Bunca krize rağmen ‘Kamuoyu’ neden ortadan kayboldu?

Popülistler sandıklarda çarpıcı başarılar elde ederken, demokratik normlar bozuluyor, sivil özgürlükler geriliyor, karamsarlık hüküm sürüyor.

Siyaset ve sosyal bilimciler, dünya çapında birçok komplikasyon olmasına rağmen, dünya kamuoyunun zayıflamasının ve gösterilerin azalmasının nedenleriyle meşgul (AFP)
Siyaset ve sosyal bilimciler, dünya çapında birçok komplikasyon olmasına rağmen, dünya kamuoyunun zayıflamasının ve gösterilerin azalmasının nedenleriyle meşgul (AFP)
TT

Bunca krize rağmen ‘Kamuoyu’ neden ortadan kayboldu?

Siyaset ve sosyal bilimciler, dünya çapında birçok komplikasyon olmasına rağmen, dünya kamuoyunun zayıflamasının ve gösterilerin azalmasının nedenleriyle meşgul (AFP)
Siyaset ve sosyal bilimciler, dünya çapında birçok komplikasyon olmasına rağmen, dünya kamuoyunun zayıflamasının ve gösterilerin azalmasının nedenleriyle meşgul (AFP)

Fidel Sbeity*
Hem sosyal bilimciler hem de siyaset bilimciler arasında, dünya kamuoyunun durumuyla ilgili hayati bir soru tartışılıyor. Dünyada barışçıl veya şiddet içeren gösteriler yapılsa da politik, çevresel, ekonomik sorunlar, kadın, çocuk ve hayvan hakları, futbol, ​​eşcinsel hakları ve  diğer konularla ilgili olsa bile dünyadaki herhangi bir krize karşı kitlelerin televizyon ekranlarında görünen sahnelerinin ortadan kaybolması neden kaynaklanıyor?

Dünya kamuoyunu ilgilendiren sorunlar
Kamuoyunu, temsil ettikleri sosyal gruplar adına küresel veya yerel düzeyde kazanımlar elde etmek için muhalefet yapan bağımsız bireyler, sivil toplum kuruluşları ve partiler halinde örgütlenmiş kesimler olarak nitelendirebiliriz. Belirli bir ülkedeki kamuoyu, küresel ısınmadaki rolüyle ilgili olarak hükümetine karşı gösteri yapabilir. Ayrıca tüm ülkelerin bir araya gelmesinden kaynaklanan küresel ısınmaya itiraz eden bir gösteri gerçekleştirebilir. Dünya liderlerini meşgul eden çok sayıda sorun olmasına rağmen ve küresel gıda kıtlığı, petrol ve enerji fiyatlarının yükselişi gibi ilk net sonuçlarını göstermeye başlayan Ukrayna savaşı başta olmak üzere bunların çoğunun çözümü karmaşık olmasına rağmen kamuoyunun zayıflaması dikkati çekiyor.
Dünya sistemi, Koronavirüs (Kovid-19) salgınının ekonomiler, sosyal ilişkiler, emeğin doğası ve eğitim üzerindeki sonuçları ile karmaşık hale geldi. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden günlerden bu yana görülmemiş bir fiyat artışına yol açan küresel enflasyona neden oldu. Latin Amerika'da yaşam koşullarının bozulmasına karşı çıkan kitlesel halk hareketleriyle başlayan, ancak ortak çıkarlarla  uyuşmayan her bir ülkede ayrı itirazlar şeklinde ortaya çıkan dünya çapındaki gerilimlerin ardından İran'ın nükleer silah geliştirme çabalarıyla ilgili Ortadoğu'da bitmeyen gerilimlerden, İran ve halkına yönelik abluka ve yaptırımlar, siyasi bir çözümü olmayan Suriye savaşı ve Irak'taki demokratik sürecin tıkanmasından bahsetmiyorum bile.
Karmaşık sorunlar arasında, yerel seçimler sırasında bir dizi Avrupa ülkesinde aşırı sağın güçlenmesi, ABD’deki içe kapanmacılar ile küresel egemenlikte ısrar edenler arasındaki siyasi parçalanma yer alıyor.
Sonra sürpriz bir şekilde nükleer savaş korkusu geliyor. Bu konu hakkında konuşmak başlangıçta bir varsayım iken, bu konudaki tartışma şimdi tüm siyasi analistlerin masasında.
Dünya kamuoyunun ele alabileceği sorunlar arasında olumlu yönleri olduğu kadar olumsuz yönleri de olan iletişim dünyasındaki süper devrim ve ardından zaman zaman insanları toplu ölümlerle tehdit eden virüsler sorunu da yer alıyor. Her türlü radikalizm, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı çeteleri de krizler arasında bulunuyor.

Dünya kamuoyunun resmi tanımı
Britannica Ansiklopedisi, kamuoyunu belirli bir konu üzerinde hemfikir olan birkaç kişinin bir araya gelmesi olarak tanımlar. Kamuoyunun gelişmesinde ve şekillenmesinde kanaatler, tutumlar ve değerler çok önemli bir rol oynamaktadır. Londra merkezli MORI anket şirketi Market & Opinion'un kurucusu olan ABD’de dünyaya gelen siyasi analist Robert Worcester, kamuoyunu, ‘kamuoyunun derin ruh hali dalgaları, değişmesi yavaş ama güçlü toparlanmalar’ olan ‘değerlerin’ varlığıyla bağlantılı görüyor.
Görüşler yani ‘Opinions’ ise tam tersidir. Çünkü ‘halkın bilincinin yüzeyindeki dalgalanmalar, sığ ve kolayca değiştirilebilirler.’ ‘Tutumlar’ ise yüzeyin altında var olan ve değerler ile görüşler arasında bir ara aralığı temsil eden akımlardır.
Ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, tutumlar, onları benimseyen bireyler önceki düşüncelerine meydan okuyan yeni gerçekler veya bakış açılarını öğrenirlerse değişebilir. Bu, özellikle insanların, fikirlerine geniş bir grup insan tarafından güvenilen bir kamu görevlisi tarafından alınan muhalif bir tutumdan haberdar olmaları durumunda geçerlidir. ‘Kanaat önderliği’ olarak bilinen bu etki yolu, genellikle propaganda yetkilileri tarafından, insanların kendi bakış açılarını yeniden gözden geçirmelerini veya değiştirmelerini sağlamak için kullanılır.
Tutumların oluşumuna gelince bir konuyu öğrendikten sonra, bazı insanlar bunun etrafında pozisyonlar oluşturmaya başlar. Bu tutum yeterli sayıda kişi tarafından ifade edilir ve başkalarına iletilirse, konuyla ilgili kamuoyu oluşmaya başlayacak ve en yaygın tutum türü, aile, arkadaşlar, mahalle, iş yeri, dini cemaat veya okul gibi bir sosyal çevrenin etkisinin sonucu olacaktır. İnsanlar genellikle tutumlarını ait oldukları sosyal gruplarda hüküm sürenlere uyacak şekilde belirlerler. Kitle iletişim araçları ve sosyal medya, gizil tutumları onaylayabilir ve etkinleştirebilir. Bu da insanları bir konunun belirli bir tarafı için pratik eylemlerde bulunmaya veya net konumlar almaya yönlendirebilir.
Medyanın yeterince yaygın olmadığı veya sosyal medyaya erişimin sınırlı olduğu ülkelerde veya siyasi rejimlerde, gelişmekte olan ülkelerde veya basılı ve dijital medyanın sıkı bir şekilde sansürlendiği ülkelerde olduğu gibi, ağızdan ağza iletişim bazen gazetecilik ve radyo ile aynı işlevleri yerine getirebilir ve çok sayıda bilgi fısıltı gazeteciliği ile iletilir.
Ancak psikolojik yapı, kişisel koşullar ve dış etkiler de dahil olmak üzere kamuoyunu şekillendirmenin karmaşık etkileri nedeniyle, kamuoyunun herhangi bir konuda nasıl şekilleneceğini tahmin etmek zordur.

Demokratik kaygı dönemi
Pew Araştırma Merkezi, 2021 yılının aralık ayında Richard Wike ve Janell Fetterolf tarafından yayınlanan ‘Demokratik Kaygı Çağında Küresel Kamuoyu’ başlıklı bir makale yayınladı. Makalenin girişinde “Popülistler, sandıkta baş döndürücü bir başarı elde ederken ve demokratik sosyal sistemlerin dokusunda uzun süredir devam eden zayıflıklar ortaya çıkarken, dünya genelinde demokratik normlar ve sivil özgürlükler bozuldu” ifadeleri yer aldı.
Vatandaşların demokrasi ve alternatifleri hakkında ne düşündüklerini ölçen anket sorularında, dört ana vizyonu ortaya koyuldu. Birçokları için demokrasinin siyasi istikrar gibi istenen sonuçları elde etmediğini gösterdi. İtalya, İspanya, ABD, Güney Kore, Yunanistan, Fransa, Belçika ve Japonya'da yaklaşık üçte ikisi veya daha fazlası bu görüşü ifade etmektedir. Mevcut siyasi durumla ilgili bu hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığı, ekonomik performans, hükümet verimliliği ayrıca siyasi ve ekonomik sistemin genel adaleti ile bağlantılıdır.
Pew’in araştırması, zaman içinde, halklar, hükümetlerinin bu boyutlarda kötü performans gösterdiğine inandıklarında, demokrasiye olan güvenin genellikle azaldığını gösterdi. 
Bu küresel anketin sonuçlarından, son 15 yılda dünyanın her yerindeki insanların küresel bir mali kriz ve son zamanlardaki salgın nedeniyle küresel bir gerileme yaşadığı ortaya çıktı. Birçoğu uzun vadeli ekonomik gelecek konusunda karamsar hale geldi.
Veriler, ekonomik karamsarlığın demokrasinin işleyişiyle ilgili memnuniyetsizliği nasıl körüklediğini ve örneğin, demokrasi hakkındaki görüşü doğrulamak için değerlerine bağlılığı nasıl zayıflattığını gösterdi. Pew Araştırma Merkezi, demokrasiye geçen eski sosyalist rejimlerin halklarının bu dönüşümden memnuniyetlerini ölçmek için bir referandum düzenledi.Bulgar ve Ukraynalı çoğu insan, ekonomik durumun Komünizm döneminde daha iyi olduğunu söyledi. Demokrasi ve kapitalizme geçiş konusunda çok daha olumlu değerlendirmelere sahip ülkelerde, bu geçişin bazı sonuçları hakkında endişeler var. Bu ülkelerdeki 10 veya daha fazla ülkeden yaklaşık dördü, komünizmin çöküşünden bu yana meydana gelen değişikliklerin sağlık hizmetleri, hukuk ve düzen ile aile değerleri üzerinde olumsuz bir etkisi olduğunu söylüyor. Birçoğu, ülkeleri çok partili sisteme ve piyasa ekonomisine geçtiğinde politikacıların ve iş adamlarının sıradan insanlardan daha fazla fayda sağladığına inanıyor.

Çin'deki sessiz liberal çoğunluk
Çin'deki kamuoyu hakkında, Ilaria Mazzocco ve Scott Kennedy, 2022 yılının Şubat ayında ‘Big Data China (Büyük Veri Çin)’ başlıklı bir makale yazdılar. Bu makale, CSIS Çin İşletme ve Ekonomisi Mütevelli Heyeti ile Stanford Ekonomi ve Çin Girişimleri Merkezi (SCCEI) arasında bir iş birliğiydi. Son teknoloji nicel akademik araştırmalar ile Washington politika topluluğu arasındaki boşluğu kapatmayı amaçlamakta.
ABD'li politika yapıcılar Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ve Çin Komünist Partisi'nin bazı aşırı milliyetçi gruplar dışında iç kamuoyundan hiçbir zorlukla karşılaşmadığına inansa da anket, Çinli kent sakinlerinin beklenenden ve hükümetlerinin resmi tutumlarından daha liberal olduğunu ortaya koydu. Ancak Çin kamuoyu, parti çizgisinden farklı olabilir ve beklendiğinden daha çeşitli ve liberaldir. Pek çok milliyetçi var, bununla birlikte ekonomik reform ve siyasi liberalizmden yana sessiz bir çoğunluk da söz konusu.
Çin'deki kamuoyu araştırmalarına, odak gruplarına ve görüşmelere dayanan çeşitli araştırmalar, özellikle orta sınıf ve iş insanları arasında rejime verilen desteğin ve memnuniyetin nispeten yüksek olduğunu ortaya koyuyor. Şarku'l Avsat Independent Arabia’dan aktardığı habere göre analistler, halk ile parti-devlet arasındaki bu görüş birliği, rejimin istikrarına katkıda bulunduğu görüşünde. Hükümet politikalarından ekonomik olarak yararlananların ve iktidarın merkezine daha yakın olanların rejimi destekleme ve siyasi liberalizme karşı çıkmalarına yardımcı oldu.
*Bu analiz Şarku'l Avsat tarafından Independent Arabia’dan tercüme edilmiştir.



ABD’nin Gazze’deki savaşı sona erdirmeye yönelik mesajları yeterli değil

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda konuşurken, 17 Ocak 2024 (AFP)
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda konuşurken, 17 Ocak 2024 (AFP)
TT

ABD’nin Gazze’deki savaşı sona erdirmeye yönelik mesajları yeterli değil

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda konuşurken, 17 Ocak 2024 (AFP)
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Davos'taki Dünya Ekonomik Forumu'nda konuşurken, 17 Ocak 2024 (AFP)

Nebil Fehmi

ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken geçtiğimiz günlerde Türkiye ve Yunanistan ile ilgili olarak Akdeniz, Levant Bölgesi ve Libya'nın güvenliği de dahil olmak üzere çeşitli konuların ele alınması amacıyla Türkiye ve Yunanistan’ı ziyaret etti. Bu iki ülkede gerçekleştirdiği görüşmelerin ardından ABD’nin önceliği olan Gazze’deki savaşın diğer alanlara, özellikle Mısır ve Ürdün gibi İsrail'e komşu ülkelere sıçramasını ya da Lübnan ve Suriye'de İran'la gerilimin tırmanmasını önlenmesi amacıyla Ürdün, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Katar, Mısır, Batı Şeria ve İsrail'i ziyaret etti. Ayrıca Kızıldeniz'in güvenliği de son dönemde İran'la ilişkilerini yeniden kuran ve Arap Birliği’nin dönem başkanlığını yapan Suudi Arabistan için büyük bir endişe kaynağı haline geldi.

ABD’nin, Mısır ve Ürdün'ün İsrail'le yapılan barış anlaşmalarına bağlı kalacaklarına dair inancı ve güveni tam olsa da İsrail hükümetinin bazı üyelerinin aşırılıkçı tutumlarının ve Filistinlilerin zorla yerinden edilmesi yönündeki çağrılarının, Mısır ve Ürdün ile İsrail arasındaki anlaşmaları tehlikeye sokacağından endişe ediyor. Zira Mısır ve Ürdün, ulusal güvenliklerinden taviz vermenin kendileri için bir dönüm noktası ve kırmızı çizgi olduğunu açıkladılar. Öyle ki Ürdün Dışişleri Bakanı Eymen Safadi, böyle bir tavizin barış anlaşmasının içeriğini boşaltacağını ifade etti. Bu yüzden ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Ortadoğu turu sırasında ülkesinin Filistinlilerin zorla yerinden edilmesine karşı olduğunu bir kez daha yineledi ve güvenli koşullar oluştuğunda Gazze'deki Filistinlilerin evlerine dönmeleri gerektiğini vurguladı.

Öte yandan zorla yerinden edilenlerin (Mısır ile Gazze Şeridi arasındaki) Refah Sınır Kapısı yakınlarına yığılması ve İsrail ordusunun Philadelphia (Selahaddin) Ekseni’nde askeri operasyonlar düzenlemesinin Mısır için özel bir endişe kaynağı oluşturduğunu söylemeye gerek yok. Mısır, sınır güvenliğiyle ilgili prosedürlerin herhangi bir şekilde ihlal edilmesinin ulusal güvenliğine karşı tehdit oluşturacağı konusunda bir kez daha uyarıda bulundu.

ABD’nin İsrail'le önceliklerinin ikinci sırasında İsrail'in askeri operasyonlarının kapsamını genişletme yöntemi konusunda bir anlaşmaya varmaya çalışmak yer alıyordu. Böylece bir yandan Hamas Hareketi üzerinde etkili olmaya ve baskı yapmaya devam ederken, diğer yandan dünyanın çeşitli yerlerinde kamuoyunu meşgul eden Filistinli siviller arasındaki insani ve maddi kayıp oranlarını da azaltmayı planlıyordu. İsrail, 7 Ekim’deki olaylardan sonra dostlarının kendisine olan sempatisini kaybetti. Ayrıca Tel Aviv ve Washington'a yönelik ciddi eleştirilere yol açtı. Genel olarak İsrail'i destekleyen Batılı ülkeler arasındaki fikir birliği bozuldu.

Arap ülkeleriyle olan temaslarda ikinci öncelik olarak ise İsrail'in rehineler serbest bırakılmadan siyasi olarak hareket etmeyeceği, askeri operasyonlarını durdurmayacağı ya da bu operasyonları radikal bir şekilde azaltmayacağı göz önüne alındığında Gazze'deki İsrailli rehinelerin ve bununla bağlantılı olarak İsrail hapishanelerindeki Filistinli tutsakların serbest bırakılması konusunda bir anlaşmaya varılması konusu geliyor. Son olayların başlangıcından bu yana aktif arabuluculuk yapan Mısır ve Katar ile yapılan görüşmelerde bu konuya özel bir ilgi gösterilmesi gayet doğal bir durum.

ABD, bir yandan rehinelerin serbest bırakılması için çabalarken diğer yandan İsrail'den gelen artan talepler çerçevesinde olduğu kadar tanık olduğumuz ölüm ve yıkımların ardından yarı normal koşullara dönmeye çalışmak için idari, insani ve mali konularda bazılarının ileride Gazze Şeridi’nin yönetimine katılması umuduyla ateşkes sonrası Gazze’nin yönetimi ve Hamas’a nasıl muamele edileceğiyle ilgili Arap ülkeleriyle uzlaşmaya ve onların nabzını ölçmeye çalışıyor.

Geçtiğimiz haftalarda araştırma merkezleri aracılığıyla ABD ve Batı ülkelerinde İsrail'in askeri operasyonlarının sona ermesi sonrasına ilişkin çeşitli önerilerin tartışıldığı resmi ve gayri resmi konferanslar düzenlendi. Bazılarına davet edildim. Ancak önceliğin ateşkes olması gerektiği ve sorunun kökeninin işgal olduğu göz ardı edildiği için uygun görmediğimden katılım göstermedim. Bu tür davetler almaya devam ediyorum.

Öte yandan İsrail Savunma Bakanı Yoav Galant, İsrail'in Gazze Şeridi üzerindeki güvenlik kontrolünün devam etmesini öngören, gerektiğinde tek taraflı müdahale hakkını güvence altına alan ve Filistinlilerin Gazze Şeridi’nin yönetimine sınırlı katılımının yanı sıra doğrudan komşu ülke olarak Mısır başta olmak üzere Arap ülkelerine yönelik önemli sorumluluklara işaret edilen fikirlerini açıkladı. Bu fikirler, aşırı sağcı hareketlerin tepkisini çekti. Çünkü söz konusu fikirleri, İsrail hükümetinin güvenliği sağlamadığı tavizleri olarak gördüler. Diğer taraftan İsrail'in Gazze'de kontrolü yeniden ele geçirmesini reddeden Araplar da fikirlerden duydukları memnuniyetsizliği dile getirdiler.

İsrail, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in ziyaretinden birkaç gün önce, Beyrut'un Hizbullah’ın kontrolündeki bir banliyösünde Hamas’ın önde gelen liderlerinden Salih el-Aruri'ye suikast düzenledi. Bunun yanından Blinken, Ortadoğu turu sırasında Hizbullah liderlerinden birinin öldürüldüğünü duyurdu. Bu gelişmeler, bölgesel gerilimi artırırken ABD Dışişleri Bakanı'nın görevini zorlaştırdı. Bu da Mısır ve Katar ile Gazze’deki İsrailli rehinelerin ve İsrail hapishanelerindeki Filistinli tutsakların serbest bırakılmasıyla ilgili arabuluculuk çabalarının geçici olarak sekteye uğramasına neden oldu.

İsrail'in bu suikastları öncelikle içerideki siyasi kaygılarla İsrail kamuoyuna kendini kanıtlamak ve özellikle Gazze Şeridi'ndeki durum henüz kendi lehine çözülmediğinden 7 Ekim şokundan sonra bölgesel olarak güçlerin ve İsrail'in demir yumruğunun prestijini yeniden tesis etmek amacıyla gerçekleştirdiğine inanıyorum.

Ayrıca İsrail'in bu gerilimi tırmandıran adımı, gerekirse bölgedeki tarafların tepkisinin kontrol altına alınabileceği ve buna tahammül edebileceği inancıyla attığına ve bu kontrollü tırmanışın kendisine hizmet ettiğine inanıyorum. Aynı şekilde bu da bölgeyi tehdit ettiğini gösteriyor. Böylece ABD’den aldığı maddi, askeri ve siyasi desteğin sürmesini garanti altına alınmasının yanı sıra Gazze Şeridi'nde tam bir ateşkes sağlanması yönünde artan uluslararası baskıya karşı koymak için bazı Batılı ülkelerin desteğini almaya devam etmesini kolaylaştırıyor.

Nüfusun yüzde 65'ini gençlerin oluşturduğu bölge halklarının meşru özlemlerine, adalete, hukuka saygıya, üretim ve dağıtımda ekonomik sistemlerin etkinliğine dayalı bir barışa ve refaha ulaşmak için bölgenin insani ve maddi kaynaklarının beklediği daha iyi ve güvenli bir gelecek inşa etme çabalarını kolaylaştıracak tam ve kapsamlı bir Arap-İsrail barışına ulaşmanın önemli olduğuna inanıyorum. Güçlünün ihlalleri ve bunların yansımaları yerine yasanın gücüne ve onun felsefesine saygı gösterilmeden hiçbir şey başarılamaz ve istikrara kavuşturulamaz.

Bunu vurguluyorum çünkü ABD’nin şu anki çabalarının, siyasi gerçekçiliğin Arapları yalnızca 7 Ekim olaylarından kaynaklanan İsrail güvenlik ihtiyaçlarını kabul etmeye zorlaması gerektiği yönündeki zayıf ve yetersiz argümana dayandığını hissediyorum. Filistinlilerin 70 yılı aşkın süredir çalınan hakları göz ardı edilirken İsrail, Gazze halkının maruz kaldığı trajik olaylardaki sorumluluklarından muaf tutuluyor. Bundan dolayı ABD’nin tüm önerileri, İsrail’in güvenlik kaygılarını gidermeye yönelik teknik ve operasyonel düzenlemelere odaklandı ve İsrail'in siyasi yapısını dikkate aldı. Filistin'in durumu yalnızca insani açıdan ele alınsa da bu en azından kısmi bir iyileştirmeye yardımcı olabilecek önemli bir açı, fakat yine de yaranın tamamen yahut geçici olarak iyileşmesini sağlamayacak. Karşılıklı şiddet olaylarının yeniden başlaması kaçınılmaz olacak.

İsrail'in güvenliğinin ve istikrarının güç kullanımına değil, siyasi sorunların çözümüne bağlı olduğuna inanması, mevcut krizden çıkmanın ilk adımı. Şiddetin hem savaşanlara hem de sivillere karşı şiddeti doğurduğuna şüphe yok. Bu durum, 7 Ekim öncesinde de 7 Ekim sırasında da sonrasında da böyleydi.

Arap ülkeleri, İsrail’in ateşkes çağrılarını her seferinde kulak arkası etmesi ve masum insanları öldürüp kalanların hayatlarını mahvetmeye devam etmesi karşısında Riyad Zirvesi’nden çıkan nihai bildirisini somut adımlar ve uygulamalarla takip etmeli. Filistinliler de yalnızca kendi ulusal kimlikleri etrafında toplanmalı ve düşmanlarının eliyle ya da dostlarının kaygısıyla çözülmeyecek olan yürüyüşlerine öncülük etmek için inisiyatif almalılar. ABD ise politikalarının ve çifte standartlarının genel olarak uluslararası güvenilirliğine ve bölgedeki rolü ve statüsüne yansımalarını dikkatle değerlendirmeli.

Arap ülkeleri olarak adalete ve hukuka bağlı kalarak, çağrıları eyleme dönüştürerek, ateşkes için destek toplayarak, İsrail'i uluslararası ve insancıl hukuku ihlal eden eylemlerinden sorumlu tutmak için siyasi, hukuki ve toplumsal çabalarımızı yeniden başlatarak tüm taraflara, hatta birbirimize açık ve net bir şekilde hitap etmeliyiz.

Bu krizden çıkmanın ve yeniden yaşanmasını önlemenin en iyi yolunun, meseleye siyasi bir çözüm bulmayı amaçlayan kapsamlı bir plan çerçevesinde krizin ciddiyetini hafifletmeye yönelik acil adımlar atılması yani, aşağıdaki çözüm önerileriyle sorunun yalnızca semptomlarının değil, kökeninin de ele alındığı bir anlaşmanın benimsenmesi olduğuna inanıyorum.

Söz konusu prosedürleri şöyle sıralayabiliriz:

1- Gazze'de derhal tam ve kapsamlı bir ateşkes ilan edilmeli ve İsrail güçleri Gazze Şeridi'nden çekilmeli.

2- Filistinli tutsaklar karşılığında İsrailli rehineler serbest bırakılmalı.

3- Filistinli nitelikli kadrolar yetiştirilene kadar uluslararası bir güç tarafından denetlenmek şartıyla, iki taraf arasında şiddet kullanılmasını önleyecek Filistin-İsrail prosedürleri üzerinde anlaşmaya varılmalı.

4- Geçiş aşamasında Gazze Şeridi ve Batı Şeria'yı koordineli olarak yönetecek yetki ve yeteneklere sahip nitelikli bir teknik bakanlık kurulması için bir Filistin-Filistin uzlaşısı yapılmalı.

5- Gazze'yi Marshall Planı çerçevesinde uluslararası toplumun ve Arap ülkelerinin desteğiyle yeniden inşa etmek için kapsamlı bir plan geliştirilmeli.

6- 1967 sınırlarında bağımsız bir Filistin devletini tanıyan uluslararası bir deklarasyon yayınlanmalı.

7- Hem İsrail’de hem de Filistin’de 2024 yılı bitmeden ulusal seçimler düzenlenmeli.

8- Egemenlik ve bağımsız kimliğe sahip iki devlet temelinde meseleye barışçıl bir çözüm getirilmeli.

9- Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), tüm maddelerinin 18 ila 24 ayı aşmayacak şekilde belirli bir takvime göre uygulanacağı bu çözüm planını bir anlaşma olarak kabul etmeli.

Filistin halkının kendi devletinde ulusal haklarına kavuşabilmesinin tek yolu ve İsrail'e Ortadoğu'da istediği güvenliği ve kabulü sağlamanın meşru ve pratik yolu budur.

*Independent Arabia’da yer alan bu makalenin çevirisi Şarku’l Avsat’a aittir.