Arap dünyasının durumu (4): Arap ülkelerinin ulusal güvenliği

Uluslararası toplumun ve Ortadoğu’nun güvenlik sahasında bir kaos ve değişim dönemi yaşanırken büyük güçlerin güvenlik kapsamı daraldı ve birçok şey açığa çıktı

Cezayir'in başkentinde bir araya gelen Arap liderler (AFP)
Cezayir'in başkentinde bir araya gelen Arap liderler (AFP)
TT

Arap dünyasının durumu (4): Arap ülkelerinin ulusal güvenliği

Cezayir'in başkentinde bir araya gelen Arap liderler (AFP)
Cezayir'in başkentinde bir araya gelen Arap liderler (AFP)

Nebil Fehmi
Bugünkü yazımız Arapların durumuna ilişkin kaleme aldığımız dördüncü ve son makale. Her ne kadar acil olarak değerlendirilmesi gereken uluslararası olaylardan ötürü ertelenmiş ve buna göre düzenlenmiş olsa da bu yazı dizisini Arap ulusal güvenliğine ilişkin açıklamalarla bitirmek belki de daha uygun olacaktır.
Arap ülkelerinin her birinin kendi ulusal güvenliğinin kavramlarını ve sınırlarını yöneten özel ulusal öncelikleri ve kaygıları olması gayet doğal bir durumsa da Arap ülkelerinin çoğunluğunun kavramları arasında, bölgesel düşüncelerin ulusal güvenlik kavramlarının belirginleşmesinde ve bunlarla ilgili kararların şekillenmesinde önemli bir yer ve ağırlığa sahip olması da dahil birtakım ortak özelliklerin bulunduğuna dikkat çekiliyor. Arapların büyük bir bölümü, Avrupa sömürgeciliği belasına maruz kaldıktan sonra politikalarını, kültürel birikimlerini, tarihlerini ve kimliklerini korumaya önem verdiler. Arap milliyetçiliğine yönelik görüşlerin ve duyulan heyecanın farklı olmasına rağmen buna bağlı kaldılar. Milli siyasi kimliğin korunması, Arap ülkelerinin ulusal güvenlik standartlarında özel bir yere sahiptir. Tıpkı Arap-İsrail çatışması ve özellikle uzun süredir herkesin aklını meşgul eden ortak bir mesele olan Filistin meselesinde olduğu gibi.
Göz ardı edilemeyecek bir diğer ortak nokta ise tarihi ve stratejik konumunun yanı sıra zengin enerji kaynakları Arap bölgesini Soğuk Savaş döneminde büyük güçler arasında bir rekabet sahasına dönüştürmesidir. Denizlerde seyrüsefer özgürlüğünü ve ucuz enerji kaynaklarına erişimi garanti altına alma arayışı çerçevesinde Arap bölgesine imrenilerek bakılması batıda, doğuda, kuzeyde ve güneyde bulunan Arap ülkelerinin ulusal güvenlik denklemlerine büyük uluslararası güçlerin değerlendirmelerinin ve hesaplarının dahil edilmesine neden oldu. Çoğu, güvenlik hesaplarında ve kararlarında bir süper güce bağımlı hale geldi.
Arap ülkeleri için ulusal güvenlik kavramını şekillendirmede bölgesel ve uluslararası meselelerin dahil edilmesi, Arap ülkelerinde ulusal güvenliğin doğru tanımlanmasında ve özellikle harekete geçmeyi ve ulusal askeri yeteneklerini kullanmayı gerektiren noktalarda bir dereceye kadar belirsizliğin olmasına yol açtı.  Çünkü karar yalnızca ulusal hesaplara bağlı ya da pratik bir şekilde uygulanabilir yahut sadece Arap tarafların elinde değildi.
Bazen Arap ülkeleri arasında, örneğin 1990'larda Yemen’deki durum gibi bölgesel ve ulusal kavramlar bakımından ya da Sovyetler Birliği'nin Mısır ve Suriye'nin Ekim 1973 savaşını başlatma kararı konusunda pek hoşnut olmadığı zamanlarda tanık olduğumuz gibi, Arapların arzuları ve kararları ile onları destekleyen büyük güçlerin tutumları bakımından bir çelişki ve çatışma ortaya çıkıyordu. Öte yandan Batılı ülkeler, Körfez ülkelerinin İsrail’i destekleyen ülkelere petrol ihraç etmeyi durdurma kararına itiraz ettiler. Bu ülkelerin birçoğunun, Mısır ve Suriye'yi desteklediği ya da diğer konularda Körfez ülkelerine güvenlik kalkanı sağladığı biliniyor.
Arap ülkeleri, geçtiğimiz günlerde ABD'nin yaptığı gibi, ulusal güvenliklerinin temellerini ve felsefesini ayrıntılı olarak tanımlayan resmi açıklamalar yayınlamaya alışkın değiller. ABD, Çin'in Amerikan çıkarlarına yönelik tehdidine özel olarak değinen resmi bir açıklamada bulunmuştu. Her ne kadar yakın geçmişte edinilen tecrübeler, Arap ülkelerinin birçoğunun güç kullanmaktan ya da tehdit etmekten çekinmedikleri ciddi belirleyicileri ve sorunları olduğunu kanıtlamış olsa da bunların çoğu, ulusal sınırların korunması ve komşu ülkelerin iç işlerine doğrudan ya da başka bir şekilde müdahale edilmesinin önlenmesiyle ilgiliydi. Yani, ulusal güvenliğin genellikle süper güçlerle stratejik dış, bölgesel Ortadoğu ve ülkelerimizin her birinin doğrudan çıkarlarını korumakla ilişkili ulusal olmak üzere üç çevreden oluşturulmuş ve bunlardan etkilenmiştir. Elbette her bir çerçevenin etki oranının bir ülkeden diğerine farklılık gösterdiği unutulmamalı.
Öte yandan, genel olarak Arapların tarih ve güvenlik konularında devraldıkları miras, sınırlar dışında güç kullanımını geciktiren iyi huylu bir Arap kültürü yarattı. Bu iyi huylu gecikmeye İran'ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) adalarını işgal ettiği gibi Arap ülkelerinin topraklarının bir kısmının işgal edilmesi sırasında ya da Mısır’ın Etiyopya ile güç kullanımı yerine müzakereyi tercih ettiği, halkının temel ihtiyaçları için bir tehdit oluşturan su anlaşmazlığında olduğu gibi çeşitli sınır anlaşmazlıklarının yaşandığı dönemde tanık olduk. Burada ret değil, erteleme ifadesini kullanmamın nedeni var. Mısır, iki yıl önce Türkiye'nin Sirte’den Cufra’ya kadar Libya’da belirli noktaları ihlal etmesinin ulusal güvenlik ihlali olarak kabul edildiğini ve sonuçları olacağını açıklamıştı. Bu açıklama, temel olarak ulusal diyalogda belirli coğrafi noktaların ötesine geçen güvenlik risklerine dayanan bu kavramın mantıklı ve geleneksel bir uygulamasıydı. Hamdolsun uyarı ciddiye alındı ​​ve doğrudan bir çatışma yaşanmadı.
Suudi Arabistan liderliğindeki Arap Koalisyonu ülkelerinin, komşu ülke Yemen’deki meşru hükümetin zarar görmesinin ulusal güvenliklerine karşı tehdit oluşturduğu düşündükleri başka bir olaya tanık olduk. Yani özellikle İran’ın desteği ve emelleri çerçevesinde, komşu ülkede meşruiyeti baltalama düşünceleriyle bölgesel güvenlik tehditlerini birleştiren bir meseleye şahitlik ettik. Bu aynı zamanda, Arap ülkelerinin ulusal vizyonlarının başlıca müttefikleri olan ABD’nin vizyonuyla ters düştüğü açık bir örnektir. Yemen meselesi, Suudi Arabistan liderliğindeki Arap koalisyonu ile güvenlik alanındaki ana müttefik ülke ABD arasında tanık olduğumuz bir çekişmeye neden oldu. Bu çekişmeye, petrol üretimindeki artışla ilgili olarak son haftalarda yeniden tanık olduk.
Eğer konu Filistin gibi kapsamlı bir bölgesel mesele değilse, güç kullanımına ilişkin Arapların daha çekimser kavramlarına ve düşüncelerine dair başka örnekler de var. Anayasası sınırlarının dışında güç kullanımını yasaklayan Cezayir'in durumunu buna örnek gösterebiliriz.
Arap ülkelerinin ulusal güvenliğinin hesapları, düşünceleri ve kültürü ne olursa olsun, uluslararası toplumun ve Ortadoğu’nun güvenlik sahasında bir kaos ve değişim dönemi yaşadığını söylersek abartmış olmayız. Büyük güçlerin güvenlik kapsamı daraldı ve birçok şey açığa çıktı. Bölgesel güvenlik dengesi Arapların çıkarları aleyhine bozuldu. Arap ülkelerinin ulusal güvenliğine yönelik tehditler artarak çeşitlendi. Bu tehditlerin bir kısmını bir noktadan diğerine hareket eden radikal akımlar, bir kısmını da uzun menzilli füzeler, uydulardan sağlanan iletişim, insansız hava araçları (İHA) ve yapay zeka uygulamalarına kadar uzanabilecek siber savaş gibi gelişmiş silahlar oluşturuyor. Bu yüzden Arap ülkelerinin geleneksel olmayan adımlarla ilgili kararlar alarak ve çalışmalar yaparak imkanlarını desteklemek için ulusal güvenlik konusuna gerekli ilgiyi göstermelerini umuyorum.
Bu adımları şöyle sıralayabiliriz:
1- Daha fazla dost edinmek, siyasi ve güvenlik alanında müttefikleri çoğaltmak
2- Güvenlik kabiliyetlerini artırma aşamasında çatışma ya da çatışmaların şiddetlenmesini önlemek için etkinliğini ya da diplomatik ve siyasi faaliyetlerini artırmak
3- Komşu ülkelerle bir güvenlik dengesi oluşturmaya özel bir önem vererek yakın gelecekteki tehlikelere hazırlık olarak yeni teknolojilere özel olarak odaklanmak, askeri ve güvenlik yeteneklerini çeşitli silah kaynaklarıyla güçlendirmek ve kendi yeteneklerini geliştirmek
4- Çoğu barışçıl ve askeri olmak üzere çift yönlü kullanım özelliğine sahip siber türevleri, uzaktan iletişim araçları, yapay zeka ve bazı ülkelerin ve akımların yasa dışı teknoloji kullanımına özel olarak odaklanarak yeni teknolojileri ülkelerine çekmek ve yerelleştirmek
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından İndependet Arabia’dan çevrilmiştir.
 



HTŞ: Kökenler, ideolojik değişimler ve siyasi ideoloji

Suriye geçiş hükümeti tarafından yayınlanan bir fotoğrafta Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara Şam'daki başkanlık sarayında İspanya Dışişleri Bakanının gelişini beklerken, 16 Ocak 2025 (AFP)
Suriye geçiş hükümeti tarafından yayınlanan bir fotoğrafta Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara Şam'daki başkanlık sarayında İspanya Dışişleri Bakanının gelişini beklerken, 16 Ocak 2025 (AFP)
TT

HTŞ: Kökenler, ideolojik değişimler ve siyasi ideoloji

Suriye geçiş hükümeti tarafından yayınlanan bir fotoğrafta Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara Şam'daki başkanlık sarayında İspanya Dışişleri Bakanının gelişini beklerken, 16 Ocak 2025 (AFP)
Suriye geçiş hükümeti tarafından yayınlanan bir fotoğrafta Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed eş-Şara Şam'daki başkanlık sarayında İspanya Dışişleri Bakanının gelişini beklerken, 16 Ocak 2025 (AFP)

Abbas Şerife

Ahmed eş-Şara tarafından kurulan ve ilk adı Nusra Cephesi olan Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ), 2011 yılı sonlarında Ebubekir el-Bağdadi'nin desteği ve yönlendirmesiyle DEAŞ’ın Suriye devrimindeki bir koluydu. Ancak HTŞ, Suriye'de rejime karşı birkaç üst düzey ve başarılı askeri operasyon gerçekleştirmesinin ardından güçlenmesi ve halk arasında iyi bir itibar kazanmasının sonrası takipçilerinin ve destekçilerinin sayısı arttı ve binlerce yabancı savaşçıyı saflarına çekti.

DEAŞ tamda bu noktada HTŞ’nin kendi aleyhine olacak şekilde büyüdüğünü hissetti ve Suriye'ye girerek Nusra Cephesi'nin DEAŞ’a bağlılığını ilan etmesi ve tüm askeri, insani ve mali kazanımlarını DEAŞ bünyesine katması için “Nusra Cephesi” adı altındaki çalışmaları iptal etme kararı aldı. Ancak Nusra Cephesi’nin lider kadrosu, DEAŞ’ın Irak koluna biat etmenin hatalar ve felaketlerle dolu Irak deneyimini tekrarlayacağını, mezhep savaşına dönüşeceğini ve DEAŞ’a biat etmeyi kabul etmesi halinde devrimin elde ettiği tüm kazanımları yok edeceği düşüncesiyle öne atılmaya ve El Kaide lideri Eymen ez-Zevahiri'ye bağlılığını ilan ederek aralarında dönüşü olmayacak ayrılık hikayesini başlatmaya karar verdi. HTŞ böylece bir yandan İslami referans noktasını korurken diğer yandan uluslararası ve bölgesel koşulları ve Suriye'deki yerel toplumun doğasını dikkate alarak pragmatik ve gerçekçiliğe dayalı farklı bir siyasi çizgi benimsedi.

Bu makalede HTŞ'nin fikri gelişiminin aşamalarını, siyasi ve askeri doktrinini ve lideri Ahmed eş-Şara'nın stratejik düşünce yapısını tartışarak, askeri operasyonların yönetimindeki müttefikleriyle birlikte son derece karmaşık uluslararası ve bölgesel koşullarda 11 günlük bir savaşta Beşşar Esed rejimini devirmeyi başaran bu en organize ve disiplinli grup hakkında bilgi edineceğiz.

I. Ortaya çıkışından HTŞ'ye geçiş aşamaları

Şarku’l Avsat’ın Al Majalla’dan aktardığı analizde HTŞ’nin  2011 yılı sonlarında Nusra Cephesi olarak ortaya ilk çıktığı günden bugüne geçirdiği dönüşüm ele alındı. İşte HTŞ’nin geçirdiği önemli aşama ve dönüşümler…

İlk aşama ve cihatçıların meşrulaştırılmasındaki değişim

Bu aşama 10 Nisan 2013 tariihnde Nusra Cephesi lideri Ahmed eş-Şara'nın, o zamanki adıyla Ebu Muhammed el-Culani'nin, El Kaide’ye ve lideri Eymen ez-Zevahiri'ye bağlılığını ve DEAŞ'tan ayrıldığını açıklamasıyla başladı. Aynı gün DEAŞ lideri Ebu Bekir el-Bağdadi de Nusra Cephesi’nin DEAŞ’tan ayrıldığını duyurdu. Bu noktada DEAŞ'ın bir koluyken El Kaide'nin bir koluna dönüşen Nusra Cephesi, zayıf iletişim ve genel olarak örgütün zayıflığı nedeniyle resmi bir ilişki içinde olduğu El Kaide'nin Suriye kolu haline geldi.

Bu resmi bağa rağmen Ahmed eş-Şara Suriye sınırları dışında herhangi bir faaliyet yürütmedi ve El Kaide ile olan bağı sadece DEAŞ’ın Suriye'ye nüfuz etmesini engellemek için siyasi zorunlulukların dayattığı bir önlem olarak kaldı. Ahmed eş-Şara, DEAŞ'tan farklı bir cihatçı şemsiye altında inşa ettiği gücü korumak için El Kaide’ye ya da DEAŞ'a biat etmekten ziyade onlardan bağımsız olmak ve herhangi bir katı vesayet olmadan kendi askeri eylem alanını aramakla ilgileniyordu. Bu da El Kaide liderliğinin Suriye'ye taşınmaya ve örgütün Suriye kolunun liderliğini kontrol etmeye çalıştığı sırada ondan ayrılmasını açıklıyor.

Ahmed eş-Şara Suriye sınırları dışında herhangi bir faaliyet yürütmedi ve El Kaide ile olan bağı sadece DEAŞ’ın Suriye'ye nüfuz etmesini engellemek için siyasi zorunlulukların dayattığı bir önlem olarak kaldı.

İkinci aşama ve örgütsel dönüşüm

Nusra Cephesi'nin karşılaştığı zor koşullar, 2016 yılın ağustos ayı başlarında müttefik gruplardan oluşan Ceyş’ul-Fetih'in Halep'i kurtarmak için başlattığı operasyonun örgüt içi anlaşmazlıklar ve El Kaide'nin Nusra Cephesi'nin Suriye kolunun liderliğini kontrol etme girişimi nedeniyle başarısızlığa uğraması, Şara'yı diğer grupları kapsamlı bir projede kendisiyle birleşmeye davet etmesinin bir başlangıcı olarak Nusra Cephesi'nin El Kaide'ye bağlı olduğuna dair grupların korkularını gidermek üzere yeni bir proje önermeye itti. Şara, 14 Aralık 2014 tarihinde Feth’uş-Şam Cephesi'ni kurdu ve kuruluş bildirisinde El Kaide ile olan ilişkisini sona erdirerek yeni oluşuma ulusal ve yerel bir karakter kazandırdı, böylece ulusötesi çerçevede El Kaide ile bağlarını kopardı. El Kaide lideri Zevahiri, bu hamleyi reddetti ve 2018 yılının şubat ayında Hurras ed-Din grubunu kurarak örgütü yeniden canlandırmaya çalıştı, ancak Şara daha sonra bu örgütü dağıttı.

Üçüncü aşama ve ideolojik dönüşüm

Bu aşama 28 Temmuz 2016'da Nureddin Zengi Hareketi, Ceyş’ul--Ahrar, el-Fecr Hareketi ve Liva el-Hak gibi çeşitli grupları içeren HTŞ'nin kurulmasıyla başladı.

HTŞ bu şekilde Selefi cihatçılığa olan entelektüel bağımlılığını sona erdirmiş, Makdisi ve Ebu Katade gibi figürler artık HTŞ'nin yönelimleri ve kararları üzerinde şer'i bir etki oluşturmamıştır. Bu dönemde El Kaide ve Selefi cihatçılığın yaklaşımından koparak şer'i söylemini değiştirmeye başlayan HTŞ, belirli bir akımın kararlarından ziyade fıkhi dört mezhebe dayalı bir otoriteden bahsetmeye başladı ve şer’i ve ilmi üst düzey konumlara sahip Suriyeli isimlere yöneldi.

HTŞ, Selefi cihatçılıkla ideolojik bağını koparırken Makdisi ve Ebu Katade gibi isimlerin HTŞ'nin yönelimleri ve kararları üzerinde meşru bir etkisi kalmadı.

Dördüncü aşama ve siyasi dönüşüm

Bu aşama 2 Kasım 2017 tarihinde Suriye'nin kuzeybatısında HTŞ Kurtuluş Hükümeti'nin kurulmasıyla başladı. Suriye'nin kuzeybatısında hizmet sağlamak için HTŞ dışından bağımsız teknokrat isimlere yer veren ve aynı zamanda halk arasında kabul gören çok sayıda aktivisti ve medya profesyonelini yanına çekmeye çalışan HTŞ, 2017 yılının ekim ayında kontrol ettiği bölgelere Türkiye'nin gözlem noktaları yerleştirmesini kabul etti. HTŞ’nin Esad Hasan eş-Şeybani başkanlığında bir siyasi yönetim kurması, HTŞ ile Türkiye ve kendisiyle iletişim kurmaya başlayan birçok ülke arasında ilişkilerin önünü açtı.

II: Siyasi ve askeri doktrin

Ahmed eş-Şara ABD’li gazeteci Martin Smith'in 2021 yılının haziran ayı başlarında hazırladığı “The Jihadist” adlı belgeselde, El Kaide'nin yaklaşımının yanlış ve sapkın, 11 Eylül 2000 olaylarının kabul edilemez bir suç olduğunu, DEAŞ'ın Suriye'nin kuzeybatısında HTŞ'nin kontrol ettiği bölgelerde yasaklı bir örgüt ve bugün İdlib'de onunla savaşanın HTŞ olduğunu ve HTŞ'nin terör örgütü listelerinde olmasının siyasi bir sınıflandırma ve Batı'nın yeniden gözden geçirmesi gereken haksız bir karar olarak gördüğünü ve bunu ortadan kaldırmaya çalışmanın meşru bir görev olduğunu belirtti. ABD ve Batı ülkeleriyle ortak ve önemli çıkarlardan bahseden ve yabancı gazetecileri dünyaya gerçekleri aktarmak üzere İdlib'e davet eden Şara, gazetecilerinin can güvenliğinin ve basın özgürlüğünün sağlanacağı sözü verdi.

Ahmed eş-Şara, El Kaide'nin yaklaşımının yanlış ve sapkın, 11 Eylül 2000 olaylarının kabul edilemez bir suç ve DEAŞ'ın Suriye'nin kuzeybatısında HTŞ tarafından kontrol edilen bölgelerde yasaklı bir örgüt olduğunu söyledi.

Suriye'de yaşananları cihatçı bir hareketten ziyade katil ve cani bir rejime karşı halk devrimi olarak yeniden tanımlayan Şara, devrim bayrağının, yıllarca yasaklandıktan sonra İdlib’deki gösterilerde göndere çekilen bayrak olduğunun altını çizdi. Adını ve ailesinin durumunu ayrıntılı bir şekilde açıklayarak oldukça şeffaf bir imaj çizen Şara, azınlıkların ve mezheplerin şeriat metni tarafından garanti altına alınan haklarından bahsetti. Şara, Rusya ve Türkiye arasında 2020 yılının mart ayında imzalanan rejimle ateşkes anlaşmasına bağlı olduğunu da vurguladı.

Askeri doktrin gelince Nusra Cephesi'nin bir dönem El Kaide'ye bağlı olmasına rağmen HTŞ Suriye sınırları dışında herhangi bir askeri ya da güvenlik faaliyetinde bulunmadı. Şara, 2016 yılında El Kaide ile bağlar koparıldığında 18 bin Suriyeli ve çoğu Uygur, bir kısmı ise çeşitli Arap ve Müslüman ülkelerden yaklaşık 5 bin yabancı unsura sahip olan HTŞ'nin savaş doktrininin yerel bir ulusal kurtuluş hareketi olarak tanımlandığını vurguladı.

HTŞ’nin ideolojik yaklaşımı ise tüm içtihat ekollerine açık olan ve ‘Selefi cihatçılık’ yaklaşımıyla sınırlı olmayan ılımlı bir İslam anlayışına dayanıyor.

III: HTŞ yönetim kadrosunun stratejik vizyonu

Şara'nın siyasi görüşü ideolojiye ya da hazır teorik reçetelere dayanmıyor, o daha ziyade iyi bir okuyucu olmasına rağmen plan yapmayı bilen, üstün bir stratejik sabır yeteneğine sahip ve hesaplanmamış askeri maceralara asla girmeyen bir adam. Ayrıca fırsatı iyi görüp doğru zamanda değerlendiriyor ve siyasi tanınmanın sadece resmi bir yasal hak olmadığına, sizi zor bir figür haline getiren ayaklarınızın yere sağlam basması gerektiğine inanıyor. Devletlerin hayati çıkarları sizinle kesiştikçe, uluslararası ve bölgesel tarafları sizinle ilgilenmeye ve sizi önemli bir oyuncu olarak tanımaya zorlamanız gerektiğini düşünüyor.

Şara, İdlib'in coğrafi darlığı, kaynak eksikliği, yoğun nüfus ve kalabalık mülteci kampları gibi zorluklarını fırsata çevirdi. Beşşar Esed rejimi, tüm muhaliflerini İdlib'e sürdüğüne, onlardan sonsuza dek kurtulduğuna ve İdlib'deki uzun bekleyişlerinin umutlarını yitirip teslim olmalarına yahut Avrupa'ya göç etmelerine neden olacağına inanıyordu.

İdlib'in nüfusu hem asıl sakinleri hem de Suriye'nin diğer illerinden yerinden edilenlerle birlikte, 1 milyonu çadırlarda yaşayan 4 milyonu aşıyor.

Şara'nın siyasi görüşü ideolojiye ya da hazır teorik reçetelere dayanmıyor, o daha ziyade iyi bir okuyucu olmasına rağmen plan yapmayı bilen, üstün bir stratejik sabır yeteneğine sahip ve hesaplanmamış askeri maceralara asla girmeyen bir adam.

İdlib'de üniversiteler açarak bu insan kaynağına yatırım yapan Şara, çoğu HTŞ üyesi olan 18 bin kız ve erkek öğrencinin eğitime ulaşmasını sağladı. Askeri alanda ise Şara, askeri kışlalar ve bir askeri akademi kurdu. Muhalif gruplarla ittifaklarını artırdı. Tam teçhizatla donatılmış 17 muharip tugay oluşturdu. Yerli yapım Şahin insansız hava araçlarını üreten yerel askeri üretimi destekledi.

Ayrıca, içeriden HTŞ’ye sızma ve örgütü dağıtma girişimlerine karşı koyabilen ve kendisini devirmeye çalışan tüm isyancı hareketleri baskı altına alabilen güçlü bir güvenlik birimi kurdu. Askeri, ekonomik, hizmet ve güvenlik alanlarındaki tüm bu başarılarına rağmen, Suriye’nin ne zaman özgürleştirileceği ve rejimle mücadele, özellikle de rejim tarafından şehirlerinden ve köylerinden sürülen yerinden edilmiş insanlar için her zaman değişmez bir soru işareti olmaya devam etti.

Ukrayna ve Rusya arasında 2022 yılının şubat ayı başlarında savaşın başlaması, Rusya'nın bu savaşta askeri gücünü tüketmesi halinde nereye kadar kendi içine çekilebileceği sorusunu gündeme getirdi. Ardından 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın İsrail’e saldırısının ardından  Gazze Şeridi’nde başlayan savaş, savaşın hangi boyutlara ulaşabileceği ve İran'ın Suriye ve Lübnan'daki silahlı uzantılarını kaybedip kaybetmeyeceği şeklindeki başka bir soruyu gündeme getirdi.

Şara, tüm bu gerçekler çerçevesinde hazırlıklara başlasa da İsrail, Gazze Şeridi’nde yürüttüğü savaşı Lübnan'a doğru genişlettikten sonra savaşa girme kararı aldı. Hizbullah'ın 26 Kasım 2024 tarihinde İsrail ile ateşkes anlaşması imzalamasının ardından 27 Kasım 2024 tarihinde savaşa girme kararıyla harekete geçildi. Tam 11 gün içinde büyük bir ilerleme kaydedildi ve 8 Aralık 2024 günü Şam sokaklarında yürüyen Askeri Operasyonlar İdaresi üyeleri Beşşar Esed rejiminin düştüğünü ilan etti.

Devlet düşüncesine geçiş

HTŞ, Esed rejimini devirmesinin ardından Şam'a ulaşması ve Şara'nın Halk Sarayı'na girerek Suriye topraklarının ve devlet kurumlarının büyük bölümünü kontrol etmesi sonrası şimdi en önemli meydan okumayla karşı karşıya. Bir örgüt devlete dönüşebilir mi? Suriye’nin tüm kesimlerine açılım ve Suriyelilerin sahiplendiği ve ortak olduğu sivil, çoğulcu, demokratik bir devlete siyasi bir geçiş olasılığı ne kadar mümkün? HTŞ’nin lider kadrosunun gelinen aşamanın gereklerinin farkında, bu dönüşümü gerçekleştirme arzu ve kabiliyetine sahip ve bu konuda zamana karşı bir yarış içinde olduğu herkes tarafından biliniyor.

HTŞ’nin son 13 yılda aldığı cesur ve beklenmedik kararlar ve geçirdiği değişimler, onun Suriye devletini ve kurumlarını inşa etme lehine olacak şekilde kendinden ödün vermeye devam edeceği konusunda bize iyimser bir tablo sunuyor. Son yıllarda yabancı savaşçıların davranışlarını kontrol etme yeteneği, bu dosyayı yönetme konusunda Şara’ya olan güvenimizi artıyor.