İnsanlık medeniyeti sonun eşiğinde… Onu kim kurtaracak?

Dünya canlıların kitlesel olarak yok oluşu ve bilinen türlerin dörtte üçünün yeryüzünden silinmesi krizine hazırlanıyor

3 bin yıllık ormanların zamanla yok olması bekleniyor ki bu, birçok felaketin daha hızlı gerçeklemesi demek / Fotoğraf: AFP
3 bin yıllık ormanların zamanla yok olması bekleniyor ki bu, birçok felaketin daha hızlı gerçeklemesi demek / Fotoğraf: AFP
TT

İnsanlık medeniyeti sonun eşiğinde… Onu kim kurtaracak?

3 bin yıllık ormanların zamanla yok olması bekleniyor ki bu, birçok felaketin daha hızlı gerçeklemesi demek / Fotoğraf: AFP
3 bin yıllık ormanların zamanla yok olması bekleniyor ki bu, birçok felaketin daha hızlı gerçeklemesi demek / Fotoğraf: AFP

Haftalar önce BM Biyolojik Çeşitlilik Konferansı'nda ülkeler, vahşi yaşamı koruma hedefleri konusunda anlaşmaya vardı.
Gelgelelim bilim adamlarının, gezegenin 66 milyon yıl önceki dinozorlar çağından bu yana görülmedik altıncı kitlesel yok oluş sürecinden geçtiğine dair defalarca uyarmasına rağmen bu ülkelerin, dünyanın yok oluşuna karşı koyma konusunda görüş birliğine vardıkları 2010 yılından 2020 yılına kadar hedeflerinden hiçbirini gerçekleştirmeksizin gelmeleri hayal kırıklığı yaratıyor.
Hayvanlar ve bitkiler olağan yok olma hızından 100 kat daha hızlı tükeniyor; bu demek oluyor ki bilinen türlerin dörtte üçü yeryüzünden kaybolacak, bu da bugün bildiğimiz insan uygarlığının sonu için tehdit unsuru.
Peki kitlesel yok oluşun belirtileri neler, hangi hayvanlar ve bitkiler yok olacak ve dünya neden bu krizi durdurmada başarısız?

Somon, kartallar ve ayılar
1970 yılında dünya nüfusu 3,5 milyar dolara ulaştı; Dünya Yaban Hayatı Fonu bu rakamı, gezegenin kaldıramayacağı bir nüfus olarak değerlendirdi. Ancak bir hafta önce, yeni yılın ilk gecesi, nüfus 8 milyara ulaştı.
Bu esnada kara hayvanları ve bitkilerinin, yaşam alanlarından yok olma oranı da artış gösteriyor ve bilim adamları yeryüzü için, dinozorlar çağının sonundan bu yana tanık olunmayan bir ölçekte altıncı bir kitlesel yok oluş krizi konusunda uyarıyordu.
Örneğin ABD'nin batı kıyısında yer alan Washington eyaletindeki Salish Denizi, dünyaya somon balığı tedarik eden mekânların başında geliyor.
Birkaç on yıl öncesine kadar yerlilere mensup ve bin yıldır "Somon Halkı" olarak bilinen Lomi kabilesi de dahil yüzlerce aile, 80'li yıllarda senelik 200 milyon dolardan fazla gelir sağlayan bu balık türüyle yaşamını sürdürüyordu.
Ancak 1991 yılıyla birlikte bir somon türünün hayatı tehlikeye girdi; bugün, doğal yaşam alanlarının tahribi, ısınma ve kirlilik nedeniyle sayıları ciddi şekilde azalmış olarak 14 somon türü mevcut.
Yetkililer artık haftada yalnızca bir gün ya da belirli saatlerde avlanma izni veriyor, bu da çoğunluğu başka mesleklere yönelen söz konusu aileler için iş tehdidi oluşturuyor.
Stanford Üniversitesi'nde Jasper Ridge Araştırma Bölgesinde biyolog olan Liz Hadley'in ifadesine göre insanlar, eyaletteki hızlı su kaybının bir sonucu olarak nehirdeki ölü somonları kendi gözleriyle görüyor.
Bu, kartal gibi somon avcısı kuşların yanı sıra balıkçıl vizon ve su samuru gibi başka hayvanların ölümü demek.
Aynı şekilde Kaliforniya eyaletinin simgesi olup bayrağında yer alan boz ayılar, sayıları azaldıkça diğer memeliler arasından hızla yok olurken 3 bin yıllık ormanların da zamanla gözden kaybolması bekleniyor. Yani ki birçok yıkıcı felaket, son derece hızlı bir şekilde gerçekleşecek.

Gezegenin ölümü
Bununla beraber Liz Hadley, CBS'te yayımlanan 60 Dakika programına yaptığı konuşmada, ABD'deki bu tehlikeyi, gezegene yönelik bir cinayet olarak niteledi ve en kötü cinayetlerin de Latin Amerika'da gerçekleştiğini dile getirdi.
Nitekim Dünya Yaban Hayatı Fonu tarafından yapılan bir araştırma da yaban yaşam bolluğunun bölgede 1970 yılından bu yana yüzde 94 azaldığına işaret ediyor.
Dünya genelinde konuşacak olursak Dünya Yaban Hayatı Fonu'nun araştırmasına göre son 50 yılda küresel yaban hayatı bolluğu yine aynı sebeple yüzde 69 oranında azaldı.
ABD'deki Stanford Üniversitesi'nde biyoloji profesörü olan Tony Barnowsky'nin araştırmaları da günümüzdeki yok oluş oranının, gezegen üzerinde sürdürülen yaşam tarihinin yaklaşık 4 milyar yılı boyunca olağan yok oluş oranına kıyasla 100 kat daha hızlı olduğunu doğruluyor.
Halihazırda geçirdiğimiz kitlesel yok oluş oranlarındaki zirve artış, bilinen türlerden dörtte üçünün yeryüzünden kaybolmasıyla hayatın çöktüğü 6 örnek dönemden birini temsil ediyor; bunlardan sonuncusu 66 milyon yıl önce dinozorların sonunun geldiği çağdı.
Aktivistler; iklim değişikliği, hastalık, doğal yaşam alanlarının kaybı ve kaynaklar için rekabet gibi sebeplerle kurbağalar, kuşlar ve kaplanlar gibi tehdit altındaki türleri kapsayan, insan elinin sebep olduğu altıncı bir yok oluş sürecinin ortasında bulunduğumuz konusunda yıllardır uyarılarda bulunurken, Barnowski ve meslektaşları da Nature dergisinde yayımlanan bir çalışmada yeni kitlesel yok oluşu önceki beşiyle kıyaslayıp son 66 milyonluk fosil kayıtlarına göre memelilerin yok olma oranının milyon yılda iki türden daha az olduğu sonucuna vardılar.
Buna karşılık son 500 yılda 5570 memeli türünden en az yüzde 80'inin nesli tükendi ve bu oran önceki kitlesel yok oluşta belgelenen orandan daha yüksek. Bu da yüzlerce veya binlerce sene sürecek bir kitlesel yok oluşun başlangıcında olduğumuz anlamına geliyor.
Şu an tehdit altında olan tüm memelileri de eklediğimizde resim daha da kasvetli bir hale geliyor. Barnowski'ye göre bu türlerin tamamı yüzyıl içinde yok olursa bundan 334 yıl sonra tüm memeli türlerinin yüzde 75'i yok olacak.
İki yaşamlılar (amfibiler), sürüngenler, kuşlar, bitkiler, yumuşakçalar ve diğer canlılara gelince de bugün bu türlerin yüzde 2'si tükenmiş durumda, yüzde 20 ila 50'si de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Nesli tükenme tehdidi altında olan tüm türler hesaba katılmamış haliyle bu rakamlar, yok oluş oranını yaklaşık 80 kata ulaştırıyor.

İnsan medeniyeti tehlikede
Tüm bunlarla birlikte asıl tehlike çanı, bugün bildiğimiz insan medeniyeti için çalmakta. 1968 yılında nüfus bombasının etkileri konusunda uyarıda bulunan ünlü biyolog Paul Ehrlich'in dile getirdiği üzere insan hayatı sürdürülebilir değil.
Zra gezegendeki insanların yaşam tarzını muhafaza etmek, diğer beş gezegenin kaynaklarını gerektiriyor. İnsanların büyümesini ve aşırı tüketimini karşılayacak ve şu an yok ettiğimiz biyoçeşitlilikle yaşamımızı destekleyecek kaynağın nereden geleceği belli değil.
Ehrlich şu an 90 yaşında ve korkunç kehanetlerinin gerçekleştiğini görüyor. O, 1968 yılında sera gazlarından gelen ısının, kutup buzullarını eriteceğini ve insanlığın vahşi doğayı alt edeceğini de yazmıştı.
Bugün bu, insanların gezegenin topraklarının yüzde 70'inden fazlasına yayılması ve tatlı suların yüzde 70'ini tüketmesi ile açıkça görülüyor. Şimdilerde olağandışı bir şekilde artan yok oluş oranı konusunda onu uyarmaya iten de buydu.
Prestijli Stanford Üniversitesi'nin yürüttüğü bir kazı çalışması ve aynı görüşü paylaşan başka yüzlerce bilimsel araştırma, dünya devletleri arasında bu tehlikeyle yüzleşmek ve acil çözümler bulmak için siyasi bir irade olmadığı takdirde bir felaketin geleceği konusunda hemfikir.
Son elli yıldır devam eden nüfus patlamasından bu yana insanların kaynak tüketimi üçe katladı; dünyadaki krizleri hafifleten yeşil devrime rağmen insanlık, dünyanın telafi edebileceğinin yüzde 175'ini tüketiyor.
İnsanların yarısı (4 milyar) günlük 10 doların altında yaşayıp araba, klima ve zengin gıda rejimine sahip olmayı arzuluyor ama sorun, onları besleyebilecek imkânın olmamasında yatıyor.
Bunun için Paul Erhlich ve diğer bilim adamları, biyolojik sorunlar ve çeşitlilikle yüzleşmek için siyasi bir irade ortaya konmazsa önümüzdeki birkaç on yılın, alıştığımız medeniyet tarzının sonuna sahne olacağını düşünüyor.

Biraz umut
Bununla beraber Latin Amerika gibi başka yerler biraz umut vadediyor. Neslin tükenmesi alanında dünyanın önde gelen bilim adamlarından biri olan Meksikalı ekolojist Gerardo Ceballos'un Guatemala yakınlarındaki bir bölgede 3 bin mil karelik bir alanda gerçekleştirdiği deneye dayanarak bulduğu tek çözüm, yeryüzünün hala yabani olan üçte birini kurtarmak.
Burada, çiftçilere ormandaki ağaç kesimini bırakıp onu korumaları için para ödeniyor ve bu para, orman ağaçlarını kestikleri takdirde ellerine geçebilecek parayı geçerek aylık yaklaşık bin doları buluyor; böylece kaybedilen tarım arazileri telafi ediliyor.
Ceballos, bu yaklaşımı benimsemenin birçok faydası olacağına inanıyor. 30 yıl önce jaguar hayvanının sayısının Meksika'da yok olmanın eşiğinde olduğuna, ancak söz konusu bölgede yaklaşık 600'e sıçradığına dikkat çekiyor.
Dünya genelinde böyle başka bölgelerin varlığı, belirli türlerin sayısının artışına ve Hindistan'da kaplanların, Botsvana'da fillerin geri dönüşü gibi şaşırtıcı ve inanılmaz başarılara imkân tanıyor.
Ancak bunlar, kumsaldaki kum taneleri kadar az ve zor rastlanır. Bundan dolayı büyük bir etki yaratmak için bu çabayı, iklim değişikliğiyle mücadelede yeterli olabilsin diye on bin kat artırmaya ihtiyaç var.
Bu iş, dünya devletlerinin toplumun tüm siyasi, ekonomik ve sosyal mekanizmalarını, doğa olaylarının sebep olduğu beş büyük yıkım arasındaki daha geniş zaman dilimlerinden farklı olarak çok hızlı ilerleyen altıncı kitlesel çöküşü ertelemek veya durdurmak için bu sorunlara çözüm bulma doğrultusunda harekete geçirmesini gerektiriyor.

Beş büyük çöküş
Bilim adamlarının çoğu, dünya tarihindeki beş olayın, genellikle iklim değişikliklerini içeren doğal olayların sonucu olarak türlerin dörtte üçünden fazlasının yok olduğu olaylar ve kitlesel yok oluşlar olarak nitelenebileceği konusunda hemfikir.
İlk çöküş, bilim adamlarının okyanus kimyasındaki değişiklikler veya buzullar oluşurken deniz seviyelerinin düşmesine neden olan soğuk bir iklim tarafından itildiğini düşündükleri omurgasızların yaklaşık yüzde 85'ini yok etti.
Geç Devoniyen dönemindeki ikinci çöküş ise türlerin yaklaşık yüzde 70 ila 80 oranında azalmasına yol açan birçok çevresel değişiklikle ön plana çıkıyor.
Kitlesel bir yok oluş biyoçeşitlilik kaybını durdurmak ve felaketi önlemek için dünya çapında yeterli uygulamaları teşvik edebilecek mi? / Fotoğraf: AFP
The Scientist'e göre Büyük Ölüm olarak adlandırılan üçüncü çöküşte yaygın volkanik faaliyet nedeniyle bazı karasal amfibiler ve sürüngenlerin yanı sıra deniz türlerinin yüzde 95'i yok olurken Triyas-Jura dönemindeki dördüncü çöküş, timsah akrabaları da dahil olmak üzere dünyadaki türlerin yüzde 80'ini yok eden şiddetli volkanik faaliyetin neden olduğu küresel ısınmadan kaynaklandı.
Ancak 66 milyon yıl önce bir asteroidin dünyaya çarpması sonucu dinozorların yok oluşuna sahne olan Kretase dönemi en çok bilinen ve üzerinde en çok çalışılan kitlesel yok oluştur. Bazı araştırmacılar, krizin şu anda Hindistan olarak bilinen bölgede yoğun volkanik faaliyetle şiddetlendiğini düşünüyor.

Felaketi kim önler?
Buna karşın halihazırda gerçekleşen altıncı çöküş, doğal bir olayın sonucu değil, insan yapımıdır. Nitekim insan faaliyeti, toprakların kullanımının değişmesine, küresel ısınmaya, kirliliğe neden olup çöküş oranlarının yükselmesine yol açıyor.
Araştırmacılar bu yönelimlerin gıda, mahsullerin tozlaşması, karbon depolama ve diğer başka amaçlar için hayvanlar, bitkiler ve mantarlar gibi farklı türlere bağımlı yaşayan insan da dahil olmak üzere birçok tür için bir felaket olduğu konusunda görüş birliğine sahip.  
Soru şu:
Bu kitlesel yok oluş, biyoçeşitlilik kaybını durdurmak ve felaketi önlemek için dünya çapında yeterli toplumsal uygulamaları teşvik edecek mi?
Yoksa dünyanın dört bir yanında süregelen başarısızlık ve rekabetçi çatışmalar, bilimin inkâr etmediği felaketin büyüklüğünü görmezden gelerek çözümün önündeki en büyük engel olmayacak devam mı edecek?



Pearl Harbor'dan Aksa Tufanı’na: Felaket getiren zaferler

Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)
Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)
TT

Pearl Harbor'dan Aksa Tufanı’na: Felaket getiren zaferler

Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)
Filistinliler, Gazze Şeridi'ndeki Han Yunus'ta imha edilen bir İsrail tankının üzerinde bayrak açtı (AP)

Macid Kayali

Aynı büyüklükte ve etkide tarihsel olaylar, farklı koşullara ve verilere rağmen şu ya da bu şekilde tekrarlandı. Buradaki ders, aktörün gücünü abartmasında, hesaplanmamış bir hareketinden kaynaklanan felaket niteliğindeki yansımaları ve olumsuz tepkileri öngörememesinde veya tahmin edememesinde yatmaktadır.

Bunun uluslararası düzeydeki bir örneği, Japon ordusunun Pearl Harbor'a ani saldırısı (1941/Hawaii) ve limanda bulunan Amerikan deniz filosunu yok etmesidir. Ancak bu ezici zafer, Japonya halkı için bir felakete dönüştü. Zira ABD’nin savaşa girmesi, savaşı Müttefiklerin lehine sonlandırmak için atom bombasını kullanması ve Japonya'ya teslim olmayı dayatması ile İkinci Dünya Savaşı'nın seyrini değiştirdi.

Yine 11 Eylül 2001'de el-Kaide üyeleri uçakları kaçırıp New York'taki Dünya Ticaret Merkezi’ne ait İkiz Kuleleri vurarak yıkmayı başardılar. Bu durum, eylemi Amerikan emperyalizmine ve onun adaletsiz politikalarına karşı bir intikam olarak gören başta Arap dünyası olmak üzere tüm dünyada pek çok duygu uyandırdı. Ancak ABD, kendisini vuran depremi tüm dünyayı sarsan bir depreme dönüştürdü. Bu deprem Afganistan'ın ve ardından Irak'ın işgalini de kapsadı. Amerikan militarizminin güçlenmesi ile bu depremin dünyanın çehresini güvenlik açısından değiştirmesinden ise bahsetmiyoruz bile.

Felakete dönüşen zaferlerin Arap düzeyindeki örneklerine gelince, Haziran 1967 savaşından ve özellikle de Karama Muharebesi'nden (1968) sonra Ürdün’de Filistin ulusal hareketinin yükselişine tanık olduk. Bu yükseliş öyle bir noktaya vardı ki Filistinli örgütler kendilerini otorite olarak görmeye, hatta bazı kesimler “direnişin otoritesinden başka otorite yok” sloganı atmaya başladılar. Bu da Eylül 1970 olaylarının patlak vermesine yol açtı ve bunun sonucunda da Filistin ulusal hareketi bu ülkeden ihraç edildi, Filistinli mültecilerin en yoğun olduğu bölgede faaliyet göstermekten mahrum kaldı.

ABD, 11 Eylül'de kendisini vuran depremi tüm dünyayı sarsan bir depreme dönüştürdü. Bu deprem Afganistan'ın ve ardından Irak'ın işgalini de kapsadı. Amerikan militarizminin güçlenmesi ile bu depremin dünyanın çehresini güvenlik açısından değiştirmesinden ise bahsetmiyoruz bile.

Sorun şu ki, aynı şey Lübnan'da da (70'lerin ortalarından itibaren) tekrarlandı. Filistin ulusal hareketinin nüfuzu öyle büyüdü ki devlet içinde devlet haline geldi. Bu, (diğer nedenlerin yanı sıra) Lübnan iç savaşının patlak vermesine yol açtı ve böylece Suriye ordusunun Lübnan'a girişini meşrulaştırdı, kolaylaştırdı. Bunun sonucunda Lübnan Suriye rejiminin kontrolü altına girdi. Bu durum şu ana kadar devam eden tüm feci etkileri ile daha sonra Lübnan'ın Hizbullah aracılığıyla İran rejiminin kontrolü altına girmesiyle devam etti.

Böylece Lübnan ve Ürdün vakalarında, Filistin ulusal hareketinin yanı sıra bu iki ülkedeki Filistin halkı, bağlam dışı çatışmalara girerek ve güçlerini gereksiz bir şekilde tüketerek zarar gördü.

Aynı bağlamda, pek çok kişi Saddam rejiminin Kuveyt'i işgalini (1990) Irak ordusunun ve Arap milliyetçiliğinin bir “zaferi” olarak değerlendirmekte gecikmedi. Ancak bu aceleci, yüzeysel duygular, Irak için halen etkilerinden kurtulamadığı büyük bir siyasi, ekonomik, sosyal ve güvenlik felakete yol açtı. Buna bir de Kuveyt ve Arap-Arap ilişkilerine olumsuz yansımaları eklendi.

2006'da Hizbullah iki İsrail askerini esir aldı. İsrail buna, güney Lübnan köyleri ile Beyrut’un güney banliyösünü yerle bir eden bir savaş ile karşılık verdi. Savaş 1.200 Lübnanlının ölümüyle sonuçlandı. Öyle ki Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, böyle bir tepki ile karşılaşacağını bilseydi Hizbullah’ın bu eylemi gerçekleştirmeyeceğini vurguladı. Ancak Hizbullah, bu savaştan yararlanarak Lübnan'a hakim oldu ve Suriye devrimi patlak verdiğinde silahlarını Suriyelilere karşı kullandı.

Suriye deneyimi belki de felaket getiren zaferlerin en sert,  tehlikeli ve en yakın tarihli deneyimiydi, çünkü muhalefet, özellikle de silahlı örgütler, Suriye'nin yarısını kontrol ettiklerini ve rejimi yenilgiye uğratmanın eşiğinde olduklarını, geriye sadece harekete geçme saatini belirlemelerinin kaldığını düşünüyorlardı. Ancak bu sadece aceleciliği, siyasi saflığı ve gerçeklerden, Arap ve uluslararası verilerden kopukluğu gösteriyordu. Zira rejim kaldı ve Suriyelilerin yarısı yerinden edildi.

Filistin-İsrail çatışması düzeyinde de pek çok örnek var. 1981'de Lübnan-İsrail sınır cephesi, Fetih ile İsrail arasında, İsrail yerleşim yerlerinin sakinlerinden boşaltılmasıyla sonuçlanan bir roket savaşına sahne oldu. O zamanlar direniş liderleri yerleşim yerlerinin boşaltılmasını bir zafer olarak gördüler. Hatta o dönemde Fetih Merkez Komitesi üyesi olan (mevcut) Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas bile "Zaferden yararlanmak" başlıklı özel bir kitapta bunu kaydederek, o roket savaşında elde edilen kazanımlara dikkat çekmişti. Sonunda, birkaç ay sonra İsrail Lübnan'ı işgal etti (1982) ve güçleri ve kurumlarıyla birlikte FKÖ'nün Lübnan'daki varlığına son verdi.

Bir dizi bombalı saldırı ve intihar eyleminin gerçekleştirildiği ikinci silahlı intifada döneminde (2000-2004), ilk halk intifadasından (1987-1993) farklı olarak, İsrail, tarihindeki en ağır ve en büyük can kayıplarını yaşadı (1.060 İsrailli). Hatta bir keresinde yalnızca bir ay içinde (Mart 2002) 130 İsrailli öldü. Buna bir de güvenlik açısından kendisini dokunulmaz ve güçlü bir caydırıcı devlet olarak gören bakışı dahil olmak üzere uğradığı manevi ve ekonomik kayıplar eklendi.  Ancak İsrail, tüm bunları özümseyerek, direnişin altyapısını zayıflattığı ve Batı Şeria'nın birbiri ile bağlantısını kestiği iki savaş (Savunma Duvarı ve Sağlam Yol) başlattı.  Daha sonra yerleşim yerleri inşasını teşvik ederek, Filistinlileri izole eden Ayrım Duvarı’nı, köprüleri  ve tünelleri inşa etti. Ardından Batı Şeria ile Gazze arasındaki bölünmeyi pekiştirmek ve bu gerçeği Filistinliler için bir sorun haline getirmek için Gazze Şeridi'nden tek taraflı olarak çekildi ama ablukasını sürdürdü. Hikayenin geri kalanı ise biliniyor.

Yine Hamas, Ocak 2006'daki parlamento seçimlerini kazandıktan sonra, Haziran 2006’da Gazze sınırındaki Kerem Şalom Kapısı yakınındaki askeri bir bölgeden İsrail askeri Gilad Şalit'i esir aldı (2011'de takasla serbest bırakıldı). Bu başarılı bir eylemdi, ancak İsrail daha sonra Gazze'deki Filistinlilere misilleme saldırıları düzenleyerek 400'den fazlasını öldürdü. Dahası o tarihten itibaren Gazze Şeridi'ne uyguladığı ablukayı sıkılaştırdı.

Lübnan ve Ürdün vakalarında, Filistin ulusal hareketinin yanı sıra bu iki ülkedeki Filistin halkı, bağlam dışı çatışmalara girerek ve güçlerini gereksiz bir şekilde tüketerek zarar gördü.

Şimdi de Aksa Tufanı’nda Kassam Tugayı savaşçıları saatler süren bir operasyonla, büyük can kayıplarına yol açarak ve çok sayıda  kişiyi rehin alarak İsrail'e bir darbe indirmeyi, "yenilmez ordu" efsanesini yerle bir etmeyi başardı. Ancak İsrail bunu Filistinlilere karşı yaklaşık dokuz aydır devam eden ve Gazze'deki evlerin ve altyapının yüzde 70'ini yok eden bir imha savaşı başlatmak için bir fırsat olarak gördü. Dokuz ay içerisinde 200 binden fazla insan öldü, yaralandı, esir düştü ya da kayboldu. İsrail Gazze halkını yerinden etti, su, elektrik, yiyecek, yakıt ve ilaçtan mahrum bıraktı. Filistinlileri bir korku ve sefalet içinde yaşattı. Şimdi saldırganlığın sona ermesi, İsrail ordusunun geri çekilmesi, Gazze’nin yeniden inşası ve sakinlerinin evlerine dönmesi isteniyor ki savaştan önce de durum böyleydi. Peki ama Gazze nasıl bir yere dönüştü? Yahut ondan geriye ne kaldı? Elbette Hamas savaştan belki sadece yüzde 30 etkilendi ama Gazze'deki Filistinliler yüzde 1000 etkilendi.

Bunlar ders çıkarılması gereken deneyimlerdir. Ancak burada, temennilere, kaderci bir ruha, meleklerin desteğine ya da iki ordu olarak savaşmaya değil, aksine dış verileri ve gerçek güç dengesini hesaba katan, kademeli olarak kazanımlar elde eden, düşmanın direnişin temeli olan halkı (şu veya bu örgüt değil) yormasından kaçınıp, düşmanı yormaya çalışan sorumlu bir mücadeleye dayandığı sürece, direnişin her biçiminin meşruiyetini vurgulamalıyız. Direnişin fedakarlıklar gerektirdiğini biliyoruz, ancak Filistin halkı yok oluş veya yerinden edilme kaderi ile de karşı karşıya bırakılmamalı. Zira İsrail'in gerçek hedefi budur.

Şimdi Hamas direndi ama Gazze'deki Filistinliler ezildi. Geçmişte rejimlerin “zaferi” hayatta kalıp kalmamalarına göre deklare edilirdi ve artık buna örgütlerin de dahil olmasından korkuyoruz. Peki Gazze'nin yok olmasına, halkının perişan ve çaresiz bir halka dönüşmesine yol açan bu tür "zaferler" varken, bu durumda yenilgi nedir?

*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Londra merkezli Al Majalla dergisinden çevrilmiştir.