İnsanlık medeniyeti sonun eşiğinde… Onu kim kurtaracak?

Dünya canlıların kitlesel olarak yok oluşu ve bilinen türlerin dörtte üçünün yeryüzünden silinmesi krizine hazırlanıyor

3 bin yıllık ormanların zamanla yok olması bekleniyor ki bu, birçok felaketin daha hızlı gerçeklemesi demek / Fotoğraf: AFP
3 bin yıllık ormanların zamanla yok olması bekleniyor ki bu, birçok felaketin daha hızlı gerçeklemesi demek / Fotoğraf: AFP
TT

İnsanlık medeniyeti sonun eşiğinde… Onu kim kurtaracak?

3 bin yıllık ormanların zamanla yok olması bekleniyor ki bu, birçok felaketin daha hızlı gerçeklemesi demek / Fotoğraf: AFP
3 bin yıllık ormanların zamanla yok olması bekleniyor ki bu, birçok felaketin daha hızlı gerçeklemesi demek / Fotoğraf: AFP

Haftalar önce BM Biyolojik Çeşitlilik Konferansı'nda ülkeler, vahşi yaşamı koruma hedefleri konusunda anlaşmaya vardı.
Gelgelelim bilim adamlarının, gezegenin 66 milyon yıl önceki dinozorlar çağından bu yana görülmedik altıncı kitlesel yok oluş sürecinden geçtiğine dair defalarca uyarmasına rağmen bu ülkelerin, dünyanın yok oluşuna karşı koyma konusunda görüş birliğine vardıkları 2010 yılından 2020 yılına kadar hedeflerinden hiçbirini gerçekleştirmeksizin gelmeleri hayal kırıklığı yaratıyor.
Hayvanlar ve bitkiler olağan yok olma hızından 100 kat daha hızlı tükeniyor; bu demek oluyor ki bilinen türlerin dörtte üçü yeryüzünden kaybolacak, bu da bugün bildiğimiz insan uygarlığının sonu için tehdit unsuru.
Peki kitlesel yok oluşun belirtileri neler, hangi hayvanlar ve bitkiler yok olacak ve dünya neden bu krizi durdurmada başarısız?

Somon, kartallar ve ayılar
1970 yılında dünya nüfusu 3,5 milyar dolara ulaştı; Dünya Yaban Hayatı Fonu bu rakamı, gezegenin kaldıramayacağı bir nüfus olarak değerlendirdi. Ancak bir hafta önce, yeni yılın ilk gecesi, nüfus 8 milyara ulaştı.
Bu esnada kara hayvanları ve bitkilerinin, yaşam alanlarından yok olma oranı da artış gösteriyor ve bilim adamları yeryüzü için, dinozorlar çağının sonundan bu yana tanık olunmayan bir ölçekte altıncı bir kitlesel yok oluş krizi konusunda uyarıyordu.
Örneğin ABD'nin batı kıyısında yer alan Washington eyaletindeki Salish Denizi, dünyaya somon balığı tedarik eden mekânların başında geliyor.
Birkaç on yıl öncesine kadar yerlilere mensup ve bin yıldır "Somon Halkı" olarak bilinen Lomi kabilesi de dahil yüzlerce aile, 80'li yıllarda senelik 200 milyon dolardan fazla gelir sağlayan bu balık türüyle yaşamını sürdürüyordu.
Ancak 1991 yılıyla birlikte bir somon türünün hayatı tehlikeye girdi; bugün, doğal yaşam alanlarının tahribi, ısınma ve kirlilik nedeniyle sayıları ciddi şekilde azalmış olarak 14 somon türü mevcut.
Yetkililer artık haftada yalnızca bir gün ya da belirli saatlerde avlanma izni veriyor, bu da çoğunluğu başka mesleklere yönelen söz konusu aileler için iş tehdidi oluşturuyor.
Stanford Üniversitesi'nde Jasper Ridge Araştırma Bölgesinde biyolog olan Liz Hadley'in ifadesine göre insanlar, eyaletteki hızlı su kaybının bir sonucu olarak nehirdeki ölü somonları kendi gözleriyle görüyor.
Bu, kartal gibi somon avcısı kuşların yanı sıra balıkçıl vizon ve su samuru gibi başka hayvanların ölümü demek.
Aynı şekilde Kaliforniya eyaletinin simgesi olup bayrağında yer alan boz ayılar, sayıları azaldıkça diğer memeliler arasından hızla yok olurken 3 bin yıllık ormanların da zamanla gözden kaybolması bekleniyor. Yani ki birçok yıkıcı felaket, son derece hızlı bir şekilde gerçekleşecek.

Gezegenin ölümü
Bununla beraber Liz Hadley, CBS'te yayımlanan 60 Dakika programına yaptığı konuşmada, ABD'deki bu tehlikeyi, gezegene yönelik bir cinayet olarak niteledi ve en kötü cinayetlerin de Latin Amerika'da gerçekleştiğini dile getirdi.
Nitekim Dünya Yaban Hayatı Fonu tarafından yapılan bir araştırma da yaban yaşam bolluğunun bölgede 1970 yılından bu yana yüzde 94 azaldığına işaret ediyor.
Dünya genelinde konuşacak olursak Dünya Yaban Hayatı Fonu'nun araştırmasına göre son 50 yılda küresel yaban hayatı bolluğu yine aynı sebeple yüzde 69 oranında azaldı.
ABD'deki Stanford Üniversitesi'nde biyoloji profesörü olan Tony Barnowsky'nin araştırmaları da günümüzdeki yok oluş oranının, gezegen üzerinde sürdürülen yaşam tarihinin yaklaşık 4 milyar yılı boyunca olağan yok oluş oranına kıyasla 100 kat daha hızlı olduğunu doğruluyor.
Halihazırda geçirdiğimiz kitlesel yok oluş oranlarındaki zirve artış, bilinen türlerden dörtte üçünün yeryüzünden kaybolmasıyla hayatın çöktüğü 6 örnek dönemden birini temsil ediyor; bunlardan sonuncusu 66 milyon yıl önce dinozorların sonunun geldiği çağdı.
Aktivistler; iklim değişikliği, hastalık, doğal yaşam alanlarının kaybı ve kaynaklar için rekabet gibi sebeplerle kurbağalar, kuşlar ve kaplanlar gibi tehdit altındaki türleri kapsayan, insan elinin sebep olduğu altıncı bir yok oluş sürecinin ortasında bulunduğumuz konusunda yıllardır uyarılarda bulunurken, Barnowski ve meslektaşları da Nature dergisinde yayımlanan bir çalışmada yeni kitlesel yok oluşu önceki beşiyle kıyaslayıp son 66 milyonluk fosil kayıtlarına göre memelilerin yok olma oranının milyon yılda iki türden daha az olduğu sonucuna vardılar.
Buna karşılık son 500 yılda 5570 memeli türünden en az yüzde 80'inin nesli tükendi ve bu oran önceki kitlesel yok oluşta belgelenen orandan daha yüksek. Bu da yüzlerce veya binlerce sene sürecek bir kitlesel yok oluşun başlangıcında olduğumuz anlamına geliyor.
Şu an tehdit altında olan tüm memelileri de eklediğimizde resim daha da kasvetli bir hale geliyor. Barnowski'ye göre bu türlerin tamamı yüzyıl içinde yok olursa bundan 334 yıl sonra tüm memeli türlerinin yüzde 75'i yok olacak.
İki yaşamlılar (amfibiler), sürüngenler, kuşlar, bitkiler, yumuşakçalar ve diğer canlılara gelince de bugün bu türlerin yüzde 2'si tükenmiş durumda, yüzde 20 ila 50'si de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Nesli tükenme tehdidi altında olan tüm türler hesaba katılmamış haliyle bu rakamlar, yok oluş oranını yaklaşık 80 kata ulaştırıyor.

İnsan medeniyeti tehlikede
Tüm bunlarla birlikte asıl tehlike çanı, bugün bildiğimiz insan medeniyeti için çalmakta. 1968 yılında nüfus bombasının etkileri konusunda uyarıda bulunan ünlü biyolog Paul Ehrlich'in dile getirdiği üzere insan hayatı sürdürülebilir değil.
Zra gezegendeki insanların yaşam tarzını muhafaza etmek, diğer beş gezegenin kaynaklarını gerektiriyor. İnsanların büyümesini ve aşırı tüketimini karşılayacak ve şu an yok ettiğimiz biyoçeşitlilikle yaşamımızı destekleyecek kaynağın nereden geleceği belli değil.
Ehrlich şu an 90 yaşında ve korkunç kehanetlerinin gerçekleştiğini görüyor. O, 1968 yılında sera gazlarından gelen ısının, kutup buzullarını eriteceğini ve insanlığın vahşi doğayı alt edeceğini de yazmıştı.
Bugün bu, insanların gezegenin topraklarının yüzde 70'inden fazlasına yayılması ve tatlı suların yüzde 70'ini tüketmesi ile açıkça görülüyor. Şimdilerde olağandışı bir şekilde artan yok oluş oranı konusunda onu uyarmaya iten de buydu.
Prestijli Stanford Üniversitesi'nin yürüttüğü bir kazı çalışması ve aynı görüşü paylaşan başka yüzlerce bilimsel araştırma, dünya devletleri arasında bu tehlikeyle yüzleşmek ve acil çözümler bulmak için siyasi bir irade olmadığı takdirde bir felaketin geleceği konusunda hemfikir.
Son elli yıldır devam eden nüfus patlamasından bu yana insanların kaynak tüketimi üçe katladı; dünyadaki krizleri hafifleten yeşil devrime rağmen insanlık, dünyanın telafi edebileceğinin yüzde 175'ini tüketiyor.
İnsanların yarısı (4 milyar) günlük 10 doların altında yaşayıp araba, klima ve zengin gıda rejimine sahip olmayı arzuluyor ama sorun, onları besleyebilecek imkânın olmamasında yatıyor.
Bunun için Paul Erhlich ve diğer bilim adamları, biyolojik sorunlar ve çeşitlilikle yüzleşmek için siyasi bir irade ortaya konmazsa önümüzdeki birkaç on yılın, alıştığımız medeniyet tarzının sonuna sahne olacağını düşünüyor.

Biraz umut
Bununla beraber Latin Amerika gibi başka yerler biraz umut vadediyor. Neslin tükenmesi alanında dünyanın önde gelen bilim adamlarından biri olan Meksikalı ekolojist Gerardo Ceballos'un Guatemala yakınlarındaki bir bölgede 3 bin mil karelik bir alanda gerçekleştirdiği deneye dayanarak bulduğu tek çözüm, yeryüzünün hala yabani olan üçte birini kurtarmak.
Burada, çiftçilere ormandaki ağaç kesimini bırakıp onu korumaları için para ödeniyor ve bu para, orman ağaçlarını kestikleri takdirde ellerine geçebilecek parayı geçerek aylık yaklaşık bin doları buluyor; böylece kaybedilen tarım arazileri telafi ediliyor.
Ceballos, bu yaklaşımı benimsemenin birçok faydası olacağına inanıyor. 30 yıl önce jaguar hayvanının sayısının Meksika'da yok olmanın eşiğinde olduğuna, ancak söz konusu bölgede yaklaşık 600'e sıçradığına dikkat çekiyor.
Dünya genelinde böyle başka bölgelerin varlığı, belirli türlerin sayısının artışına ve Hindistan'da kaplanların, Botsvana'da fillerin geri dönüşü gibi şaşırtıcı ve inanılmaz başarılara imkân tanıyor.
Ancak bunlar, kumsaldaki kum taneleri kadar az ve zor rastlanır. Bundan dolayı büyük bir etki yaratmak için bu çabayı, iklim değişikliğiyle mücadelede yeterli olabilsin diye on bin kat artırmaya ihtiyaç var.
Bu iş, dünya devletlerinin toplumun tüm siyasi, ekonomik ve sosyal mekanizmalarını, doğa olaylarının sebep olduğu beş büyük yıkım arasındaki daha geniş zaman dilimlerinden farklı olarak çok hızlı ilerleyen altıncı kitlesel çöküşü ertelemek veya durdurmak için bu sorunlara çözüm bulma doğrultusunda harekete geçirmesini gerektiriyor.

Beş büyük çöküş
Bilim adamlarının çoğu, dünya tarihindeki beş olayın, genellikle iklim değişikliklerini içeren doğal olayların sonucu olarak türlerin dörtte üçünden fazlasının yok olduğu olaylar ve kitlesel yok oluşlar olarak nitelenebileceği konusunda hemfikir.
İlk çöküş, bilim adamlarının okyanus kimyasındaki değişiklikler veya buzullar oluşurken deniz seviyelerinin düşmesine neden olan soğuk bir iklim tarafından itildiğini düşündükleri omurgasızların yaklaşık yüzde 85'ini yok etti.
Geç Devoniyen dönemindeki ikinci çöküş ise türlerin yaklaşık yüzde 70 ila 80 oranında azalmasına yol açan birçok çevresel değişiklikle ön plana çıkıyor.
Kitlesel bir yok oluş biyoçeşitlilik kaybını durdurmak ve felaketi önlemek için dünya çapında yeterli uygulamaları teşvik edebilecek mi? / Fotoğraf: AFP
The Scientist'e göre Büyük Ölüm olarak adlandırılan üçüncü çöküşte yaygın volkanik faaliyet nedeniyle bazı karasal amfibiler ve sürüngenlerin yanı sıra deniz türlerinin yüzde 95'i yok olurken Triyas-Jura dönemindeki dördüncü çöküş, timsah akrabaları da dahil olmak üzere dünyadaki türlerin yüzde 80'ini yok eden şiddetli volkanik faaliyetin neden olduğu küresel ısınmadan kaynaklandı.
Ancak 66 milyon yıl önce bir asteroidin dünyaya çarpması sonucu dinozorların yok oluşuna sahne olan Kretase dönemi en çok bilinen ve üzerinde en çok çalışılan kitlesel yok oluştur. Bazı araştırmacılar, krizin şu anda Hindistan olarak bilinen bölgede yoğun volkanik faaliyetle şiddetlendiğini düşünüyor.

Felaketi kim önler?
Buna karşın halihazırda gerçekleşen altıncı çöküş, doğal bir olayın sonucu değil, insan yapımıdır. Nitekim insan faaliyeti, toprakların kullanımının değişmesine, küresel ısınmaya, kirliliğe neden olup çöküş oranlarının yükselmesine yol açıyor.
Araştırmacılar bu yönelimlerin gıda, mahsullerin tozlaşması, karbon depolama ve diğer başka amaçlar için hayvanlar, bitkiler ve mantarlar gibi farklı türlere bağımlı yaşayan insan da dahil olmak üzere birçok tür için bir felaket olduğu konusunda görüş birliğine sahip.  
Soru şu:
Bu kitlesel yok oluş, biyoçeşitlilik kaybını durdurmak ve felaketi önlemek için dünya çapında yeterli toplumsal uygulamaları teşvik edecek mi?
Yoksa dünyanın dört bir yanında süregelen başarısızlık ve rekabetçi çatışmalar, bilimin inkâr etmediği felaketin büyüklüğünü görmezden gelerek çözümün önündeki en büyük engel olmayacak devam mı edecek?



Kırılgan barış ve silahlı çatışmalar

Yahudiler, siyasi çatışmayı Arap bölgesinin daha önce hiç olmadığı kadar acısını çektiği bir medeniyet ve kültür düşmanlığına dönüştürmeyi başardılar (AFP)
Yahudiler, siyasi çatışmayı Arap bölgesinin daha önce hiç olmadığı kadar acısını çektiği bir medeniyet ve kültür düşmanlığına dönüştürmeyi başardılar (AFP)
TT

Kırılgan barış ve silahlı çatışmalar

Yahudiler, siyasi çatışmayı Arap bölgesinin daha önce hiç olmadığı kadar acısını çektiği bir medeniyet ve kültür düşmanlığına dönüştürmeyi başardılar (AFP)
Yahudiler, siyasi çatışmayı Arap bölgesinin daha önce hiç olmadığı kadar acısını çektiği bir medeniyet ve kültür düşmanlığına dönüştürmeyi başardılar (AFP)

Mustafa Feki

Uluslararası çatışmalar bölgesel ve küresel olmak üzere iki türlüdür. Bölgesel olanlar belirli bir bölge veya alanın kendisiyle sınırlı olan ve çoğunlukla ortak sınırlar veya gasp edilen topraklarla ilgili olan çatışmalardır. Bu çatışma türü, günümüz uluslararası ilişkilerde en sık karşılaşılan durumdur.  Dahası Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, komşu ülkeler arasında bir tarafın diğer tarafın haklarını gasp etme konusundaki ateşli eğiliminin eşlik ettiği doğrudan çatışmaların bir sonucu olarak patlak verdiler. Başlıca küresel çatışmalar ise siyasi ideolojiler, farklı kültürler ve yeni fikirler ile ilgili olanlardır.

Küresel savaşlar ilk bakışta sınırlı gibi görünse de geniş eğilimler ile ilişkilendirildiğinde işler farklılaşır ve muzaffer bir yaşam ile ölümcül yenilgi arasındaki seçime bağlanması zorunlu hale gelir. Dolayısıyla bölgesel anlaşmazlıkların sınır meselesi, küresel çatışmaların ise varoluş meselesi olduğunu büyük bir güvenle söyleyebiliriz. Bu yeni bir konu değil. Rusya ile Ukrayna arasındaki mevcut silahlı çatışmayı ele alırsak, bunun, her iki tarafın da karadaki bölgeler, deniz yolları veya tarihi şehirler üzerinde kendi haklarını öne çıkarmaya çalıştığı bir anlaşmazlık olduğunu keşfederiz.

Bu noktada müzakere masasının olup bitenleri büyük ölçüde kontrol ettiğini kabul etmeliyiz. Belirli bir bölgede komşu ülkeler arasında patlak veren çatışmalar arasında, tarih ve coğrafyanın kaderinde belirleyici rol oynamadığı bir çatışma yoktur. Arap-İsrail çatışması şahsen bana her iki türden çatışmanın göstergelerini içeren benzersiz bir çatışma türü gibi görünüyor. Zira Siyonistlerin Arap topraklarını ele geçirmesi, Batı'nın Doğu'ya yönelik tarihi hırslarının bir parçasıdır. Dahası, Avrupa krallıklarının Filistin ve Büyük Maşrık’taki (Levant) kutsal yerleri fethetmek için birbirini izleyen askeri seferlerle bir araya geldiği Orta Çağ maceralarının bir uzantısıdır. Bu seferler, Araplar ve Müslümanlar çalınan topraklarını geri alana ve görünürde Haçı bir sembol olarak kullanan ama esas hedefleri her şeyden önce sömürgecilik olan Frenklerin hırslarının üstesinden gelene kadar onlarca yıl devam etti.

Arap ve İslam hafızası, yukarıda da belirttiğimiz gibi hiçbir zaman sınır meselesi olmayıp her zaman bir varoluş meselesi olan Arap-İsrail çatışmasının kadim köklerini hâlâ hatırlamaktadır. Burada bu makale marjında bazı gözlemleri kaydetmek istiyorum. Bunların en öne çıkanları şunlardır:

Birincisi, Doğu ve özellikle Ortadoğu, üç semavi dinin doğduğu yerdir ve kökleri dünyanın bu bölgesine dayanan İbrahimi dinlerin buluşma yeridir. Dolayısıyla büyüsü, kültürü ve mitleriyle aynı Doğu, Batı Asya ve Kuzey Afrika bölgesini düşünürken, Batı'nın hayal gücünün büyük bir bölümünü oluşturmuştur. Batı'nın başlangıçta Doğu'ya borçlu olduğunu ama sonunda tüm bedeli Doğu'nun ödediğini hep hatırlatıyoruz!

İkincisi, antisemitizm olgusu, Siyonist iddiaları veya İsrail'in emellerini reddederek sesini yükselten herkese karşıt duyguları pekiştirmeyi amaçlayan uydurma bir meseleye yeni bir katkıdır. Antisemitizm, Avrupalıların Yahudilere yönelik zulmünün konuşulmasıyla başladı ve Yahudi meselesi özellikle Almanların, Avrupalı ​​Yahudi yurttaşlarını Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndaki yenilgisinin arkasında olmakla suçlamaları ile gün yüzüne çıktı. Üçüncü Reich, Nazi sloganlarını, Yahudileri doğrudan Aryan ırkına düşmanlık ile suçlayan yeni bir kavrama dayandırdı. Almanya, İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken Yahudilere karşı gittikçe büyüyen bu duyguyu, Yahudilere yönelik soykırıma varan bir kınama süreci yürütmek için kullandı. Biz bunu inkâr etmiyoruz ama biz bu eylemlere katılmadık ve ne uzaktan ne de yakından taraf olmadık. Hal böyle iken neden bunun vergisini masum Filistinliler ödüyor? Hiçbir aklı başında insan bunu kabul etmez ve buna razı olmaz.

Filistin halkının trajedisi, Avrupa halklarının isterlerse Yahudilere ödemeleri gereken ertelenmiş bir faturadır. Ancak bu hiçbir zaman bir Arap faturası olmamıştır. Gelgelelim İngiltere ve müttefikleri geçen yüzyılın başında meseleyi Araplara yönelik yoğun bir düşmanlığa çevirmeyi başardılar. Yahudilere yönelik düşmanlıktan "antisemitizm" adını verdikleri düşmanlığa geçiş yaparak Araplara yönelik suçlamaları tırmandırmakta muvaffak oldular. Arapların da Nuh'un oğlu Sam'in torunları olduklarını, yani aynı zamanda Sami olduklarını unutmuş gibi göründüler. Geçen yüzyılın başından beri İslam'ı kötü göstermeyi, kartları karıştırmayı, çerçevesini İslamofobi terimi ile özetleyebileceğimiz kötü niyetli fikirler üretmeyi amaçlayan Yahudi medya endüstrisinin yeteneği sayesinde bunu başardılar. Aynı endüstri, toplumsal duygu çerçevesinde enjekte edilen yeni fikirlerin yerleşmesini de sağladı.

Yahudiler, siyasi çatışmayı, Arap bölgesinin daha önce hiç olmadığı kadar acısını çektiği bir medeniyet ve kültür düşmanlığına dönüştürmeyi başardılar. 7 Ekim 2023'ten bugüne kadar yaşananların, işgal altındaki Filistin topraklarında zorla göç ettirme politikasını uygulayan, halkının haklarını gasp eden, dahası Batılı ve Doğulu zihinlere çarpık fikirler yerleştirmeyi başaran Siyonist hareketin gizli intikam ruhunun gerçek bir ifadesi olduğunu iddia ediyorum. Bu fikirler, 19. yüzyıldan bu yana Siyonist hareketin büyük babalarının gönüllerini okşayan hayalleri gerçekleştirmek için sahada var olmaya devam etmesi, sahip olmadığı bir şeyde iddia ettiği hakkı savunma amacıyla nedenler yaratması için gerekçesi olacaktı. Hatta Abdunnasır, eski ABD başkanı John F. Kennedy'ye yazdığı ünlü mektubunda, İngiliz bakanın Balfour Deklarasyonu'nu "sahip olmayanların, hak etmeyenlere verilen bir sözü" olarak tanımlamıştı.

Üçüncüsü, Siyonist hareket, Filistin'i kutsal sloganlar altında işgal etmek için Avrupa toplumlarından gelen göçmenler ile Araplar arasındaki bariz eşitsizliği, onlarla Araplar arasındaki kültürel eşitsizliği öne çıkarmakta kullandı. Uzun yıllar boyunca Arapların serveti ve zenginlikleri vardı ama teknolojileri yoktu. Daha sonra işler ve koşullar değişti, Arapların çağdaş uluslararası toplumda önemli bir rolleri oldu ve yabancı güçlerle her yönde iletişim köprüleri kurabildiler. Bunun da ötesinde Araplar teknolojiye karşı çıkmadılar ve dönemin bilimlerine yabancı kalmadılar, tam tersine, onlarla bağlarını güçlendirdiler, bu alanda başarılar kaydettiler. Dolayısıyla çatışma, herkes için aşikâr olan bir tür medeniyet çatışmasına dönüştü.

En büyük Arap ülkesi, engelleri yıkmak ve Araplar ile İsrail arasındaki barış projesine katılmak için inisiyatif aldığında, bu adım başlangıçta İsrail'in coşkusu, Arapların ise ihtiyatı ile karşılandı. Ancak daha sonra bu, İsraillileri tarihin daha önce tanık olmadığı katliamların, çocukları öldürmenin, sivilleri korkutmanın, kan dökmenin, kadınları ve yaşlıları hedef almanın, liderlere suikast düzenlemenin, insanlara ve yapılara karşı benzeri görülmemiş saldırıların gölgesinde bölgeyi yutmayı, halkının zenginliklerini ele geçirmeyi düşünmeye çağıran, öznel motivasyonlara dönüştü.

Gazze halkına ve aslında genel olarak Filistin topraklarına atılan füze ve bombaların miktarı, neredeyse İkinci Dünya Savaşı'nda Avrupa şehirlerine atılanlarla karşılaştırılabilecek düzeydedir. Dünya bunları izliyor ve sözlü açıklamalarla, nazik ifadelerle yetiniyor, ancak uluslararası düzeyde durumun çok değiştiğini inkâr etmiyoruz. Bir sınır anlaşmazlığı değil, varoluşsal çatışma gibi görünen bu uzun ve kronik çatışmaya radikal çözüm bulunmasının gerekliliği konusunda derin bir duygunun oluştuğuna kuşku yok.

Bu, taraflardan birinin, yani İsrail tarafının niyetinin hiçbir zaman samimi olmaması nedeniyle kırılgan barışı silahlı çatışmaya dönüştüren mevcut koşulların doğrudan okumasıdır. Dahası, gerçekleşmesini ve var olmasını istediğiniz sonuçlara ulaşmak için mevcut koşulların etrafında bir tür dönüp dolaşmadır. Günümüz dünyasında ve teknolojik özellikle de silah endüstrisindeki gelişmelerin ışığında, silahlı çatışmaların, başlayıp bitirilebilecek bir piknik olmadığına inanıyoruz. Savaş, kazananın ya da kaybedenin olmadığı insanlık trajedisinin bir zirvesidir. Savaşan ülkelerin hepsi bir kaybedendir, savaşta zafer ya da yenilgi yoktur. Mesele tamamıyla imha, yıkım, kaybolma, yeni nesillere yönelik saldırı, gençlerin ideallerini yıkma, bir tarafın niyeti ne kadar samimi olursa olsun, geleceğe giden yol hakkında şüpheler ekmektir. Arap toprakları üzerindeki yabancı kontrolü ve kaygı eken, korku yayan, tüm kutsallara saldıran işgalci bir ordunun temsil ettiği sorun ise her zaman olduğu gibi askıda beklemeye devam etmektedir.

Açıkça söyleyeyim; silahlı çatışma, tüm tarafların tam inancı üzerine inşa edilmemiş kırılgan bir barışın doğal sonucudur.

*Bu analiz Şarku’l Avsat tarafından Independent Arabia’dan çevrilmiştir.