ABD'nin yeni yaptırımları, Hizbullah'ın müttefiklerini içeriyor mu?

(AFP)
(AFP)
TT

ABD'nin yeni yaptırımları, Hizbullah'ın müttefiklerini içeriyor mu?

(AFP)
(AFP)

“ABD'nin Hizbullah'a yönelik yaptırımlarını belirleyen ben değilim. ABD hükümetinin bu konuya nasıl yaklaşılacağı hususundaki tutumu açık ve net. Bunun değiştirilmesi mümkün değil...”
Lübnan Başbakanı Saad Hariri, ABD'ye yaptığı ziyarete ilişkin gelen tüm eleştirilere bu ifadelerle cevap verdi. Özgür Vatansever Hareketi milletvekillerinden ve onların müttefiklerinden gelen ilgili eleştiriler ise Hariri’nin, ABD’nin Hizbullah’a yönelik yaptırımları dosyasında isimleri ön sıralarda yer alan bazı kişilerle görüşmesi sebebiyle geldi. Büyük olasılıkla söz konusu isimlerin başında ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Hazine Bakanlığı Terörizm Finansmanıyla Mücadele Müsteşarı Marshall Billingsley yer alıyor.
Şarku’l Avsat’a konuşan Lübnan’ın eski Washington Büyükelçisi Antoine Şadid, Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin ABD’ye yaptığı son ziyaretin, özellikle ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Hazine Bakanlığı’nın üst düzey yetkilileriyle yaptığı toplantılar göz önüne alındığında, oldukça önemli olduğu görüşünde. Şadid’e göre söz konusu ziyaretin başarısını teyit eden şey, Bakan Pompeo’nun Hizbullah'a yaptırım uygulama konusundaki net politikasına rağmen Lübnan’daki güvenliğin yanı sıra politik ve ekonomik kurumların istikrarının korunması gerekliliğini vurgulamasıdır.
Şadid’e göre bu, Hariri'nin “Lübnan devletini, güvenliğini, siyasi kurumlarını ve bankacılık sektörünü Hizbullah'tan ayırmayı” başardığı anlamına geliyor. Ayrıca Şadid, İsrail'le olan deniz sınırının çizilmesi ve BM'nin 1701 sayılı kararının uygulanmasının tamamlanması meselelerinden bahsedilmesinin çok önemli olduğunu vurguladı. İran ve Hizbullah’a uygulanan yaptırımların ABD yönetimi tarafından her gün izlendiğini dile getiren Şadid, bu konuda kimsenin fikrinin alınmadığı ve kimseden etkilenilmediği değerlendirmesinde bulundu.
Yaptırımlar Hizbullah’a yakın olan kimseleri de hedef alıyor
Bugün Lübnan’ın siyasi koridorlarında, yeni yaptırımların Hizbullah’a yakın olanlara da dokunacağına ilişkin söylenenler artık bir sır değil. Şarku’l Avsat’ın Hizbullah’a yönelik yaptırım dosyasıyla ilgilenen üst düzey bir kaynaktan aktardığına göre, şu ana kadar kesin bir şey söylenmemiş olsa da ABD Hazine Bakanlığı’nın Özgür Vatansever Hareketi’ne mensup olan isimleri de hedef alması muhtemel. Kaynak, ABD Hazine Bakanlığı Terörizm Finansmanıyla Mücadele Müsteşarı Marshall Billingsley’in Lübnan Dışişleri Bakanı Cibran Basil’i “Marunî politikası aracılığıyla Hizbullah rejimini koruyor” diye suçlamasını hatırlattı. Ayrıca Billingsley, Hizbullah’ın etki alanı içerisinde bulunan banka şubelerinin o veya bu şekilde yaptırım kararlarına uymayabileceği yönündeki endişesini dile getirdi.
Yaptırım senaryoları ve sonuçları
Ekonomi Uzmanı Casim Acaka, halihazırda dolaşımda olan isimlere ilişkin konuşmaların spekülasyon düzeyinde olduğunu fakat yaptırımlar kapsamında Hizbullah ve müttefikleriyle bağlantılı önceki politikacıların hedef alacağının kesin olduğunu belirtiyor.
ABD’nin bu partilerin mali kaynağı olarak düşündüğü iş adamlarını da hedef alacağını kaydeden Acaka, “Bu isimler için muhtemel iki senaryo var. ABD yönetimindeki bir müsteşarın ifadelerine göre ön sırada yer alan politik şahsiyetlerin yaptırımlar listesine eklenmesi bu senaryolardan birincisini oluşturuyor. Lübnan’ın servetinin büyük bir bölümünü elinde bulunduran bu kişilerin siyasi kararlarının değişmesi için onlara yaptırım uygulanması yeterlidir. Washington, parlamentodaki iki milletvekilini yaptırımlar listesine dâhil ederek ilk adımı attı ve Lübnan hükümetinden yaptırımlar listesindeki kişilerle ilişkilerini koparmasını talep etti. Ancak en büyük sorun bakanlardan birinin listeye dâhil edilmesiyle ortaya çıkar. Çünkü yaptırımlar listesindeki bakanlarla iletişim halinde olmaları durumunda diğer isimlerin de listeye eklenme tehlikesi ortaya çıkacak ve hükümetle birlikte çalışmak imkânsız hale gelecek. Bu senaryo, her ne kadar bu yönde bir eğilim olduğuna dair malumatlar olmasına rağmen, Amerikan yönetiminin karşı karşıya kaldığı bir ikilemi ortaya koymaktadır. Çünkü öne plana çıkan bu isimlerin yaptırımlar listesine dâhil edilmesi, Washington ile Beyrut arasındaki çatışmanın seviyesini tırmandıracaktır. Oysa böyle bir durum Washington’un Ortadoğu stratejisi konusunda Lübnan’ın benimsemiş olduğu tutumla çelişiyor. Amerikalılara göre bu kişiler, Lübnan'ı Washington karşıtı bir eksene sürükleyecek adımlar atabilirler. Bundan dolayı bu senaryo şu an için mümkün görünmüyor” ifadelerini kullandı.
Acaka, birinci senaryoya ilişkin bu açıklamalarının ardından ikinci senaryonun ne olabileceğine ilişkin şu değerlendirmelerde bulundu:
“İkinci senaryo ise Hizbullah'a veya onun müttefiki olan partilere mensup olan ve ikinci safta bulunan isimlere yönelik yaptırımlar uygulanmasıdır. Çoğunlukla parti yetkililerinden ve iş adamlarından oluşan bu kimseler, kendi partilerindeki mali kaynakların dizginini ellerinde bulunduran kişilerdir. Bu senaryo, Hizbullah'ın müttefiklerini Hizbullah'ın kendisinden daha fazla hedef alıyor. Bundan amaç ise Hizbullah ile müttefikleri arasında çatlak oluşturmaktır. Bu yaptırımların gücü her ne kadar birbirinden farklı olsa da, finansal ve ekonomik sonuçları aynı olacaktır. ABD’nin dolar piyasası üzerinde baskı yapma ihtimali var. Bu, bu taraflar üzerindeki kamusal baskıyı artırabilir ve yaklaşmakta olan parlamento seçimlerinin sonuçlarını değiştirebilir. Bunun ardından Lübnan Washington’la yüzleşmeye karar verirse, finansal ve ekonomik bir felaketle karşı karşıya kalır ve İran, Suriye ve Venezuela gibi ülkelerin safına katılır.”
Son olarak Hariri’nin Washington ziyaretine değinen Acaka, “Hariri'nin Washington ziyareti, onlarca Lübnanlı şahsiyetin yaptırımlar listesine dâhil edileceğine dair dolaşan haberlerin ardından gerçekleşti. Hariri söz konusu isimler arasında kabinesinden bazı bakanların da bulunmasından korkuyor. Çünkü böyle bir durum hükümetinin düşmesine yol açabilir. Görüşüne bakılırsa ABD’liler, Washington’un gözünde Lübnan’ın siyasi sahnesindeki en güvenilir isimlerden olan Başbakan Hariri'ye, Merkez Bankası Başkanı Riyad Selame’ye ve Genelkurmay Başkanı General Joseph Avn’a güvence verdiler” ifadelerini kullandı.
Yaptırımlar ve Hizbullah
Lübnan devleti uzun süre ABD Hazine Bakanlığı Yabancı Varlıklar Kontrol Ofisi (OFAC) tarafından Hizbullah liderliğini ve unsurlarını hedef alan ABD'nin yaptırım yönetmeliklerine tanık oldu. Bu bağlamda, daha önce çıkarılan yönetmeliklerin yanı sıra Hivba 1 ve Hivba 2 olmak üzere iki ayrı kanun kabul edildi. Ancak bu yıl 9 Temmuz’da yaptırımların seyrinde bir değişiklik yaşandı. Hizbullah yanlısı milletvekilleri Emin Şeri ve Muhammed Hasan Raad, İran’ı destek amacıyla ülkenin siyasi ve finansal sistemini sömürdükleri ithamıyla ABD tarafından yaptırım listesine dâhil edildiler. ABD yönetimi milletvekili Şeri’yi, Lübnan halkının ve hükümetinin çıkarlarına karşıt bir şekilde Hizbullah’ın hedefleri doğrultusunda resmi görevini kötüye kullanmakla suçladı. Hizbullah’ın meclis bloğu Direniş'e Vefa’nın başkanı olan Muhammed Hasan Raad ise Hizbullah’ın faaliyetlerine öncelik vermekle itham edildi. Öte yandan listede Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın gölge adamı olarak bilinen ve partinin irtibat ve koordinasyon biriminden sorumlu olan Vefik Safa'nın adı da yer aldı.
Yaptırımlar listesinde yer alan söz konusu isimlerin ABD’deki varlıkları donduruldu ve ABD finansal sisteminden istifade etmelerine son verildi. ABD Hazine Bakanlığı bunlarla yetinmedi ve Lübnan hükümetinden bu kişilerle ilişkisini kesmesini talep etti. Bu adımın öncesinde Washington, İran'a karşı bir dizi yaptırım paketi uyguladı. Bu yaptırımlar, ABD yönetiminin sınıflandırmasına göre Lübnan, Irak ve Suriye'nin Yemen'e de dâhil olduğu bazı ülkelerde İran’a tabi olan terörist hareketleri de içine alacak şekilde genişletildi. Eylül 2001 olaylarından sonra Vatanseverlik Yasası (Patriot Act) çıkarıldı. Başkan Barack Obama döneminde Hizbullah'ın uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama suçlarından kovuşturulmasını içeren Cassandra adlı bir yasa tasarısı hazırlandı. Fakat Obama'nın İran'la bir nükleer anlaşma imzalamak istemesinden dolayı geri çekildi. ABD Kongresi Aralık 2015'te, Hizbullah ve ona bağlı kuruluşlarının uluslararası finansal kurumlara ve diğer kuruluşlara farklı amaçlar için erişimlerini yasaklayan 2297 sayılı yasayı kabul etti. Söz konusu yasa kapsamında, gerek partiye ve gerekse de parti ile ilişkili herhangi bir kuruluşa veya bireye yönelik oldukça sert yaptırımlar yer alıyor. Bu kanunun yürürlüğe girmesi üzerine Bankalar Birliği'nin muhabir bankalarla olan ilişkisinden endişe duymasından ötürü Lübnan sahnesinde bir telaş yaşandı. Siyasetçiler, bankalar ile Hizbullah arasındaki kaçınılmaz bir krizin fitilini söndürmek için harekete geçtiler. Bunun ardından derhal konuyla ilgilenmesi ve Lübnan sahnesinin hassasiyetini ABD yönetimine iletmesi için bir meclis komitesi kuruldu. Bankalar Birliği, ABD tarafından yayınlanan yasalara ve mevzuatlara bağlılığını teyit etti. Maliye Bakanı Ali Hasan Halil, Lübnan hükümetinin ABD yönetimi hakkındaki görüşlerini iletmek üzere Washington'u ziyaret etti.
Öte yandan Hivba 2 yaptırımlarına hazırlanıldığı sırada birkaç taslak sızdırıldı. Sızan bilgiler arasında en öne çıkanlar arasında, Amal Hareketi’ne mensup olan bireylerin de yaptırım listesine dâhil edilmesi yer alıyordu. Yine oluşturulan bir temsilci heyet, Hazine Bakanlığı yetkililerine durumun hassasiyetini açıklamak için Washington’a gitti. ABD yönetimi heyetin ifade ettiği hassasiyetleri anlamasına rağmen Hivba 2 yasası 2018 yılında yürürlüğe girdi. Böylece partiyi desteklediği kanıtlanan kuruluşlara yeni ve sert yaptırımlar uygulandı. Avrupa ülkelerinin Hizbullah'ın askeri kanadı ile siyasi kanadı arasında bir ayrım yaptığı biliniyor. Fakat İngiltere bu ayrımı bir kenara bıraktı ve bunu ABD kararı izledi. Almanya ve Fransa ise Lübnan’daki barışı koruma kuvvetleri içerisinde çok sayıda vatandaşının bulunmasından dolayı meseleye daha temkinli yaklaşıyor.
Lübnan Merkez Bankası ve genelgeleri
Lübnan Merkez Bankası Başkanı, aldığı ciddi önlemlerle ve imzaladığı iki genelgeyle Lübnan’ın küresel finansal haritasındaki konumunu korumaya çalıştı. 2015 yılında çıkarılan 136 sayılı genelgede, denetim ve yetki alanındaki tüm kurumlardan Güvenlik Konseyi’nin web sitesinde listeye dâhil edilen isimlerle ilgili herhangi bir güncellemeyi sürekli olarak incelemeleri ve listede ismi yer alan kişilerin fonlarının, hesaplarının ve işlemlerinin otomatik olarak dondurulması talep edildi. 2016 yılında çıkarılan 137 sayılı genelgede ise iki noktaya odaklanıldı. Bunlardan ilki ABD yasaklarının uygulanması, diğeri ise bu kanun gereğince hesap açılmamasının veya hesapların kapatılmasının gerekçelendirilmesidir.
Yaptırımlar listesinde öne çıkan isimler
ABD Hazine Bakanlığı, 2015 yılında Hizbullah'a destek ağının parçası oldukları gerekçesiyle Lübnanlı 3 iş adamının ve onlarla irtibatlı iki şirketin kara listeye alındığını bildirdi. Bunun ardından 2018 yılında Hizbullah'ın tarihinde ilk kez hareketin tüm siyasi liderliğinin isimleri, Suudi Arabistan ve ortaklarının Terör Finansmanı Hedefleme Merkezi'nden (TFTC) çıkarmış oldukları listeye dâhil edildi. Yaptırımlar, parti liderlerinin varlıklarının dondurulmasını da içeriyordu. Bu isimlerin başında Hizbullah Genel Sekreter Hasan Nasrallah, Yardımcısı Naim Kasım, Muhammed Yazbek, Hüseyin Halil, İbrahim Emin Seyyid ve Talal Hamiyah yer alıyordu. Ayrıca 2018 yılında yaptırımlar listesine Hasan Nasrallah'ın oğlu Muhammed Cevad Nasrallah da eklendi. Aynı yıl ABD yönetimi, yaptırımlar listesine milletvekilleri Emin Şeri ve Muhammed Hasan Raad ile birlikte hareketin liderlerinden Vefik Safa’yı da ekledi.
Kısa bir süre içinde bir başka Hizbullah lideri Selman Rauf Selman da listeye dâhil edildi. ABD Hazine Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, Rauf Selman’ın Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te yapılan saldırıyı koordine ettiği kaydedildi. Son olarak Kasım Tacuddin, Hatem Barakat ile birlikte Hizbullah için kara para akladığı suçlamasıyla 5 yıl hapis ve 50 milyon dolar para cezasına çarptırıldı. Tacuddin, 2009 yılında terör listesine dâhil edilmiş ve 2018 yılında Fas'ta tutuklanmıştı.



Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
TT

Arap dünyasındaki özgürlük tartışması

Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)
Arap dünyası, Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat rejimlerin çöküşüyle diktatörlüklere darbe vurdu. (Reuters)

Mustafa el-Feki
Eski ve modern Arap tarihini araştıran herhangi biri olayların bağlamından, liderliğin doğasından ve yönetimin kalitesinden özgürlüğün her zaman kritik bir konu olduğunu görecektir. Şiirde ve nesirde, övgüde ve hicivde ağırlığı olan bir konuşma özgürlüğünün mirasçısı olan Arapçanın kökenlerinin özgürlük duygusuna ve savunuculuğuna dayandığını keşfedecektir. Burada, ulusal çıkarların sınırlarını aşmayan, ‘diğerleri arasından sivrilme’ mantığıyla şöhret peşinde koşmayan, başkalarının haklarını ihlal etmeyen ve diğerini rencide etmeyen sorumlu özgürlüğü kastediyoruz. Özgürlük, insanlığın yaradılışından itibaren alışık olduğu açık ve net bir kavramdır. “Hiç elleri kelepçeli doğan bir bebek gördünüz mü?” diyenler haklılar.  Zira insan hür yaratılmıştır. Hür yaşar ve hür ölür. Bunlar tartışmaya kapalı konulardır. Ama bizi ilgilendiren, insan hakları arasında öne çıkan özgürlük hakkını, modern dünyamızın içinde bulunduğu mevcut koşulları çerçevesinde Araplara ve Arap dünyasında olan bitenlere özel bir uygulamayla nasıl kullanacağımızdır. Bu yüzden Arap ülkelerindeki özgürlük tartışması ve halkların bu tartışmaya karşı tutumu ile ilgili olarak şu maddeleri ele aldık:
1 - Arap dünyası, son on yıl içinde Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi'nin yok olmasının yanı sıra Tunus ve Mısır'da otokrat (buyurgan) rejimlerin çöküşüyle ​​diktatörlüklere darbe vurdu. Bu gelişmelerin ardından bölgedeki siyasi harita, olduğu gibi değişti. ‘Arap Baharı’ olayları, Arap dünyasında daha önce var olmayan bir özgürlüğe kapıyı araladığını kabul etmemize rağmen tartışma konusu olmaya devam ediyor. Ancak tartışmanın koşulları, konunun netleşmediğini anlamamızı sağlıyor. Arap Baharı olaylarının, büyük güçlerin bazı Arap ülkelerinin içinde bulundukları şartlar üzerinden bölgeyi şekillendirmek istedikleri stratejik bir planın ve bu ülkelerde yaygın olan yolsuzluk, ihmalkârlık ve zayıflığın bir parçası olduğunu düşünenlerdenim. Aynı şekilde bu olayların, halkların çektiği acılardan ve yaygın işsizlik oranlarından yararlanılarak değişim sloganlarıyla bu ülkelerin tek bir sisteme dönüştürülmeleri için kullanıldığını da düşünüyorum. Bunu bir kenara bırakalım. Zira bu sistemlerin ömrü, ya devrim niteliğindeki teklifler ya sloganlar sonucunda ya da bazılarının gevşemesi ve kendilerine biçilen ömrün sona ermesiyle bitmiştir.
2 – Araplar bir yanda siyasi bağımsızlık, diğer yanda özgürlükler arasında kemikleşmiş ve yaygın bir kafa karışıklığı yaşıyorlar. Değerler ve fikirlerin kaybolduğu ve özellikle özgürlük tek başına yeterli olmadığından, buna ekonomik özgürlüğün elde edildiği, en kalabalık ve en yoksul sınıfları hesaba katan, çağın ruhuna ve modern teknolojiye ayak uyduran, arzulanan toplumsal dönüşüme de kapıları ardına kadar açan bir reform programının eşlik etmesi gerektiğinden dolayı rahatlığı çağrıştırmayan sahnelerle karşı karşıyayız. Aynı şekilde günümüz dünyasında, gelişmiş ülkelerin geçtiği ve yükselen ulusların her zaman yöneldiği vizyona doğru değişim ve ilerleme yoluyla reform yapabilmemizi zorunlu kılan bazı büyük değişimlerle de karşı karşıyayız. Arapların zamanın medeniyetine çok sınırlı bir yaklaşıma sahip olmaları ve zenginliklerimizin büyük bir bölümünün Arap olmayanlar tarafından kullanılması bizim çıkarımıza değil. Bu yüzden kalıcı bir zihinsel ve entelektüel olgunlaştırma süreci başlatmak da bize düşüyor. Akıl, davranışların belirleyicisidir. Geri kalmışlığın entelektüel bir durgunluk olması gibi değişim de zihinsel bir karardır.
3 – Araplar olarak özellikle büyük bir mirasın gölgesinde yaşadığımız için siyaset ve din arasında bir ayrım yapmamızın zamanı geldi. Memleketimiz semavi mesajların diyarıdır. Bu yüzden dinlerin ve medeniyetlerin döndüğü noktadır. Bu yüzden dinin derinliklerimize kök salması doğal bir durum ve bu iyi bir şey. Fakat asıl sorun, dinin siyasetle iç içe geçmesinden kaynaklanıyor. Bu yüzden taraflar kendi amaçlarına hizmet etmesi için dini kullanmalarına imkan doğar. Bize din adına farklı bir yaşam tarzı dayatmak isterler. Oysa din tüm bunlardan uzaktır. Özgürlük tartışması, semavi mesajları uzaklaşmadan ya da abartmadan anlamak adına dini ılımlılıkla bağlantılı olmalı. Böylece gerçek din, makasidu'ş-şeriat (dini kuralların amaçları) ile tutarlı olarak hayatımızdaki baskın maneviyat kavramı haline gelir. İslam dünyasında dini siyasete alet etme girişiminin ilk etapta dine zarar verdiğini bile düşünüyorum. Siyasete gelince; siyaset petrol gibidir. Yapışkan ve kirlidir. Sonuç, manevraya, ertelemeye, ilerlemeye ve geciktirmeye başvuran siyasi oyunlar ile dini değerler arasında bariz çelişkinin varlığıyla onu takip edenler ve takipçilerinden nefret edenler karşısında dinin yüce çehresini çarpıtır! Siyaset, ahlak nedir bilmezken din, manevi değerlerin damarı ve bizi daha iyiye götüren inancın kaynağıdır.
4 - Ülkemizde özgürlük tartışması, kimi zaman dinle kimi zaman rejimlerle olmak üzere her defasında geçmişten miras kalan değerlerle kesişiyor. Dolayısıyla özgürlüğün insanların ödediği ve milletlerin uğruna çabaladığı bir bedeli vardır. Bu zorlu denklem, bir yanda özgürlükleri, diğer yanda dini duyguları, diğer yanda ise yönetim sistemlerini uzlaştırmaya başlar. Buna sınıflar arasındaki eşitsizliğinin etkisini ve ekonomik durumun bu mesele üzerindeki etkisini eklediğimizde ortaya bir ikilem çıkar. Eskiler, seçim özgürlüğünün bir somun ekmekle bağlantılı olduğunu söylerler. Bunun siyasi anlamı, özgürlük, ekonominin doğal bir ürünü demektir. Bazıları insanların özgürlük ile arayış içerisinde oldukları ufuklara doğru yola çıkmak arasındaki bağı koparmak için halkların öne atıldığı bir tür diktatörlükten bahsedebilirler.
5 – Özgürlük, doğası gereği göreceli bir meseledir. Mutlak özgürlük, gerçeklikten ziyade kurguya daha yakındır. Özgürlüğün önündeki engeller genellikle eğitim, medya ve dini kurumun rolü gibi diğer faktörlerle ilgilidir. Bu yüzden özgürlükler geniş bir cephede ilerliyor. Toplumun bileşenlerini ve halkın mirasını, geleneklerini ve göreneklerini bir araya getiriyor. Bir ülkede belirli bir zamanda kabul edilebilir olan, başka bir ülkede ve farklı bir zamanda kabul edilemeyebilir. Özgürlük, insan hakları sorunlarının en başında geliyor. Bu yüzden imzalanan farklı sözleşmelerde insan hakları ile karakterize edilen aynı ölçülere sahip olması doğaldır. Düşünce, ifade ve inanç özgürlüğü ortak unsurları olduğundan bu konuda büyük bir eşitsizlik yoktur. Aynı durum, ikamet ve hareket özgürlüğü gibi sınırları başkalarının özgürlüğüyle biten kişisel özgürlükler için de geçerli. Burada ‘özgürlük kültürü’ olarak adlandırılabilecek duruma dikkati çekmeliyim. Özgürlük kültürü, eğitimin kalitesine ve her bireyin kendi birikmiş deneyimlerine bağlı olarak oluşan kültürel bir kalıptır. Eskilerin bir sözü vardır: Senin adına ne suçlar işleniyor ey özgürlük!
Bu söz kültürün, insan davranışı ve sosyal düzeyi olduğuna işaret eder. Özgürlüğün anlamı, her döneme ve mevcut koşullara göre şekillenir ve doğasını anlamada önemli bir faktör oluşturur.
Tüm bu maddelerle Arap dünyasındaki özgürlükler tartışmasını aktarmaya çalıştık. Herkesin ülkelerinin günümüz dünyasında modern toplumların çabaladığı amaç ve hedeflerine ulaşmadaki sorunlarına bağlı olarak özgürlüğün anlamıyla ilgili ortak bir formül ve tek bir kavram belirlemeleri için bir uyarıda bulunmayı istedik. Zaman faktörü her zaman siyasi ve toplumsal hareketle bağlantılı olduğundan, görmezden gelinmesi zor bir dönüm noktasından geçtiğimizi anlamalıyız. Dünya bugün çelişkili akımlarla dalgalanan ve sonuçları halkların çıkarları uğruna bazı özgürlüklerin geçici olarak askıya alınması olan bir salgınla karşı karşıya. Burada, özgürlüğün mutlak hakim olmadığını, zaman ve mekan şartlarının yanı sıra eğitim, kültür ve çağdaş dünyamızdaki diğer gelişim tezahürleri gibi bir takım faktörlere bağlı olduğunu bir kez daha vurgulamalıyız.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrildi.


Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  
TT

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi kültürünün geleceğine yönelik altı maddelik vizyon  

Suudi Arabistanlı bir yazar olarak, uzun yıllar, birçok sanatçı, yazar, akademisyen ve aydını barındıran bir entelektüel grubun içinde yer aldım. Kahire, Beyrut, Tunus ve Kazablanka gibi Arap başkentlerindeki konferanslara, festivallere ve kültürel organizasyonlara iştirak ediyorduk. O zamanlar kardeş ülkelerde olan kültür bakanlıklarının bir benzerinin ülkemiz Suudi Arabistan’da da olması için özlem duyuyorduk. Daha sonra enformasyon bakanlığı altında bir kültür komitesi kurulması kararlaştırıldı. Bu haberi yarım yamalak bir tebessümle karşılamak durumunda kaldık. Çünkü bu, hayallerimizin ve beklentimizin altında bir karardı. Biz daha çok yazar, sanatçı ve her alandaki düşünüre ciddi destekler verecek bağımsız bir kültür bakanlığı hayal ediyorduk.  
Suudi Arabistan’daki kültürel sahne oldukça zengin ve çok çeşitlidir.  Suudi kültür ortamı hakkında pek bir şey bilmeyenler için şöyle özetleyebilirim.  Birincisi kamu desteği, ikincisi; özel sektör ve üçüncüsü bağımsız olmak üzere, kültür dünyamız üç alanda değerlendirilebilir. Kamu desteği, devletin kültürel etkinliklere doğrudan veya dolaylı olarak sunduğu desteklerdir. Özel sektörün hizmetleri ise, yayınevleri, edebiyat merkezleri ve sanat galerileri ile sınırlıdır. Bağımsız sanat ise, edebiyat kulüpleri, sivil kültür sanat dernekleri ve geleneksel medya tarafından desteklenen faaliyetleri içerir.  
Bağımsız addedebileceğimiz bu kültürel alanda, ülke genelinde 17 edebiyat kulübü ve 16 kültür sanat derneği faaliyet göstermektedir. Bağımsız alan, yetmişli yıllardan bu yana Krallıktaki kültürel yaşamın gelişiminde çok önemli bir rol oynadı ve oynamaya da devam ediyor. Ülkedeki en önemli kültürel ve düşünsel ürünlerin ortaya çıkmasına olanak sağlayan bağımsız kültürel alan, sınırlı kamu desteği, sınırlı özel sektör desteği ve bağışçıların desteği ile ayakta kalmaktadır.  
2018 yılında yayınlanan kraliyet kararnamesi ile, kültür bakanlığı enformasyon bakanlığından ayrılarak bağımsız bir kuruluş haline geldi. Ülkede kültürel faaliyetleri yakından takip edenler artık farklı bir gelecek tahayyül edebiliyordu. Nitekim takip eden üç yıl içinde kültürel alanlarda önemli atılımlar yapıldı.  
Artık karamsarlığın yerini iyimserlik alabilirdi. Çünkü Suudi Arabistan’ın yeni kültür bakanlığı, Arap ülkelerindeki muadillerinden farklı olarak, aydınların arzu ettiğinden daha olumlu bir vizyon taşımaktaydı. Kültür bakanlığı, bölgedeki ve Arap ülkelerindeki benzerlerinden farklı bir örgütlenmeye gitmişti. Bu örgütlenmenin şekillenmesinde UNESCO aktif rol aldı. Bakanlık süreç içinde faaliyetlerini çeşitli kültürel sektörleri kapsayan 11 başlık altında organize etti. Bu başlıklar altında edebiyat, çeviri, tiyatro, müzik ve resim sanatlarının yanı sıra moda ve yemek pişirme gibi aşina olunmayan kültürel üretim alanları da kendisine yer buldu. Bakanlık nezdinde 16 komisyon oluşturuldu. Dikkat çekici husus ise, bu komisyonların bürokratik ataletten uzak olarak tamamen bağımsız bir şekilde yönetilmeleridir. Bahsi geçen komisyonların yönetim kurulları ve icra komiteleri, kültür aracılığı yapan dernekleri denetlemekte ve desteklemektedir.  Kültürel bir etkinlik yapmak, konferans veya sempozyum düzenlemek isteyenlerin, bakanlık destekli bir dernekle anlaşması gerekiyor. Kitap telif etmek veya yabancı dildeki bir eserin çevirisini yapmak isteyenlerin ise bir yayınevi ile anlaşmaları yeterli oluyor. Komisyonların doğrudan değil de bağımsız dernekler aracılığıyla vatandaşla muhatap olması nedeniyle, bürokratik zorluklar ve idari yolsuzlukların önüne geçilmesi hedefleniyor.  

Bütün bunlar gülümseten olumlu gelişmelerdir. İşlerin gidişatını yakından takip eden biri olarak bu pozitif yargılarda bulunabiliyorum. Sayın kültür bakanının başkanlığını yaptığı, edebiyat ve tercüme komisyonunun içinde yer almaktayım. Kadın çalışanların da yoğunlukta olduğu bu komisyonun çalışma ortamı, daha önce devlet kurumlarında alışık olmadığımız kadar rahat ve özgürlükçü.   
Ancak, bilindiği üzere kültür, ne kadar çeşitli ve gelişmiş olsa da kurumlar tarafından üretilemez. Kurumlar kültürel üretimi teşvik eder ya da sekteye uğratır fakat kültürün üretimini üstlenemez. İster edebiyat olsun ister felsefe veya sanat, tekil ya da çoğul olarak bireyler tarafından üretilir. Kral Abdülaziz tarafından kurulduğu ilk yıllardan itibaren ülkemizin kültürel birikimi, bireysel çabalarla oluşmuştur.  
Sayın Veliaht Prens Muhammed bin Selman liderliğindeki 2030 vizyonunu kültürel alanda yakalayabilmemiz için, kültür üreticisi bireylere uygun koşulların sağlanması bir zorunluluktur. Kültür bakanlığının artan ve çeşitlenen maddi manevi destekleri, bu yolda güçlü bir şekilde ilerlediğimizin güçlü bir göstergesidir. Ancak bu eğilimin sürdürülebilir olması için dikkat edilmesi gereken hususlar var: 
Birincisi: kültürün, entelektüel ve yaratıcı bir doruk noktası olarak görülmesidir. Doruk noktası derken, insanın kültürel faaliyeti ile kendisini gerçekleştirebileceği en üst sınırlara ulaşabilmesini kastediyoruz. Popülizmin cazibesine kapılmadan, üretici ve alıcıları tatmin etmek için nitelikten ödün verilmemesi gerekir. Bunun elitist, üstenci bir yaklaşım olduğunu ve kültürün geniş kitlelere yayılmasına mâni olacağını iddia edenler olabilir.  Ancak niteliğin niceliğe feda edilmesi, kültürel seviyenin ve kalitenin düşmesiyle sonuçlanacaktır. Asıl hedeflenmesi gereken, kitlelerin seviyesinin yukarıya çekilmesi olmalıdır.  Kültürün en yüksek ürünlerinden biri olan felsefe, kimileri için hayata dair basit fikirlere dönüşebilir veya insan hayatındaki en önemli konuların tartışılarak, sorunlarına çözüm bulunmasına katkı sağlayabilir. Tabi ki yüksek standartlar dayatılamaz, bununla birlikte olumlu yönlendirmeler ve hatırlatmaların yapılması gerekir.   
İkincisi: Kültürel üretimin aracı olan Arap diline azami özenin gösterilmesidir. Arapçanın kültürel üretimdeki temel rolü teşvik edilmelidir. Başta eğitim alanında iyileştirmeler olmak üzere, akademi, medya ve ticari alanlarda Arapça dilinin doğru kullanımı yaygınlaştırılmalıdır. Özellikle ticaret alanlarında İngilizcenin Arapçanın yerini almaya başladığı görülüyor. Gençlerin kullandığı dil itibariyle Arapçalarının geliştirilmesi için gerekli adımların atılması zorunludur. Arapça, kültürümüzün geleceğidir, çünkü sahip olduğumuz kültür Arap kültürüdür.   
Üçüncüsü: İfade ve üretim özgürlüğü alanlarının genişletilmesidir. Toplumsal baskı ve muhafazakâr yaklaşım, üretilenlerin kalitesini olumsuz etkiler. Geçmişte, bu korkular ve hassasiyetler nedeniyle, nice kültürel içerik üreticisi yurt dışında yaşamak zorunda kalmıştır. Çok şükür bu yönde olumlu değişikliklerin olduğuna dair birçok işaret var, ancak Suudi Arabistan’ı, kendi çocuklarının ürettikleri için bir merkez haline dönüştürebilmemiz için daha fazla çaba sarf etmeliyiz.  
Dördüncüsü: Kültürün, geniş anlamıyla bir milli servet olduğunun bilincinde olmalıyız.  Veliaht Prens, Cidde şehrinde Suudi aydınlarla yaptığı ilk görüşmede, bu hususu vurgulamıştı. Suudi Arabistan’ın Arap, Müslüman ve dünya düzeyindeki entelektüeller için bir cazibe merkezi olması için bireysel ve toplu olarak daha fazla çaba sarf etmemiz gerekir. Bunun için de ülkemizde kitap dağıtımı, konferans ve festivallerin düzenlenmesi için mevcut prosedürlerin kolaylaştırılması lazımdır. Yakın zamanda ülkemizde geniş katılımlı Arapça kitap fuarının düzenlenmesi ile felsefe ve çeviri alanlarında iki önemli konferansın yapılmış olması, sürdürülmesi gereken doğru yolda atılmış adımlar olarak değerlendirilebilir.  
Beşincisi: Kültürel faaliyette tarihsel olarak önemli bir yeri olan, edebiyat kulüplerinin ve kültür sanat derneklerinin verimliliğinin arttırılması için girişimlerde bulunulmasıdır. Bu kültürel tarihi mirasa yeterli özeni göstermeliyiz.  
 Altıncısı: Akademik ve araştırma kurumlarının, kültürel üretime daha fazla katkıda bulunmaya teşvik edilmesidir. Akademi yaygın olduğu üzere halktan uzak olmamalı, halkla daha fazla etkileşim kurmalıdır. Üniversiteler, yirminci yüzyılın başlangıcından bu yana Arap kalkınmasında önemli roller üstlenmiştir. Suudi Arabistan’ın kültürel tarihinde de üniversitelerin önemli bir yeri olmuştur. Ancak son yıllarda bu rolün azaldığına dair emareler bulunmakta. Üniversitelerin aktif katılımı olmadan gerçek nitelikli bir kültürel canlanma tasavvur edilemez. Zira üniversiteler, aydınlanma, gelişim ve bilinçlenme için en önemli merkezlerdir.  
 Bana göre, ülkemizde kültürel atılım gerçekleşmesi için dikkate alınması gereken hususlar bunlardır. Bu alanlarda şimdiye değin atılmış önemli adımlara ek olarak, bu hususlara da odaklanılırsa yüksek kültür seviyelerine çıkmamız kaçınılmazdır.


Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  
TT

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Korona: Küresel sistemdeki derin aksaklıkların gün yüzüne çıkması  

Tarih boyunca şahit olunan başlıca olgulardan biri; adaletsizliğin faillerinin kendilerini temize çıkarıp, mağdurları suçlayarak eylemsizliklerini ve kötülüğü haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Omicron varyantının ortaya çıkmasından Afrikalıların sorumlu olduğu iddiaları, dünyanın kuzey ülkelerinde aşı kullanımında isteksizlik ve Güneydeki ülkelerin düşük aşılanma seviyeleri, 2021 yılında bu utanç verici hikâyenin bir kez daha tekrarlandığını gösteriyor.  
Omicron Afrika'nın suçu değildir; temel sorumluluk, yüz milyonlarca aşıyı stoklayıp, tüm uyarılara rağmen, dünyanın en savunmasız bölgelerinin aşılanması ve virüsün mutasyonları konusunda çok az şey yapan zengin ülkelerin yönetimlerindedir.  
Kritik sorun, Afrika'daki hükümetlerin aşıları yasaklaması ya da ihtiyatlı yaklaşması değil, Afrika'nın aşılara erişememesidir. Elbette aşı karşıtları dünyanın her yerinde kaos yaymaya çalışıyor. Bununla birlikte, Afrika ve Asya ziyaretlerimde, unutamadığım sahne; bir anne ve çocuklarının, aşılanmak için kilometrelerce yol kat edip günlerce beklemesiydi. O anne, çocuk felci, difteri ve tüberküloz gibi hastalıklar karşısında, ailesinin hayatta kalmak için en iyi şansının aşı olmak olduğunun farkındaydı. O annenin kararlılığı ve tıbbın hayat kurtarıcı gücüne olan inancı, ihtiyacının karşılanması için icabet edilmesi gereken ahlaki bir çağrı anlamına gelir. 
Son zamanlarda yeni bir salgınla karşı karşıya olmamız bize pratik bir zorunluluğu hatırlatıyor: dünya genelinde aşılamada başarısız olursak ailelerimizi ve toplumlarımızı da yüzüstü bırakmış olacağız. Virüsün serbestçe mutasyona uğramasına izin vererek, tamamen aşılanmış olanlara bile musallat olmasına katkı sunmuş oluyoruz. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılın eylül ayına kadar, yaklaşık 200 milyon vaka artışı ve 5 milyon ölü sayısı öngörüyor. Bu durum bize şu karamsar söylemi hatırlatıyor; hiçbir yerde kimse korku içinde yaşamasın diye, herkes her yerde korku içinde yaşayacak.  
 Bir ‘korona’ krizinden başka bir ‘korona’ krizine geçmek yerine, 2022 yılını, virüse karşı tam kontrol yılı yapma kararlılığını göstermeliyiz. Seçeneklerimiz tüm dünyanın aşılanmasıyla sınırlı tutulamaz. Nitekim şu anda tüm dünyayı aşılamaya yetecek kadar aşı üretiyoruz. Mevcut üretilmiş aşı miktarı 11,1 milyar doz civarında ve haziran ayına kadar bu sayı yaklaşık 19,8 milyar doza ulaşacak. Ancak buradaki en önemli ve kabul edilemez sorun, dağıtılan milyarlarca aşının yalnızca yüzde 0,9'unun düşük gelirli ülkelerde kullanılmasıdır. Aşıların yüzde 70'i yüksek ve orta gelirli ülkelerde dağıtıldı. Yine testlerin sadece yüzde 0,5'i düşük gelirli ülkelerde yapıldı. Bu ülkelerde, bırakın solunum cihazını, ciddi anlamda temel tıbbi ekipman sıkıntısı yaşanıyor.  
Dünya genelinde tahmini 500 milyon yoksul insan, zorunlu sağlık hizmetleri ödemeleri nedeniyle aşırı yoksulluğa itiliyor.  
Düşük gelirli ülkelerde aşılanma oranları ortalama yüzde 4,8, Afrika genelinde bu oran yüzde 9,96 olarak kayda geçmiş durumda.  Bu kasvetli bir tabloyu yansıtıyor, kuzey ülkelerine kıyasla çok daha düşük maliyetlerle güney ülkelerinde aşılama yapabiliriz. Bu utanç kaynağı eşitsizlik sadece tıbbi bir başarısızlık olarak değil, bizim için ahlaki bir düşüşü göstermektedir.  
2022'de bizi bekleyen en büyük küresel zorluk, dünyanın zenginleri ile korunmasız yoksulları arasındaki büyük uçurumu kapatmak için finansman sağlayarak bu utancı ortadan kaldırmamızdadır. Küresel sağlık çabalarını desteklemeli ve gerekli finansmanı sağlamalıyız.  
Küresel ekonominin 1,1 trilyon dolarla desteklendiği 2009 mali kriziyle ilgili deneyimlerimden biliyorum. İngiltere olarak, özellikle sağlık alanında istihdamı arttırmaya yönelmiştik. İngiltere’nin vatandaşlarının istihdamına yönelik bu vizyonu, dünya geneli için örneklik teşkil etmeye adaydır.  Mevcut her sağlık uzmanını istihdam etmeli, aşı ve ilaç çalışmaları ile muteber dağıtım ajanslarını desteklemeliyiz. Coca-Cola'nın haritalarda yer almayan en ücra yerlere ulaşması gibi, Pfizer'in de gerekirse drone’lar aracılığı ile aşıları her yere ulaştırması lazımdır. Böylelikle daha önce hiç aşı olmamış yetişkinlerin aşıya kavuşması sağlanabilir.  
Dünyadaki en zengin ekonomiler, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) 23.4 milyar dolarlık acil taleplerine yanıt vermelidir.  
Bunun içinde, Kovid-19 salgınına karşı küresel aşı ve tedavi programının (ACT Accelerator) aciliyet içeren 1,5 milyar dolarlık fonu da yer almaktadır. Bu miktar çok yüksek görünebilir, ancak Koronavirüs salgının 2025 yılına kadar dünya ekonomisinde neden olacağı 5,3 trilyon dolarlık zarardan 200 kat daha küçüktür. 23 milyar dolar, kuzeydeki her vatandaş haftada 10 pence (pens) öderse bu meblağ karşılanabilir. Bu tarihteki en önemli yatırımlardan biri olacaktır. Tabi ki yaşam ve ölüm arasında fark yaratmanın, en ucuz bisküvi paketi fiyatından çok daha değerli olduğuna şüphe yok.  

Kovid-19 aşısı ve tedavi yöntemlerine eşit erişim için 23 milyar dolar gerekiyor, buna ek olarak; araştırmaları sürdürmek ve tedavilerin uygulanmasında dahili kapasite oluşturmak için 24 milyar dolara gereksinim var.  
Ayrıca, üç bağımsız kuruluş tarafından önerilen yıllık 10 milyar doları kapsayacak uzun vadeli finansman kaynağına ihtiyaç var. ABD Başkanı Joe Biden'in önümüzdeki aylarda davet edeceği Aşı Konferansı'nda bu meblağların taahhüt edilmesi, gelecekteki salgınları önlemek aşısından son derece önemli olacaktır.  
Öncelikle, uluslararası toplum olarak, tıpkı 1960'larda dünya genelindeki çiçek hastalığını ortadan kaldırmak için yaptığımız gibi, Birleşmiş Milletler, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası'nın barışı koruma operasyonlarını finanse ettiği gibi, maliyetlerin ülkeler arasında adil bir şekilde paylaştırıldığı bir formül üzerinde anlaşmamız gerekiyor. Halihazırda, küresel sağlık finansmanı, bağış toplama kampanyalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Bunun yerine daha ciddi girişimlerin yapılması zorunludur. Bulaşıcı hastalıkların kontrolü için öncelikle DSÖ ve küresel sağlık çabaları, adil bir dağılımla ortak bir şekilde finanse edilmelidir. ABD ve Avrupa Birliği, maliyetlerin yaklaşık yüzde 25'ini sağlamalı, geri kalan ülkeler ödeme güçlerine göre katkılar sunmalıdır.  
İkinci olarak, koronavirüs salgının göz önüne serdiği, küresel sağlık sisteminin eksiklerinin bir an önce giderilmesine yönelik girişimler gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü salgınla mücadelesinde düşük kaynaklara sahipken, IMF ve kalkınma bankaları para kaynaklarının büyük çoğunluğuna hükmetmektedir. IMF’nin kaynaklarından 10 milyar doları yeni bir aşılama faaliyeti için ayırması lazımdır. Yine uzun vadede 100 milyar dolarlık bir fonun, küresel sağlık mekanizmasını iyileştirmek ve muhtemel salgınlara hazırlanmak için tahsis edilmesi gerekir.  
Üçüncü olarak, ihtiyaç duyulan finansman kaynaklarının sağlanmasında, kuzey ülkelerinin ortak para rezervlerinin kullanılmasına odaklanmalıyız. Sadece başlangıçta 2 milyar dolar ayırarak, en yoksul ülkelerin sağlık sistemlerine katkı sunmamız mümkün olacaktır.  
Son olarak, BM Küresel Sağlık Girişimi, 2006'dan bu yana küresel sağlıkla ilgili uluslararası havayolu vergilerinden yaklaşık 1,25 milyar dolar toplayabilmişti. Bu dayanışmanın benzerini, uluslararası ticari faaliyetlerin normale dönmesinden fayda sağlayacak olan şirketlerden talep edebiliriz. Bu şirketler, koronavirüs salgınıyla baş etme çabalarına katkı sunmalıdır.  
Umut kırılgan bir bileşendir. Bazı ülkelerde stoklardaki aşılar heba olurken, bazı ülkelerin aşıya umutsuzca ihtiyaç duyması umudu öldürebilir. Zengin ülkeler yoksul ülkelere yönelik kendi resmi taahhütlerini yerine getirmezse, kar etmenin insan hayatından öncelikli olduğu düşünülebilir. Ancak bu yıl umut tekrar canlanabilir.  
Bir zamanlar imkânsız görünen şey bugün mümkün olabilir. Önce bir zengin ülkenin katkıları, ardından iki ülkenin, sonra altı ülkenin, derken herkes bu ölümcül hastalığın yayılmasını durdurmak için birleşecektir. Sadece ölümlerin önüne geçmek için değil, tüm insanların yaşamına eşit değer verdiğimizi göstermek için bu böyle olacaktır.   
Bu dayanışma eylemleriyle, Afrika’daki binlerce yoksul anne, 2020 ve 2021'de sınavı kaybeden dünyanın, 2002’de birleştiğini ve kendilerine yardım ettiğini görecektir. O anneler, bizim de başkalarının acısını hissettiğimizi ve kendimizden daha büyük bir şeylere inandığımızı hissedecektir.