Humeyni’nin hakkında ölüm fermanı verdiği ‘Şeytan Ayetleri’ kitabının yazarı Selman Rüşdi kimdir?

2010 yılında Reuters ile röportaj sırasında yazar Selman Rüşdi
2010 yılında Reuters ile röportaj sırasında yazar Selman Rüşdi
TT

Humeyni’nin hakkında ölüm fermanı verdiği ‘Şeytan Ayetleri’ kitabının yazarı Selman Rüşdi kimdir?

2010 yılında Reuters ile röportaj sırasında yazar Selman Rüşdi
2010 yılında Reuters ile röportaj sırasında yazar Selman Rüşdi

Hint asıllı İngiliz yazar ve romancı Selman Rüşdi, New York'taki bir etkinlik sırasında bıçaklı saldırıya uğradı. New York eyalet polisi Rüşdi'nin boynundan bıçak darbesi aldığını açıkladı.
‘Şeytan Ayetleri’ kitabının yazarı Selman Rüşdi’nin (75), saldırının hemen ardından helikopterle en yakın hastaneye götürülerek tedavi altına alındığı bildirildi.
Peki, Rüşdi hakkında ne biliyoruz?

Selman Rüşdi kimdir?
Selman Rüşdi, 19 Haziran 1947'de Hintli Müslüman bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Mumbai'deki John Konon Katedrali Okulu'nda eğitim gördü. Rüşdi daha sonra İngiltere'de bir yatılı okulda eğitimini sürdürdü. 1975 yılında ‘Grimus’ romanıyla edebi kariyerine başlayan Hintli yazar, 1981'de ikinci romanı ‘Gece Yarısı Çocukları’ ile Man Booker Edebiyat Ödülü’nü kazandı ve ünlendi. Hindistan'ın İngiliz sömürgeciliğinden bağımsızlığa ve ötesine yürüyüşüyle ilgili olan söz konusu roman tiyatroya ve beyaz perdeye uyarlandı.

Rüşdi 14 roman yazdı, 2000'den beri Amerika'da yaşıyor, dört kez evlendi ve iki çocuk babası. Şeytan Ayetleri kitabının 1988'de yayınlanmasının ardından tüm dünyada tanınır hale geldi. Bu kitap büyük tartışmalara neden olurken İran Dini Lideri Humeyni, hakaretler içeren bu kitabın yayınlanmasından bir yıl sonra yazar hakkında ölüm fetvası verdi.

Rüşdi yaklaşık on yıl boyunca gizlendi
Rüşdi’yi öldüren kişi için para ödülü tahsis edildi. Bunun üzerine saklanmak zorunda kalan Rüşdi’yi İngiliz hükümeti Birleşik Krallık'ta polis koruması altına aldı. Hintli kalemin çevirmenleri ve yayıncılarından bazıları öldürüldü bazıları saldırıya uğradı.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde gerçekleşen ‘Şeytan Ayetleri’ ayaklanmalarında en az 45 kişi öldü. Bunlardan 12’si Rüşdi'nin memleketi Mumbai'de kaydedildi.
1991'de kitabı Japonca’ya çeviren Japon çevirmen Hitoshi Igarashi bıçaklanarak öldürülürken, kitabı İtalyanca’ya çeviren İtalyan çevirmen ise bıçaklı saldırıdan son anda kurtuldu.

AP'nin bildirdiğine göre, 1993 yılında Norveçli kitap yayıncısı üç kez vurulmasına rağmen hayatta kaldı. Rüşdi yaklaşık on yıl boyunca gizlendi ve birkaç kez ikametgahını değiştirdi. Çocuklarına dahi ikamet ettiği yeri bildiremedi.
Rüşdi, doksanlı yıllarının sonlarına yani İran'ın suikastı desteklemediğini açıklayana kadar kamuoyu önüne çıkmadı. Ancak Humeyni'nin fetvasının hala geçerli olduğunun söylenmesi üzerine İran devlet medyası, Rüşdi’nin öldürülmesi için mevcut ödülün üzerine 600 bin dolar daha ekledi ve ödül toplam 3 milyon doların üzerine çıktı.

"Haberler iyi değil”
Ölüm tehditleri üzerine Rüşdi, 24 saat İngiliz hükümeti koruma programı altında saklandı. Rüşdi, dokuz yıllık bir inzivadan sonra ortaya çıkıp genel olarak dini aşırılıkçılığa yönelik açık sözlü eleştirisini sürdürdü ve daha fazla kamu önüne çıkmaya temkinli bir şekilde devam etti.
Rüşdi (75 yaşında) bir dizi başarısız suikast girişimine maruz kaldı. Son olarak ise geçtiğimiz günlerde ABD’nin New York eyaletinde bir etkinlik sırasında bıçaklı saldırıya uğradı. New York Times'a yazılı açıklamada bulunan Rüşdi'nin menajeri Andrew Wylie, Hint asıllı yazarın dün geç saatlerde ameliyattan çıktığı ancak hala solunum cihazına bağlı olduğu ve konuşamadığı bilgisini paylaştı.

Wylie, "Haberler iyi değil” diyerek yaptığı açıklamada, Rüşdi'nin durumu hakkında "Muhtemelen bir gözünü kaybedecek. Kolundaki sinirler kopmuştu. Bıçak isabet eden karaciğeri de hasar görmüş" dedi.
 
Diğer eserleri ve en önemli ödülleri
-Rüşdi’nin Pakistan'daki güncel siyasi olayları ele alan romanı "Utanç" (1983)
-“Hayali Vatan” başlıklı eleştirel makale (1991)
-“Harun ve Masallar Denizi” adlı bir çocuk romanı (1990)
-“Doğu ve Batı” kısa öykü koleksiyonu (1994)
-"Fas'ın Son İç Çekişi" romanı (1995)
 -“Altın Ev” romanı (2017)
 -Cervantes'in ünlü romanı Don Kişot'tan esinlenerek yazdığı Quixote romanı (2019)
- "Joseph Anton" başlıklı anı yazısı (2012) 
Rüşdi, Gece Yarısı Çocukları adlı romanıyla İngiliz Edebiyat Kitap Ödülü'nü aldı (1981). Ayrıca Hint asıllı yazar 1983'te Birleşik Krallık'ın en büyük edebiyat organizasyonu olan Kraliyet Edebiyat Derneği'ne üye seçildi. Rüşdi, 1992'de İsveç Edebiyatı için Togolosky Bursu ve 1996'da Avrupa Komisyonu Ariston Ödülü'nü aldı. 1999'da ise Fransız Sanat ve Edebiyat Nişanı'na layık görülen yazar, 2007'de edebiyata yaptığı hizmetlerden dolayı Kraliçe II. Elizabeth tarafından şövalye ilan edildi.

İran Devrim Muhafızları sempatizanı… Selman Rüşdi’yi bıçaklayan Hadi Matar kimdir?



Bölgesel güç dengeleri

 İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
TT

Bölgesel güç dengeleri

 İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP
İsrail, ilk kez içeride derin bir darbe aldı ve iç hedefler benzeri görülmemiş şekilde vuruldu (AFP

Mustafa Feki

Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Arap Körfezi, son zamanlarda karşılaştıkları krizlerin büyüklüğünü önemli ölçüde vurgulayan benzeri görülmemiş ve zor koşullar yaşadı. Bu krizler, yalnızca sınırlı bir bölgesel sorun olmaktan çıkıp büyük bir uluslararası sorun haline geldiler.

Bölgedeki kanlı diziyle başlarsak, ki bu nihayetinde Filistin topraklarının İsrail tarafından vahşice işgal edilmesinin beklenen bir sonucu gibi görünüyor, 7 Ekim 2023 tarihinin işgalin dirençli Filistin halkına her düzeyde uyguladığı baskının otomatik ve doğal bir sonucu olduğunu hemen fark ederiz. Söz konusu baskı, şiddet döngüsünün genişlemesine ve Gazze'nin mevcut koşulları altında yaşanmaz bir alana dönüşmesine yol açtı. Öldürülmemesi gereken on binlerce çocuk, kadın ve sivili içeren şehit kafileleri her gün birbirini takip ediyor. Karşı karşıya kaldıkları katliamlar hem kardeşlerinden hem de dostlarından hiçbir insani yardım veya destek alamadan katlandıkları zor yaşam koşulları unutulamaz.

Son İran-İsrail çatışmasındaki ateşkesin, Gazze'deki acı verici duruma olumlu bir yansıması olabilir, ne var ki İsrail'in uzlaşmazlığı ve Netanyahu modelinin sabah akşam yaydığı nefret dolu söylemlerin temsil ettiği güç despotluğu, acıların devam edeceğinin, güven ve barış kıyısından hâlâ uzak olunduğunun en iyi kanıtı.

Belki okuyucuyla birlikte ülkelerin ağırlıklarını, gerçekleşen dönüşümlerin doğasını ve bazı tarafların ağırlıkları açısından bölgesel borsa üzerindeki etkilerini düşünebilir ve aşağıdaki kanıtları gözlemleyebiliriz:

İlk olarak, bir yandan Lübnan'da Hizbullah'ın başına gelenlere, diğer yandan Suriye'de yaşananlara bakıldığında, İran toplamda kaybeden gibi görünüyor. Tahran, Esed ailesinin yönetimi boyunca sadakatini sürdüren itaatkar bir müttefikini kaybetti. Buna ilaveten, ABD'nin tam desteğiyle İsrail, İran'ın nükleer projesinin temellerini büyük ölçüde yok etti. İran ayrıca siyasi yaşamının, askeri mevkilerinin ve bilimsel uzmanlıklarının en ön saflarından onlarca şehit verdi.

Burada, İran'ın direndiğini ve inkar edilmesi zor birçok güçlü karşılık verdiğini dolaylı olarak kabul etmeliyiz. İsrail'e gönderdiği füze ve insansız hava araçlarının, on binlerce sakinini İran saldırılarından kaçmak için sığınaklara yönelmeye zorladığını itiraf etmeliyiz. Ancak, bu elbette, İsrail Hava Kuvvetleri'nin İran'ın kalelerini vurması, İran içindeki bir dizi önemli ekonomik ve askeri konumda hayati öneme sahip arterleri hedef almasıyla kıyaslanamaz.

ABD Başkanı Donald Trump, başlangıcından itibaren İran-İsrail çatışmasının baş vaftiz babası rolünü oynadı. Gelişmelerin ayrıntılarına doğrudan kişisel olarak müdahale etti. Öyle ki hem İran hem de İsrail tarafı kazandıklarını iddia ettikleri bir zafer veya rakiplerine karşı sağladıklarını iddia ettikleri bir üstünlükle gururlanarak savaştan çıktılar. Her halükarda durum ve medyatik gelişmeler alanı yorumlara açık, tüm tarafların bakış açılarının kabul edilmesine olanak tanıyor. Zira silahlı çatışmalar geride bir kazanan bırakmaz, aksine kayıp ve zararları tüm taraflara dağıtır.

Burada, İran nükleer programının geçici bir süreliğine de olsa çökertilmesinin, Netanyahu için gurur duyacağı yanıltıcı bir zafer olduğuna dikkat etmeliyiz. Bu zafer, onu siyasi durumunu ve İsrail hükümetinin başkanı olarak konumunu güçlendirebilecek bir erken genel seçim çağrısında bulunmaya itebilir. Tahran ve Tel Aviv arasında yaklaşık iki hafta süren bu askeri çatışma hakkında ne söylenirse söylensin, İsrail'in imajına bir çizik atıldığını, her koşulda etkilendiğini dürüstçe belirtmeliyiz. İran, bölgedeki en büyük askeri cephaneliğe karşı mücadelede kahramanlıktan veya cesaretten yoksun olmayan bir duruş sergiledi. İsrail'e verilen Amerikan desteği, o savaşta gerçek belirleyici faktördü, kimsenin itiraz edemeyeceği ve olaylar tarafından gölgede bırakılmış gibi görünen bir kriterdi. Zira İsrail ilk kez içeride derin bir darbe aldı, iç hedefler benzeri görülmemiş bir şekilde vuruldu. Şarku’l Avsat’ın Independent Arabia’dan aktardığı analize göre bu da yenilmez ordu efsanesinin ve son on yıllarda yarattığımız büyük putun ne sandığımız kadar sağlam ne de hayal ettiğimiz kadar güçlü olmadığını teyit etti.

İkincisi; eğer şimdi uzun bir geçmişe ve geniş topraklara sahip bir İslam devleti olarak İran'dan bahsedeceksek, kendisinin üstünden atlanması zor birkaç hatasını kaydetmeliyiz. Bunların ilki, arenalar birliği dediğimiz şey ve son kırk yıldır komşu ülkelerde onlar aracılığıyla savaştığı çeşitli kollardır. Lübnan'daki Hizbullah ile başlayıp Suriye ve Irak'tan geçerek Yemen'deki Ensarullah-Husi grubuna kadar uzanan bu kollar, kanlı çatışmaların ve tekrarlanan çekişmelerin bir tarafı olarak kendini dayattı. Böylece İran Batı'nın, Batı Asya, Arap Yarımadası, Arap Körfez bölgesi ve hatta Kuzey Afrika'daki Araplar, Türkler, Kürtler ve diğer etnik gruplara karşı kullandığı bir korkuluğa dönüştü.

İran'ın benimsediği kollar inşa etme politikası, İran'da İslam Devrimi'nin patlak vermesi ve Şah'ın Şubat 1979'da devrilmesi ile başlayan geniş çaplı bir kaosa yol açtı. Ama iş bununla bitmedi. İran, Arap Körfez bölgesindeki Amerikan hedeflerini vurmaya çalışarak ve Katar hava sahasını ihlal ederek de büyük bir hata yaptı. İlave olarak, İran'ın hatalarına sık sık tahammül eden, işlerine karışmasını ve yanlışlarını görmezden gelen Körfez'de de tahribat yaratmaya çalıştı. İşleri daha da kötüleştiren ise İran parlamentosunun, bu hayati bölgede dünya petrol nakliyatının yüzde 20'sinin geçtiği, büyük öneme sahip bir ticaret ve deniz yolu olan Hürmüz Boğazı'nı kapatma kararı almasıydı.

İran'ın son eylemleriyle Körfez’in duygularını geçici de olsa kendisine karşı yabancılaştırarak kaybettiğine şüphe yok. Oysa Körfez ülkeleri, Maşrık (Levant) ülkeleri, Mısır ve diğerleri, İsrail'in İran'a yönelik saldırganlığını en başından kınadılar. Tahran, düşman listesine geçici de olsa başka ülkeler eklemek yerine dostlarının desteğini almaya çalışmalıydı.

Bu nedenle, İran'ın çok şey kaybettiğine, yalnızca Beyaz Saray'daki güçlü adamın, Tahran ve Tel Aviv arasındaki savaşı sona erdirme başarısını kendisine nispet etmeye çalışan Donald Trump'ın göreceli, geçici memnuniyetini elde ettiğine inanıyorum. Trump daha önce de Pakistan ve Hindistan arasındaki ateşkesi kendisine mal etmişti. Buna bir de ABD’nin Tahran'daki rejimi devirmeye çalışmadığını, bunun yerine yalnızca İran nükleer projesini yok etmeyi ve onu en azından gelecekte aciz hale getirmeyi amaçladığını defalarca dile getirenin de o olduğunu eklemeliyiz.

Üçüncüsü; nükleer programını kaybeden İran'ın, siyasi rejiminin devamı ve onu zayıflatma girişimlerini durdurma konusunda geçici bir kabul kazandığı açıkça ortaya çıktı. İran’ın artık sona eren bu çatışmada en önemli ve en öne çıkan devlet olduğuna şüphe yok. Ancak, Trump'ın gözdesi Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki Türk tarafını da göz ardı etmemeliyiz. Türkiye'nin bir Avrupa-Asya, Akdeniz ve Ortadoğu ülkesi, NATO'nun aktif bir üyesi, bölgede ve genel olarak güç denkleminde hem İsrail hem de İran ile birlikte hesaba katılması gereken bir güç olduğunu aklımızda tutmalıyız. Türkiye de Suriye'de yaptıkları ve Körfez'de elde ettikleri sayesinde ve ayrıca ABD’nin bölgedeki politikalarından duyduğu memnuniyet sayesinde yaşananlardan kazançlı çıktı.

Güç dengesinin, Körfez ülkelerinin de şu ana kadar kazandığını gösterdiğine inanıyorum, çünkü İran tarihsel olarak dost bir ülke ancak onlarla ilişkileri varlığı inkar edilemez veya görmezden gelinemez endişelerden yoksun değil. Biz Araplar olarak, İranlı ve Türk komşularımızın, akıllardan hiç çıkmayan adil Arap davası, yani tüm sonuçları, tarihsel gelişmeleri ve onu çevreleyen koşullarıyla Filistin davası için kalıcı bir çözüme ulaşmada aktif oyuncular olmalarını umut ediyoruz.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.