasını sürdürdü.

İngiliz askerî harekâtı Gelibolu Muharebesi’nde başarısızlıkla sonuçlanınca, Churchill, görevinden ayrılmaya zorlandı ve sonra 1917 yılında Mühimmat Bakanı, iki yıl sonra Ocak 1919’da da Savaş Bakanı oldu. O günlerde Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, hezimete uğrayan Osmanlı Devleti de tamamen çöküşe hazırlık olarak dağılmaya başlamıştı. Churchill, Osmanlı Devleti’nin zayıf, pençelerden ve silahlardan yoksun olması şartıyla ve sıkı uluslararası denetim altında varlığını sürdürmesini istiyordu.

İki savaş arasında

Churchill, Savaş Bakanı iken dünya çapında konuşlandırılan Britanya askerlerinin sayısını azaltmak istedi ve onların bulundukları yerde kalmalarının pahalıya mal olduğunu söyledi. Sayıyı azaltmak gerekiyordu. Zira her şeyden önce Büyük Savaş sona ermişti. Churchill ayrıca Sovyetlerin, askerlerin ülkelerine dönme ve askerlik hizmetlerini sona erdirme arzularından faydalanarak İngiliz karargâhlarına sızmaya çalışmalarından çekiniyordu.

Ortadoğu hakkında ise bazısı tuhaf ve gerçeklikle alakasız çeşitli tasavvurlar geliştirildi. Örneğin, Sömürgelerden Sorumlu Devlet Bakanı Lewis Harcout, kutsal yerlerin Amerikalıların kontrolüne verilmesini talep ederken, Britanya’nın eski Mısır yetkilisi Herbert Kitchener ise Mekke ile Medine’nin doğrudan İngiliz yönetimi altına alınmasını öneriyordu. Churchill, bunlara itiraz etti ve sömürgelerdeki askerî varlığın azaltılması, aynı zamanda da kendi kendilerine yetebilmeleri ve yüklerinin Britanya hazinesine bindirilmemesi için mali ve ekonomik olarak güçlendirilmeleri çağrısında bulundu. Bununla birlikte doğrudan kendisine bağlı olan ve Britanya İmparatorluğu’na mutlak sadakat besleyen yerel vekillerle çalışmak istiyordu.

Sömürge Bakanlığı ve Kahire Konferansı

1 Ocak 1921’de Churchill, Başbakan Lloyd George hükümetinin Sömürge Bakanı olarak atandı. Amerikalı tarihçi Warren Doctor’ın ifadesiyle Başkan George, Ortadoğu bölgesinin idaresinde onun ‘etkinliğinden ve üretken düşüncesinden’ faydalanmak istemişti. Churchill, Sömürge Bakanlığı’nda Ortadoğu Birimi’ni oluşturdu ve Subay Thomas Edward Lawrence (Arabistanlı Lawrence) ile iş birliği yaptı. Lawrence, Arapların Osmanlı Devleti’ne karşı devrimlerine katılmış ve onları 1918 yılında zafere ulaştırmıştı. Churchill, onunla ilk kez 1919 Paris Barış Konferansı’nda bir araya geldi ve aralarında karşılıklı ve derin saygıyla sağlam bir dostluk kuruldu. Kendisinden önceki Blunt gibi Lawrence da Churchill’i, Arapların taleplerine kulak vermeye ve meşru haklarını elde etmeleri için onlara yardımcı olmaya teşvik etmede çok önemli bir rol oynadı.   

Yeni ofisinde Churchill, Arapça isimlerden oluşan bir tablo ve bu isimleri İngilizceye çevirmek için standart bir yöntem geliştirdi. Ofisinde ayrıca kabilelerin yayılma alanlarını ve her bir ülkede ve coğrafi bölgede nüfuzlu kişileri gösteren büyük bir Arap haritası da vardı. İslam dinini daha iyi anlayabilmek için de yardımcılarından Sünni ve Şii Müslümanlar arasındaki farkları detaylı bir şekilde anlatmalarını istedi.

Churchill, 12-30 Mart 1921’de Kahire’de bir konferans düzenledi. Seçkin uzmanlarla şarkiyatçıların ve bakanlık çalışanlarının katıldığı bu konferansın sonucunda, Mavera-i Ürdün (Şarku’l-Ürdün) Emirliği ile Irak Haşimi Krallığı kuruldu

Churchill, 12-30 Mart 1921’de Kahire’de bir konferans düzenledi. Seçkin uzmanlarla şarkiyatçıların ve bakanlık çalışanlarının katıldığı bu konferansın sonucunda, Mavera-i Ürdün (Şarku’l-Ürdün) Emirliği ile Irak Haşimi Krallığı kuruldu. Yıllar sonra, Ürdün’ü “pazar günü bir kalem darbesiyle” kurduğu yönündeki meşhur sözü aktarıldı.

Büyük Arap Devrimi’nin lideri Şerif Hüseyin bin Ali, Hicaz Kralı olmuştu. Kahire Konferansı’nın ardından da oğlu Prens Abdullah, Amman Prensi, üçüncü oğlu Şerif Faysal ise Irak Kralı olmuştu. Faysal, 1920’de Suriye’de kral olarak taç giymiş, ancak Fransızlar ülkeye kendi mandalarını dayattıklarında onun hükümetini devirerek sınır dışı edilmişti. Lawrence da Churchill’e onun sadık bir adam olduğunu ve ödülü hak ettiğini söyleyerek, durumunu telafi etmeye çalışmıştı.

Faysal’ın Şam’dan kovulduğu gün Prens Abdullah, küçük bir ordu kurdu ve Fransızlarla savaşıp ailesinin elinden alınan tahtını geri almak üzere Hicaz’dan Suriye’ye doğru yola çıktı. Bunun üzerine İngilizler, daha doğrusu özel olarak Churchill, ondan Ürdün’ün doğusunda durmasını ve Fransızlarla durum netleşene kadar Amman’da altı aylık ‘geçici bir hükümet’ kurmasını istedi. Churchill onu Kudüs’te bir toplantıya davet etti; o da Lawrence ile birlikte Kahire’den trenle geldi. Churchill, Amman’ı yeni başkenti yapması ve onun ve bundan sonra da evlatlarının burayı yönetmesi için onu ikna etti.

Lawrence, Prens Abdullah’ı Büyük Arap Devrimi’ndeki ortak çalışmalarından beri tanıyor ve onu, nazik ve ‘soylu’ diye nitelediği kardeşi Faysal’ın aksine özüne aşık biri olarak görüyordu. Lawrence, bu olumlu değerlendirmeyi Churchill’e iletme imkânı buldu. Churchill de bunu benimseyerek, Şerif Faysal’ı güçlü bir şekilde destekledi. Ta ki Faysal, Britanya hükümetinden Irak’ı İngilizlerle eşit bir konuma yerleştirecek ve mandayı tanımları ve hedefleri açık bir sözleşmeye dönüştürecek bir anlaşma talep etmeye başladı.

Churchill, Faysal’ın bu teklifi karşısında öfkelendi ve bunu bir isyan olarak değerlendirdi. 17 Ağustos 1922 tarihinde ona öfke dolu bir mektup yazarak, Britanya’nın onun için üstlendiği masrafları şu sözlerle hatırlatmak istedi: “İlerlemeye karar verdiğiniz yoldan ötürü duyduğum derin endişeyi zatıalinize iletmek isterim. Korkarım ki bu, Britanya hükümeti ile Şerif ailesi arasındaki yapıcı iş birliği fırsatlarını olumsuz etkileyebilir.” Ancak Lawrence’in tavsiyesi üzerine bu telgrafı göndermekten vazgeçti ve Faysal’ın talebini onayladı. Bunun üzerine Ekim 1922’de Irak’la bir sözleşme imzalandı ve bu sözleşme Irak’a sınırlı bir bağımsızlık vererek, dış işlerini İngilizlerin tasarrufuna bıraktı.

Siyonizm ve Filistin

Uluslararası Siyonist hareket, Mavera-i Ürdün Emirliği’nin kurulması yönündeki karara öfkelendi ve bunu Balfour Deklarasyonu uyarınca Yahudilere tahsis edilen toprakların alanının daraltılması olarak değerlendirdi. Churchill, Siyonistlerle güçlü ilişkilere sahipti ve liderlerini amaç birliği ve bu amaç uğrunda ortak çalışmaları nedeniyle sıkça övüyordu. Filistinlileri ‘materyalist’ ve ‘iflas etmiş’ şeklinde tanımlayan Lawrence’ın da açık etkisiyle Churchill, Filistinlilere çok az saygı ve Siyonistlere hayranlık duyduğunu gizlemiyordu. Churchill,28 Mart 1921’de Filistin eşrafından bir heyetle Kudüs’te buluştu ve onlara şöyle dedi: “Benden Balfour Deklarasyonu’ndan vazgeçmemi ve Filistin’e göçü durdurmamı talep ediyorsunuz. Bu benim yetkim dışında. Üstelik böyle bir arzum da yok.”

tmky
Churchill, bölge ülkelerinin bölünmesini tartışmak üzere 1921’de Kahire’de toplanan Rafideyn Komitesi üyeleriyle (Getty Images)

Churchill, Arap bölgesindeki ana aktörler için hiyerarşik bir toplumsal sınıflandırma yaptı. Bu piramidin tepesinde Arap bedeviler vardı. Churchill onlardan hoşlanıyor ve daima onlarla yapıcı ve olumlu şekilde iş tutabildiğini söylüyordu. Onlardan sonra Şam gibi büyük şehirlerin tüccarları geliyor, onları da Filistin halkının çoğunluğunun dahil olduğu çiftçi kesim izliyordu. Bu sıralama, Churchill’in bir bütün olarak bölge liderlerine ilişkin değerlendirmesine de yansıdı. Bu, onun Suudi Arabistan Krallığı’nın kurucusu Kral Abdülaziz Âl-i Suud’a olan güçlü hayranlığını açıklıyor. Churchill, bu hayranlığı İkinci Dünya Savaşı sırasında şu ifadelerle dile getirmişti: “En zorlu koşullarda cesaret mesajları göndermekten ve bu savaşta galip geleceğimize olan güçlü inancını teyit etmekten vazgeçmeyen büyük Kral İbn Suud’u selamlıyorum.”

Churchill, Arap bölgesindeki ana oyuncular için hiyerarşik bir toplumsal sınıflandırma yaptı. Piramidin en tepesinde Arap bedeviler yer alıyordu. Churchill onlardan hoşlanıyor ve daima onlarla yapıcı ve olumlu şekilde iş tutabildiğini söylüyordu

1939 yılında İkinci Dünya Savaşı patlak verdikten sonra Churchill’in tüm dikkati Avrupa’ya yöneldi, ancak askerî ve ticari lojistik konularda Arap bölgesine bağımlı olmayı sürdürdü ve burayı Alman nüfuzundan korumayı hedefledi. Ekim 1940’da, yani iktidara geldikten beş ay sonra Birleşik Krallık’aki Müslümanları memnun etmek ve Arap dünyasındaki Müslümanların zihinlerini ve kalplerini kazanmak için Büyük Londra Camii’nin inşasını emretti ve onlardan mutlak sadakat bekledi.

İran Şahı, Hitler’le ilişkisini koparmayı reddettiğinde ise Churchill, Rus müttefikleriyle iş birliği yaparak Ağustos 1941’de İran’ın işgal edilmesini ve kralının devrilmesini emretti. Rıza Şah, tavus kuşu tahtından indirildi ve yerine İngilizlerle daha fazla iş birliği yapacağına dair Churchill’i temin eden oğlu getirildi.

Suriye, Nazi Almanya’sına bağlı Vichy hükümetinin kontrolüne girince Churchill, General Charles de Gaulle’e bağlı Özgür Fransa Güçleri’yle Suriye’yi askerî olarak işgal operasyonu düzenledi. Şam’daki Vichy hükümeti devrildi ve Birleşik Krallık, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda ilk kez girdiği Suriye topraklarına 1941 yılında askerî yolla geri döndü. Churchill, Suriye’nin yönetimini De Gaulle’le paylaşmaya çalışmakla birlikte Suriye’deki ulusal harekete siyasi destek vererek Fransızları Şam’dan kovmak için sistematik ve açık bir şekilde çalışmaya başladı.

Kral Abdülaziz ve Kral Faruk’un ayarlamasıyla Şubat 1945’te Kahire’de Suriye Devlet Başkanı Şükrü el-Kuvvetli ile görüştü. Hitler’e karşı Müttefiklerle birlikte savaşa girmesi karşılığında Suriye, Nisan 1945’in sonunda ABD’nin San Francisco şehrinde düzenlenen Birleşmiş Milletler kuruluş konferansına davet edildi. De Gaulle, Suriye’nin davet edilmesini Churchill’in kendisine karşı haddi aşması ve İngilizlerin Fransa’nın Ortadoğu’daki nüfuz bölgelerine bariz bir saldırısı olarak gördü.

29 Mayıs 1945’te De Gaulle, Suriye başkentinin bombalanmasını emretti. Churchill de buna 1 Haziran 1945’teki ünlü uyarısıyla karşılık verdi ve saldırının durmasını, Fransa’nın, tam bağımsızlığının ilanına bir hazırlık olarak Suriye’den çekilmesini ve yirmi altı yıllık Fransız yönetimine son verilmesini talep etti.

Bazılarına göre Churchill, Fransızları Şam’ı bombalamaya ikna etti ve bunu Fransa’yı Suriye’den çıkarma bahanesi olarak kullandı. De Gaulle’e şöyle yazmıştı:

Özgür Fransa aleyhine herhangi bir ayrıcalık talep etmediğimizi ve Fransa’nın içinde bulunduğu zor durumu kendi çıkarımız için kullanma niyetinde olmadığımızı biliyorsunuz. Dolayısıyla Suriye’ye ve Lübnan’a bağımsızlık sözü verme kararınızı memnuniyetle karşılıyor ve bu sözü teminatımızın tüm ağırlığıyla desteklemenin önemini bir kez daha vurguluyorum.

* Bu çalışma Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden tercüme edilmiştir.



İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırılarında 212 gazeteci öldürüldü, 400'den fazlası yaralandı

Gazze Şeridi'nde İsrail güçleriyle yaşanan çatışmalar sırasında öldürülen Filistinli meslektaşları Yaser Murtaca'nın cenazesini taşıyan gazeteciler (DPA)
Gazze Şeridi'nde İsrail güçleriyle yaşanan çatışmalar sırasında öldürülen Filistinli meslektaşları Yaser Murtaca'nın cenazesini taşıyan gazeteciler (DPA)
TT

İsrail’in Gazze Şeridi’ne yönelik saldırılarında 212 gazeteci öldürüldü, 400'den fazlası yaralandı

Gazze Şeridi'nde İsrail güçleriyle yaşanan çatışmalar sırasında öldürülen Filistinli meslektaşları Yaser Murtaca'nın cenazesini taşıyan gazeteciler (DPA)
Gazze Şeridi'nde İsrail güçleriyle yaşanan çatışmalar sırasında öldürülen Filistinli meslektaşları Yaser Murtaca'nın cenazesini taşıyan gazeteciler (DPA)

Filistinli onlarca gazeteci, Dünya Basın Özgürlüğü Günü dolayısıyla bugün Gazze Şeridi'nin güneyindeki Han Yunus kentinde bulunan Nasır Tıp Kompleksi önünde bir araya geldi. Gazeteciler, İsrail saldırılarında öldürülen meslektaşlarının fotoğraflarını taşıdı.

Basın mensupları, Gazze Şeridi'nde İsrail ile Hamas arasındaki savaşı haberleştirmek için ağır bir bedel ödüyor.

Filistin resmi haber ajansı WAFA, İsrail'in Gazze Şeridi'ne yönelik savaşının başlangıcından bu yana 212 gazetecinin (bazıları evlerinde aileleriyle birlikte olmak üzere) öldürüldüğünü, 409'unun ise yaralandığını açıkladı. Yaralılardan bazıları kalıcı uzuv kaybı yaşadı, bazıları da felç geçirdi. Resmi kaynaklara göre İsrail güçleri 48 gazeteciyi de tutukladı.

Görsel kaldırıldı. Gazze Şeridi'ndeki gazeteciler, Dünya Basın Özgürlüğü Günü'nü kutlamak için toplandı. (WAFA)

Doğrudan hedef alınma

Şarku’l Avsat’ın Birleşmiş Milletler’in (BM) haber sitesi UN News'ten aktardığına göre Sami Şehade, Nisan 2024'te Gazze Şeridi'nin orta kesimindeki Nuseyrat'ta geçirdiği ağır bir yaralanmanın ardından bacağını kaybetti. Ancak o fotoğraf makinesini aldı ve Gazze Şeridi'ndeki trajik olayları belgelemek için sahaya döndü.

Engelinin kendisini çalışmaktan alıkoymasına izin vermeyen Şehade, “Tüm bu engellerle karşılaşsam bile foto muhabirliğini bırakmam mümkün değil” dedi.

Dünya Basın Özgürlüğü Günü her yıl 3 Mayıs'ta kutlanıyor ve medyanın hesap verebilirlik, adalet, eşitlik ve insan haklarını vurgulamadaki rolüne odaklanıyor.

Koltuk değneklerine yaslanan Şehade, mavi renkli basın yeleğini giyerek kamerasının arkasında durmuş, meslektaşlarıyla birlikte yıkıntıların arasında çalışıyordu.

Şehade, “Yaşanan tüm suçlara tanık oldum ve sonra bana karşı işlenen bir suça tanık olduğum an geldi... Ben bir saha gazetecisiydim, açık bir alanda kamera taşıyordum, beni gazeteci olarak tanımlayan bir kask ve yelek giyiyordum. Ama yine de doğrudan hedef alındım” ifadelerini kullandı.

Bu olay onun hayatında bir dönüm noktası oldu. Şehade durumunu şöyle açıkladı: “Daha önce kimsenin yardımına ihtiyacım yoktu ama şimdi var. Bu yeni gerçekliğin üstesinden gelme kararlılığına sahibim. İşte biz Gazze Şeridi'ndeki gazeteciler bu halde bile çalışmalıyız.”

Görsel kaldırıldı.Gazze Şeridi'ne düzenlenen İsrail saldırılarının birinde bacağını kaybeden Filistinli gazeteci Sami Şehade (UN News)

Sokaklarda çalışmak

Gazze Şeridi'nde yıkılmış bir binanın enkazı arasında bir meslektaşıyla birlikte çekim yapan gazeteci Muhammed Ebu Namus, “Dünya Dünya Basın Özgürlüğü Günü'nü kutlarken, Filistinli gazeteciler savaşta yıkılan işyerlerini hatırlıyor” dedi.

Ebu Namus sözlerini şöyle sürdürdü: “İşimizi yapmak için ihtiyacımız olan asgari şey elektrik ve internet, ancak birçok yerde yok. Bu yüzden internet sağlayan dükkanlara başvuruyoruz. Sokaklar artık bizim ofislerimiz.”

İsrail'in Gazze Şeridi'ni işgali sırasında Filistinli gazetecilerin hedef alındığına inandığını ifade eden Ebu Namus, medya çalışanlarının ‘ister Filistin'de ister dünyanın başka bir yerinde çalışsınlar’ korunması gerektiğini söyledi.

Görsel kaldırıldı.Filistinli gazeteci Muhammed Ebu Namus ve Gazze Şeridi'ndeki savaşı takip eden meslektaşı (UN News)

Kaldırımlarda kan var

Filistinli Gazeteciler Sendikası'nın çağrısıyla Dünya Basın Özgürlüğü Günü münasebetiyle düzenlenen mitinge, çeşitli yerel ve uluslararası kuruluşlardan gazeteciler ve medya profesyonellerinin yanı sıra aktivistler ve insan hakları savunucularından oluşan kalabalık bir grup katıldı.

WAFA'ya göre kalabalık, gazeteciler için uluslararası koruma ve Gazze Şeridi'nde medya çalışanlarına karşı işlenen suçlara sessiz kalma ve suç ortaklığı politikasına son verilmesini talep etti.

Filistinli Gazeteciler Sendikası Başkan Yardımcısı Tahsin el-Astal, “Dünyanın yok etmek istediği Filistin'in sesini ve gerçeği savunmak için mesleki araçlarını taşırken şehit edilen meslektaşlarımızın kanı halen kaldırımlarda ve yıkılan evlerdeyken bugünü anıyoruz. İşgalci İsrail’i bu suçlardan tamamen sorumlu tutuyor ve uluslararası kurumları katillerin hesap vermesi için ciddi adımlar atmaya çağırıyoruz. Ayrıca uluslararası medyayı da yanımızda durmaya ve katliam karşısında sessiz kalmamaya davet ediyoruz” ifadelerini kullandı.

El-Astal, hiçbir güvenlik garantisinin olmaması, basın kuruluşlarının tahrip edilmesi ve medya çalışanlarının en temel çalışma araçlarından mahrum bırakılması nedeniyle Gazze Şeridi'ndeki medya durumunun dünyadaki en tehlikeli durumlardan biri haline geldiğini belirtti.