Lübnan, Irak ve Libya’daki kaçak silah pazarları

BM raporlarına göre dünyadaki en büyük kaçak silah stokuna sahip Arap ülkesi hangisi?

Lübnan'ın kuzeyinde bir cenaze törenine katılan silahlı adamlar (Getty)
Lübnan'ın kuzeyinde bir cenaze törenine katılan silahlı adamlar (Getty)
TT

Lübnan, Irak ve Libya’daki kaçak silah pazarları

Lübnan'ın kuzeyinde bir cenaze törenine katılan silahlı adamlar (Getty)
Lübnan'ın kuzeyinde bir cenaze törenine katılan silahlı adamlar (Getty)

Tony Bouloss / Ahmed es-Suheyl / Zayed Hediyye
Kötüleşen ekonomik koşullar, güvenliğin olmaması, hırsızlık olayları ve nüfuzlu bir devletin yokluğuyla birlikte Lübnan, Irak ve Libya'daki silah ticaretinde tüm mali zorluklara rağmen bir patlama yaşanıyor. İnsanlar artık hırsızlardan kendisini ve ailesini korumak amacıyla bir tabanca, bir Kalaşnikof tüfek ve hatta bir av tüfeği alarak kendi güvenliklerini sağlamanın yollarını arıyorlar.

Lübnan’da ekonomik kriz halkı kendi güvenliğini sağlamaya itiyor
Lübnan’da ekonomik kriz doruğa ulaştıktan sonra durgunluk veya düşüş kaydeden çoğu ticari sektörün aksine ülkedeki siyasi ve güvenlikle ilgili gelişmelere göre zaman zaman durgunlaşıp hareketlenen silah pazarı, önceki yıllara göre kayda değer bir hareketliliğe tanık oluyor.
Lübnanlı bir askeri kaynağa göre bireysel olarak askeri silah edinme talebinin artması, devam eden ekonomik çöküşün sonucunda ortaya çıkan güvenlik durumuyla ilgili korkudan kaynaklanıyor. Ülkedeki yüksek suç oranlarının rekor sayılara ulaşması da birçok kişinin devletin koruma gücüne olan güvenlerini kaybetmeleri neden olurken insanları bireysel veya toplu olarak ‘kendi güvenliklerini sağlama’ düşüncesine itti. Kaynak, ‘Lübnanlıların çete ve haydutlardan duydukları korkuyla akşam evlerinden çıkamaz hale getiren güvenlik ve sosyal kaos ortamı yarattığını’ ve bununda ekonomik krizi sürdüreceği konusunda uyardı.
Silah edinmeyi yasallaştıracak bir mekanizmanın olmadığını belirten kaynak, bu durumun silahların devletin kontrolü dışına çıkmasıyla mücadeleyi zorlaştırdığını belirtiyor. Satın alma işlemi yetkili bayiler aracılığıyla gerçekleşmediğinden, güvenlik güçleri, silahın kime ait olduğunu ve kimin getirdiği bilgisine erişemiyor. Silah bulundurmak veya taşımak için alınan ruhsatın ‘yenilenmesi konusunda bir garantinin’ olmadığını belirten kaynak, ruhsat meselesinin ‘nüfuz sahibi kişilerin kaprislerine göre hareket eden istikrarsız bir onaylama prosedürüne tabi olduğundan’ ek bir sorun teşkil ettiğini de sözlerine ekledi.
Lübnan’da ortalama bir vatandaşın silah taşıma ruhsatı alamayacağını söyleyen kaynak, “Bu ruhsatlar, Savunma Bakanlığını devralan partiyi siyasi olarak kutuplaştırmanın bir yolu olarak verilirken, söz konusu partilerin destekçileri ve rakipleri de dahil olmak üzere nüfuz sahibi insanlar için ayrılan kotalar korunuyor” şeklinde konuştu.

Ruhsat sahibi
Öte yandan emekli Tuğgeneral Naci Melaib konuya ilişkin değerlendirmesinde, ‘orta ve hafif kalibreli silahların Lübnan’daki evlerin çoğunda bulunduğunu belirterek, bunların kime ait oldukları konusunda kısıtlama ve kontrol olmadığı göz önüne alındığında güvenlik açısından suç teşkil eden etkilerinin kafa karıştırıcı’ olduklarını söyledi.
Suriye ile olan kara sınırlarında güvenliğin bozulmasının, Hizbullah'ın ‘sınır ihlalleri’ çerçevesinde Lübnan'a hafif kalibreli silahların sokulmasına yol açtığını ve bunun da Lübnan’a ve Lübnan'dan diğer ülkelere herhangi bir denetim olmaksızın silah geçişine neden olduğunu belirten Melaib, ‘bunun Hizbullah’ın kendisiyle sahada iş birliği yapan taraflara silah temin etmesine imkan verdiğini ve kaçakçılık için ek bir karaborsanın büyümesine yol açtığını’ ifade etti. Ayrıca Filistinli mültecilerin kaldığı kampların daha önce Lübnan pazarındaki hafif silahların çoğuna önemli bir kaynak sağladığına dikkati çeken Melaib, ancak bugün artık ana kaynağı oluşturmadıklarının da altını çizdi.
Melaib, Silahlar ve Mühimmat Yasası’nın 37’inci maddesi uyarınca üretici veya satıcıya yetki veren yasal bir izne sahip olduğundan emin olmadan önce (bireysel silahlar için belirlenmiş)  ilk dört sınıftan ekipman, silah veya mühimmat satması veya herhangi birine vermesi yasak olduğuna ve eğer bir silah tüccarı Lübnan'a silahlı kuvvetler haricinde silah ithal etmek için yasal izine ve Lübnan'da herhangi bir silah fabrikasına sahip değilse silah taşıma ruhsatları yasadışı silahlar mevzuatı kapsamına dahil olduğuna işaret etti. Ancak Melaib, yasanın uygulanmamasının, Savunma Bakanlığına gelen ve hatta bazıları aktif olan taraflar lehine ruhsatları boş yere dağıtan bakanların çoğunun uyguladığı ortak bir özellik olduğunu vurguladı.
Melaib, bir tüfek veya tabancanın fiyatının iki katından fazlasına satılmasından dolayı karaborsanın ister partiler ister kaçakçılarda örgütlenmiş olsunlar tanınmış tüccarlar tarafından ‘muğlak bir şekilde’ yönetildiğini belirtti. Melaib, silah piyasasındaki kaosa son vermenin yolunun, bireysel silah edinme işlemlerine düzenleme getirilmesinin yanı sıra silahın kime ait olduğunu gösteren ve suçların tespit edilmesine yardımcı olan kısıtlamalara uygun bir manyetik kartın esas alınacağı yeni mevzuatın kabul edilmesinden geçtiğini vurguladı.

Pazar fiyatları
Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı özel habere göre Kimliğinin açıklanmasını istemeyen bir silah temin aracısı, Lübnan'daki silah kaynaklarının yüzde 95'inin resmi çerçevelerden geçmediğini söyledi. Söz konusu silah kaynaklarının çoğunlukla Lübnan ile Suriye arasındaki ‘kaçakçılık tüccarları’ veya Bekaa'daki aşiretler aracılığıyla akışını sağlandığını belirten aracı, mülteci kamplarının bireysel silahların ana kaynağı olmalarının ardından, artık sadece ortalama fiyatı 800 dolar olan Kalaşnikoflar ve fiyatı 3 bin doları geçmeyen geleneksel tabancalar gibi kullanılmış ve eski silahlar için bir pazar oluşturduklarını vurguladı. Aracı bu silahların kaynağının, daha önce çeşitli koşullarda silahlanan Filistinli örgütlere ve gruplara dayandığını da sözlerine ekledi.
Fiyatların ise talebe göre değişiklik gösterdiğini ve bu nedenle yükselip düşebildiğini söyleyen aracı, bu yüzden fiyatların sanayileşmiş ülkelere göre yüksek olduğunu, bunun nedeninin ise silahların Lübnan’a girişi öncesi birkaç aracıdan geçmesinden kaynaklandığını belirtti. Aracı, söz konusu silahların Suriye’ye girmeden önce Irak’tan veya Türkiye’den geçtiğini ve ardından Lübnan’a ulaştığını kaydetti. Bu silahların bir kısmının kaynağının Suriye’deki savaş ganimetleri olduğunu söyleyen aracı, bazı grupların destekçilerinin kaynaklarını geri çekmesinin ardından kendilerini finanse etmek için silah satışına başvurduklarını ifade etti.
Lübnanlı aracı, ‘dipçik taban’ olarak bilinen 11 kalibre Kalaşnikof fiyatının bin 500 ile 2 bin dolar arasında değiştiğini, Çin, Kore, Almanya ve İran menşeli olanların fiyatının bin 400 dolar, Rus menşeli olanın ise bin 300 ile bin 700 dolar arasında değiştiğini kaydetti. Amerikan yapımı M16 piyade tüfeğinin fiyatının ise 3 bin doların üzerinde olduğunu beliren aracı,  tabanca fiyatları ile ilgili olarak en çok aranan ve en pahalı olanın fiyatı 3 bin 500 ile 4 bin dolar arasında değişen ‘Glock’ olduğunu, Çek menşeli tabanca fiyatlarının ise bin 300 ile 2 bin dolar arasında değiştiğini ifade etti.

ABD’nin hamlesi
Diğer yandan Batılı bir diplomatik kaynak, ABD istihbaratının, Bekaa’daki aşiretlerin, Amerikan yapımı modern füzelere ve düzenli ordular, özellikle de ABD ve müttefik orduları tarafından kullanılan AT4 füzeleri ile ‘LAW’ ve ‘TOW’ füzeleri gibi gelişmiş silahlara sahip olduğunu gösteren video kayıtlarını yakından takip ettiğini doğruladı.
Edinilen bilgilere göre ABD istihbaratı, bu füzelerin Hizbullah tarafından geçtiğimiz yıllarda Suriye'de ele geçirildiğini ve son zamanlarda başta Suriye’nin el-Kuseyr bölgesindeki geçiş noktası olmak üzere yasadışı olarak kontrol ettiği noktalardan Lübnan'daki aşiretlere ulaştığını düşünüyor.
Aşiretlere yakın kaynaklar, Hizbullah’ın, boğucu kuşatmanın yanı sıra kendisine ve müttefiklerine yönelik artan yaptırımlar çerçevesinde aşiretlerin sahip olduğu dövizleri, özellikle de çaresizce ihtiyaç duyduğu doları toplamak için modern silah ve füze anlaşmaları yaptığını vurguladılar.
Batılı kaynak ABD’nin Hizbullah’ın Amerikan yapımı silahları nasıl elde ettiğine dair büyük bir soruşturma başlatacağını açıklarken Irak ve Lübnan ordularının ABD ile müttefik olan ordular arasında yer aldığını vurgulayarak Hizbullah’ın söz konusu silahları onlardan elde etmesinin pek olası olmadığını kaydetti.
Hizbullah’ın 2015 yılında Suriye’nin el-Kuseyr bölgesinde büyük bir askeri geçit töreni düzenlediğini ve ABD menşeli T4 tanklarının fotoğraflarını kasıtlı olarak sızdırdığını belirten batılı kaynak, Hizbullah’ın bu şekilde Lübnan ordusunun Amerikan silahlarıyla silahlanması programını durdurmak için Lübnan ve ABD orduları arasındaki ilişkiyi karıştırmaya çalıştığına ve Lübnan ordusunu zayıflatarak Lübnan’da hakimiyetini sürdürmek istediğine dikkati çekti.

Silahlı aşiretler
Öte yandan aşiret kaynakları, aşiretlerin, Hizbullah üzerinden silahlandıklarını ve böylece Hizbullah’ın dolar cinsinden döviz ile finanse edildiğini belirttiler. Silahlanmanın sadece ‘hafif silahları değil, orta ve ağır kalibre silahları da kapsadığını’ belirten kaynaklar, başta fiyatı 4 bin 500 dolar civarında olan 8 mm PK makineli tüfek olmak üzere her türlü silahı sağlayan aracılar olduğunu kaydettiler. Kaynaklar, B7 top mermisi fiyatının ortalama bin 500 doları aşmadığını, havan topları ve ‘Doçka’ ağır makineli tüfeklerinin fiyatlarının ise 4 bin 500 dolarlara kadar çıkabildiğini, keskin nişancı tüfeklerinin fiyatlarının 5 bin dolardan başladığını ve özelliklerine göre fiyatın arttığını söylediler.
Buna karşın Hizbullah’a yakın kaynaklar, ‘yanıltıcı suçlamalar’ olarak niteledikleri bu iddiaları yalanladılar. ‘Direniş’ güçlerinin silahlanmasının herkesin bildiği bir amacı olduğunu öne süren Hizbullah kaynakları, silah ticareti yapılmadığını belirterek silahların unsurlar tarafından kullanılması konusunda katı bir mekanizmanın olduğunu vurguladılar.


Bağdat'taki bir silah dükkanı (Getty)

 Irak'ta silahlar halka açık pazarlarda ve Facebook sayfaları üzerinden satılıyor
Irak'ta ise silah arayışı için Facebook'ta sadece birkaç dakika gezinmek yeterli. Ruhsatsız silahların sergilendiği çok sayıda Facebook sayfası bulunuyor. Çoğu kişinin bildiği pazarların yanı sıra bu sayfalar üzerinden satış ve takas yapılabiliyor. Silahlar, ABD’nin 2003 yılında ülkeyi işgal etmesinin ardından geçen yıllarda, çoğunluğu o dönem çökmüş olan güvenlik kurumlarına ait silahlar olmak üzere başkent Bağdat’ın birçok bölgesinde kurulan pazarlarda ve diğer illerin pazarlarında eşi benzeri görülmemiş bir şekilde yer aldı. Ardından bu durum ülkeyi kasıp kavuran DEAŞ’ın işgalinin ilk yıllarında yeniden ortaya çıktı.
Böylece bu fenomen, mevcut kaos ortamı, suç çeteleri ve aşiret anlaşmazlıklarının yaygınlaşması nedeniyle devletin karşı karşıya olduğu büyük bir ikilem haline geldi. Bu fenomenin neden olduğu doğrudan ve tehlikeli etkiler arasında, özellikle ülkenin güney illerindeki aşiret çatışmaları, bazen bir haftadan uzun süren savaşlar yer alıyor. Bu konuda, hafif ve orta kalibre silahların kullanıldığı Basra, çok sayıda can kaybı ve büyük bir güvenlik karmaşasıyla ayrı bir yer ediniyor.

Maridi Market
Başkent Bağdat'ın doğusundaki Maridi Market (yerel bir bit pazarı), güvenlik güçleri tarafından bir çok kez basına uğrasa da, gözetim ve güvenlik sorunları olmaksızın silah satın almak isteyenlerin başvurdukları en büyük pazarlardan biridir. Bu pazarda, resmi belgelerde sahtecilik başta olmak üzere, bir önceki rejim dönemine kadar uzun bir süre çok sayıda yasadışı eylem gerçekleşti. Ancak 2003'ten sonra bu durum abartılı bir şekilde arttı. Silahlar bu faaliyetlerin bir parçası oldu.
Ruhsatsız silah ticareti, basit tabancalarla sınırlı kalmayıp bazen orta kalibre silahlara, RPG-7 mermilere, el bombalarına ve silahlı insansız hava araçlarına (SİHA) ve özellikle Kalaşnikoflar olmak üzere birçok makineli tüfeklere kadar genişliyor.
Bilinen mağazalarda sergilenmeyen bu silahlar, geçtiğimiz yıllarda güvenlik güçleri tarafından sık sık yapılan baskınlara rağmen belirli dönemlerde pazardaki dükkanların vitrinlerinde dahi yer alabildi.
Irak İçişleri Bakanlığı, Mart 2017'de, yüksek çözünürlüklü kameralar taşıyan ve bin metreye kadar yükselebilen SİHA’lar bulunduran bir kişinin tutuklandığını duyurdu. Silahlarla ilgilenen ve kimliğinin açıklanmasını istemeyen bir kişi, “Maridi Market, bu bağlamda en öne çıkan pazardır. Çünkü silah tüccarları onu en büyük satış platformlarından biri olarak görüyorlardı. Sık sık yapılan güvenlik baskınlarına rağmen, bu baskınların bilgilerinin önceden kendilerine sızdırılması nedeniyle daha da güçlendiriyorlardı” ifadelerini kullandı.
Kaynak şunları ekledi:
“Son zamanlarda yaşanan sorun ise, baskınların bir kısmının güvenlik güçleri tarafından sivil giysili olarak gerçekleştirilmesiyle silah satışları önemli ölçüde azaltmış olsa da tüccarların silah satışlarını güvendikleri aracılar aracılığıyla evlerinden sürdürmeleridir.  Bu insanların çoğu, başkent Bağdat'ta kanalın doğusundaki bazı bölgelerde tanınıyor ve kendilerine koruma sağlayan partiler ve milislerle bağlantıları var.”

En fazla rağbet gören silahların fiyatları
Silahların yaygınlaşmasına rağmen fiyatları oldukça yüksek seyrediyor ve bu fiyatlar, silahların modellerine ve menşelerine göre değişiklik gösteriyor.
İndependent Arabia en fazla rağbet gören silahların fiyatlarını araştırdı. En çok tercih edilen silahlardan biri olan Rus menşeli Kalaşnikoflar bin 200 dolardan alıcı bulurken en düşük kalitelisi ise 500 dolardan satın alınabiliyor. Tabancalarda ise HS marka tabancanın fiyatı 2 bin 400 dolar, Beretta marka tabanca 3 bin 500 dolar ve CZ marka tabanca 2 bin 400 dolardan satılıyor. Mermilere gelince, elli mermi içeren bir kutunun fiyatı, türüne ve menşesine göre değişiyor. Türk yapımı mermilerin kutusu 60 bin dinara (yaklaşık 40 dolar), Amerikan yapımı mermilerin kurusu 120 bin dinara (yaklaşık 80 dolara), Hırvat yapımı mermilerin kutusu 90 bin (60 dolara) satılırken Kalaşnikof mermilerinin adet fiyatları 400 ile 600 dinar (27-40 sent) arasında değişiyor.


Silah edinme işlemlerini yasallaştıracak bir mekanizmanın olmaması, silahların yayılmasına karşı mücadeleyi zorlaştırıyor (Getty)

Silahların yaygınlaşması ve büyük depolar
Irak devletinin karşı karşıya olduğu en büyük sorunlardan biri, sadece bu silahların yayın olması değil, aynı zamanda çok ve artan sayılarda olmalarının yanı sıra yerleşim bölgelerinde birikmeleridir. Bu da tehlikelerini artırıyor.
Merhum Terör ve Güvenlik Uzmanı Hişam el-Haşimi, Şarku’l Avsat’a yaptığı bir açıklamada, sorunun artık hafif ve orta kalibre sayılmayan kayıt dışı silahlar boyutunda olduğunu ve hatta Bağdat'ta ve diğer illerde depoları ve satış dükkanları olduğunu söylemiş ve bu durumun zaman zaman hükümetin eylemleriyle birlikte kayıt alma sürecini zorlaştırdığını belirtmişti.
Silahların aşırı derecede yayınlaşmalarına rağmen nerelerde ortaya çıktıklarının çoğu zaman bilinmediğini söyleyen Haşimi, silahlı bir çatışma çıkması korkusuyla baskının gizliliği ve zorluğu nedeniyle güvenlik yetkililerinin denetim yapamadıklarını kaydetmişti.
Haziran 2018'de Bağdat'ın doğusundaki Sadr City’de yer alan Hüseyniye semtinde bir silah deposunda patlama medyana gelmişti. Patlama birçok evin yıkılmasına, 18 kişinin ölümüne ve onlarca kişinin yaralanmasına yol açmıştı. Olay sonrası başlatılan soruşturmalar ise sonuçsuz kaldı.

Kaçakçılık eylemleri ve siyasi çıkarlar
Güvenlik uzmanları, bu silahların, önceki rejim döneminde Irak devlet depoları, Türkiye ve İran başta olmak üzere komşu ülkeler üzerinden kaçırılan silahlar ile silahlı gruplarla bağlantılı ülkelerle sınır ötesine kaçırılanlar ve DEAŞ’ın kendisine karşı yürütülen kurtuluş operasyonlarının ardından geride bıraktıkları dahil olmak üzere çok sayıda kaynağı olduğunu düşünüyorlar.
Öte yandan Terör ve Güvenlik Uzmanı Ahmed eş-Şerifi konuya ilişkin değerlendirmesinde şunları söyledi:
“Irak'ta dolaşımdaki silahların çoğu Türkiye veya İran üzerinden kaçırılıyor. Bu silahlar, siyasi partilerle bağlantılı silahlı gruplara verilen desteğin bir parçasıdır. Diğerleri ise pazarda çetelere ve bireylere satılıyor.”
Irak'ta silah tedarikinin boyutlarının değişiklik gösterdiğini düşünen Şerifi, “Bazı insanlar mevcut güvenlik durumu çerçevesinde kendisine bireysel olarak koruma sağlama ihtiyacı duyarken, diğer yandan organize suç çeteleri de kaçak silahlara başvuruyor” şeklinde konuştu.
Ardı ardına yönetime gelen Irak hükümetlerinin bu fenomeni kontrol edememesini, ‘güvenlik birimlerinin ve askeri kurumların kota sistemine dayanmasına’ bağlayan Şerifi, siyasi partilerin de söz konusu kurumların güçlenmesini istemediklerini, çünkü onların güçlenmelerinin silahlı kollarının zayıflatması anlamına geldiğini söyledi.  Ruhsatsız silah satışları alanından uzak olmadıklarını söyleyen Şerifi, bu yüzden onları maddi fayda sağlamak ve gayri resmi gruplarını silahlandırma imkanını güvence altına almak için kullandıklarını kaydetti.
Güvenlik birimleri ve askeri kurumların bağımsızlığı güvence altına alınmadıkça, kayıt dışı silah fenomeni karşısında ilerleme kaydedilemeyeceğini düşünen Şerifi, ‘bu silahların kuşatılması konusunda devletin önünde birçok olasılık olduğunu’, fakat bu hamlenin dayanak noktasının siyasi olması ve partilerin desteklememesi halinde başarıya ulaşılamayacağını söyledi.

Devletin sınır geçiş noktalarında kontrol sahibi olmaması
Terör ve Güvenlik Uzmanı Sermed Beyati ise ‘Silah kaçakçılığının diğer kaçak mallara benzediğini’ söylerken ‘çoğunun girişinin tespit edilmediğini ve sorunun kaynağının devletin sınır geçişleri üzerindeki kontrolünün olmaması’ olduğuna dikkati çekti.
Facebook sayfaları üzerinden silah satışları yapıldığını ve hükümetin bu sayfaları kapattıramadığını belirten Beyati, asıl sorunun ‘yolsuzluk ve gerçek irade eksikliği’ ile ilgili olduğunu ve ‘silahları devletin elinde sınırlandırılması’ teriminin ‘en büyük yalan’ olduğunu vurguladı.
 Silah ve uyuşturucu ticaretinin dünyadaki en tehlikeli ticaretlerden biri olduğunun altını çizen Beyati, bu ticaret için devlet kurumları içinde destekleyecek birine ihtiyacı duyulduğunu ve taraflarla bağlantılı olduğunu söylemeye gerek olmadığını belirtti.
Beyati, en ciddi adımın devletin, ‘otuz gün içinde söz konusu silahları sahiplerinden toplanması ve bunu reddedenlere katı tedbirlerin uygulanması teklifi’ olduğuna dikkati çekti.
Beyati sözlerini şöyle sürdürdü:
“Silah edinmenin ana nedeni, güvenlik eksikliğidir. Bu da birçok kişinin kendilerini, aşiret anlaşmazlıklarından ve diğer saldırılardan korumak için silah satın almasına neden oluyor. Bununla birlikte çeteler de silahların yaygınlaşmasını onları elde etme sürecini kolaylaştırmak için kullanıyorlar.”
Beyati, çoğu silahın bireysel olarak temin edilmesinin, kötüleşen güvenlik durumunun bir sonucu olduğuna inandığını kaydetti.
Irak Ceza Kanunu kaçakçılara on yıl hapis cezası verilmesini öngörüyor. Eğer terörizmi yaymayı veya silahlı bir isyanı desteklemeyi içeriyorsa bazı durumlarda bu ceza idam veya ömür boyu hapis cezasına dönüşebiliyor.
Kaçak silah bulundurmaya ise bir yılı geçmemek kaydıyla hapis ve 500 bin dinardan (340 dolar) az ve bir milyon dinardan (680 dolar) fazla olmamak kaydıyla para cezası öngörülüyor.


Libya'da kişi başına neredeyse dört silah düşüyor (Independent Arabia)

Libya'da 29 milyon ruhsatsız silah var
Birleşmiş Milletler (BM) tarafından yayınlanan şok edici raporlara göre dünyadaki en büyük düzensiz silah stokuna sahip ülke olarak sınıflandırılan Libya'da, kaçak silah ticaretinin patlaması oldukça doğal bir durum.
Söz konusu raporlara göre devletin kontrolü dışında ülkenin dört bir yanına yayılmış 29 milyon yasadışı silah var. Bu da yaklaşık 7 milyon nüfuslu ülkede kişi başına neredeyse dört silah düştüğü anlamına geliyor. Aynı şekilde yaklaşık 150 ila 200 bin ton silah olduğuna işaret ediyor.
Libya’daki silah ticareti türleri, yerel tüketim ve kişisel kullanım için satılanlar ile ülke dışına satılan ve kaçırılanlar arasında değişiyor. Silah kaçakçılığı, özellikle sınır çıkışlarındaki ve komşu bölgelerdeki güvenlik açığından yararlanılarak silah ticaretinde uzmanlaşmış çeteler aracılığıyla güneydeki Afrika ülkelerine yapılıyor.
Bununla birlikte Libya'dan kaçak silah satın alan müşteriler, aşırılık yanlısı gruplar, silahlı suç çeteleri ve uyuşturucu kaçakçıları gibi çeşitli kesimlerden oluşuyor. BM raporları, on yıldır istikrarsızlık içinde olan Libya’dan kaçırılan silahların, büyük bir kısmının doğu, batı ve güneydeki yedi komşu ülke başta olmak üzere yaklaşık 14 ülkeye ulaştığını gösteriyor.

Her türlü silah var
Libya’da tabancalardan makineli tüfeklere, uçaksavarlardan ve el bombalarına kadar her tür silah satın alınabiliyor. Ülkede satıldığı ve kaçakçılığının yapıldığı ortaya çıkan en tehlikeli silah türü, orta irtifada seyreden bir uçağı kolaylıkla vurabilen omuzdan ateşlemeli hava savunma füzeleridir.
 BM tarafından 2016 yılında yayımlanan bir raporun, söz konusu füzelerin güvenlik kaosu yaşayan birkaç ülkeye sızdırıldığını ve Çad, Mali, Tunus, Lübnan, Orta Afrika ve Suriye’de yasa dışı grupların faaliyetlerinde kullanıldığına işaret etmesinin ardından büyük bir sansasyon yarattı.
Yayınlandığı sırada büyük tartışmalara yol açan ve BM’nin 2011 yılından bu yana Libya'ya uyguladığı yaptırımları izleyen bağımsız uzmanlardan oluşan komite tarafından hazırlanan rapor, Taşınabilir Hava Savunma Sistemi olarak bilinen silahların, Mali ve Tunus'ta bulunan o dönem aktif olarak faaliyet gösteren terörist grupların cephaneliklerinde olduğuna işaret etti.

Libya’daki silahlar nereden satın alındı?
Silah pazarları ve Libya'dan silah temin etme yolları da çeşitlilik gösteriyor. Bingazi, Trablus, Tobruk, Zaviye ve diğer gibi bazı büyük şehirlerde silah ticareti için kurulan açık pazarlara yönelik yetkililer tarafından başlatılan ve çoğu pazarın yok olmasını sağlayan operasyonların ardından özellikle internet üzerinden yapılan silah ticareti son yıllarda yaygınlaşmış durumda.
Libya’da tüm sosyal medya platformları üzerinden silah satışı yapılabiliyor.  Birçok sayfada, büyük rağbet gören hafif ve orta kalibre silahlar paylaşılıyor. Aynı şekilde özellikle bireysel korunma veya hobi olarak avcılık için kullanılan hafif tabanca ve Kalaşnikoflar da satılıyor.
Bağımsız araştırma kuruluşu ‘Small Arms Survey’in internet sitesinde yayımlanan bir raporda, Libya’nın 2011'den bu yana, internet üzerinden yasadışı silah satışı konusunda ‘gözde’ haline geldiğine ve sadece geçtiğimiz yıl internet üzerinden bin 346 silah satışının izlendiğine işaret edildi. Raporda, silah ticaretinin mesajlaşma uygulamaları ve sosyal medya aracılığıyla yapıldığı belirtildi.
Libya’da izlenen silah satışları kapsamında ABD, Çin, Belçika ve Türkiye dahil olmak üzere 26 ülkeden silah olduğunun belirlendiğine işaret edilen raporda, internete koyulan hafif silahların çoğunun meşru müdafaa ve hobi amacıyla kullanıldığını, ancak ‘silahların taşınmasına karışan kişilerin Libyalı milislerle bağlantıları oldukları’ belirtildi.

Talebe göre değişen fiyatlar
Satışa sunulan silahların fiyatları kalitelerine, durumuna ve üretildiği ülkeye göre farklılık gösteriyor. ‘Belçikalı’ olarak bilinen küçük cep tabancalarının fiyatları 2 bin Libya dinarı (300 dolar) ile 7 bin dinar (5 bin 237 dolar) arasında değişiyor. Rus yapımı bir Kalaşnikof makineli tüfeğin fiyatı ise normal tip için 6 bin dinar (4 bin 489 dolar) ve Libya'da ‘katlanır’ olarak bilinen yani katlanabilir olan daha hafif modeli ise 15 bin dinar (11 bin 224 dolar) gibi fiyatlardan alıcı buluyor.
Fiyatı bin ile bin 500 dinar (748 ile bin 122 dolar) arasında değişen ‘nar’ gibi bazı el bombaları da yaygın olarak satılmaktadır. Bununla birlikte bazı balıkçılar da yerel ve uluslararası olarak yasaklanmış bir balık avlama usulü olan ev yapımı bir el bombasıyla balık avlamak için içlerindeki ‘TNT’ patlayıcıları almak amacıyla tanklar da kullanılan orta menzilli füzeler satın alıyorlar.

Silah kaçakçılığı konusunda uzmanlaşmış uluslararası çeteler
Libya'daki silahlı kaos durumu, ülkeyi silah ticaretinde uzmanlaşmış uluslararası çetelerin ilgi odağı haline getirdi. Büyük ve tehlikeli uluslararası çetelerin Libya'ya ve Libya'dan silah ticaretine karıştığı en önemli vaka Portekizli yetkililerin, dünyada yasadışı silah ticaretine karışan en ünlü kişilerden birini tutukladığı Haziran 2019'da ortaya çıktı. ‘Fox’ ve ‘Mareşal’ lakaplarıyla bilinen Belçikalı Jacques Monsieur, Libya'ya büyük silah sevkiyatlarında bulunmakla suçlandı.
Portekiz polisi, Monsieur’a verilen 3 yıl hapis ve 300 bin euroluk para cezasının uygulanması için Fransa ve Belçika’daki güvenlik birimleriyle iş birliği yaptı. Monsieur, Libya’nın yanı sıra İran, Çad ve Pakistan’a tank, cephane, otomatik silah ve helikopter satmakla suçlanıyordu.
Diğer yandan başta Tunus, Cezayir ve Mısır olmak üzere Libya’nın komşusu olan ülkeler, son on yıldır katlanarak artan ve çeşitli şekil ve amaçlarda kullanılan büyük miktarlarda kaçak silahın ele geçirildiği güvenlik operasyonları düzenlerken Libyalı çok sayıda silah kaçakçılığı çetesi üyesini de tutukladılar.

Uluslararası yardım ihtiyacı
Libyalı akademisyen ve araştırmacı Mebruk el-Gazali, Libya’nın, on yıllık bir kaos ve güvensizlik ortamı sonunda dünyanın önde gelen silah ticareti ve kaçakçılığı merkezine dönüştüğüne işaret etti. Gazali, “Sorun, devlet kontrolünden çıkmış durumda. Önümüzdeki birkaç yıl içinde de bu gidişatı frenleyebileceğini sanmıyorum” şeklinde konuştu.
Gazali, Libya’nın kaçak silahların kontrol altına alınması ve bu tür yasadışı ticaretlerin durdurulması için çeşitli aşamalardan oluşan kapsamlı bir strateji geliştirmesinin yanı sıra silahları toplamak ve bu sürecin takip edilmesini sağlayacak gerekli lojistik ekipmanı sağlamak için geniş kapsamlı bir uluslararası yardıma ihtiyacı olduğunu söyledi.
Gazali son olarak şunları söyledi:
“Uluslararası yardım, bu eşi benzeri görülmemiş çılgınlığı durdurmanın temelini oluşturuyor. Aksi takdirde Libya'daki silahların yarattığı etkiler kontrolden çıkacak ve ister aşırılık yanlısı gruplar diyin ister suç çeteleri diyin ne olarak adlandırırsanız adlandırın Libya'dan gelen silahları almaya istekli olan bu tehlikeli oluşumlar ile sınırların ötesine geçerek herkesi tehdit edecektir.”



Arafat’ın Saddam’a desteğinin bugüne dek devam eden feci sonuçları…

Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
TT

Arafat’ın Saddam’a desteğinin bugüne dek devam eden feci sonuçları…

Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)
Yaser Arafat ve Saddam Hüseyin. (AFP)

Macid Kiyali

Irak’ın Kuveyt’i işgali (2 Ağustos 1990) ve bu işgalin sebep olduğu İkinci Körfez Savaşı veya Çöl Fırtınası Harekatı (17 Ocak-28 Şubat 1991) gibi önemli sonuçlar, Irak ve Arap dünyasının yanı sıra İsrail’e karşı mücadelede Arap boyutuyla ilgili olanlar da dahil olmak üzere Filistin meselesi için de sarsıcı bir olaydı.

Irak açısından bu olay, ülkenin teorik ve pratik olarak İsrail’e karşı mücadele denkleminden dışlanması veya çıkarılması ve o dönemde Suriye ordusuyla sınırlı hale gelen sözde ‘Doğu Cephesi’nin ağırlığından kurtulmasıyla sonuçlandı. Araplar açısından da tüm bunlar, Arap siyasi sisteminin çatlamasına ve birbiriyle çatışan odaklara dağılmasına yol açtı. Bu dönüşümün etkisini artıran şey, Irak ‘barajı’ önünden kalktıktan sonra İran’ın bu sisteme meydan okuma imkânı elde etmesi oldu. Halbuki İran ile Irak arasında sekiz yıl süren (1980-1988) kanlı ve yıkıcı savaşta bu barajı ortadan kaldıramamıştı. Bu olayın daha sonra tüm Arap Doğusu ülkeleri üzerinde, şimdiye kadar devam eden ciddi yansımaları olacaktı.

Filistin düzeyinde bu olay, dava, halk ve ulusal hareket için çok feci sonuçlar doğurdu. Nitekim Arapların Filistin davası etrafındaki birlikteliği sona erdi, Filistin meselesi Arapların öncelikler listesinden ya da (varsayılan) merkezî konumundan uzaklaştırıldı. Dolayısıyla Filistinliler İsrail’in izlediği politikalar ve meydan okumalar karşısında savunmasız kaldı. Üstelik Filistinliler, kaybedenler kampında yer alıyorken İsrail, eski Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve dağılması sonucunda uluslararası ve bölgesel sisteme tek kutup olarak hâkim olmaya başlayan ABD’den destek alıyordu.

Filistin’in durumuna yönelik doğrudan sonuçlara gelince… Olayın yansımaları, 1987-1993 yılları arasındaki ilk Filistin halk ayaklanmasının (Birinci İntifada) oluşturduğu etkilerin zayıflatılmasına ve özellikle liderlerinin işgal karşısındaki muğlak tutumundan ötürü Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) dışlanmasına odaklandı. Buna ek olarak çoğunluğu, işgal edilen Filistin topraklarındaki ailelerine destek olan Filistinlilerin çoğunun işgal sırasında ve sonrasında Kuveyt’ten göç etmesi de ayrı bir felaket olarak tarihe geçti.

ABD’nin Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarmak için Arap ülkeleriyle birlikte başlattığı operasyon, İsrail’i endişelendirdi. Zira bu operasyon onun, bölgenin güvenliğini ve ABD’nin çıkarına olduğu bilinen istikrarı sağlama sürecine katılamayacağını gösterdi.

Sonuç olarak tüm bu zorlu uluslararası ve bölgesel koşullar, Madrid Konferansı (1991 yılı sonları) yoluyla Arap-İsrail barış sürecinin başlatılmasına katkı sağladı. Bu gelişme, Filistinlilerin söylemlerinde ve mücadele biçimlerinde görülen tüm değişikliklerle birlikte Oslo Anlaşması’nın (1993) yolunu açtı. Filistin ulusal hareketinin bir otoriteye dönüşmesi ve Filistin davası kavramının Filistin, Arap ve dünya düzeyinde değişmesi söz konusu değişikliklere örnek gösterilebilir.  

İsrail’in işgali istismar etmesi

İlk bakışta İsrail, Irak’ın Kuveyt’i işgaline şaşırmış göründü. Aynı şekilde daha sonra uluslararası koalisyonun (ağırlıklı olarak Batı’nın), özellikle onu dışarıda bırakarak Irak’a karşı yürüttüğü operasyona da şaşırmış görünüyordu. Bunun üzerine başlangıçta ABD’nin Irak ordusunu Kuveyt’ten çıkarmak için herhangi bir doğrudan askerî faaliyette bulunma ihtimalini dışlamaya dayalı seçenekleri benimsedi.

İşçi Partisi’nin lideri ve eski Başbakan İzak Rabin, bu tutumu şu ifadelerle dile getirmişti:

“Batı’nın Körfez’de meydana gelen durum için sömürgeci bir askerî seçeneği yok… ABD, Irak’a karşı kullanmak üzere askerî güçler gönderemez. Buna dahil olacağını sanmıyorum.” (Yediot Aharonot/3 Ağustos 1990).

Askerî strateji yorumcusu Ze’ev Schiff ise şunları söylemişti:

ABD, Irak petrolünün ihracını engelleyebilir ve Irak’a ambargo uygulayabilir. Ama bu, aşırı bir adımdır. Bu konuda Sovyetler Birliği ya da Avrupa ülkeleri tarafından bir destek göreceği şüpheli. Aynı şekilde Arap dünyası da böyle bir hamlede iş birliği yapmayı reddedecektir. Dolayısıyla ABD, ekonomik yaptırımlarla yetinecek. (Haaretz/3 Ağustos 1990)

Sonuç olarak ABD’nin Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için Arap ülkeleriyle birlikte başlattığı operasyon İsrail’i endişelendirdi. Zira bu operasyon onun, bölge güvenliğini ve ABD’nin çıkarına olduğu bilinen istikrarı sağlama operasyonuna katılamadığını ortaya koydu. Ayrıca ABD ve Arap ülkeleri tarafından doğrudan askerî bir müdahaleyle, bu çıkarların savunulması uğrunda kendisinin gözden çıkarılabileceğini de gösterdi. Bununla beraber dönemin İsrail Savunma Bakanı Moşe Arens, bu değişimin etkisini ve stratejik sonuçlarını hafifletmeye çalışarak şöyle dedi:

Amerikalılar, Arap ülkelerini içine alan geniş bir cephe oluşturmaya çalışıyor. Bu durumda İsrail’in bu çabaya dahil edilmesinde bir çıkarlarının olmaması anlaşılır bir durum. Bu yüzden İsrail, buna dahil değil. (Yediot Aharonot/10 Ağustos 1990)

Ancak İsrail çok geçmeden bu endişenin üstesinden gelerek bu hadiseyi birkaç alanda istismar etmeye çalıştı. Mesela Arap dünyasına güvenilemeyeceğini ve onun sorununun İsrail’in varlığıyla değil, bizzat Arap gerçekliğiyle alakalı olduğunu öne sürdü. Bu durum da onun, herhangi bir çözüm süreciyle bağlantısı olmaksızın güvenliğini sağlama, istikrarını ve bölgedeki askerî üstünlüğünü güvence altına alma yaklaşımının isabetliliğini ve Batılı ülkelerin kendisine destek vermeye devam etmesi gerektiğini teyit ediyordu. Ariel Şaron da Irak’ın Kuveyt’i işgalini değerlendirirken şu ifadeleri kullandı:

İsrail topraklarındaki Arap-Yahudi çatışması, ikincil öneme sahip bir sorun olarak gerçek boyutunu kazanıyor. İsrail’in gerek varlığı gerekse güvenliği açısından yorulmak bilmeden güçlenmesi gerekiyor. (Yediot Aharonot/10 Ağustos 1990)

Çok açık ki İsrail, Batılı ülkelerin Irak ordusunu yıkıma uğratıp Irak’ı zayıflatmasından çok memnun oldu. Bu, kendisi hiçbir bedel ödemezken Doğu Cephesi’nin zayıflatılması demekti ki bu, İsrail’in stratejik ve uzun vadeli hedeflerinin merkezinde yer alıyor.

Barışa siyasi yatırım

Bununla birlikte bu savaşa yapılan asıl ve siyasi yatırım şudur: Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra tek kutup olarak küresel sistem ve Irak’ın Kuveyt’i işgalinin sonuçlarına bağlı olarak da bölgesel sistem üzerindeki hâkimiyetiyle ABD bu savaşı, Madrid Konferansı’nda (1991 sonları) varılan Filistinlilerle çözüm süreci kisvesi altında Arap-İsrail ilişkilerinde yeni bir sayfa açmak için uygun bir fırsat olarak gördü.

Burada kayda değer bir nokta şu ki Madrid’de başlatılan bu çözüm süreci, 1967 yılında işgal edilen Filistin veya Suriye topraklarını sahiplerine iade edecek bir çözüme, İsrail’in temel direği olacağı ve çeşitli alanlarda karşılıklı iş birliğine dayalı yeni bir bölgesel düzenin oluşturulmasına odaklandığı kadar odaklanmadı.

O dönemde bu müzakereler, İsrail ile ilgili tarafların her biri (Filistin, Suriye, Ürdün ve Lübnan) arasında ikili ve çoklu olmak üzere iki yönde başlamıştı. Amacı da İsrail ile Arap ülkeleri arasında, Avrupa ve ABD başta olmak üzere uluslararası tarafların da katılımıyla (ekonomide, sularda, altyapıda ve güvenlik düzenlemelerinde) ortak sistemler oluşturarak bölgesel iş birliğinin önünü açmaktı. Bu müzakereler, her yıl periyodik olarak düzenlenen Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Ekonomi Zirvesi konferansıyla taçlandı (1994-1997 yılları arasında Kazablanka, Amman, Kahire ve Doha’da dört konferans düzenlendi). Çoklu müzakerelerin ve bu konferansların teorik zemini, Ortadoğu’da yeni bir bölgesel düzen kurma bahanesiyle oluşturuluyordu. Eski İsrail Başbakanı Şimon Peres de Yeni Ortadoğu adlı kitabında buna açıklık getirmiş ve teşvik etmiştir.

Filistin’in tutumundaki hatalar

FKÖ yönetimi ve lideri Yaser Arafat tarafından temsil edilen sorunlu ve muğlak Filistin tutumu, Filistin ulusal hareketi ile Arap siyasi yapısı arasında önemli bir çarpışma anı oldu. Bu tutumun, harekete ve Filistin halkına uzaktan yakından olumlu bir getirisi olmadı. Hatta aksine her düzeyde Filistinlilere ve davalarına zarar verdi.

Bu aşamada Arap resmî sistemi iki eksene ayrılmış gibi görünüyordu. Bu eksenlerden ilki, işgale karşı çıkıp kınadı, Kuveyt’e destek verdi ve Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmak için gösterilen her türlü askerî faaliyete yardımcı oldu. Diğerinin ise görünüşe göre olan bitene itirazı yoktu ya da Kuveyt’in işgaline yönelik herhangi bir girişime veya askerî çözüme çekimser yaklaşıyordu. İlk eksen, işgale karşı güçlü bir uluslararası hareketin merkezinde yer alıyordu. Bu hareket, 2 Ağustos 1990’da, yani işgal gününde alınan, Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınayan ve Irak ordusunun genel olarak, derhal ve koşulsuz geri çekilmesini talep eden 660 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararında ifade edildi. İkinci eksen ise bu uluslararası denklemin dışındaydı ya da ondan kopmuştu. O kritik tarihî anda Filistin Yönetimi bunun farkında değildi. BM Güvenlik Konseyi tarafından daha sonra alınan (6 ve 9 Ağustos 1990) kararların (661 ve 662) içeriğinde bahsedilen ve Irak’a yaptırım uygulanmasını da içeren sonraki uluslararası adımların boyutunu da idrak edemedi. Aynı şekilde 10 Ağustos 1990’daki Arap Zirvesi konferansında alınan ve Irak’ın işgalinin kınanmasını ve Arap Körfez ülkelerinin Kuveyt’i geri alma yolunda attığı adımlara destek verilmesini içeren kararların boyutunun da farkına varamadı. Bu zirvenin kararları arasında Kuveyt’i geri almak için uluslararası güç talep etmek ve buna katkı sağlamak için Arap güçleri göndermek de yer alıyordu.

Filistinli akademisyen tarihçi Velid el-Halidi, ‘Körfez Krizi: Kökenler ve Sonuçlar’ başlıklı makalesinde (Filistin Araştırmaları Dergisi, Sayı: 5, Kış 1991) bu çarpışma anını acı bir şekilde gözlemliyor ve şöyle diyor:

“Bu zorlu durumda FKÖ, Libya ve Irak ile birlikte bu karara karşı oy kullandı.”

FKÖ’nün tutumu, memnun edici değildi… Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek çiğnediği ilkeler, Filistin davasına manevi gücünü veren ilkelerin aynısı. Arafat’ın üzerinden atmaya çalıştığı terörist imajı, Kuveyt’in işgalinden sonra Saddam’la olan yakın ilişkisiyle güçlendi. Teorik olarak, ABD liderliğindeki BM’nin düşmanlığa ve işgale karşı sergilediği tutum, FKÖ’nün elde etmek için bıkmadan usanmadan peşinde koşması gereken olgunun ta kendisidir. Velid el-Halidi

Halidi’nin ifadesiyle; “FKÖ’nün tutumu, memnun edici değildi… Saddam’ın Kuveyt’i işgal ederek çiğnediği ilkeler, Filistin davasına manevi gücünü veren ilkelerin aynısıdır. Arafat’ın üzerinden atmaya çalıştığı terörist imajı, Kuveyt’in işgalinden sonra Saddam’la olan yakın ilişkisiyle güçlendi. Teorik olarak, ABD liderliğindeki BM’nin düşmanlığa ve işgale karşı sergilediği tutum, FKÖ’nün elde etmek için bıkmadan usanmadan peşinde koşması gereken olgunun ta kendisidir.” Halidi bu duruma ilişkin şunları söyledi:

Yaser Arafat’ın, Fetih hareketinin kuruluşundan sonraki siyasi hayatında yaptığı en büyük stratejik hataydı… Arafat, Fetih hareketinin kurulduğu günden bu yana benimsediği temel bir ilkeyi unuttu: Filistin davasına hizmet etmek, FKÖ’nün Araplar arasındaki anlaşmazlıklardan uzak tutulmasını gerektirir. BM kararlarına dayanarak işgali açıktan kınayamaması ve Irak’ın geri çekilmesini savunamaması, FKÖ’nün siyasi güvenilirliğine ve uluslararası konumuna ciddi şekilde zarar verdi.

Feci sonuçlar

Aslında işgalin ve savaşın yansımaları; uluslararası, Arap ve İsrail yansımaları bakımından Filistinlerin davası için bir felaketti. Bu yansımalardan ilki, o dönemde doruk noktasında olan Filistin halk ayaklanmasının zayıflatılması oldu. Zira önce savaş patlak vermiş ve sonra Kuveyt’te yaşayan ve çalışan yüz binlerce Filistinli, işgal esnasında ve sonrasında bu ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştı. Bu, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki on binlerce aileyi, Kuveyt’teki akrabalarından elde ettikleri kaynaklardan mahrum etti ki bu kaynaklar, onların direnişini güçlendiriyordu.

Bu aynı zamanda FKÖ Yönetimi’nin mali kaynaklarının kurumasıyla beraber Arap dünyasındaki saygınlığının da eskisine nazaran azalmasına neden oldu. Öyle ki o Arap ve uluslararası koşullarda (Sovyet müttefikini kaybettikten sonra), ABD’nin Ortadoğu için düzenlediği siyasi yola girmeyi kabul etmek suretiyle gemisini tekrar yüzdürmeye ve Arap-İsrail çatışmasını bitirmeye mecbur görünüyordu. Zira onun gözünde, başka bir seçeneği yoktu. Üstelik İsrail’in Lübnan’ı işgal edip (1982) tüm güçleri, kurumları ve liderleri ile FKÖ’yü Lübnan’dan çıkarmasından sonra artık dışarıda ve Filistin sınırlarından uzakta kalmıştı.

Ancak tüm bu gelişmeler, Filistin Yönetimi’ni daha ileri gitmeye sevk etti ve Filistinlilerden bağımsız bir taraf olarak müzakere çerçevesinden dışlanmasının temsil ettiği eksikliği telafi etme çabasıyla, elverişsiz koşullarda gizli müzakerelere girdi. Bu doğrultuda ortak bir Ürdün-Filistin heyetiyle temsil edildi ve bu onun, İsrail’e (ve ABD’ye) ağır bedeller ödemesine sebep oldu. Zira bağlantılı uluslararası kararları müzakereler için bir referans olarak kabul etmemeyi ve iki taraf (Filistinliler ve İsrailliler) arasındaki müzakereleri herhangi bir anlaşmanın temeli olarak kabul etmeyi onaylamıştı ki bu elbette İsrail’in çıkarınaydı. Ayrıca (mülteciler, yerleşimler, Kudüs, sınırları, güvenlik düzenlemeleri gibi…) temel meselelerde, nihai çözümün ne olduğunu açıklamadan, kararın ertelenmesine de onay vermişti ki bu da Filistinlilerin otuz yıldır bedelini ödediği şey.

Böylece Oslo Anlaşması imzalandı. Bu, terminolojik bakımdan geçici bir anlaşma olsa da aslında bir idari özerklik anlaşmasıydı. Amacı ise yalnızca İsrail otoritesinin bir vekili olarak, işgal edilmiş topraklardaki Filistinlileri kontrol edecek bir Filistin otoritesi üretmekti. Bununla Filistinliler, en yüksek otoritenin İsrail’e ait olduğunu, Filistin otoritesinin ise topraklar, kaynaklar veya geçitler üzerinde değil, sadece kendi halkı üzerinde geçerli olduğunu akılda tutarak iki otoriteye tâbi hale geldi.  

Bunun yanı sıra otoriteyi kurmanın bedeli olarak Filistin davasının içi boşaltıldı. Filistin ulusal hareketi, sınırlı bir özyönetim otoritesinden ibaret hale getirilerek ulusal kurtuluş hareketi olma özelliğini terk etti ve davanın, halkın ve toprakların birliği dağıtıldı. Araplar ise Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde Filistin Yönetimi kurulmasını meşrulaştırdı. Varlığı Filistinliler tarafından kabul edilip de Filistin anlatısı, 1967’de işgal edilen topraklar üzerindeki çatışmayla sınırlı hale geldikten sonra da İsrail ile normalleşme süreçleri ve çeşitli biçimlerde ilişki kurulması normalleştirildi. Nekbe (1948) dosyası da Filistin ve Araplar için kapandı.    

Aslında tarihe müracaat edip incelediğimizde korkunç Filistin gerçeği, Irak’ın Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgalinin bir yansıması gibi görünüyor. Hem Araplar hem Filistinliler için feci kayıpların ve dönüşümlerin çoğunu sonuç veren o felaket veya tehlikeli macera olmasaydı Arap Doğusu ile Filistin davasının durumu nasıl olurdu, kimse biliyor.

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Majalla’dan çevrildi.