Meşru Yönetim'in yaşadığı yıpranma durdurulabilir mi?

İmajını iyileştirmenin başlangıç ​​noktasıyla ilgili tüm tartışmalar Aden'de başlıyor ve anahtarlarını Güney Geçiş Konseyi elinde tutuyor.

Aden ve Taiz'in istikrarı hayati bir giriş noktası ve Meşruiyet’in yaşadığı yıpranmayı durdurmanın tek yolunu oluşturuyor (AFP)
Aden ve Taiz'in istikrarı hayati bir giriş noktası ve Meşruiyet’in yaşadığı yıpranmayı durdurmanın tek yolunu oluşturuyor (AFP)
TT

Meşru Yönetim'in yaşadığı yıpranma durdurulabilir mi?

Aden ve Taiz'in istikrarı hayati bir giriş noktası ve Meşruiyet’in yaşadığı yıpranmayı durdurmanın tek yolunu oluşturuyor (AFP)
Aden ve Taiz'in istikrarı hayati bir giriş noktası ve Meşruiyet’in yaşadığı yıpranmayı durdurmanın tek yolunu oluşturuyor (AFP)

Mustafa Numan

Meşru Yönetim, “devleti geri alma” ifadesiyle özetlediği hedefe ulaşmak için çeşitli kurumlarının gösterdiği çabadan 2015 yılından bu yana yorulmadan bahsediyor. Ne var ki bu ifade hayal kırıklığı kaynağı haline geldi çünkü vatandaşlar performansının ciddi, eylemlerinde ve sürekli vatandaşlar arasında olma sözünde dürüst olduğunu hissetmiyor.

Koşulların kötüleşmesi ve eksikliklerin giderilmesinde yavaşlık, karmaşa ve kafa karışıklığının yaşandığı bir döneme yol açtı. Bununla birlikte ülkenin 21 Eylül 2014'ten beri içinde yaşadığı labirentten çıkması için güvenli ve uygulanabilir yolları belirlemek konusunda herkes pusulasını kaybetti. Neredeyse karşılaşan her iki Yemenli selamlaşmadan sonra birbirlerine artık sıkıcı hale gelen “çözüm nedir?” sorusunu soruyorlar.

Elbette hiç kimsenin bu can sıkıcı soruyu cevaplayabilecek bir denklemi yok. Belki çoğunluk tarafından kabul edilen bir formüle ulaşmak, Meşruiyet’in yaşadığı yıpranmanın durdurulmasına katkıda bulunabilir. Bu hedefe ulaşmak, Meşru Yönetim'in tahmin edilenden daha düşük seviyeleri gören güvenilirliğindeki gerilemeyi durduracak birçok adım atmasını gerektiriyor. Bu gerilemenin kaçınılmaz olarak ciddi anlamda bir çözüm arayışına teşvik etmesi bekleniyor.

Husilerin kendisini 21 Ocak 2015'te Sana'daki evinde ev hapsine tabi tuttuğu Cumhurbaşkanı Abdurabbu Mansur el-Hadi, 20 Şubat 2015'te Aden'e gelebildi. Buradan Aden'i Yemen Cumhuriyeti'nin geçici başkenti deklare ederek, devleti geri almayı ve Maran’a Yemen Cumhuriyeti bayrağını çekmeyi, başında bulunduğu otoritenin iki hedefi olarak belirledi.

22 Temmuz 2015'te Husi milisleri Aden'den çıkarıldılar. Bunun üzerine insanlar Meşruiyet’in kendisini yapılarını organize etmeye, Aden'de yaşamaya, hizmetleri ve güvenliği yeniden sağlamaya ve savaş tarafından yerle bir olanları yeniden inşa etmeye adayacağını umuyordu. Ama bunların hiçbiri olmadı. Güvenlik servislerini tek bir liderlik altında birleştirmeye odaklanmak yerine, onları kontrol eden liderler çoğaldı ve insanlar artık sahneyi kimin yönettiğini ve kontrol ettiğini bilmiyorlar.

Hayal kırıklığı yaratan koşullar, kurumların çöküşü ve Aden'in Husilere karşı savaşın yürütüleceği geçici başkent konumunun sağlamlaştırılmasına yönelik tüm adımların yaşadığı tökezlemenin gölgesinde, Güney Geçiş Konseyi ortaya çıktı ve güneyin bağımsızlığının deklare edilmesini talep etti. Böylece Yemenlilerin önünde birbiriyle çatışan, biri ayrılmaya çalışan, diğeri ise direnen ve ona karşı çıkan iki proje oldu. Meşru Yönetim'in oluşumundaki bu yapısal kusuru gidermek için 5 Kasım 2019'da Riyad Anlaşması olarak bilinen anlaşmaya varıldı. Buna göre Geçiş Konseyi hükümetin tam ortağı oldu. İyimserler bu olayın, safları sıklaştırmanın ve “devleti geri alma” ve “bayrağı dikme” yönünde pusulayı düzeltmenin başlangıcı olduğunu düşündüler. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı.

Meşru Yönetim'in imajını iyileştirmenin başlangıç ​​noktasına dair tüm tartışmalar Aden'de başlıyor ve anahtarlarını Geçiş Konseyi elinde tutuyor. Konsey, hükümeti başarısızlıkla, yolsuzlukla ve hizmet sunamamakla suçluyor. Ama aynı zamanda temsilcilerinin “yozlaşmış ve beceriksiz” olarak tanımladığı hükümette kalmaya devam etmesini sağlamaya gayret ediyor. Bu suçlama konusunda kamuoyu onunla aynı fikirde ve sahadaki gerçekler de onu destekliyor.

Meşru Yönetim'in yıpranmasına neden olan bir konu daha var, o da üyelerinin yönelimlerinin uyumundan bahsetmenin zor olduğu Cumhurbaşkanlığı Liderlik Konseyi'nin zayıf performansıdır. Bu üyelerin sorumlu olduğu bir hata değil çünkü onlar üye olmak istemediler ve Cumhurbaşkanı Hadi'nin konseyi kurma ve ona tüm anayasal yetkilerini kendisine verme kararına diğer vatandaşlar gibi şaşırdılar. Bu da Konsey’in aşamanın gerektirdiği etkinliği göstermede açıkça aciz kalmasına neden olan ikinci bir noktadır. Bu çıkmazdan çıkmak için üyelerin her türlü kişisel çıkarlarından uzakta ciddi bir şekilde çıkış yolu aranmalı. Burada, bazı üyelerinin katılımına rağmen Geçiş Konseyi'nin yanı sıra Yemen’in yeniden iki bölgeye veya iki parçaya ayrılması yönündeki siyasi eğilimlerini destekleyen Sosyalist Parti bloğunun Aden'de toplanmasını engellediği Temsilciler Meclisi için bir rol düşünebilir.

Aden ve Taiz'in istikrarının hayati bir giriş noktası ve Meşru Yönetim'in yaşadığı yıpranmayı ve vatandaşların ondan uzaklaşmasını durdurmanın tek yolunu oluşturduğunu görüyor ve tekrarlıyorum. Ülke, artık insanları etrafında toplayamayan meşru otoritenin gözünden uzaktaki güçlerin hakimiyetindeki küçük birimlere ayrılıyor. Meşruiyet vatandaşları kaybediyor ve bunun ilk nedeni, olgun bir proje sunamaması, ikinci nedeniyse onların kaygılarından uzak olması, kendi içinde uyumlu olmaması, birleştirici bir ulusal anlatıdan yoksun olması.

Ortam kasvetli görünüyor ve daha iyiye doğru bir iyileşmeyi müjdelemiyor, bu da daha fazla bölünme ve parçalanmanın göstergesidir. Bu karamsarlık değil, çünkü siyaset hava durumu gibi anlık bir olay değildir. İnişleri ve çıkışları olsa da duygusal eylemlere, kaprislere, inatçılığa tahammül edemez. Aldatmadan veya akıllıymış gibi davranmadan, gerçekler ve dengelerle ele alınmalıdır.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Indpendent Arabia’dan çevrilmiştir.



ABD’nin Gazze’deki savaşı sona erdirmeye yönelik mesajları yeterli değil

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda konuşurken, 17 Ocak 2024 (AFP)
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda konuşurken, 17 Ocak 2024 (AFP)
TT

ABD’nin Gazze’deki savaşı sona erdirmeye yönelik mesajları yeterli değil

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda konuşurken, 17 Ocak 2024 (AFP)
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda konuşurken, 17 Ocak 2024 (AFP)

Nebil Fehmi

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken geçtiğimiz günlerde Türkiye ve Yunanistan ile ilgili olarak Akdeniz, Levant Bölgesi ve Libya'nın güvenliği de dahil olmak üzere çeşitli konuların ele alınması amacıyla Türkiye ve Yunanistan’ı ziyaret etti. Bu iki ülkede gerçekleştirdiği görüşmelerin ardından ABD’nin önceliği olan Gazze’deki savaşın diğer alanlara, özellikle Mısır ve Ürdün gibi İsrail'e komşu ülkelere sıçramasını ya da Lübnan ve Suriye'de İran'la gerilimin tırmanmasını önlenmesi amacıyla Ürdün, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Katar, Mısır, Batı Şeria ve İsrail'i ziyaret etti. Ayrıca Kızıldeniz'in güvenliği de son dönemde İran'la ilişkilerini yeniden kuran ve Arap Birliği’nin dönem başkanlığını yapan Suudi Arabistan için büyük bir endişe kaynağı haline geldi.

ABD’nin, Mısır ve Ürdün'ün İsrail'le yapılan barış anlaşmalarına bağlı kalacaklarına dair inancı ve güveni tam olsa da İsrail hükümetinin bazı üyelerinin aşırılıkçı tutumlarının ve Filistinlilerin zorla yerinden edilmesi yönündeki çağrılarının, Mısır ve Ürdün ile İsrail arasındaki anlaşmaları tehlikeye sokacağından endişe ediyor. Zira Mısır ve Ürdün, ulusal güvenliklerinden taviz vermenin kendileri için bir dönüm noktası ve kırmızı çizgi olduğunu açıkladılar. Öyle ki Ürdün Dışişleri Bakanı Eymen Safadi, böyle bir tavizin barış anlaşmasının içeriğini boşaltacağını ifade etti. Bu yüzden ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Ortadoğu turu sırasında ülkesinin Filistinlilerin zorla yerinden edilmesine karşı olduğunu bir kez daha yineledi ve güvenli koşullar oluştuğunda Gazze'deki Filistinlilerin evlerine dönmeleri gerektiğini vurguladı.

Öte yandan zorla yerinden edilenlerin (Mısır ile Gazze Şeridi arasındaki) Refah Sınır Kapısı yakınlarına yığılması ve İsrail ordusunun Philadelphia (Selahaddin) Ekseni’nde askeri operasyonlar düzenlemesinin Mısır için özel bir endişe kaynağı oluşturduğunu söylemeye gerek yok. Mısır, sınır güvenliğiyle ilgili prosedürlerin herhangi bir şekilde ihlal edilmesinin ulusal güvenliğine karşı tehdit oluşturacağı konusunda bir kez daha uyarıda bulundu.

ABD’nin İsrail'le önceliklerinin ikinci sırasında İsrail'in askeri operasyonlarının kapsamını genişletme yöntemi konusunda bir anlaşmaya varmaya çalışmak yer alıyordu. Böylece bir yandan Hamas Hareketi üzerinde etkili olmaya ve baskı yapmaya devam ederken, diğer yandan dünyanın çeşitli yerlerinde kamuoyunu meşgul eden Filistinli siviller arasındaki insani ve maddi kayıp oranlarını da azaltmayı planlıyordu. İsrail, 7 Ekim’deki olaylardan sonra dostlarının kendisine olan sempatisini kaybetti. Ayrıca Tel Aviv ve Washington'a yönelik ciddi eleştirilere yol açtı. Genel olarak İsrail'i destekleyen Batılı ülkeler arasındaki fikir birliği bozuldu.

Arap ülkeleriyle olan temaslarda ikinci öncelik olarak ise İsrail'in rehineler serbest bırakılmadan siyasi olarak hareket etmeyeceği, askeri operasyonlarını durdurmayacağı ya da bu operasyonları radikal bir şekilde azaltmayacağı göz önüne alındığında Gazze'deki İsrailli rehinelerin ve bununla bağlantılı olarak İsrail hapishanelerindeki Filistinli tutsakların serbest bırakılması konusunda bir anlaşmaya varılması konusu geliyor. Son olayların başlangıcından bu yana aktif arabuluculuk yapan Mısır ve Katar ile yapılan görüşmelerde bu konuya özel bir ilgi gösterilmesi gayet doğal bir durum.

ABD, bir yandan rehinelerin serbest bırakılması için çabalarken diğer yandan İsrail'den gelen artan talepler çerçevesinde olduğu kadar tanık olduğumuz ölüm ve yıkımların ardından yarı normal koşullara dönmeye çalışmak için idari, insani ve mali konularda bazılarının ileride Gazze Şeridi’nin yönetimine katılması umuduyla ateşkes sonrası Gazze’nin yönetimi ve Hamas’a nasıl muamele edileceğiyle ilgili Arap ülkeleriyle uzlaşmaya ve onların nabzını ölçmeye çalışıyor.

Geçtiğimiz haftalarda araştırma merkezleri aracılığıyla ABD ve Batı ülkelerinde İsrail'in askeri operasyonlarının sona ermesi sonrasına ilişkin çeşitli önerilerin tartışıldığı resmi ve gayri resmi konferanslar düzenlendi. Bazılarına davet edildim. Ancak önceliğin ateşkes olması gerektiği ve sorunun kökeninin işgal olduğu göz ardı edildiği için uygun görmediğimden katılım göstermedim. Bu tür davetler almaya devam ediyorum.

Öte yandan İsrail Savunma Bakanı Yoav Galant, İsrail'in Gazze Şeridi üzerindeki güvenlik kontrolünün devam etmesini öngören, gerektiğinde tek taraflı müdahale hakkını güvence altına alan ve Filistinlilerin Gazze Şeridi’nin yönetimine sınırlı katılımının yanı sıra doğrudan komşu ülke olarak Mısır başta olmak üzere Arap ülkelerine yönelik önemli sorumluluklara işaret edilen fikirlerini açıkladı. Bu fikirler, aşırı sağcı hareketlerin tepkisini çekti. Çünkü söz konusu fikirleri, İsrail hükümetinin güvenliği sağlamadığı tavizleri olarak gördüler. Diğer taraftan İsrail'in Gazze'de kontrolü yeniden ele geçirmesini reddeden Araplar da fikirlerden duydukları memnuniyetsizliği dile getirdiler.

İsrail, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in ziyaretinden birkaç gün önce, Beyrut'un Hizbullah’ın kontrolündeki bir banliyösünde Hamas’ın önde gelen liderlerinden Salih el-Aruri'ye suikast düzenledi. Bunun yanından Blinken, Ortadoğu turu sırasında Hizbullah liderlerinden birinin öldürüldüğünü duyurdu. Bu gelişmeler, bölgesel gerilimi artırırken ABD Dışişleri Bakanı'nın görevini zorlaştırdı. Bu da Mısır ve Katar ile Gazze’deki İsrailli rehinelerin ve İsrail hapishanelerindeki Filistinli tutsakların serbest bırakılmasıyla ilgili arabuluculuk çabalarının geçici olarak sekteye uğramasına neden oldu.

İsrail'in bu suikastları öncelikle içerideki siyasi kaygılarla İsrail kamuoyuna kendini kanıtlamak ve özellikle Gazze Şeridi'ndeki durum henüz kendi lehine çözülmediğinden 7 Ekim şokundan sonra bölgesel olarak güçlerin ve İsrail'in demir yumruğunun prestijini yeniden tesis etmek amacıyla gerçekleştirdiğine inanıyorum.

Ayrıca İsrail'in bu gerilimi tırmandıran adımı, gerekirse bölgedeki tarafların tepkisinin kontrol altına alınabileceği ve buna tahammül edebileceği inancıyla attığına ve bu kontrollü tırmanışın kendisine hizmet ettiğine inanıyorum. Aynı şekilde bu da bölgeyi tehdit ettiğini gösteriyor. Böylece ABD’den aldığı maddi, askeri ve siyasi desteğin sürmesini garanti altına alınmasının yanı sıra Gazze Şeridi'nde tam bir ateşkes sağlanması yönünde artan uluslararası baskıya karşı koymak için bazı Batılı ülkelerin desteğini almaya devam etmesini kolaylaştırıyor.

Nüfusun yüzde 65'ini gençlerin oluşturduğu bölge halklarının meşru özlemlerine, adalete, hukuka saygıya, üretim ve dağıtımda ekonomik sistemlerin etkinliğine dayalı bir barışa ve refaha ulaşmak için bölgenin insani ve maddi kaynaklarının beklediği daha iyi ve güvenli bir gelecek inşa etme çabalarını kolaylaştıracak tam ve kapsamlı bir Arap-İsrail barışına ulaşmanın önemli olduğuna inanıyorum. Güçlünün ihlalleri ve bunların yansımaları yerine yasanın gücüne ve onun felsefesine saygı gösterilmeden hiçbir şey başarılamaz ve istikrara kavuşturulamaz.

Bunu vurguluyorum çünkü ABD’nin şu anki çabalarının, siyasi gerçekçiliğin Arapları yalnızca 7 Ekim olaylarından kaynaklanan İsrail güvenlik ihtiyaçlarını kabul etmeye zorlaması gerektiği yönündeki zayıf ve yetersiz argümana dayandığını hissediyorum. Filistinlilerin 70 yılı aşkın süredir çalınan hakları göz ardı edilirken İsrail, Gazze halkının maruz kaldığı trajik olaylardaki sorumluluklarından muaf tutuluyor. Bundan dolayı ABD’nin tüm önerileri, İsrail’in güvenlik kaygılarını gidermeye yönelik teknik ve operasyonel düzenlemelere odaklandı ve İsrail'in siyasi yapısını dikkate aldı. Filistin'in durumu yalnızca insani açıdan ele alınsa da bu en azından kısmi bir iyileştirmeye yardımcı olabilecek önemli bir açı, fakat yine de yaranın tamamen yahut geçici olarak iyileşmesini sağlamayacak. Karşılıklı şiddet olaylarının yeniden başlaması kaçınılmaz olacak.

İsrail'in güvenliğinin ve istikrarının güç kullanımına değil, siyasi sorunların çözümüne bağlı olduğuna inanması, mevcut krizden çıkmanın ilk adımı. Şiddetin hem savaşanlara hem de sivillere karşı şiddeti doğurduğuna şüphe yok. Bu durum, 7 Ekim öncesinde de 7 Ekim sırasında da sonrasında da böyleydi.

Arap ülkeleri, İsrail’in ateşkes çağrılarını her seferinde kulak arkası etmesi ve masum insanları öldürüp kalanların hayatlarını mahvetmeye devam etmesi karşısında Riyad Zirvesi’nden çıkan nihai bildirisini somut adımlar ve uygulamalarla takip etmeli. Filistinliler de yalnızca kendi ulusal kimlikleri etrafında toplanmalı ve düşmanlarının eliyle ya da dostlarının kaygısıyla çözülmeyecek olan yürüyüşlerine öncülük etmek için inisiyatif almalılar. ABD ise politikalarının ve çifte standartlarının genel olarak uluslararası güvenilirliğine ve bölgedeki rolü ve statüsüne yansımalarını dikkatle değerlendirmeli.

Arap ülkeleri olarak adalete ve hukuka bağlı kalarak, çağrıları eyleme dönüştürerek, ateşkes için destek toplayarak, İsrail'i uluslararası ve insancıl hukuku ihlal eden eylemlerinden sorumlu tutmak için siyasi, hukuki ve toplumsal çabalarımızı yeniden başlatarak tüm taraflara, hatta birbirimize açık ve net bir şekilde hitap etmeliyiz.

Bu krizden çıkmanın ve yeniden yaşanmasını önlemenin en iyi yolunun, meseleye siyasi bir çözüm bulmayı amaçlayan kapsamlı bir plan çerçevesinde krizin ciddiyetini hafifletmeye yönelik acil adımlar atılması yani, aşağıdaki çözüm önerileriyle sorunun yalnızca semptomlarının değil, kökeninin de ele alındığı bir anlaşmanın benimsenmesi olduğuna inanıyorum.

Söz konusu prosedürleri şöyle sıralayabiliriz:

1- Gazze'de derhal tam ve kapsamlı bir ateşkes ilan edilmeli ve İsrail güçleri Gazze Şeridi'nden çekilmeli.

2- Filistinli tutsaklar karşılığında İsrailli rehineler serbest bırakılmalı.

3- Filistinli nitelikli kadrolar yetiştirilene kadar uluslararası bir güç tarafından denetlenmek şartıyla, iki taraf arasında şiddet kullanılmasını önleyecek Filistin-İsrail prosedürleri üzerinde anlaşmaya varılmalı.

4- Geçiş aşamasında Gazze Şeridi ve Batı Şeria'yı koordineli olarak yönetecek yetki ve yeteneklere sahip nitelikli bir teknik bakanlık kurulması için bir Filistin-Filistin uzlaşısı yapılmalı.

5- Gazze'yi Marshall Planı çerçevesinde uluslararası toplumun ve Arap ülkelerinin desteğiyle yeniden inşa etmek için kapsamlı bir plan geliştirilmeli.

6- 1967 sınırlarında bağımsız bir Filistin devletini tanıyan uluslararası bir deklarasyon yayınlanmalı.

7- Hem İsrail’de hem de Filistin’de 2024 yılı bitmeden ulusal seçimler düzenlenmeli.

8- Egemenlik ve bağımsız kimliğe sahip iki devlet temelinde meseleye barışçıl bir çözüm getirilmeli.

9- Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), tüm maddelerinin 18 ila 24 ayı aşmayacak şekilde belirli bir takvime göre uygulanacağı bu çözüm planını bir anlaşma olarak kabul etmeli.

Filistin halkının kendi devletinde ulusal haklarına kavuşabilmesinin tek yolu ve İsrail'e Ortadoğu'da istediği güvenliği ve kabulü sağlamanın meşru ve pratik yolu budur.

*Independent Arabia’da yer alan bu makalenin çevirisi Şarku’l Avsat’a aittir.