Suudi Arabistan ve “Toplumsal İhya”

Suudi Arabistan ve “Toplumsal İhya”
TT

Suudi Arabistan ve “Toplumsal İhya”

Suudi Arabistan ve “Toplumsal İhya”

Heyle Abdullah Selim*

Arap dünyasının bazı kesimlerinde hâlâ yabancı işçilere veya genel olarak yabancılara karşı, ne hukuka ne de insanlığa sığan tutum ve davranışlara tanık olunuyor. Bu tutumların çoğu, kalıtsal; o kadar ki coğrafyamızdaki sosyal dokunun bir parçası haline geldiler.

Jamaika asıllı ABD’li sosyolog Orlando Patterson 1980’lı yıllarda yayımladığı “Kölelik ve Sosyal Ölüm” adlı kitabında kölelik kavramını ele almış ve köleliği, “en şiddetli tahakküm biçimlerinden biri ve efendi açısından tam güç, köle açısından tam acizlik” olarak tarif etmiştir. Kölelik, Patterson’ın “sosyal ölüm” dediği şeyle ilişkilendirilir. Çin, Roma, Afrika, Yunanistan, Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika gibi kölelik uygulamasının olduğu tüm medeniyetlerde bu kavram görüldü. Peki, “sosyal ölüm” nedir ve nasıl uygulanır?

Sosyal ölüm, köleleştirmenin birincil sürecidir. Tarihî olarak savaş esnasında esir, ölüme mahkûm edilmez ve köle olur, canının bağışlanması karşılığında da boyun eğen âciz bir köle olarak yaşamaya mecbur kalırdı. Ölümden muaf tutulur ancak onun yerine hem bedensel hem de ruhsal olarak “sosyal ölüm” denen şeye mahkûm olurdu.

Tarihte “köleler”, birtakım aşağılayıcı uygulamalar yoluyla kimliklerini kaybederlerdi. Sözgelimi isimleri değiştirilir, toplumsal durumlarına işaret etmek için damgalanırlar ve kafalarını tıraş etmek de dahil olmak üzere yeni imajlarını daha da pekiştiren belirli dış görünüm kurallarına uymaya zorlanırlardı.

Tüm bu eylemler, onları asıl kimliklerinden uzaklaştırır ve özgürlüğü ve bağımsızlığı elden kaçırmış olarak efendilerinin iradesine tam bağımlılıklarını sembolize eder. Sosyal ölümün psikolojik yanı, köleleştirilmiş bu kişinin toplumun bir üyesi olarak kabul edilmeme duygularının neticesinde iyice yerleşir. Bağımsız bir sosyal yapının varlığından mahrum edilir ve hatta efendisinin bir uzantısı olduğu için ona tam bir insan gözüyle bile bakılmaz ve daha geniş topluluğun saygı duyduğu hiçbir yetkisi veya konumu olmazdı.

“Sosyal ölüm, köleleştirmenin birincil sürecidir. Tarihî olarak savaş esnasında esir, ölüme mahkûm edilmez ve köle olur, canının bağışlanması karşılığında boyun eğen âciz bir köle olarak yaşamaya mecbur kalırdı. Ölümden muaf tutulur, ancak onun yerine hem bedensel hem de ruhsal olarak ‘sosyal ölüm’ denen şeye mahkûm olurdu”

Güç, köle-efendi ilişkisinde esaslı bir rol oynadı. Köle ticaretinde şiddet, genelde gerekli görülüyordu. Üstelik bu, bedensel şiddetle sınırlı kalmaz ve köleye düşük vaziyetlerini hatırlatmak için sembolik bir anlam da kazanırdı. Bedensel şiddet, psikolojik etkiler bırakmanın yanında aşamalı olarak kendini suçlama ve efendinin tam hâkimiyete sahip olduğunu kabullenme duyguları da aşılıyordu.

Eski Amerikalı kölelerle yapılan görüşmelere dayalı bilimsel çalışmaların sonuçlarında “Köle, layık olduğu efendiye kavuşur”, “O kadar kötüydüm ki kırbaçlanmam gerekiyordu” gibi ifadeler tekrarlanmıştır. Bunlar, kölelerin toplumdaki düşük konumları nedeniyle nezaket ve sempati beklemeye haklarının olmadığını telkin eden ve sosyal ölüme, yani bu küçük düşürücü uygulamalar sonucunda kimlik dönüşümüne yol açan yıkıcı zihinsel ve psikolojik etkilere sahip olan kabulün bu şekilde haklı çıkarıldığına işaret eder.

Ayrımcılığın ve dışlanmanın tohumları, siyasi, ekonomik ve toplumsal dönüşümlerle beslendiği için bu dönüşümler kimliklerine, milliyetlerine ve ırklarına göre çeşitlenen farklı etnik ve toplumsal grupların ortaya çıkmasına neden olur. Bu çeşitlilik, haliyle önemli noktaları harekete geçirir ve bazı grupları, kenarda kalmış diğer grupların onun altında yaşadığı merkezî gruplar olmaya iter. Toplumun ya da grubun gücü tarafından dayatılan bu egemenlik, benliği (şahsi kimliği) varoluşsal bir krize sokar ve onu, kendisini tanımlayan ve silinmemek için belirgin özelliklerini çizen bir konum için sürekli bir arayışa sevk eder. Örnek olarak siyah tenli kişileri ele alacak olursak siyahilerin tarihi, bu ırkın mensuplarına sürekli olarak aşağılanma, küçük düşürülme ve güç merkezlerinden ve hatta onurlu yaşamdan uzak tutulma duygularını kazımaya devam ediyor. Bu, iş için Amerika’dan gelen ve eğitim alanında doktora yapmış biri tarafından açıkça ifade edilmişti. Bu kişi kimliğini göstermesine rağmen bir kadın çalışan, idari sebeplerle onun resmî bir konuta girmesine izin vermemiş. Gördüğü muameleden ötürü üzgün olduğumu belirttiğimde bana, “Aldırma, ben görünmezim. Ben kırk yıldır, yani doğduğumdan beri bu görünmezlik âleminde yaşamaya alıştım” demişti. Bu örtük ve açık uzaklaştırmalar, şahsi kimlik düğümü oluşturarak kişiyi bitimsiz bir kimlik arayışı içinde yaşatıyor.

Aslında Arap toplumlarımızda etnik önyargı ya da ayrımcılık süreçleri, belirgin toplumsal olgular olarak kabul edilmediği için bu muğlak “sosyal ölüm” kavramı üzerinde durmak gerekiyordu. Bu bağlamda sözleşme sistemini yeniden yapılandırma hevesiyle, kalkınma ve ilerleme yolculuğunda iyi bir örneklik oluşturan Suudi Arabistan Krallığı tecrübesinden bahsetmek lazım. Boston Danışma Grubu tarafından yakın zamanda yayınlanan ve ülkelerin yenilikçiliği, üretkenliği ve bu yeteneklerin toplum tarafından kabulünü teşvik etmek üzere etkili çerçeveler yoluyla iş için küresel yetenekleri çekme başarısını ölçen Küresel Yetenek Göçü Endeksi’ne göre Suudi Arabistan, bu göstergede en başarılı elli ülke arasına girerek ileri bir küresel konum işgal etti.

Suudi Arabistan’da ‘sosyal ölüm’ kavramının yaygınlaşması yerine bireylerin ve toplulukların ortak çalışmasının, ister yerel toplumdan ister dışarıdan olsun etkili iş enerjilerinin ‘toplumsal ihyasına’ yol açtığını görüyoruz

Küresel Yetenek Göçü Endeksi’nde (GTMix) üst sıralarda yer alan ülkeler, göçmen işçileri kabule daha meyilli. Beş yılda bir yapılan ve dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 90’ını oluşturan yaklaşık 100 ülkenin toplumsal, siyasi, ekonomik, dinî ve kültürel değerlerini içeren Küresel Değerler Yoklamasına verilen yanıtlar, farklı ülkelerden insanların işler kısıtlıyken istihdamda yerel işçilerin göçmenlere öncelenmesi gerektiğine ne ölçüde inandıklarını ortaya koydu. Bu yanıtlar Küresel Yetenek Göçü Endeksi’nin sıralamalarıyla karşılaştırıldığında bu endekste yüksek derecelere sahip ülkelerdeki insanların bu düşünceye daha az ölçüde katıldığını görüyoruz. Bu, dayanışma içerisindeki bir toplumda herkese onurlu yaşam imkânı veren sağlıklı toplumsal bütünleşmenin sonuçlarını etkiliyor. Suudi Arabistan’da “sosyal ölüm” kavramının yaygınlaşması yerine, bireylerin ve toplulukların ortak çalışmasının ister yerel toplumdan ister dışarıdan olsun, etkili iş enerjilerinin “toplumsal ihyasına” yol açtığını görüyoruz.

* Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al-Majalla dergisinden tercüme edilmiştir.



Kırılgan barış ve silahlı çatışmalar

Yahudiler, siyasi çatışmayı Arap bölgesinin daha önce hiç olmadığı kadar acısını çektiği bir medeniyet ve kültür düşmanlığına dönüştürmeyi başardılar (AFP)
Yahudiler, siyasi çatışmayı Arap bölgesinin daha önce hiç olmadığı kadar acısını çektiği bir medeniyet ve kültür düşmanlığına dönüştürmeyi başardılar (AFP)
TT

Kırılgan barış ve silahlı çatışmalar

Yahudiler, siyasi çatışmayı Arap bölgesinin daha önce hiç olmadığı kadar acısını çektiği bir medeniyet ve kültür düşmanlığına dönüştürmeyi başardılar (AFP)
Yahudiler, siyasi çatışmayı Arap bölgesinin daha önce hiç olmadığı kadar acısını çektiği bir medeniyet ve kültür düşmanlığına dönüştürmeyi başardılar (AFP)

Mustafa Feki

Uluslararası çatışmalar bölgesel ve küresel olmak üzere iki türlüdür. Bölgesel olanlar belirli bir bölge veya alanın kendisiyle sınırlı olan ve çoğunlukla ortak sınırlar veya gasp edilen topraklarla ilgili olan çatışmalardır. Bu çatışma türü, günümüz uluslararası ilişkilerde en sık karşılaşılan durumdur.  Dahası Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, komşu ülkeler arasında bir tarafın diğer tarafın haklarını gasp etme konusundaki ateşli eğiliminin eşlik ettiği doğrudan çatışmaların bir sonucu olarak patlak verdiler. Başlıca küresel çatışmalar ise siyasi ideolojiler, farklı kültürler ve yeni fikirler ile ilgili olanlardır.

Küresel savaşlar ilk bakışta sınırlı gibi görünse de geniş eğilimler ile ilişkilendirildiğinde işler farklılaşır ve muzaffer bir yaşam ile ölümcül yenilgi arasındaki seçime bağlanması zorunlu hale gelir. Dolayısıyla bölgesel anlaşmazlıkların sınır meselesi, küresel çatışmaların ise varoluş meselesi olduğunu büyük bir güvenle söyleyebiliriz. Bu yeni bir konu değil. Rusya ile Ukrayna arasındaki mevcut silahlı çatışmayı ele alırsak, bunun, her iki tarafın da karadaki bölgeler, deniz yolları veya tarihi şehirler üzerinde kendi haklarını öne çıkarmaya çalıştığı bir anlaşmazlık olduğunu keşfederiz.

Bu noktada müzakere masasının olup bitenleri büyük ölçüde kontrol ettiğini kabul etmeliyiz. Belirli bir bölgede komşu ülkeler arasında patlak veren çatışmalar arasında, tarih ve coğrafyanın kaderinde belirleyici rol oynamadığı bir çatışma yoktur. Arap-İsrail çatışması şahsen bana her iki türden çatışmanın göstergelerini içeren benzersiz bir çatışma türü gibi görünüyor. Zira Siyonistlerin Arap topraklarını ele geçirmesi, Batı'nın Doğu'ya yönelik tarihi hırslarının bir parçasıdır. Dahası, Avrupa krallıklarının Filistin ve Büyük Maşrık’taki (Levant) kutsal yerleri fethetmek için birbirini izleyen askeri seferlerle bir araya geldiği Orta Çağ maceralarının bir uzantısıdır. Bu seferler, Araplar ve Müslümanlar çalınan topraklarını geri alana ve görünürde Haçı bir sembol olarak kullanan ama esas hedefleri her şeyden önce sömürgecilik olan Frenklerin hırslarının üstesinden gelene kadar onlarca yıl devam etti.

Arap ve İslam hafızası, yukarıda da belirttiğimiz gibi hiçbir zaman sınır meselesi olmayıp her zaman bir varoluş meselesi olan Arap-İsrail çatışmasının kadim köklerini hâlâ hatırlamaktadır. Burada bu makale marjında bazı gözlemleri kaydetmek istiyorum. Bunların en öne çıkanları şunlardır:

Birincisi, Doğu ve özellikle Ortadoğu, üç semavi dinin doğduğu yerdir ve kökleri dünyanın bu bölgesine dayanan İbrahimi dinlerin buluşma yeridir. Dolayısıyla büyüsü, kültürü ve mitleriyle aynı Doğu, Batı Asya ve Kuzey Afrika bölgesini düşünürken, Batı'nın hayal gücünün büyük bir bölümünü oluşturmuştur. Batı'nın başlangıçta Doğu'ya borçlu olduğunu ama sonunda tüm bedeli Doğu'nun ödediğini hep hatırlatıyoruz!

İkincisi, antisemitizm olgusu, Siyonist iddiaları veya İsrail'in emellerini reddederek sesini yükselten herkese karşıt duyguları pekiştirmeyi amaçlayan uydurma bir meseleye yeni bir katkıdır. Antisemitizm, Avrupalıların Yahudilere yönelik zulmünün konuşulmasıyla başladı ve Yahudi meselesi özellikle Almanların, Avrupalı ​​Yahudi yurttaşlarını Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndaki yenilgisinin arkasında olmakla suçlamaları ile gün yüzüne çıktı. Üçüncü Reich, Nazi sloganlarını, Yahudileri doğrudan Aryan ırkına düşmanlık ile suçlayan yeni bir kavrama dayandırdı. Almanya, İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken Yahudilere karşı gittikçe büyüyen bu duyguyu, Yahudilere yönelik soykırıma varan bir kınama süreci yürütmek için kullandı. Biz bunu inkâr etmiyoruz ama biz bu eylemlere katılmadık ve ne uzaktan ne de yakından taraf olmadık. Hal böyle iken neden bunun vergisini masum Filistinliler ödüyor? Hiçbir aklı başında insan bunu kabul etmez ve buna razı olmaz.

Filistin halkının trajedisi, Avrupa halklarının isterlerse Yahudilere ödemeleri gereken ertelenmiş bir faturadır. Ancak bu hiçbir zaman bir Arap faturası olmamıştır. Gelgelelim İngiltere ve müttefikleri geçen yüzyılın başında meseleyi Araplara yönelik yoğun bir düşmanlığa çevirmeyi başardılar. Yahudilere yönelik düşmanlıktan "antisemitizm" adını verdikleri düşmanlığa geçiş yaparak Araplara yönelik suçlamaları tırmandırmakta muvaffak oldular. Arapların da Nuh'un oğlu Sam'in torunları olduklarını, yani aynı zamanda Sami olduklarını unutmuş gibi göründüler. Geçen yüzyılın başından beri İslam'ı kötü göstermeyi, kartları karıştırmayı, çerçevesini İslamofobi terimi ile özetleyebileceğimiz kötü niyetli fikirler üretmeyi amaçlayan Yahudi medya endüstrisinin yeteneği sayesinde bunu başardılar. Aynı endüstri, toplumsal duygu çerçevesinde enjekte edilen yeni fikirlerin yerleşmesini de sağladı.

Yahudiler, siyasi çatışmayı, Arap bölgesinin daha önce hiç olmadığı kadar acısını çektiği bir medeniyet ve kültür düşmanlığına dönüştürmeyi başardılar. 7 Ekim 2023'ten bugüne kadar yaşananların, işgal altındaki Filistin topraklarında zorla göç ettirme politikasını uygulayan, halkının haklarını gasp eden, dahası Batılı ve Doğulu zihinlere çarpık fikirler yerleştirmeyi başaran Siyonist hareketin gizli intikam ruhunun gerçek bir ifadesi olduğunu iddia ediyorum. Bu fikirler, 19. yüzyıldan bu yana Siyonist hareketin büyük babalarının gönüllerini okşayan hayalleri gerçekleştirmek için sahada var olmaya devam etmesi, sahip olmadığı bir şeyde iddia ettiği hakkı savunma amacıyla nedenler yaratması için gerekçesi olacaktı. Hatta Abdunnasır, eski ABD başkanı John F. Kennedy'ye yazdığı ünlü mektubunda, İngiliz bakanın Balfour Deklarasyonu'nu "sahip olmayanların, hak etmeyenlere verilen bir sözü" olarak tanımlamıştı.

Üçüncüsü, Siyonist hareket, Filistin'i kutsal sloganlar altında işgal etmek için Avrupa toplumlarından gelen göçmenler ile Araplar arasındaki bariz eşitsizliği, onlarla Araplar arasındaki kültürel eşitsizliği öne çıkarmakta kullandı. Uzun yıllar boyunca Arapların serveti ve zenginlikleri vardı ama teknolojileri yoktu. Daha sonra işler ve koşullar değişti, Arapların çağdaş uluslararası toplumda önemli bir rolleri oldu ve yabancı güçlerle her yönde iletişim köprüleri kurabildiler. Bunun da ötesinde Araplar teknolojiye karşı çıkmadılar ve dönemin bilimlerine yabancı kalmadılar, tam tersine, onlarla bağlarını güçlendirdiler, bu alanda başarılar kaydettiler. Dolayısıyla çatışma, herkes için aşikâr olan bir tür medeniyet çatışmasına dönüştü.

En büyük Arap ülkesi, engelleri yıkmak ve Araplar ile İsrail arasındaki barış projesine katılmak için inisiyatif aldığında, bu adım başlangıçta İsrail'in coşkusu, Arapların ise ihtiyatı ile karşılandı. Ancak daha sonra bu, İsraillileri tarihin daha önce tanık olmadığı katliamların, çocukları öldürmenin, sivilleri korkutmanın, kan dökmenin, kadınları ve yaşlıları hedef almanın, liderlere suikast düzenlemenin, insanlara ve yapılara karşı benzeri görülmemiş saldırıların gölgesinde bölgeyi yutmayı, halkının zenginliklerini ele geçirmeyi düşünmeye çağıran, öznel motivasyonlara dönüştü.

Gazze halkına ve aslında genel olarak Filistin topraklarına atılan füze ve bombaların miktarı, neredeyse İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa şehirlerine atılanlarla karşılaştırılabilecek düzeydedir. Dünya bunları izliyor ve sözlü açıklamalarla, nazik ifadelerle yetiniyor, ancak uluslararası düzeyde durumun çok değiştiğini inkâr etmiyoruz. Bir sınır anlaşmazlığı değil, varoluşsal çatışma gibi görünen bu uzun ve kronik çatışmaya radikal çözüm bulunmasının gerekliliği konusunda derin bir duygunun oluştuğuna kuşku yok.

Bu, taraflardan birinin, yani İsrail tarafının niyetinin hiçbir zaman samimi olmaması nedeniyle kırılgan barışı silahlı çatışmaya dönüştüren mevcut koşulların doğrudan okumasıdır. Dahası, gerçekleşmesini ve var olmasını istediğiniz sonuçlara ulaşmak için mevcut koşulların etrafında bir tür dönüp dolaşmadır. Günümüz dünyasında ve teknolojik özellikle de silah endüstrisindeki gelişmelerin ışığında, silahlı çatışmaların, başlayıp bitirilebilecek bir piknik olmadığına inanıyoruz. Savaş, kazananın ya da kaybedenin olmadığı insanlık trajedisinin bir zirvesidir. Savaşan ülkelerin hepsi bir kaybedendir, savaşta zafer ya da yenilgi yoktur. Mesele tamamıyla imha, yıkım, kaybolma, yeni nesillere yönelik saldırı, gençlerin ideallerini yıkma, bir tarafın niyeti ne kadar samimi olursa olsun, geleceğe giden yol hakkında şüpheler ekmektir. Arap toprakları üzerindeki yabancı kontrolü ve kaygı eken, korku yayan, tüm kutsallara saldıran işgalci bir ordunun temsil ettiği sorun ise her zaman olduğu gibi askıda beklemeye devam etmektedir.

Açıkça söyleyeyim; silahlı çatışma, tüm tarafların tam inancı üzerine inşa edilmemiş kırılgan bir barışın doğal sonucudur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.