Eski Ürdün Başbakanı Mudar Bedran'ın anıları (3): ABD Irak karşıtı koalisyon içinde yer almamız için baskı yaptı, koalisyon güçleri bombalarken, Irak geri çekilme kararı aldı

Sağdan: Mudar Bedran, Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat, merhum Kral Hüseyin bin Talal ve son Libya lideri Muammer Kaddafi, Ürdün'ün doğusundaki Mafraq bölgesindeki bir hava üssünde toplantıda
Sağdan: Mudar Bedran, Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat, merhum Kral Hüseyin bin Talal ve son Libya lideri Muammer Kaddafi, Ürdün'ün doğusundaki Mafraq bölgesindeki bir hava üssünde toplantıda
TT

Eski Ürdün Başbakanı Mudar Bedran'ın anıları (3): ABD Irak karşıtı koalisyon içinde yer almamız için baskı yaptı, koalisyon güçleri bombalarken, Irak geri çekilme kararı aldı

Sağdan: Mudar Bedran, Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat, merhum Kral Hüseyin bin Talal ve son Libya lideri Muammer Kaddafi, Ürdün'ün doğusundaki Mafraq bölgesindeki bir hava üssünde toplantıda
Sağdan: Mudar Bedran, Filistin Devlet Başkanı Yaser Arafat, merhum Kral Hüseyin bin Talal ve son Libya lideri Muammer Kaddafi, Ürdün'ün doğusundaki Mafraq bölgesindeki bir hava üssünde toplantıda

Şarku’l Avsat olarak eski Ürdün Başbakanı Mudar Bedran'ın anılarına dair yazı dizisinin üçüncü ve son bölümünü yayınlıyoruz. Bedran’ın hatıratının bu bölümünde; Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Ürdün üzerine, Irak’ın Kuveyt’i işgali sırasında uluslararası koalisyona katılması için baskı kurması işleniyor.
Ayrıca Ürdün’ün o süreçte, Irak’a yakın olması hasebiyle karşılaştığı ‘ekonomik güçlükler’ aktarılıyor.
Başbakan Mudar Bedran,  “Karar” başlığıyla kitaplaşan hatıratında; Körfez Savaşı başladıktan sonra Irak Dışişleri Bakanı Tarık Aziz’in Amman’a gerçekleştirdiği gizli ziyarete de değiniyor. Tarık Aziz’in bu ziyarette kendilerine; “Irak’ta bombalanmadık yer kalmadı, Cumhuriyet Sarayı, petrol rafinerileri, köprüler, her yeri bombaladılar” dediğini kaydediyor.
Sözü Bedran’a bırakalım:
“Uluslararası koalisyonun Irak’a askeri müdahalesi başladıktan sonra, ülke olarak kendimizi krizin ortasında bulduk. Kritik dönemlerdi, merhum Kral Hüseyin bu süreci çok dikkatli bir şekilde yoğun mesai harcayarak yönetti. Kral halkın nabzını tutuyor ve savaşın dolaylı etkileriyle mücadele etmek için doğrudan kendisine bağlı anayasal kurumlara gerekli talimatları veriyordu. Üzerimizde bir yandan safımızı değiştirmemiz için uluslararası baskı vardı, bir yandan da halk Irak’ı desteklememizi istiyordu.”
“Savaşın başlamasına müteakip Suriye rejimiyle aramızda bir medya krizi yaşandı. Bazı Ürdünlü vekiller ve Ayan Meclisi üyeleri Suriye aleyhine makaleler kaleme almıştı. Suriyelilerin de medya aracılığıyla karşılık vereceklerini düşünüyorduk, Suriye medyasında tahminimizden sert haberler yapılmaya başladı, adeta bir ‘medya saldırısına’ maruz kaldık. Enformasyon Bakanı İbrahim İzzeddin Suriye’ye gitti ve diplomatik dehasıyla krizi sonlandırdı. Bu olaydan sonra başbakanlık kararıyla büyükelçilerin açıklama yapmasını yasakladık. Nitekim savaş sırasında bazı tecrübesiz büyükelçiler, siyasi anlamda bizi zora sokan açıklamalar yapmaya başlamıştı. Zaten Araplar bize mesafeliydi, meselenin daha da büyümesini ve düşmanlığa dönüşmesi isteyeceğimiz son şey olurdu.”
Hafız Esed sözünde durdu ve Suriyeliler bu süreçte bize petrol satışı gerçekleştirdi. Bir aksilik olmasından korktuğumuz için alternatif planlar da kurmuştuk ancak sorun olmadı, iki ülkeden yetkililerinin yer aldığı ortak bir komisyon, Suriye’den gelen petrolün tankerlerle aktarımını organize ediyordu.
Ürdün’ün resmi tutumunun; “Herhangi bir Arap ülkesine yönelik askeri müdahaleyi reddetmek” olduğunu duyurduk. Kuveyt’i devlet olarak tanıdığımızı yineledik. Irak’a yönelik ‘ambargoyu’ da tanıdığımızı ifade ettik. Açıklamalarımız son derece dikkatliydi, bize karşı oluşan havayı dağıtmak için, çok özenli ve dengeli bir resmi dil benimsedik.
“ABD’nin Amman Büyükelçisi Roger G. Harrison, Irak karşıtı koalisyon içinde yer almamız için üzerimizdeki baskısını arttırıyordu. Israrcı tutumu nedeniyle bir gün kendisine; “Israra gerek yok, Amerikan baskısı dolayısıyla pozisyonumuzu değiştirecek değiliz. Irak-Kuveyt krizine barışçıl bir çözüm bulunması taraftarıyız ve meselenin Araplar arasında halledilmesinden yanayız, halkımızın tutumu ile resmi tutumumuz uyumludur” dedim. O günden sonra meseleyi bir daha gündeme getirmedi. Bakanlar kuruluna, “Amerikalılar tutumumuzdan memnun değil, muhtemelen bizi yardımları kesmekle tehdit edeceklerdir” dediğimi hatırlıyorum. Irak krizinin uzun süreli olacağına dair işaretler vardı ve kendimizi bu duruma hazırlamalıydık. Bu saatten sonra hata yapmamalıydık, herhangi bir yanlış hesaplama bizim için felaket anlamına gelebilirdi. İtiraf etmek gerekir ki; dünyadan ve çevremizden soyutlanarak hayatta kalamazdık, çünkü birçok stratejik temel ürün dışarıdan geliyordu. Çoğu ülkeden daha fazla dışa bağımlıydık.”

Saddam tuzağa düştü
Kral Hüseyin uluslararası temaslarını yoğunlaştırdı, daha doğrusu yoğun temaslarını ara vermeksizin sürdürdü. Aynı zamanda ülke içindeki sorunları da yakından takip ediyordu. Olağanüstü Hal konseyiyle düzenli toplantılar yapıyor, kendisine sunulan raporları dikkatle okuyordu. Ocak ayının sonunda başbakanlığı ziyaret etti ve son derece incelikli bakış açısıyla mevcut durumla nasıl başa çıkabileceğimiz hususunda bizi aydınlattı. Toplantı sonrasında şöyle söylediğini hatırlıyorum:
“Bu savaşın tek bir amacı var, o da; İsrail’in bölgedeki tek güç olarak kalması, Kuveyt bir tuzaktı, Saddam’ı içine çektiler, Irak’ı uzun süre rahat bırakmayacaklardır, gücünü sıfıra indirene kadar vurmaya devam edecekler.”
“Ürdün’e yönelik çemberin daraldığını hissediyorduk, Irak karşıtı koalisyonda yer almamız için ABD’nin baskısı yeniden başladı. Amerikan maslahatgüzarı bize şunu söyledi: "Irak'a karşı olduğunuzu ilan edin, sonra ne isterseniz yapın”. Kral Hüseyin köşeye sıkışmıştı, bir yanda, savaşta Irak’a destek olmasını isteyen siyasi ve sivil güçler, bir yanda da Ürdün’ün resmi pozisyonunu değiştirmesi için baskı yapan uluslararası karar vericiler. Zor bir seçim yapmamız gerekiyordu, ülke olarak iç kamuoyunda ‘Nisan Esintisi’ anlaşmasıyla, farklı cepheler arasındaki gerginliği yeni sonlandırmış ve ‘güven krizini’ aşmıştık. Toplum olarak bütünleşmemiz gereken bir süreçteydik. Toplumun ciddi bir kesimi, ne pahasına olursa olsun Irak’ı yalnız bırakmamamız gerektiğini düşünüyordu.”

Kara harekâtına doğru
Irak Başbakanı Sadun Hamadi 1991 Şubatında Ürdün’ü ziyaret etti. Ürdün’e karayoluyla gelmeye çalıştı ama başaramadı, çünkü Bağdat ve sınır bölgelerinde bombardıman artmıştı. Önce Tahran’a geçti ve oradan uçakla Amman’a indi. İran Cumhurbaşkanı'nın, “yabancı güçlerin Arap Yarımadası’ndan çekilmesi karşılığında, Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini” teklif ettiğini, Irak’ın bu öneriyi kabul ettiğini ancak diğer ülkelerin pozisyonları netleşene kadar gizli tutulmasını şart koştuğunu aktardı. Koalisyonun ağırlıklı olarak sivil merkezleri ve altyapıyı hedef aldığını, başlıca hedeflerinin Irak’ı zayıflatmak olduğunu söyledi. Ordunun moralinin yüksek olduğunu, kayıplarının ‘düşmanın’ iddia ettiğinden daha az olduğunu ve ‘direnişi’ sürdürebileceklerini ifade etti. Hamadi’nin ziyaretinden birkaç gün sonra, Irak devletinden yapılan açıklamada, ilkesel olarak Kuveyt’ten çekilme eğiliminde oldukları belirtildi. Sovyetler Birliği, Çin ve İran’ın, Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesi karşılığında askeri harekâtın durdurulması tezini desteklediklerini öğrendik. Bu bizi biraz rahatlattı, işe yarayacağını düşünüyorduk. Iraklı üst düzey yetkililer hala siyasi manevralarını sürdürüyor, Kuveyt’ten çekilmesi durumunda, İsrail’in de işgal ettiği topraklardan çekilmesi gerektiğini dillendiriyordu.
24 Şubat günü sabah saat 05.00'da ABD Başkanı George Bush, kara savaşının başladığını duyurdu. Bu yeni bir gelişmeydi ve Ürdün bunu ciddiye almalıydı. Iraklılar bize, kendilerinin başlamayacağını ancak İsrail’in saldırması ya da toplu bir yıkım olması durumunda İsrail’e kimyasal silahla karşılık vereceklerini söylemişlerdi. Amerikan askerlerinin Kuveyt Jahra’ya doğru ilerlediği, planın Başkent Kuveyt’in kuşatılması ve sonrasında izole edilmesi olduğu yönünde bir duyum aldık. O süreçte iç güvenliğimize yönelik bazı tehditler oluştu, topraklarımızdan İsrail’e bireysel saldırılar yapılmasından endişeliydik. İsrail bu tür saldırıları bahane ederek bizi savaşın içine sürükleyebilirdi. Herhangi bir savaşın içine çekilme niyetinde değildik, müttefikimiz Irak kendi savaşıyla meşguldü. Doğrusu kaygılı bir bekleyiş içindeydik, tehlike seziyorduk ve yapayalnızdık.
Irak Dışişleri Bakanı Tarık Aziz gizlice Ürdün’e geldi. Kötü haberler getirmişti, bize şunları söyledi: “Irak’ta bombalanmayan bir yer kalmadı, Cumhurbaşkanlığı Sarayını beş defa bombaladılar. Kongre Sarayı, rafineriler, tüm fabrikalar, köprüler, Bağdat’ta sadece üç küçük köprü kaldı. Rafineriyi yeniden tamir etmemiz mümkün görünmüyor, durumumuz vahim.”
Bu haberlerle birlikte iyice kaygılanmıştık, tek istediğimiz savaşın bir an önce sona ermesiydi. Irak'taki durum ve kayıpların boyutu hakkında çelişkili bilgiler geliyordu. Büyük ihtimalle Irak, 40 günde, İkinci Dünya savaşında Almanya’nın dört yılda maruz kaldığı kadar bombaya maruz kalmıştı.
26 Şubat 1991'de Irak, Kuveyt'ten çekildi. Haberi duyduğumuzda şok olmuştuk. Kuveyt’ten çekiliyor olmaları değil (ki savaş olmadan çekilmesini temenni ediyorduk) savaş devam ederken çekilmelerine şaşırmıştık. Irak ordusu çekilirken büyük kayıplar verdi. Koalisyon güçleri bombalamaya devam ediyordu ve Irak ordusu savaşmadan kendi sınırına çekiliyordu. Oysa bir gün öncesine kadar Iraklı yetkililer özgüven içinde açıklamalar yapıyordu. Gerçi, Tarık Aziz son ziyaretinde bize, Ürdün’ün sadece “siyasi aracılık” pozisyonunda olmasını istediklerini söylediğinden beri hayal kırıklığına uğramıştık. Tarık Aziz’in bu son ziyareti, içinde “hezimet işaretleri” barındırıyordu.
Ürdün’ün kaderi; adeta yakın tarihte bölgesel tüm savaşların bir şekilde içinde yer almasıdır. Nekbe’yi yaşadık, Nekse’yi yaşadık, en sonunda kendimizi 1991 harbinin içinde bulduk, artık çoğumuz yorulmuştu. Saddam Hüseyin, merhum Kral Hüseyin’i dinleseydi, Irak’ın harabe olmasına neden olan bu hazin olaylar zinciri yaşanmazdı. Nitekim Hüseyin’in yaklaşımı sorunu çözebilecek mahiyetteydi.
Bakanlar Kurulunu topladım, çalışma arkadaşlarımın yüzlerinde hayal kırıklığı okunuyordu. Olayların bu şekilde gelişmesi bizim için beklenmedik olmuştu. Oturumda; Ürdün’ün üzerine düşeni fazlasıyla yaptığı, ne halkın ne de yönetimin bu insani tutum dolayısıyla pişman olmadığı konuşuldu. Tarih, Ürdün Haşimi Krallığının, Sovyetler Birliği gibi bir ülkenin dahi göze alamadığı bir pozisyonda olduğunu kaydedecektir. Nihayetinde biz Kuveyt’in işgal edilmesi taraftarı değildik, gönül isterdi ki bunların hiçbiri yaşanmamış olsun, ama olan oldu.

Kuveyt’teki Filistinliler
Dışişleri Bakanı Tahir el-Mısri Kuveyt’te yaşayan Filistinlilerin akıbeti ile endişelerini dile getirdiği bir rapor sundu. Ülkede 200 bin kadar ikamet izni olan Filistinli vardı. Kral Hüseyin daha önce davranmış, BMGK daimi üyeleriyle görüşerek, Kuveyt’teki Filistinlilerin Mısır tarafından kabul edilmeleri yönünde talepte bulunmuştu. Suudiler bu geçiş sürecinde Filistinlilere iyi davrandı. Gerçi Kuveyt’teki bazı Filistinliler en baştan beri, bir ülkenin, bir başka ülke tarafından işgal edilmesine karşıydı.
Irak’ın yenilgisi kesinleştikten sonra yeni bir iç güvenlik sorunumuz oldu. Öfkeli vatandaşlar büyükelçilikleri basabilir, bireysel şiddet eylemleri olabilirdi. Nitekim bazı gösteriler oldu, kadınların organize ettiği bir gösteride, göstericilerle polis karşı karşıya geldi; elçilikler bölgesine girmek istediler ve arbede yaşandı. Hassas bir çizgi gözetmeliydik, vatandaşlar öfkelerini duyurabilmeli ama ortaya ‘güvenlik zafiyeti’ olarak yorumlanacak bir görüntü çıkmamalıydı. Neyse ki süreci büyük bir sorun olmadan yürütebildik.
Temsilciler Meclisi’nde düzenlenen toplantıda, “Hükümetin, Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini hezimet olarak değerlendirmediğini, geri çekilme konusunun uzun süredir varit olduğunu” söyledim. Nitekim Kral Hüseyin, Saddam’ı aramış, Suudi Arabistan’da bir ‘mini zirve’ düzenlenmesi için Kuveyt’ten çekilme tarihini ilan etmesini istemişti. Irak Devrim Konseyi de 6 Ağustos 1990’da sabah saat yedide, ‘Kuveyt’ten çekilme’ kararını onaylamıştı. Anlaşılan; geri çekilme kararı,  Kuveyt’e düzenlenen askeri harekâtın hemen akabinde zaten alınmıştı.
Bazıları, savaş esnasında Iraklılara askeri yardım sağladığımızı abartılı bir şekilde iddia ediyor. Böyle bir şeyin yaşanmadığını teyit edebilirim. Sadece bir defasında Iraklılar, Kuveyt’te ele geçirip Irak’a getirdikleri Hawk füzelerinin kullanımıyla ilgili subayların eğitimi uzun süre alacağından, subaylarımızı göndermemizi istediler, taleplerine olumlu yanıt vermedik. Ancak bildiğimiz kadarıyla; Irak ordusu doğrudan, emekli bazı subaylarla sözleşme imzalayıp çalıştı.

Kriz yönetimi
Ürdün’ün kararlı bir şekilde koruduğu pozisyonu netti, krizin Arapların kendi arasında çözülmesi taraftarıydık. Yabancı güçlerin bölgeye müdahil olmasını istemiyorduk, bu yüzden uluslararası koalisyonun içinde yer almadık. Geçmiş için değil, şu an farklı düşünenler için söylüyorum, kardeşlerimiz, ırkdaşlarımız şunu iyi anlasın; kimseye karşı değildik, krize farklı açılardan yaklaşıyorduk ve bölgemizin iyiliğini istiyorduk. Kral Hüseyin tamamen iyi niyetli bir şekilde, ters giden şeyleri düzeltmeye çabalıyor ve biz de çizdiği çerçeve dâhilinde ‘krizden çıkış’ önerilerimizi sunuyorduk. Görüyorum ki birçok kardeşimiz hakkımızda kötü düşünerek bize haksızlık ediyor.
Müdahalenin ardından ambargo sürecinde BMGK’ya hitaben yazdığımız mektubu bitirdik. Amerikan tarafına, Irak'a temel gıda maddeleri olan pirinç, buğday, şeker, yağ ve et ihraç etmeye devam edeceğimizi bildirdik. Ayrıca Irak'tan petrol ithal etmeye devam edeceğimizi de söyledik.
Henüz savaş başlamadan, gelişmeler hakkında epey karamsar olduğumuz doğrudur, çünkü uluslararası toplumun siyasi çözümü reddettiğini ve askeri çözümün kaçınılmaz olduğunu gördük. Bize biraz güven veren, İran’ın konuya müdahil olmamasıydı. İran-Irak savaşından sonra iki ülke arasındaki ilişkide iyileşme gözleniyordu. Eğer İran ve ABD’nin menfaatleri çakışsaydı ve birbirine yakın olsalardı Irak için daha büyük bir felaket muhtemeldi.
Krizin uzamasıyla birlikte çok büyük ekonomik sıkıntılar öngördük. Savaşa çekilebileceğimizden endişelenen yurttaşlar temel gıda maddelerini stoklamaya başladı. Hükümet olarak temel maddelerin envanterini çıkarmıştık, tahminlerimize göre altı ay yetebilecek temel gıdaya sahiptik, şeker ise ancak iki buçuk ay yeterdi. Mali durumumuz ise gerçekten berbattı. Savaş başladığında iki saat içinde sekiz milyon dinar çekildi, dolar karaborsaya düştü. Bir dolar 74 kuruştan bozduruluyordu. Irakla mali ilişkimiz savaş nedeniyle sekteye uğramıştı, Birleşik Arap Emirliklerindeki mevduat hesaplarımız dondurulmuştu.
Irak için son yaptığımız şey, Arapların kendi içinde çözüm bulmasını destekleyen ülke dışişleri bakanlarını Amman’da toplamak oldu. Toplantıya; Yemen, Sudan, Cezayir, Libya, Fas ve Tunuslu bakanlar katıldı. Amacımız Irak’a yönelik siyasi ablukayı biraz olsun gevşetmekti. Artık Tarık Aziz’in güvencelerini ciddiye almıyorduk, Irak’ın durumuna dair yabancı basını daha güvenilir buluyorduk.
Sonuçta adeta tamamen yok edilmiş bir Irak’la uğraşıyorduk, geri çekilme biçimleri rahatsız ediciydi. Bu süreçte Irak’ın stratejik bilgilerinin, özellikle askeri bilgilerinin içeriden sızdırıldığını öğrendik. Sovyetler Birliği de olağan şüpheliler arasındaydı.
Basra bölgesinde İran hareketliliği gözlenmişti, altı bin Iraklı İran’a iltica etmişti. Şüpheliydik, Irak'ın kara saldırısından önce Kuveyt'ten çekilmeye başladığı söyleniyordu, bu bilginin doğru olup olmadığını bilmiyorum. Yüz saat boyunca Irak ordusunun bombalanmaya maruz kalması, askerin moralini bozmuş, yenildiklerini kani olmuştular. Kara harekâtı başlamadan önce son ana kadar Iraklılar, Sovyetler Birliği’nin girişiminin işe yarayacağını ve Amerikalıların, Kuveyt’ten çekilmeleri karşılığında kendilerine saldırmayacaklarını düşünüyordular. Bizde ki intiba, ABD’nin Irak’ın Kuveyt’ten şartsız çekilmesini ve bütün kararlarına uymasını istediği yönündeydi. Irak ordusu büyük kayıplar verdi, bir tank savaşına dair tasvir düşüyor zihnime, Iraklıların bütün tankları saatler içinde imha ediliyor, 1500 Iraklı asker yaralanıyor, hayatını kaybediyor. O kadar çok bomba kullanılmış ki, yer sarsılmış. Kara harekatı başladığı andan itibaren Irak ordusunun zaafları ortaya çıktı, siyasiler ve askerler arasındaki iletişim ağır işlediğinden, ilk saatlerden itibaren ön cephedeki birliklerle teması kaybettiler. Sonrası kargaşa ve hezimet.
Ürdün Krallık Divanı’nın hazırladığı Beyaz Kitapta, Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesi için ne tür çabalar sarf edildiği kayıt altındadır. Kral Hüseyin’in, meseleyi Araplar arasında çözme gayreti ortadadır. Çözümsüzlük taraftarlarının da kimler olduğu bilinmektedir.”

Eski Ürdün Başbakanı Mudar Bedran'ın anıları: Saddam’ı herhangi bir çılgınlık yapmaması konusunda uyardık, Kuveyt’i işgal edeceğini bilmiyorduk

Ürdün eski Başbakanı Mudar Bedran'ın anıları (2): Barışçıl çözüm çabalarının yetersiz kalması ve Körfez Savaşı’nın başlaması



Fas’a tepki yağıyor: Z kuşağı aktivistlerine korkunç muamele

Gençlerin başını çektiği eylemlerde Fas kralı ve başbakanının istifası istenmişti (AP)
Gençlerin başını çektiği eylemlerde Fas kralı ve başbakanının istifası istenmişti (AP)
TT

Fas’a tepki yağıyor: Z kuşağı aktivistlerine korkunç muamele

Gençlerin başını çektiği eylemlerde Fas kralı ve başbakanının istifası istenmişti (AP)
Gençlerin başını çektiği eylemlerde Fas kralı ve başbakanının istifası istenmişti (AP)

Fas'taki Z kuşağı protestolarında gözaltına alınan gençlere kötü muamele edilmesi tepki çekti.

Guardian'ın irtibata geçtiği aile ve avukatlar, gözaltındaki gençlerin polis merkezlerinde dövüldüğünü, saatlerce yiyecek ve su verilmeden tutulduğunu ve bazı durumlarda kendilerine zorla ifade imzalatıldığını savunuyor.

Kimliğinin paylaşılmaması şartıyla konuşan bir anne, 18 yaşındaki oğlunun protestolara katılmamasına rağmen iki aydan uzun süredir gözaltında tutulduğunu söylüyor:  

Oğlum bir eyleme bile katılmamıştı. Bir büfede yemek yerken gözaltına alındı. Tutuklanırken o kadar kötü dövüldü ki bazı dişleri kırıldı.

Anne, oğlunun polis merkezinde ifade tutanaklarını imzalamayı reddettiği için yeniden dövüldüğünü de sözlerine ekledi. 

Sivil toplum kuruluşu (STK) Fas İnsan Hakları Derneği (AMDH) de bazı kadın protestocuların taciz, hakaret ve cinsiyetçi söylemlere maruz kaldığını aktarıyor.  

Haberde, Agadir yakınlarındaki Lqliaa kasabasında 1 Ekim'de düzenlenen gösterilerde üç protestocunun güvenlik güçleri tarafından vurularak öldürüldüğü iddiası da paylaşılıyor. 

Olayda 12 yaşındaki çocuklar da dahil 14 protestocunun yaralandığı belirtiliyor. Yetkililerse bir grup eylemcinin polis karakoluna saldırdığını, ekiplerin de buna karşılık verdiğini savunuyor. 

Uluslararası Af Örgütü'ne göre şimdiye dek protestolarla bağlantılı olarak 2 bin 400'den fazla kişi hakkında hukuki işlem başlatıldı. 

AMDH, duruşmalarda avukatların bulunmadığına, soruşturmaların yetersiz yürütüldüğüne ve masumiyet karinesinin uygulanmadığına dikkat çekiyor. Onlarca kişiye 15 yıla varan hapis cezaları verildiği aktarılıyor. Çocuklar da dahil birçok göstericinin davası sürüyor.

STK'nin Marakeş şubesinden Mustapha Elfaz, "Gençlerin polis gözetiminde işkence gördüklerine dair korkunç tanıklıklar duyduk" diyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü'nden Ahmed Benchemsi şunları söylüyor: 

Hükümet açıkça korktu ve herhangi bir muhalefet biçimine müsamaha göstermeyecekleri yönünde güçlü bir mesaj vermek için böyle bir baskıya başvurdu.

Eylülde patlak veren eylemlerde halk, en az 11 kentte yolsuzluğu protesto etmek için sokaklara dökülmüştü.

Göstericiler, Rabat yönetiminin sağlık ve eğitimi önemsemeyip uluslararası spor organizasyonlarına para akıttığını savunuyor. İspanya ve Portekiz'le birlikte 2030 FIFA Dünya Kupası'na ev sahipliği yapmaya hazırlanan ülkede "Stadyumlar burada, hastaneler nerede?" sloganları duyulmuştu. 

Z Kuşağı 212 ve Fas Gençliğinin Sesleri gibi örgütlerin liderlik ettiği protestolar barışçıl başlasa da güvenlik güçleriyle çatışmalar nedeniyle üç kişi yaşamını yitirmiş, 600'den fazla kişi yaralanmıştı.

Independent Türkçe, Guardian, News International


İsrail gaz hamlesiyle Trump-Sisi-Netanyahu görüşmesine zemin mi hazırlıyor?

Sisi ve Netanyahu’nun 2017’de BM Genel Kurulu sırasında gerçekleştirdiği görüşmeden bir kare (Reuters)
Sisi ve Netanyahu’nun 2017’de BM Genel Kurulu sırasında gerçekleştirdiği görüşmeden bir kare (Reuters)
TT

İsrail gaz hamlesiyle Trump-Sisi-Netanyahu görüşmesine zemin mi hazırlıyor?

Sisi ve Netanyahu’nun 2017’de BM Genel Kurulu sırasında gerçekleştirdiği görüşmeden bir kare (Reuters)
Sisi ve Netanyahu’nun 2017’de BM Genel Kurulu sırasında gerçekleştirdiği görüşmeden bir kare (Reuters)

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aylarca beklettikten sonra Mısır ile yapılan en büyük doğal gaz anlaşmasına onay vermesi, iki lider arasında olası bir zirveye ilişkin İsrail basınında yeni iddialar doğurdu. Ancak Kahire cephesi sessizliğini koruyor.

Şarku’l Avsat’ın CNN’den aktardığı bilgilere göre Netanyahu ile Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi arasında ABD’de bir görüşme düzenlenmesi gündemde. Ancak sürece yakın Mısırlı bir kaynak, böyle bir buluşmanın kolay olmayacağını belirterek, “Gaz anlaşması tek başına bunu sağlamaz. İsrail’in Gazze anlaşmasını uygulamada ilerleme göstermesi ve Mısır’ın güvenliğini garanti etmesi gerekir. Bölgedeki tansiyon bitmiş değil ve ekonomik çıkar niteliğindeki bir gaz anlaşması bu durumu değiştirmez” değerlendirmesinde bulundu.

CNN’e konuşan bir İsrailli kaynak, Netanyahu’nun gaz anlaşmasına yönelik ilanının “olası Netanyahu–Sisi görüşmesi için hazırlıkların bir parçası” olduğunu aktardı.

Netanyahu’nun bu ay içinde ABD’ye giderek Başkan Donald Trump ile Florida’daki Mar-a-Lago’da görüşmesi bekleniyor. Aynı kaynaklara göre, İsrail hükümeti anlaşmaya resmi onayı aylarca geciktirdikten sonra, sonunda Trump yönetiminin baskısıyla onay verdi. Washington yönetimi, Netanyahu ile Sisi’yi bir araya getirerek bölgesel barış girişimlerini ve “İbrahim Anlaşmaları”nın kapsamını genişletmek istiyor.

Netanyahu çarşamba gecesi yaptığı televizyon konuşmasında, “İsrail tarihindeki en büyük gaz anlaşmasına onay verdim. Anlaşmanın değeri 112 milyar şekel (34.7 milyar dolar). Bunun 58 milyar şekeli (18 milyar dolar) devlet hazinesine girecek” açıklamasını yaptı ve anlaşmanın Amerikan Chevron şirketi ile İsrailli ortaklar üzerinden Mısır’a gaz ihracatını içerdiğini söyledi.

wscf
Deyr el-Belah’taki geçici Filistinli kampından bir kare (AFP)

İsrail ve Mısır, 1979’da barış anlaşması imzalamış olsa da iki lider yaklaşık on yıldır kamuoyu önünde görüşmedi. Kahire’den ise söz konusu iddialara ilişkin henüz resmi bir açıklama yapılmadı.

Mısırlı düşünür Abdülmünim Said, olası zirveye dair, “Benim için geçerli olan sadece Kahire’den gelen açıklamalardır” diyerek, gaz onayının barış sürecini canlandırıp canlandıramayacağının belirsiz olduğunu ifade etti. Said, “Bu durum sadece ekonomik bir anlaşma olarak kalabilir ve siyasi sonuç doğurmayabilir” dedi.

İsrail medyası ise iddiayı güçlendiren haberlerle çıktı. İsrail Kamu Yayın Kurumu, anlaşmanın Netanyahu ile Sisi arasında bu ay sonunda Florida’da bir görüşme ihtimalini doğurduğunu yazdı. Yedioth Ahronoth ve Kanal 12 de anlaşmanın Netanyahu–Trump–Sisi üçlü zirvesinin önünü açabileceğini aktardı; ayrıca Mısırlı tarafın, görüşmeye katılmak için anlaşma onayını şart koştuğunu belirtti.

Haberlere göre iki lider savaşın başlangıcından bu yana kamuoyuna açık şekilde konuşmadı ve taraflar arasındaki ilişkiler oldukça gergin. Kanal 12, Sisi’nin Temmuz ayında iç ve dış eleştirilere rağmen anlaşmayı kabul ettiğini, ancak İsrail hükümetinin beş ay boyunca süreci geciktirdiğini yazdı.

Aynı kaynaklara göre Mısır, Gazze’deki ateşkes sürecinde ilerleme sağlanmadan ve İsrail’in Gazze–Mısır sınır hattı olan Filadelfi Koridoru’ndan ve Nitsarim bölgesinden çekilmeden zirveye sıcak bakmıyor. Jerusalem Post da, gaz anlaşmasının üçlü zirve için gerekli siyasi tavizlerden yalnızca biri olduğunu kaydetti.

Mısırlı parlamenter Mustafa Bekri ise, gaz anlaşması ile olası liderler zirvesi arasında bağ kurulmasını reddetti. Bekri, İsrail kaynaklarından gelen iddialara itibar edilmemesi gerektiğini, esas olanın resmi Mısır tutumu olduğunu belirterek, “Mısır’ın pozisyonu nettir: Filistin halkının haklarının korunması ve Mısır’ın güvenliğinin garanti altına alınması vazgeçilmezdir” dedi.


Şam ve SDG yıl sonu yaklaşırken entegrasyon sürecini hızlandırmaya çalışıyor

Kamışlı’da gerçekleştirilen törende görüntülenen SDG unsurları (Arşiv – Reuters)
Kamışlı’da gerçekleştirilen törende görüntülenen SDG unsurları (Arşiv – Reuters)
TT

Şam ve SDG yıl sonu yaklaşırken entegrasyon sürecini hızlandırmaya çalışıyor

Kamışlı’da gerçekleştirilen törende görüntülenen SDG unsurları (Arşiv – Reuters)
Kamışlı’da gerçekleştirilen törende görüntülenen SDG unsurları (Arşiv – Reuters)

Suriye hükümeti ile Ana omurgasını YPG’nin oluşturduğu Kürtlerin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında yürütülen entegrasyon görüşmelerine ilişkin kaynaklar, tarafların yıl sonunda dolacak süre öncesinde tıkanan anlaşmayı ilerletmek için yoğun çaba gösterdiğini aktardı.

Şarku'l Avsat'ın sürece yakın Suriyeli, Kürt ve Batılı kaynaklardan edindiği bilgilere göre taraflar son günlerde temaslarını yoğunlaştırdı. Ancak görüşmelerdeki gecikmelerin yarattığı memnuniyetsizlik dikkat çekiyor. Kaynaklar, mevcut şartlarda anlaşmayı ileriye taşıyacak büyük bir sıçrama beklentisinin zayıf olduğunu belirtiyor.

Beş farklı kaynağa göre, geçici Suriye hükümeti, kuzeydoğu bölgesini kontrol eden Kürt güçlerine bir öneri sundu. Kaynaklar Şam yönetiminin söz konusu öneride, yaklaşık 50 bin savaşçıdan oluşan SDG’nin üç ana tümen ve daha küçük birlikler halinde yeniden yapılandırılmasına kapı araladığı bilgisini verdi.

Öneriye göre SDG, komuta zincirinin bir bölümünden vazgeçecek ve kontrol ettiği bölgeleri Suriye ordu birliklerine açacak.

Ancak kaynaklar, bu planın hayata geçip geçmeyeceğinin belirsiz olduğunu vurguladı. Birçok yetkili, yıl sonuna kısa süre kalmışken kapsamlı bir anlaşmaya varma ihtimalinin zayıf olduğunu, daha fazla müzakereye ihtiyaç duyulduğunu ifade etti.